Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: sinan.ozgenc - 08 Aralık 2017, 11:59:00

Başlık: İstifçi
Gönderen: sinan.ozgenc - 08 Aralık 2017, 11:59:00
“Bu kadar da olmaz artık!”

Henüz iki hafta olmuştu taşınalı ama kendisi hariç komşulardan hiçbirisi, rahatsız olmuşa benzemiyordu. Yoksa birileri bir şeyler yapar, en azından belediyeye filan şikayet ederlerdi. Artık alıştıklarından mıdır yoksa umursamadıklarından mı kimsenin bir şey yaptığı yoktu. Yeni evine taşınalı daha bir hafta olmuştu. Ama tadını çıkarabildiği söylenemezdi pek. Bu berbat koku yüzünden. Hadi o yeni taşınmıştı, diğerlerine; hepsi de burada kendisinden daha eski olan komşularına ne demeliydi peki? Ne biçim insanlardı bunlar? Bunu gerçekten merak ediyordu, mecazen değil, kelimenin gerçek anlamıyla yani… Çünkü evinin görüş alanı içinde hane ev olmasına rağmen sakinlerinden daha biri bile hoşgeldine gelmemişti. Ara sıra evinin önündeki ana yoldan veya çevreye dağılmış bağların arasındaki toprak yollardan tek tük bazı ihtiyarların geçip gittiğini görebiliyor olmasa, tamamen terk edilmiş bir bölgeye yerleştiğini sanacaktı. Bu tabii ki sevdiği ve istediği bir şeydi. İstanbul’un bütün o karmaşa, gürültü ve kirliliğinden uzak ama yine de İstanbul’a böylesi yakın bir cennet…

İnsan böyledir işte. En dayanılmaz koşullara bile zamanla alışır, bir kere alışmayagörsün; bir daha o sorun neyse artık onu fark etmezdi bile. Konu ister ölüm olsun ister şimdi burada olduğu gibi bütün mahalleyi kaplayan iğrenç bir koku. Kimsenin umrunda değil gibiydi. Alışmış olmalıydılar. Bu yüzden farkında bile değillerdi. Çünkü hepsi de en az otuz-kırk yıldır bu mahallede oturan çoğunlukla ihtiyar insanlardı. Yaşlı insanları sevmezdi pek. Her ne kadar kaçınılmaz şekilde bir gün kendisi de onlardan biri haline gelecek olsa da. Tabii şansı yaver gider de o kadar yaşlanmadan ölürse o başka tabii. İhtiyarlar, genellike tek bir şeyi çok iyi yaparlardı hayatta; kabullenmek. Buna karşılıksa sadece tek bir şeyi kabullenmeyi beceremezlerdi; yakın çevrelerinde bulunma talihsizliği yaşayan gençlerin heyecanı… Önceki ikametgahından atılma sebebi de tam olarak buydu. Ya da kızgındı hala, o yüzden konuyu bu şekilde görme eğilimindeydi. Günebakan Apartımanı… Zaten bir apartmanın kapısında “apartıman" yazısı varsa, orası en az elli yıllık demekti. Sakinleri de öyle. Eve çok fazla kadın alıyormuş… Geceleri çok ses oluyormuş… (Sevişme seslerini kast ediyorlardı muhtemelen. Evine getirdiği kadınlarla salon futbolu oynadığını hatırlamıyordu çünkü hiç. )“Apartıman” sakinlerinin, aralarında imza toplayıp, oldukça uygun şartlarda kiracı olarak yaşadığı, güzide dairesinden kendisini attırmalarının sebebi bunlardı. Daha otuzlarının başında, genç, yakışıklı sayılabilecek, bekar bir adamdı. Ne olacaktı ya?! Akşamları, yorganın altında otuzbir çekip sessizce uykuya mı dalacaktı! Evet. İhtiyarların neredeyse sonsuz olan o her şeyi kabullenebilme yetenekleri burada işlemiyordu. Adına ister ahlak desinler ister düzenin bozulması, kabullenemedikleri tek şey; artık kendilerinden uzak olan o gençlik yıllarının enerjisi ve heyecanıydı. Onun  dışında bokun  içinde bile yıllarca hiç şikayet etmeden, sükut ve huzur içinde yaşayabilirlerdi.

Beykoz, Zerzevatçı köyü yakınlarında, yan yana; çoğunlukla bahçeli, tek katlı evlerden oluşan, küçük bir sokakçıktı burası. Saymamıştı ama sokakta bulunan evlerin sayısı onu geçmiyordu muhtemelen. Taş çatlasa sekiz… Aralarda bir iki tane de çok katlı binaya da rastlanıyordu. Buradaki evler çoğunlukla köhne, en yenisi elli altmış senelik gibi görünen ama ilerlemiş yaşlarına rağmen pek de bakımsız sayılamayacak yapılardı. Ormanla kaplı iki tepe arasında genişçe bir düzlük üzerinde yine yeşillikler içinde yer alan, serin ve sakin bir muhitti. Kendi evinin bulunduğu bu küçük sokakçık hariç yerleşim genellikle dağınık ve sistemsizdi. Evler en fazla onun evinin de bulunduğu Haydar Efendi Sokak’ta birbirine bu kadar yaklaşıyor, onun dışında tepelere doğru giderek dağınıklaşarak seyreliyordu. Birçoğu özellikle dikkat edilerek bakılmazsa çevrelerindeki asırlık ağaçlar arasına iyice gizlenmiş olduğundan dolayı, ilk bakışta fark edilemiyordu bile. Sokaktaki karşılıklı evleriyse genişçe bir kır yolu birbirinden ayırıyor, yolla; yola en yakın ev arasında bile yolun en az iki katı genişliğinde çimenlik boş alanlar yer alıyordu. Yoldan en sık yirmi-yirmi beş dakika arayla nadiren araç geçiyordu. Söz konusu geçişler aynı zamanda sokak ve çevresinde göze çarpan yegane hayat belirtisiydi. Bu hoşuna gitmişti. İstanbul’a bağlı herhangi bir yerleşim biriminde sessizlik ve tenhalık… Hayal etmesi bile zordu doğrusu. Öğrenebildiği kadarıyla Zerzevatçı köyü, adını, bölgede 1920’li yıllara değin zerzevat yetiştiren bir aileden almıştı. O yıllarda sebze yetiştiriciliğiyle meşhur olan bölgeye daha sonraları, “Büyük Mübadele” yıllarında Balkan göçmenleri yerleştirilmiş. 1950’li yıllara doğru ise buralarda iskan edilen göçmenler, kendilerine hibe edilen toprakları, çoğunluğu Karadeniz bölgesinden gelen göçmenlere satmışlar. 90’lı yılların başında Mahmut Şevket Paşa Mahallesinden ayrılıp köy olmuş. Artık İstanbul’un neredeyse içinde kalmasına rağmen doğasını ve seyrek nüfusunu korumayı başarması, ona şaşırtıcı olduğu kadar çekici de gelmişti. Bölge halkıysa hala zerzevat işiyle meşgul olduğundan evler arasındaki geniş mesafeler çoğunlukla ekiliydi.

Tabi o esnada kokuyu fark etmiş değildi henüz. Rüzgar yüzünden olsa gerekti. Yoksa bedavadan konulan yeni evin sevencinden miydi?.. O gün rüzgarlıydı ve hava, muhtemelen koku kaynağının aksi istikamette esiyordu. Hayatında daha önce bu kadar ağır bir koku duyduğunu hatırlıyor değildi. Çöpten ziyade küf yahut çürüme gibi ama aslında tam olarak ikisi de olmayan, tanımlaması güç ama yeterince rahatsız edici bir kokuydu. İlk olarak yeni mahallesine taşındıktan iki gün sonra hissetiği bu berbat kokuyu, yakınlardan bir çöp arabasının geçiyor olabilmesi ihtimaline bağladığı için üzerinde durmamıştı. Bir müddet sonra geçerdi elbet. Bir müddet geçti, koku geçmedi. Oysa bildiği kadarıyla yakınlarda çöplük de yoktu.

Eve taşınalı… Bir hafta kadar olmuştu. Bundan kısa bir süre önce ölen dayısından miras kalmıştı. Dayısı, bilebildiği kadarıyla onun hayattaki son akrabasıydı. Bununla beraber sık görüştükleri söylenemezdi. En son liseye başladığında görmüştü onu galiba. Şimdi otuz yaşında olduğuna göre düşündüğünden de uzun süre geçmişti üzerinden demek ki… Neyse neydi!? Pek önemsediği söylenemezdi çünkü pek önemsediği yoktu. İhtiyacı yoktu ki. Veya yokluğunu hissettirecek bir sebep. Hayattayken pek bir yardımını ya da faydasını gördüğünü anımsayamadı. Ancak ölümünün zamanlamasının mükemmel olduğunu söyleyebilirdi. Planlansa bu kadar olmazdı. Günebakan Apartımanı’ndan, komşuların topladığı imzalara istinaden bir hafta içerisinde çıkarılacağının kendisine resmi olarak tebliğ edilmesinin sadece iki gün ardından dayısının ölüm haberini almıştı. Ve tabii ki başka akrabası olmadığı için kendisine kalan bu tek katlı bahçeli evin haberini. Haa! Bir de banka hesabındaki cüz’i miktardaki paranın. Resmi miras işlemlerinin tamamlanmasının ardından vakit geçirmeden evde küçük çaplı bir tadilat yaptırmış, dayısından kalan köhne eşyaların çoğunu da çöpe atmıştı. İçlerinde az çok kulanışlı olanlar vardı tabi. Garajda tozlanmakta olan çim biçme makinesi gibi. Dayısının banka hesabından kendisine intikal eden nakdi ise peşinat olarak ödedikten sonra, artık kira gideri de olmadığı için hemen kendine orta halli bir araba da almıştı. Her kendine saygısı olan İstanbullu gibi. Sonuçta İstanbul’da toplu taşıma demek toplu tecavüz demekti. Zerzevatçı, şehir merkezine biraz uzaktı ama yeni arabasıyla işe gidip gelmesi sorun olmayacaktı. Benzin için harcayacağı miktar hesaba katıldığında dahi.

Yani alınabilecek en uğurlu ölüm haberlerinden birini almıştı. Bundan sonra da her şey giderek artan bir tutarlılıkla daha da iyi olacak gibi görünüyordu. Bir de şu iç burkan koku olmasaydı...

(Devamı gelecek)
Başlık: İstifçi -2-
Gönderen: sinan.ozgenc - 09 Aralık 2017, 11:20:51
Eve taşındığı ilk günlerde bedavaya konmanın neşesinden olsa gerek üzerinde durmamıştı pek. Hem zaten yapılacak bir sürü iş olurdu ev taşımaların ilk günlerinde. Kafasını ve bedenini bunlar meşgul ettiği için kokuyu o kadar da önemseyememişti başlarda. Ama işler bitip, bir pazar günü yeni evindeki ilk filtre kahve & sigara deneyimini açık havada yaşamak için gerekli girişimleri başlatınca -ki bu eline kahvesini alıp bahçeye çıkmaktan ibaretti- yaşamıştı ilk hayal kırıklığını. Koku o kadar yoğundu ki “Sıçarım böyle keyfin içine” diyerek evin içine geri kaçmak zorunda kalmıştı.

Başlarda ne yapacağını bilememiş, komşularının kapılarını çalıp, nazik bir şekilde onların da kokuyu alıp almadıklarını, kokunun nereden ve neden kaynaklanıyor olabileceğini soracak olmuş ama ilk birkaç evde, kimseyi bulamamıştı. Neyse ki mahalle tamamen terk edilmiş değildi. Yolda soru sorabileceği komşu ararken iki ucuna içleri boş zerzevat sepetleri asılı, kalınca bir değneği omzuna almış, ağır ağır yürümekte olan yaşlıca bir amcaya denk geldi. Yüzündeki kırışıklıkların çokluğu ve derinliğine bakılınca doksanlarında olduğu söylenebilecek adamın, cüssesinin iriliği ve yürürkenki seriliği, en azından uzaktan ve karşıdan bakıldığında ters bir yanılsamaya neden oluyordu. Sırtındaki o tuhaf, şekilsiz, orantısızca yaygın kambur da karşıdan gelirken, iyice yaklaşıncaya kadar fark edilmiyordu. Bu sebeple Murat, adama iyice yaklaşınca kısa bir şaşkınlık yaşamasına rağmen bunu yüzüne yansıtmamaya ve gözlerini adamın sırtındaki devasa denebilecek tuhaf kambura dikmemeye çalışarak selam verdi. “Selamün aleyküm emmi!” “Ve aleyküm selam.” Adamın sesi de en az görüntüsü kadar sıra dışıydı doğrusu. Boğuk… Sanki hiç dil değmeden sadece gırtlaktan gelen seslerden oluşan, daha ziyade homurtuyu andıran kalın ve gür bir konuşma… Adamın ne dediği anlaşıldığı sürece üzerinde durmaya değmezdi gerçi ama bu da o kadar kolay gerçekleşmiyordu. Mamafih aralarında geçen konuşma mealen şöyle gelişti:  “Nereye böyle emmi?” “Bağa, zerzevata.” “Emmi buraya yeni taşındım.” “Hoşgeldin.” “Hoş bulduk. Allah razı olsun. Komşulara sorayım dedim ama kimseyi bulamadım…” “Bulamazsın. Yazın gelir, güzün gider çoğusu. Dersaadet’e. Bazısı bahçesini eker, kışlığını hazır eder bazısı sadece yazları torun torba yeşillik görsün diye gelir, sonra gene döner Dersaadet’e.” “Dersaadet mi?” diye düşündü Murat. “Hangi yüzyılda yaşıyor bu adam!” Dersaadet, ‘Mutluluk kapısı’. İstanbul’un Osmanlı İmparatorluğu zamanındaki başkentliği döneminde kullanılan isimlerinden biriydi. Bugün artık kimse o ismi kullanmıyordu. O kadar eskiydi ki bu isim, daha bugüne kadar herhangi yaşlı, hatta çok yaşlı bir adamın bile İstanbul’dan Dersaadet diye söz ettiğine bizzat şahit olmamıştı. Bu isim artık sadece; kimsenin anlamadığı eski Osmanlı belgelerinde ve Divan Edebiyatı yapıtlarında kalmıştı… “Kimse kalmadı mı şimdi burda yani?” “Az kaldı. Gider olanı da… Hüseyin’in yerine taşınan sen misin?” Hüseyin, hatırladığı kadarıyla Murat’ın dayısının evi kiraya verdiği kişinin adıydı. Dayısı evin sahibi olmakla birlikte burada oturmayı tercih etmemişti hiç. Murat, kiracıyla şahsen tanışmamıştı hiç çünkü buna gerek kalmamıştı. Evde yanıl başına yaşayan adam, dayısı vefat etmeden kısa bir süre önce başka bir yere taşınmıştı öğrenebildiği kadarıyla… “Evet. Tanıyor muydun?” “Az çok tanırdık birbirimizi. Nesisin yeğenim?” “Bir şeyi değilim. Dayımın kiracısı olurdu” “İyi adam idi. Kimseye zararı yok idi.” “Öyledir herhalde. Şahsen hiç tanışmadık.” “Ağır adam idi. Vara yoğa konuşmaz, kendi halinde yaşar gider idi.” “Öyleydi herhalde. Dediğim gibi şahsen tanışmadık hiç. Tek bildiğim kiralarını hiç aksatmadan düzenli olarak ödeyen biri olduğu…” “Adın ne yeğenim?” “Murat” “Sor bakalım Murat! Ne soracaktın?” “Kokuyu soracaktım emmi. Yakınlarda bilmediğim bir çöplük filan mı var?” “Çöplük yok. Konaktan geliyor o.” “Konak mı?” Murat’ın sorusuna adam, eliyle; bulundukları konumun doğu yönünde, uzakça sayılabilecek, tepelik arazinin üzerine kurulu, geniş bahçeli, kasvetli ahşap bir köşkü işaret ederek cevap verdi. “Abdülbaki Efendi Konağı diye bilinir… Sahibi delidir. Çöp biriktirir evde habire. Rüzgar, köşkün arkasındaki tepelerden estiğinde koku sarar burayı.” “Rahatsız olmuyor musunuz peki? Adamla kimse konuşmamış mı veya belediyeye şikayet eden kimse olmadı mı?” “Deli diye bilinir sahibi. Kimsenin tanışmışlığı konuşmuşluğu yoktur bildiğim kadarıyla kendisiyle. Çöp istifleme dışında kimseye bir zararı yoktur. Konak buradaki herkesten eskidir. Biz onlara göre muhacir sayılırız.” Parmağıyla geniş bir daire çizerek “Gördüğün evlerin çoğu da onların arsaları üzerine kuruludur derler. Allah razı olsun; zamanında müsaade etmiş, kimseye karışmamışlar. O yüzden kimse de onlara karışmaz.” “Ama benim bildiğime göre zamanında köye muhacirler yerleştirilmiş ve daha o zaman tapuları da dağıtılmış?” “Köyün içini diyon sen. Orası öyle. Konak da adreste köye bağlı ama buralar konağın arazisi diye bilinir. O yüzden kimse gelmez bile buralara.” “Anladım emmi. Peki kimdir, necidir konağın sahipleri?” Şahsen hiçbirini tanımam. Komşulardan da tanıyana rastlamış değilim gerçi. Ama bazen kahvede sözü geçer, lafı edilir. Anlatılanlara göre; Abdülbaki Efendi, eski Osmanlı paşalarındanmış. Sülalesi bir asırdan uzun süredir burada otururmuş. Aha şu tepelerden gözünün gördüğü her yer vaktiyle onlarınmış. Sonraları fakirlemişler. Mallarının, arazilerinin çoğunu satmışlar. En son şu gördüğün konakla çevresindeki arazi kalmış ellerinde… Benim bildiğim bu kadar. Zaten fazlasını bileni de bulamazsın buralarda. Dedim ya ne kimseyle muhatap olurlar ne de şahsen tanışanı bilirim. Bakma adının İstanbul olduğuna; köylük yerler buralar. Dedikodu olur en fazla. Ama hakikatte kimdirler necidirler bilinmez.” “Anladım emmi. Hayırlısı… Sağolasın.” “Sen sağol. Allah selamet versin.”
Başlık: İstifçi -3-
Gönderen: sinan.ozgenc - 11 Aralık 2017, 11:35:40
Vedalaştıktan sonra bir müddet omzundaki sepetlerlerle ağır ağır ilerleyen ihtiyarın gidişini izleyen Murat, bakışlarını köhne konağa çevirdi. Asırlık ağaçların arasında; gözlerden ırak, sessiz ve sakin şekilde istirahat eden konak, görkemli bir yapı olmakla birlikte, kendisini çevreleyen bahçenin genişliği ve avlu içindeki devasa çınarların yüksekliğiyle insana haşyet veriyordu. Bununla beraber, halihazırda kaynaklık etmekte olduğu ağır koku, bütün o izlemi silip süpürüyordu; o ayrı…

Öğrenebileceklerini öğrendikten sonra, giderek daha da dayanılmaz hale gelen kokunun icabına bakmaya karar verdi. Mahallede şöyle kısa bir tur attı. Sessizlik, bölgenin genel karakteriydi. Bunu sevmişti aslında. İstanbul’da olup da aynı zamanda kuş seslerini, rüzgarın; dalların arasından süzülürken çıkardığı o hafif uğultuyu hatta uzaklarda bir yerlerde şırıldayan bir derenin sesini duyabileceğiniz ne kadar yer vardı ki? Evet, gerçekten hoşuna gitmişti. Genellikle bahçeli, müstakil evlerden oluşan ıssız bir cennet gibiydi. Yerleşimi çevreleyen doğanın ve evleri kuşatan geniş bahçelerin onca güzelliğine rağmen bahçede veya yollarda vakit geçirmek isteyen sakin pek yok gibiydi. Arada tek tük oraya gelen değil de sadece oradan geçen arabaların teker ve motor sesleri bozuyordu doğa seslerinin armonisini. Tek tük geçen arabalar iyiydi. İzolasyon duygusunu gideriyordu. En azından lazım olduğunda otostop yapma şansı da doğuruyordu. “Lazım olduğunda otostop yapma” düşüncesi de nereden çıktıysa artık… Evet, burası gerçekten de yaşamayı isteyebileceği bir yerdi.

Aksi yönden dolaşmaya çıktığı için önünden geçmemişti ama dönüşte ters bir daire çizerek rotasını Abdülbaki Efendi’nin evinin önünden geçirmeye karar verdi. Hatta belki evin kapısını çalar, kokudan ne kadar rahatsız olduğunu, giderilmesi için gerekenlerin yapılmasıyla ilgili talebini bizzat iletirdi. Şimdiye kadar komşulardan bilgi toplamaya çalışmak dışında bir girişimde bulunmamıştı. Emindi ki komşulardan hiçbiri de bulunmamıştı. Zaten öyle olurdu hep. Herkes başkasından  beklediği için kimse adım atmazdı bazı konularda. Sonra problem neyse ona alışılır, sorun giderildiği için değil de artık benimsendiği için problem olmaktan çıkardı. Bu sefer öyle olmasına izin vermeyecekti. İnisiyatif alacaktı. Bir yandan bunları düşünürken bir yanda da kafasında çizdiği dairenin yarısına gelmişti bile. Abdülbaki Efendi’nin, yüz yıldır terk edilmiş gibi duran konağı da daha yakından görünmeye başlamıştı. Konağı yakından görünce gayrı ihtiyari olarak ilk anda bir duraksadı. Uzaktan bakışta insanın içinde oluşan haşyet hissi, bu kadar yakından bakarken yerini huzursuz bir ürpertiye bırakıyordu nedense. Eski Osmanlı yapılarının ince sanatlarıyla bezeli cephesi dahi gidermeye yetmiyordu bu hissi…

Köhne konağın önünde dikilmiş, yapıyı inceden inceye süzerken birden konağın giriş kapısı önünde oluşan hareketi fark etti. Abdülbaki Efendi olmalıydı. Önündeki, el arabası olduğunu sandığı şeyi itmeyi bırakmış, konağın ağır, demir kapılarını açmaya çalışıyor gibi görünüyordu. El arabası, uzaktan ne olduğu belli olmayan, poşete sarılı bir şeylerle tıka basa dolu gibiydi. Muhtemelen sahibinin civardaki çöplüklerden topladığı bir yığın işe yaramaz ıvır zıvırla… Ama Abdülbaki Efendi, düşündüğü gibi değildi. Herşeyden önce; seksenlerindeki biri için fazla iriydi. O; daha çok beli bükülmüş, sakalları göğsünde, elleri titreyen biri olarak hayal etmişti onu. Ama uzaktan bakan biri için bile oldukça uzun boyluydu ve konağın ağır demir kapılarını, yaşından beklenmeyecek bir güç ve çeviklikle; neredeyse tek hamlede yanlara doğru açıp, içeri girmişti bile. Gıyabında hayal ettiği gibi beli bükük, zayıf bir ihtiyar değildi belki ama sırtında; sürekli öne eğik durmaktan kaynaklanmadığı bariz olan, sıra dışı büyüklükte bir kambur vardı. Kamburdan ziyade devasa bir ur gibi görünüyordu hatta. İhtiyar, hız açısından da umduğundan iyi çıkmıştı. O daha adımlarını hızlandırmaya bile fırsat bulamadan Abdülbaki Efendi, bahçe kapısından, önündeki el arabasını ite ite girmeye balamıştı bile. Koşar adım yürümenin işe yaramayacağını fark eden Murat, doğruca koşmaya karar verdi. Yine de yetişemeyecek gibi görünüyordu. Bir yandan da belki duyar da duraklar diye Abdülbaki Efendi’nin ismini seslendi bir ya da iki kez. Abdülbaki Efendi dönüp bakmadı bile. Tabi eğer seslendiği kişi gerçekten de Abdülbaki Efendi ise. Ayrıca Abdülbaki ismi seslenmeler için çok da münasip değildi. Seslenmeye uygun isimler Ahmet, Mehmet gibi iki heceden oluşanlardı. Abdülbaki, Abdürrezzak gibi eski, uzun, tuhaf, Arapça isimler değil. Neyse; bir önemi yoktu. Soluğu konağın girişinde aldığında kapılar kapanmıştı bile. İşin ilginci bahçe kapısından bina girişine kadar; çok da kısa sayılamayacak bir mesafe vardı. Ama Murat, bahçe kapısının önünde takılıp kaldığında demirlerin arasından becerebildiği kadarıyla kafasını uzatıp kontrol etmesine rağmen ne antrede ne müştemilat önünde (evet bu konağın bir müştemilatı da vardı) ne de bahçenin herhangi bir yerinde; ne yaşlı adamdan ne de tıka basa dolu el arabasından bir iz göremedi. Adam bahçe kapısından girer girmez buhar olup havaya karışmış gibiydi. Göremediği sadece o da değildi üstelik. Son anda farkedip, kafasını ani bir hareketle geri çekmiş olmasaydı; şu an yüzünün en az yarısını kaybetmesine neden olacak üç adet pitbulu da fark etmemişti. Sezgisel bir refleksti bu. Çünkü pitbullar ona doğru yaklaşırken ne havlamış ne hırlamış ne de en ufak bir ses çıkarmışlardı. Sadece; hayvanlardan yüzüne doğru hamle yapanı, son anlarda içgüdüsel bir hırlama çıkarmıştı ki bu daha çok “Tüh, kaçırdık!” manasına gelen bir hırlamaydı. Neredeyse kalp krizi geçirecekti bu genç yaşında. Asıl yüreğini ağzına getirense köpeklerin ani, sinsi saldırısı değil; başarısız hamlelerinden sonra üçünün de karşısında ipe dizilmiş gibi düz bir sıra halinde dizilip, sessiz bakışlarını onun gözlerine sabitlemeleri olmuştu. Köpekti bunlar; en azından havlamaları, hırlamaları, erişemeyecekleri aşikar da olsa parmaklıklar arasından hamle yapmaya çalışmaya devam etmeleri gerekiyordu. Ama hayır! Sessiz bir hınçla onu süzmeyi tercih etmişlerdi ki bu ona neredeyse karşısındakilerin, zeki yaratıklar olduğunu düşündürecekti. Bunu en azından o an için oldukça ürkütücü bulmuştu. Köpekler olmasaydı ve kalbi hala deli gibi çarpıyor olmasaydı Abdülbaki Efendi ile yüz yüze görüşme talebini gerçekleştirmek için en azından kapının üzerinde zil gibi bir şeyler var mı diye iyice bakınırdı ama köpekler, bu konuda içinde bulunan bütün isteği gidermişlerdi. Belki daha sonra uğrar, büyükçe bir zarfın içine iliştireceği bir notla Abdülbaki Efendi’ye derdini anlatmayı denerdi…     
Başlık: İstifçi -4-
Gönderen: sinan.ozgenc - 12 Aralık 2017, 16:22:31
Hafta içi, koku konusuna fazla eğilme fırsatı bulamadı. Evle iş arasında rutin gidip gelmeleriyle geçti zaman. Bir ara o kapıya zarf içinde not bırakma işini de aradan çıkardı aslında. Telefon numarasını da rahatsızlığını beyan ettiği uzun notun sonuna iliştirmişti ama herhangi bir geri dönüş olmadı. Kafasına takmadı. Beklemiyordu zaten aslında böyle bir şey. İşler açısından yoğun bir dönemdeydi. Önce onları halletmeliydi. Zaten sadece pazarları; tüm günü evde geçiriyordu şu sıralar. Cumartesileri, bazen öğlene kadar çalışsa da genellikle işe gitmesi gerekmiyordu. Eğlenmeyi asıl sevdiği gün oydu. Pazar eğlenceleri “Yarın iş var fazla geçe kalma” düşüncesiyle maluldü. Ama cumartesileri öyle değildi. Bazen arkadaşlarıyla -ki çoğu; olması gerektiği gibi kadındı- sabahlara kadar uyumadan eğlenirdi. Ertesi gün de tatildi nasılsa. İsterse akşama kadar uyurdu ki uykusuz geçirdiği neredeyse hiçbir cumartesi gecesinden sonra sabah 10:00’u geçen uykusu olmamıştı.

Bir akşam, yoldan arabayla geçerken Abdülbaki Efendi olduğunu sandığı birini konağa girerken görmüştü. Tam emin olamamıştı ama. Belki akşam karanlığından kaynaklanıyor olsa gerekti ama konağa giren kişi neredeyse Abdülbaki Efendi’nin yarı boyunda gibiydi. Hatta belki daha kısa. Ama bildiği kadarıyla konakta Abdülbaki Efendi’den başka kimse yaşamıyordu. Belki konağa girerken gördüğü Abdülbaki Efendi değil de bir ziyaretçisi olabilirdi ama bahçedeki köpeklerin varlığından anladığı kadarıyla, Abdülbaki Efendi, pek öyle konuksever bir tip de değildi. Köpeklerden dolayı mıdır bilinmez, arabayı durdurup da ihtiyarla iletişime geçmek gelmemişti içinden. Evet, büyük ihtimalle köpeklerden dolayıydı. Konağın kapısında o ilk gün yaşadığı başarısız köpek saldırısı, üzerinde pek durmamaya çalışsa da çocukluk korkularını depreştirmişti. Eskinden; şimdilerde tamamen atlattığını sandığı bir köpek fobisi vardı…

O zamanlar Kasımpaşa’da, eskiden Midyeci Yokuşu diye bilinen, sonraları nedense ismi değiştirilip; Piyale Mumhanesi olan yokuşluk bir sokakta oturuyorlardı. Yokuş boyunca uzanan gömme taş kaplı yolun bir tarafı; bir kısmı en az otuz yıllık, bir kısmı ise yeni yapılmış ve yapılmakta olan çok katlı apartmanlarla, diğer tarafı etrafı bahçe ve bostanlarla kaplı tek katlı gecekondularla çevriliydi. Yokuşun düzlüğe doğru son üçte birlik kısmı ise çimenlik adıyla bilinen, gecekondu sahiplerinin yahut zerzevatçıların ekip biçmekten imtina ettiği boş alana komşuydu. Çimenlik, o zamanlar İstanbul’da, benzeri; geniş, boş alanlara sıkça ve rahatça rastlanabilmesine karşın çok ünlüydü. Başka mahallelerden bile her gün pek çok çocuk oraya oyun oynamaya bilhassa uçurtma uçurmaya gelirlerdi. O zamanlar her oyunun bir mevsimi olduğu gibi uçurtma yapmanın ve uçurmanın da bir zamanı vardı. Mesela "kibrit kutusu mevsimi”nde bir arkadaşına “Hadi gazoz kapağı oynayalım” desen veya “taş mevsimi”nde “Çivi oynayalım mı?” diye sorsan “Kibrit kutusu mevsimi geçti oğlum haberin yok mu!” veya “Taş mevsiminde çivi mi oynanırmış enayi!” gibi… cevaplar almak işten bile değildi. Misket hariç! Onun mevsimi hiç geçmezdi. İstediğin her zaman bir arkadaşınla çeşitli misket oyunları oynama şansına sahiptin. Çocukların “Uçurtma Mevsimi” dedikleri zaman aralığı; genellikle Mayıs sonu - Haziran başı başlar, yaz sonuna kadar seyrelerek devam ederdi. Özellikle Haziran ayı boyunca başka mahalle ve sokaklardan çocuklar imece halinde hazırladıkları uçurtmalarını hep beraber uçurmak için kafileler halinde çimenliğe gelirlerdi. Çimenlik, tabii ki o civarda uçurtma uçurmaya müsait tek yer değildi. Buranın uçurtma severler arasında o kadar popüler olmasının sebebi öncelikle; herkesin, buranın; en popüler uçurtma mekanı olduğunu düşünmesi, sonrasında ise uçurtmacılar arasında yaşanan jiletli uçurtma düşürme mücadeleleriydi. Burada uçurtma uçuranlar, genellikle uçurtmalarının kuyruklarına jiletler bağlar, sonra havada kendi uçurtmalarına fazla yaklaşan yahut kendilerininkinden daha yükseğe çıkmayı başaran rakiplerinin uçurtmalarıyla kendilerininkini takıştırır, kuyruktaki jiletler sayesinde onları düşürmeye çalışırlardı. Bazen ipi kesilen yahut düşen kendi uçurtmaları olurdu ama bu risk olmadan zaten takıştırma işinin de bir keyfi çıkmazdı… O yaz yedi veya sekiz yaşındaydı. Tam hatırlamıyordu. O sabah da hemen her aylak yaz sabahında olduğu gibi annesiyle geç kahvaltı keyfi için bakkala gidiyordu. Uzunca bir yokuşun ortalarında olan evlerine karşın bakkal; taa yokuşun başındaydı. İleride, yokuşun biraz yukarısında, hemen yolun kenarında, mahallenin meşhur köpeği Arap, uzanmış, mayışık mayışık yatıyordu. Yaşlı bir köpekti. Alnı ve patilerindeki beyaz lekeler haricinde siyahtı. Bu yüzden mahallenin çocukları ona Arap ismini takmışlardı. Tabii daha sonraları yaz aylarında, okulların tatil olduğu güzel zamanların keyfini çıkarmak yerine, aile zoruyla gönderilecekleri yaz Kuran kurslarında; kedi köpek gibi hayvanlara Arap diye isim takmanın çok büyük günah olduğunu öğreneceklerdi. Çünkü “Peygamber Efendimiz de bir Araptı ve İslam’ın en büyük düşmanı olan Yahudiler, son peygamber kendi uluslarından değil de Araplardan çıktığı için bunu çekememişler, bu yüzden hak dini kabul etmedikleri gibi Peygamber Efendimizi de dolaylı yoldan aşağılayabilmek için kedi ve köpeklere Arap ismi takılmasını adetini uydurmuşlardı(!)” Ancak Arap, bütün bu softa eğitim ve çocuklarda oluşturduğu o büyük günah korkusuna rağmen nasılsa ölene kadar ismini muhafaza etmeyi başaracaktı. Arap, mahalle çocuklarının hemen hepsinin arkadaşı ve en önemli eğlence kaynaklarından biriydi. Ayrıca o muhitteki, abartısız; bütün sokak köpeklerinin neredeyse yarısının annesiydi. Sokak köpeklerinin çoğu da Çimenlik’te barınırlardı. Onu beslemek, çocukların en sevdiği uğraşlardan biri olduğu için asla yiyecek sıkıntısı çekmez, gün içinde sık sık; yiyecek karşılığında Arap’ın sadakatini yahut oyun arkadaşlığını talep eden bir çocuğun “Araap! Geah geah!..” diye bağırışı duyulurdu sokaklarda. Arap’ı besleyen çocuklar, bazen peşlerine taktıkları köpeği, -umutsuzca- birilerine saldırtmak için parmaklarıyla, köpeğin saldırmasını istedikleri kişi veya hayvanı işaret ederek “Araap! Tit tit tit tit…” diye seslenerek saldırganlaştırmaya çalışırlar ama sonuç her zaman hayal kırıklığı olurdu. Arap, asla saldırgan bir köpek olmamıştı. Ya da bunun için fazla tembeldi yahut fazlaca konforlu bir hayatı vardı. Birkaç dilim ıslak ekmek için o kadar çaba sarf etmeye gerek yoktu. Nasıl olsa gün içinde başka bir çocuk yanına gelip, ona yiyecek başka hatta belki daha cazip şeyler ikram edecekti illaki. Murat da en az mahallenin diğer çocukları kadar severdi Arap’ı. O yüzden yokuşun yukarısında onu görünce gayrı ihtiyari olarak gülümsedi ve “Araap! Geah, geah…” diye seslenmişti. Tembel köpek, Murat’ın selamını yarım bir kuyruk sallamayla almış ama tabii ki yatmakta olduğu yerden kalkıp, yanına gidecek kadar önemsememişti. Murat da köpeğin zaten alışkın olduğu bu umursamaz tavrı önemsememiş fakat aklı kısa bir süreliğine köpeğe kaydığı için bakkaldan ne alacağını unuttuğunu fark etmişti. Bu farkındalıkla bir müddet olduğu yerde hareketsizce dikilmiş, bu süre içinde unuttuğu şeyin ne olduğunu hatırlayabilmek için sonuçsuz bir çaba sarf etmişti. Sonunda ne alacağını hatırlayamayacağını anladığında, bir koşu eve geri gidip, annesine bakkaldan ne alması gerektiğini sorup tekrar yola çıkmaya karar verdiğinde ani bir hareketle geri dönüp, yokuş aşağı koşmaya başlamıştı. Bundan sadece birkaç saniye sonra, az ötede uyuşuk uyuşuk yatan Arap’ın havlayarak kendine doğru saldırgan bir tavırla koşmaya başladığını görmüştü. O anda içini kaplayan paniği şimdi bile eksiksiz hatırlayabiliyordu. O korkuyla başlangıçta nispeten sakin sayılabilecek koşusu canhıraşane bir hal almış, ayağındaki terlikler bile yola yola fırlamıştı. Sonunda yalın ayak eve vardığında ısırılmaktan kurtulmuştu ama o gün oluşan köpek fobisinden kurtulması o kadar kolay olamamıştı. Arap gibi tembel, uyuşuk ve saldırganlıktan uzak bir köpek bile bir anda, nedeni öngörülemez biçimde saldırganlaşabiliyorsa diğer köpekler kim bilir ne kadar tehlikeli olabilirdi? Köpek fobisinin diğer fobilerde olmayan kötü bir özelliği vardı üstelik: Köpekler insanların hissedemediği; korkunun kokusunu alabiliyorlardı. Çevresindeki bir insanın korkusunun kokusunu alan köpekler, o insana karşı agresifleşiyor, bu her olduğunda ise köpek korkusu olan kişinin fobisi güçleniyordu. Bir köpek ancak senin ondan korkmadığını anladığında sana gösterirdi. Bir noktadan sonra Murat da o döngüye girmiş, bir kere köpeklerden korkmaya başladıktan sonra artık nerede bir köpeğin yakınlarından geçecek olsa köpek ona saldırmaya ya da hiç bir şey yapmasa ona doğru havlamaya başlar olmuştu. Bu döngüyü kırıp köpek korkusundan kurtulması yıllarını almıştı. Yetişkinlik yıllarının son korkusu…     

Köpek korkusunun depreşmesinden yahut henüz çözümleyemediği hatta farkında bile olmadığı başka bir nedenden dolayı, ilk girişimin ardından o eve yaklaşası gelmemişti bir türlü. Örümcek hisleriydi belki? İçinde bir şey bir his… Ona oradan uzak durmasını telkin ediyordu adeta. Çok yüksek sesle değil. Üzerinde durmaya değmeyecek düzeyde. Kısık sesle hatta ama işte fiiliyata bir şekilde etkili oluyordu. Yaklaşası gelmiyordu oraya. Bir ara, arabayla evin önünden geçerken hızlıca konuyla ilgili şikayet ve taleplerini içeren kısa bir not karalayıp, kapıya iliştirebilecek istek bulmuştu içinde. Ancak bıraktığı notun ardından herhangi bir gelişme, durumda bir değişme olmamıştı.
Başlık: İstifçi -5
Gönderen: sinan.ozgenc - 13 Aralık 2017, 10:30:24
Belki rüzgar yazmış olduğu notu, konağın sahipleri görmeden önce uçurup, uzaklara süpürmüştü. Ya da belki konağın sakinleri notu almış, okumuş ama umursamamışlardı. Zaten istifçiler, yazıyla, notla veya ricayla huylarından vazgeçecek tipler değillerdi. Bunu bilebilecek kadar psikolojiden anlıyordu. Takıntılı tiplerdi sonuçta. Evlerine depoladıkları pislikleri gerçekten de bir gün gelir de işlerine yarar düşüncesiyle topluyor değillerdi. Kendilerini böyle kandırdıklarını biliyordu tabi. Bu işin iknayla düzelecek yanı yoktu. Buna gerek de yoktu. Her zamanki yöntemle çözülmesi gerekiyordu. Oraya bir daha gitmesini, yaklaşmasını bile gerektirmeyecek bir yöntemle… Belediye ekiplerine kısa bir ihbar telefonu, bütün meseleyi çözebilecekken neden bu kadar beklemişti bunu da anlayabilmiş değildi. Takıntılı bir ruh hastasıyla konuşmak, kapısına not bırakmak filan… Belki biraz medeni davranmak istemiş olabilirdi ama ne gerek vardı: İstanbul’da yaşıyorlardı sonuçta! Burada nezaket; sadece karşındakini ezmek için kullanılırdı.

O sabah, bu düşüncelerle belediyeyi aradı. “Merhaba, ben bir çöp ev ihbarında buluncaktım.” “Bir dakika; sizi zabıta hizmetlerine aktarıyorum.” “Tamam” Aktarma sesi… “Merhaba, efendim. Bizi beklediğiniz için teşekkür ederiz. Size nasıl yardımcı olabilirim?” “Merhaba, bir çöp ev ihbarında bulunacaktım…” “Bunun için bir şikayet formu oluşturmamız gerekiyor” “Tamam”… Gerisi bir dizi; isim, adres vb. teknik bilgi alışverişinden oluşan, kısa sayılabilecek bir diyalog silsilesi… Bu kadar basitti işte.

***

İlk iki gün konuyla ilgili herhangi bir hareket olmaması şevkini kırmıştı biraz. Şikayetinin sonuçsuz kaldığını düşünmüştü. Üçüncü günün akşamı ama akşamın erken saatlerinde, evinin bulunduğu sokağa arabayla giriş yapmaya çalışırken arabası polis ekipleri tarafından durduruldu. Normal değildi. Zerzevatçı gibi küçük, içine kapalı sakin bir yerde kolluk kuvvetlerini ilgilendirecek ne gibi bir olay olabilirdi ki? Memurun sesiyle irkildi: “Geçiş yok beyefendi! Yüz elli metre geri gidip, sağa dönerek; paralel yolu kullanabilirsiniz.” “İyi de ben burada oturuyorum.” Memur şaşırmış gibiydi. “Kimlik rica edebilir miyim o halde?” “Tabi. Ama önce bana birileri bana burada neler olduğunu açıklayabilecek mi?” “Madem mahalle sakinisiniz; fazla detay veremeyecek olsam da kısaca şöyle özetleyeyim; komşulardan biri çöp ev ihbarında bulunmuş…” “Evet. Benim o ihbarda bulunan.” “Sizin de ifadenize başvurmamız gerekecek o halde” “Tamam, sıkıntı yok. Yardımcı olabilirsem sevinirim… Peki bütün bu yaygara bir çöp ev için mi?” Az önce sözü kesildiği için biraz bozulduğu görülen polis memuru, bu sefer karşısındakinde etki uyandırmasını bekler, sinir bozucu bir sırıtışla şunları şöyledi: “Çöp ev değil mezar ev çıktığını düşünürsek gayet uygun seviyede bir yaygara olduğunu söyleyebiliriz!” Sonra umduğu etki meydana gelmiş mi diye dikkatle Murat’ın yüzünü süzerken bir yandan da artık gelmesi mecburi ikinci soruya hazırladı kendini. Ve evet; istediği etkiyi yaratmıştı! Murat’ın yüzündeki şaşkınlık ifadesi görülmeye değerdi. “Na… Nasıl yani?” “Şahsen daha fazla bilgi veremem. Ama birazdan amirim ifadenizi almaya gelir. Eğer gerekirse kendisi daha fazla bilgi paylaşabilir sizinle.” Bunları söyledikten sonra amirine haber vermek için arabadan uzaklaştı.

Görüldüğü kadarıyla mahallenin tek misafirleri polisler değillerdi. Medya mensubu sayısı da en az polis sayısı kadardı ki polis araçlarının yanı sıra sokak boyunca ve konağın bahçesinin girişine olabildiğince yakın yerlere; onlarca ambülans, adli tıp aracı, canlı yayın aracı park etmişti. Televizyon kanalları canlı yayın yapıyordu. Yayınların etkisiyle olsa gerek, başlarda muhtemelen sadece yakınlardan geçmekte olanların araç radyolarından duyup güzergah değiştirmeleriyle oluşan ama giderek daha uzak mesafelerden gelenlerin de katılımıyla büyüyen meraklılar ordusu ise evlere şenlikti. Daha önce hiç görmediği bir sürü yeni tip, bulabildikleri her yere park etmiş, kimi cep telefonlarıyla sosyal ağlar üzerinden amatör habercilik yapıyor, kimi sadece kayıt alıyor, kimi meraklı gözlerle etrafı izlemekle yetiniyor ama hemen hepsi en yakınlarında kimi buldularsa artık, orada tam olarak neler olduğunu öğrenmeye çalışıyorlardı. Mahalle tam bir ışıldak, spot, ark cümbüşü içindeydi. Bu kadar fazla polis ve medya mensubu ve meraklılar ordusunun buraya üşüşmesine yol açacak çapta ne olmuş olabilirdi ki burada? Kalabalığa bakılacak olursa bulunan bir mezar ev değil katliam evi olmalıydı?..
Başlık: İstifçi -6
Gönderen: sinan.ozgenc - 15 Aralık 2017, 12:19:17
Az önce arabasını durdurmuş olan polis memuru yaklaşık beş dakika kadar sonra yanında amiriyle geri dönmüştü. Amir “Merhaba Hulusi ben. Cinayet Büro Amiriyim” diye kısaca  kendini tanıttıktan sonra “İhbar sahibi olarak ifadenize başvurmamız gerekiyor ama önce kimlik bilgilerinizi almamız gerekiyor. Nüfus cüzdanınızı verebilirseniz arkadaşlar bize bu konuda yardımcı olacaklar." dedi. “Tabi, elimden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışırım” dedi Murat ve ceketinin sol iç cebinde duran cüzdanının içinden kimlik kartını çıkarıp, amirin beraberinde gelen polis memuruna uzattı. Memur GBT kontrolünü yapmak için ilgili bilgileri elinde taşıdığı pos cihazı benzeri alete girip kartını kısa süre içinde Murat’a geri teslim etti.  “Murat Bey” dedi Hulusi Amir “Daha sakin bir yere geçelim isterseniz. Bütün bu karmaşa içinde hem ifadeniz verimli olmaz hem de gazeteciler tarafından fark edilmek istemezsiniz inanın bana” Kısaca “Tamam” diyerek yanıtladı polis amirini Murat. Hala şaşkınlık içindeydi, basit bir çöp ev ihbarının ardından nasıl olup da olayların bu kadar hızlı büyüyebileceğini sindirememişti hala. Arabasının kapısını kilitledikten sonra gayet sessiz ve itaatkar şekilde amirin arkasından yürümeye başladı. Kısa bir yürüyüşün ardından beraberce daha sakin sayılabilecek bir yere daha doğrusu seyyar karakol da denilebilecek bir polis minibüsüne geçmeyi başardılar. Hem de hiçbir basın mensubu tarafından yolları kesilmeden. Basın mensuplarının olay yerine üşüşüşleri halen sürmekte olduğu için süregiden telaşede önlerine çıkan bir muhabir olmamıştı şans eseri. Hulusi Amiri tanıyan birkaç kıdemli adliye muhabirini ise Hulusi Amir, daha önceden; gerekirse daha sonra kendilerine özel bazı açıklamalarda bulunabileceği vaadiyle kısa bir süre için savmıştı.   

Vaka henüz çok taze olduğu için aslında Emniyet Müdürlüğü tarafından herhangi bir basın duyurusu yahut açıklama yapılmış değildi. Basın mensupları, olayı; her zamanki gibi polis telsizlerini dinlemek suretiyle, kendi inisiyatifleriyle keşfetmişler, büyük haberin kokusunu alan hırslı muhabirler, kısa sürede, amir ve haber editörlerini konuyla ilgili bilgilendirip, bir kısmı olay yerine canlı yayın araçlarının intikalini bile sağlayabilmişlerdi. Her ne kadar olayın üzerine üşüşen adli muhabirlerin her biri atlatma haber peşinde olsalar da sektördeki uyanığın tek kendileri olmadığını anlamaları uzun sürmemişti bir kez daha…

Neredeyse bir karavanın konforunu aratmayacak şekilde yeniden düzenlenmiş geniş polis minibüsünün içinde, bir yandan ellerindeki bayat kahve dolu kağıt bardaklardaki kahvelerini yudumlarlarken bir yandan da Murat’ın ifadesini almaya başlamıştı amir. Kırklı yaşlarının sonlarında olduğu görünen amir, samimi bir tipe benziyordu. Babacan bir görünüşü olduğu gibi adı bile sanki bu intibaı güçlendirmek için özellikle konulmuş gibiydi. Hulusi… Bir polis amiri için insanlara güven vermek gayesiyle özellikle bir isim seçilecek olsa ancak bu kadar uygun düşebilirdi bir ad. İnsanın aklına Cibali Karakolu’nun babacan amirini oynayan Hulusu Kentmen’i getiriyordu ister istemez. Tabi kimse Hulusi Kentmen’in yarısı kadar bile babacan görünemezdi öyle kolay kolay. Ancak yine de gerçek hayattaki Hulusi Amir de fena sayılmazdı. Onun film aktristi olan Hulusi Kentmen gibi pala bıyıkları yoktu ama gülümsemesi gayet iş görür durumdaydı. Temel teknik bilgilerin teyidinin ardından Hulusu Amir “Ne kadar zamandır burada oturuyorsun” diye sordu. Murat “Bir ay olmadı daha” diye cevapladı Polis Amirini. “Burayı tercih sebebin neydi?” “Nasıl yani? Evim burda” “Neden bur’da yani onu merak ediyorum. Şehrin pek popüler bir bölgesi değil” “Ha! Onu bilemem. Ev ölen dayımdan miras kaldı. Öncesinde böyle bir evinin olduğundan dahi haberim yoktu.” “Başın sağolsun” “Siz sağolun amirim” “Vefat nedeni neydi?” “Kalp krizi diye duymuştum… Pek görüşmezdik. Cenazesi kaldırıldıktan sonra haberim oldu öldüğünden.” “Hımm… Ölmeden önce burada mı yaşıyordu?” “Hayır. Bildiğim kadarıyla kiraya vermişti. Kendi oturmuyordu. Sanırım buradan edindiği kira gelirinin yardımıyla, kendi; Ümraniye taraflarında başka bir yerde kirada oturuyordu. Ben buranın sükunetini sevdim ama dayımın burada kendine ait bir evi varken şehrin daha içinde başka bir evde yaşama isteğini de anlayabiliyorum.” “Anladım. Peki, komşunuzu belediye ihbar etme sebebiniz neydi?” “Çöp ev. Koku… Bunlar zaten elinizde olan bilgiler değil mi?” “Öyle ama resmi kayıtlar sadece. Resmi kayıtlara göre birkaç gün önce belediyeye bu bölgede bir çöp ev bulunduğu, neden olduğu yoğun koku nedeniyle rahatsız olduğunuzu bildirir bir şikayette bulunmuşunuz. Şikayetinizi işleme alan belediye, kontrol amaçlı olarak belirttiğiniz adrese görevlileri gönderince, görevliler evde kimseyi bulamamışlar. Ev zaten meskun mahal olarak görülmediği için açık kapıdan içeri girip, kokunun kaynağını araştırmaya başladıklarında -çünkü gerçekten de söylediğiniz gibi kesif bir koku varmış mahalde- bodruma inmişler. Bazı kopuk insan bedeni parçalarına ait olduğunu sandıkları kemikler bulmuşlar. Kafatası ve tamamen dağılmamış bir ele ait kemikler. Bu noktada konunun onların yetki alanını aştığını anlayıp polise haber vermişler. Ekiplerimiz buraya intikal ettiğindeyse tahmin edilenden daha ciddi bir manzarayla karşılaştıkları için takviye istemişler…” “Peki, nedir o tahmin edilenden daha ciddi manzara?” “Aslında bilgiyi senle paylaşmamam gerekiyor ama nasıl olsa olay basına sızdı bile. Muhtemelen yakın zamanda durumu aslında olduğundan daha fazla abartan pek çok haber duyacaksın… Yüz yirmi iki ceset!” “Pardon, anlamadım!?” “Yüz yirmi iki ceset. Ekiplerimizin binanın altında bulduğu -şimdilik- iskelet sayısı.” Amir, bu noktada Murat’a, duyduklarını hazmedebilmesi için biraz zaman tanıma nezaketini göstererek, ondan bir soru gelinceye kadar yeni bir bilgi vermemek üzere sustu. Amir sözlerine ara verince Murat, bir müddet sessizce duyduklarını kafasında tartmaya çalıştı. Nasıl olmuştu da basit bir çöp ev hikayesi, bir toplu katliam soruşturmasına dönüşmüştü? Nasıl olup da hayatı bu kadar normal, sessiz, sakin ve sıradanken kendini bir anda bir korku filmi senaryosunun içinde bulabilmişti? Burada alelacele -neredeyse ayaküstü- sorguya çekilmekte olmasının sebebi, acaba kendisinin de şüpheliler listesinde yer alması mıydı? Şu an için kendisine yönelik herhangi bir itham, doğrudan yahut dolaylı, şüphe belirtir bir ifade kullanılmamıştı ama bu, olmayacağı anlamına gelir miydi? Polislerin bazen aşırıya kaçabilen şüpheciliği anlaşılabilir bir durumdu. Peki ya kendisi bilmeden, fark etmeden, kendisini şüpheli sınıfına sokacak bir şeyler yapmış mıydı? Bazen suçluların, özellikle de katillerin, şüpheleri kendilerinden uzak tutmak için işledikleri cürümleri kendileri yapmamış gibi bizzat ihbar ettikleri rastlanılmamış bir durum değildi. Acaba polis de kendisi hakkında böyle mi düşünüyordu?..
Başlık: İstifçi -7
Gönderen: sinan.ozgenc - 18 Aralık 2017, 11:04:24
Kafasındaki sorular bitecek gibi değildi. Aslında şu halde bile çoğunun vehimden ibaret olduğunun farkındaydı. Kuruntulu davranmaya gerek yoktu. Sonuçta kendisi suçlu olmadığı gibi bildiği kadarıyla üzerine şüphe çekecek herhangi yanlış bir davranışta da bulunmamıştı. Her sorumlu vatandaş gibi yakın çevresindeki olumsuz bir durumu yetkililere haber vermiş, işin içyüzü başka, başta düşünülenden farklı, çok farklı çıkmıştı hem de. O kadar. Bütün bunlarda kendisinin bir dahli yoktu. O halde yapılacak en doğru iş, konuyla ilgili olarak birinci elden edinebildiği kadar bilgi edinmek ve özellikle polislere karşı olabildiğince dürüst ve samimi olmaktı. Gerisi gereksiz evhamdı. 

Murat kendini biraz toparlar gibi olunca Amir devam etti “En tazesi iki haftalık. En eskisi ise… -Tabi kesin bilgi için adli tıbbın inceleme sonuçlarını beklememiz gerek- en aşağı doksan yıllık. Daha da fazla olabilir. Bunu şimdilik bilemiyoruz. Şu saate kadar çok fazla veri toplayabilmiş sayılmayız. Halen cenaze sayısını kesinleştirmeye çalışıyoruz.”  “Cenaze derken Amirim; bazı cesetlerin neredeyse asırlık olduğunu da göz önüne alacak olursak, burası unutulmuş bir mezarlığın parçası olabilir mi?” “Olabilir. Bizim de ilk aklımıza gelen bu oldu ama eldeki veriler başka ihtimalleri de gündeme getiriyor.” “Ne gibi ihtimaller amirim?” “Ceset kalıntıları üzerinde ortak bazı etkiler. En eskisinde de en yenisinde de, şu an detaylarını vermeyi tercih etmeyeceğim bazı ortak…” Sözün burasında durakladı. Doğru kelimeyi aradı. Durumu ifşa etmeyen ama yeterince açıklayıcı olmasını umduğu uygun kelimeyi. Bulamadı. “Müdahaleler” sözcüğünde karar kıldı. İstediği kadar işlevsel değildi ama derdini yeterince anlatıyordu. “…bazı ortak müdahaleler var. Bu müdahaleler cenazelerin ecelleriyle ölmediğine işaret ediyor. İşin aslı kurbanların insaflı denilebilecek biçimde bile öldürülmediğine eminiz… Ayrıca; araştırdıkça, kazdıkça muhtemelen demin söylediğim sayının çok çok üstünde rakamlara ulaşacağız. Daha bahçeyi ve evin altını kazmış değiliz ki evin altı daha nerelere çıktığını tahmin bile edemediğimiz tünellerle dolu. Bunlardan sadece birinin nereye vardığını tespit ettik henüz. Küçük bir doğal yeraltı mağarasına… Oraya daha girmedik bile. Şimdiye kadar erişebildiğimiz cesetler ise sadece evin içinde istiflenmiş olanlardı. Bir de mağaradakiler. Ama mağaradakiler daha çok bir kemik yığını halinde olduğu için hangi kemik hangi bedene ait, kayıp parçalar var mı bilmiyoruz…” “Cesetler üzerinde benzer ortak müdahaleler bulunduğundan söz etmiştiniz… Ne gibi müdahaleler peki bunlar?” “Söylediğim gibi bu konuda detay vermemeyi tercih ediyorum. Normalde seninle anlattıklarımın yarısı kadar bile bilgi paylaşmamam gerekiyordu…” “Peki, öyleyse neden bütün bunları bana anlattınız?” “Tecrübe diyelim… Yıllardır bu işin içindeyim. Emekliliğime iki yıldan az kaldı. Bu dünyada görmediğim pislik, görmediğim vahşet kalmadı diyebilirim. Cinayet Büro’daki meslek hayatım boyunca çözümsüz gibi görünen pek çok vakayı çözüme kavuşturdum. Bir o kadarınıysa kavuşturmadım. Ama yine de İstanbul Emniyeti’nin gördüğü en başarılı polis amirlerinden biri sayılırım. Her mesleğin bazı basit sırları vardır. Kitaplarda yazılmaz. Tecrübeyle edinilir. İşte o tecrübelerim bana der ki tanıkların seninle işbirliği yapmasının en garantili yolu; senin de onlarla işbirliği yapmandır. Sen insanlara karşı ne kadar samimi yaklaşırsan onlar da sana o kadar yaklaşırlar. Hatta bazen şüpheliler ve suçlular dahi gayriihtiyari olarak yaparlar bunu. Tanıkları olaya dahil edebildiğin oranda, onlar da seninle birlikte vakanın çözümü için çaba harcarlar. Senin sormayı aklına dahi getiremediğin ayrıntıları hatırlar ve dikkatini oraya çekerler. Zaten bütün tılsım detaylardadır… İşin açıkçası senden beklentim de tam olarak bu.”

Bu noktada konuşmasına kısa bir ara daha verdi. Sanki Murat’tan soru gelmesini bekliyor ve o soru veya sorular her neyse artık cevaplayacak gibiydi…  Murat’ın bu fırsatı tepmeye niyeti yoktu. Aklında onlarca soru vardı. Hepsine cevap alması mümkün olmasa da şansını deneyecekti. “Şüpheliler arasında mıyım?” Hulusi, istemsiz ve samimi bir kahkaha attı. “Hayır. Daha az önce dedim ya; seninle işbirliği yapıyorum ki sen de benimle yapasın.  Aslına bakarsan; bu davadaki temel sorunumuz; ortada hiçbir şüphelinin olmayışı gibi duruyor!” “Nasıl yani?” “Resmi kayıtlara göre ev en az doksan yıldır boş… “Ama nasıl olur? Daha birkaç gün önce bir komşudan buranın, Abdülbaki Efendi diye bilinen birinin ikametgahı olduğunu, ondan önce de bütün buraların taa Osmanlı zamanlarından beri onun ailesine ait geniş bir çiftliğin küçük bir parçası olduğunu, Abdülbaki Efendi’nin bile akli dengesi pek yerinde olmasa da halihazırda burada yaşamakta olduğunu öğrendim!” “Kimden öğrendin peki?” “Dedim ya bir komşudan?” “İşte onu soruyorum. Kimdir bu komşu? Ne zaman, hangi vesileyle, nasıl tanıştığından başlayalım mesela?” “Valla adını sanını bilmem. Kokunun nereden veya neden kaynaklandığını öğrenmek için etrafta soruşturacak birilerini ararken çıktı karşıma. Tuhaf bir görünümü vardı açıkçası.” “Ne gibi bir tuhaflık?” “Bir kere boyu çok uzundu. Yani aslında yaşına göre alışılmışın üzerinde iri imiş gibi gelmişti bana.” Yaşına göre iri derken?” Uzaktan pek anlaşılmıyordu ama adam en az doksan yaşında var gibiydi. Bunu soru sormak için yanına iyice yaklaşınca anladım çünkü yüzü belki de bugüne kadar gördüğüm herkesten daha fazla ve derin kırışıklarla doluydu. Cildinin görünen hemen her yerinin yaşlılık lekeleriyle kaplı olduğunu görmek de bu izlenimimi güçlendirmiş olabilir. Ancak bununla tezat oluşturacak şekilde en az iki metre boyu vardı. Bilirsiniz, insanların çoğunlukla; yaşlandıkça kemik erimesi gibi sebeplerden dolayı boyları da kısalır nedense. Eğer bu adamın aynı sebepten boyu kısalmışsa gençlik yıllarındaki cüssesini düşünemiyorum bile… Haa, bir de sırtındaki o devasa kambur… Daha doğrusu ben ilk bakışta onun bir kambur olduğunu düşündüm ama adam aslında dimdik yürüyordu. Şimdi, düşününce adamın bir omurga problemi olmadığı aşikar. Devasa bir et parçası veya et beni olabilir belki.” “Bu ilginç bak! Gayet ayırd edici bir eşkal özelliği…” “Bilemiyorum, belki elbiselerinin altında patates çuvalı filan taşımıyorduysa şayet… Eğer o bir kambur veya et parçasıysa adam rahatsız olmasın diye, yanına yaklaştıktan sonra sırtına gözlerimi sırtına dikmemeye özellikle dikkat ettim.” “Günümüzde pek rastlanmayan bir nezaket örneği…” “Bilemem. Nezaket göstermek amacıyla, özellikle kurgulanmış bir tavır değildi. Ben sadece engelli veya vücutlarında bariz kusur bulunan insanların inceleyici bakışlardan rahatsız olabildiğine dair bir izlenime sahibim. Ama bu tavrı hiçbir zaman bir nezaket olarak düşünmedim.” Tamam. Anladım… Başka?” Murat polis amirine, adamla karşılaşmasından, aralarında geçen diyaloga, şimdi şimdi ayrıntılarını hatırlamaya çalıştıkça, giderek kendisine daha da tuhaf gelmeye başlayan adamın dış görünüşünün aklında kalan diğer detaylardan, konuşma biçimi ve ses tonunun yadırgatıcılığına kadar her şeyi anlattı. Hatta adamın İstanbul yerine Dersaadet ismini kullanışının kendisinde uyandırdığı düşünceleri dahi… 
Başlık: İstifçi -8
Gönderen: sinan.ozgenc - 19 Aralık 2017, 12:45:49
Murat’ın anlattıklarını dinlerken üçüncü kahvesini dolduran Hulusi Amir “Peki, adamın sözünü ettiği Hüseyin isimli şahısla ilgili bildiklerin neler?” diye sorunca Murat suali “Adama söylediklerimden ibaret” diyerek yanıtladı. Az önce doldurduğu sıcacık kahveden ufak bir yudum alan Hulusi “Tahmin edilebileceği gibi…” dedi. Murat “Tahmin edilebileceği gibi derken?” “Tuhaf ama kendi içinde ilginç şekilde tutarlı duran tuhaf bir durum söz konusu burada… Yaptığımız ön soruşturmaya göre; konağın, Abdülbaki adındaki herhangi biriyle en ufak bir ilişiği yok. Sözü edilen şahsın soyadını zaten bilmiyoruz ama bilsek dahi; civarda, o ismi taşımış, en azından son elli yılda hiçkimse yaşamamış. Komşularına gelince… Hiç komşun yok. Civardaki bulunan bütün evler tamamen terk edilmiş durumda.” “Ama bu nasıl olur?” “Bilemiyorum. Zaten ilginç olan da bu. Bölge belediye kayıtlarında orman alanı olarak görünüyor. Senin evin dahil hiçbir evin resmi olarak tapusu yok. Sanırım evle ilgili olarak elinde bulunan tapu belgesi temelde bir arazi tapusu. Ama burası imara açık bir bölge değil… Konak gerçekten de çok eski bir yapı olduğu için kaydı varsa bile en iyi ihtimalle Osmanlı arşivleri arasında bir yerlerde kayıptır. Osmanlı arşivlerinin bırak incelenmesini daha tam olarak kategorize edilebilmesi için halen daha on yıllar gerektiğini düşünecek olursak buradan bir yerlere varamayacağımız açık. Orası çıkmaz sokak. Bunlar soruşturmamız için tali detaylar olmakla birlikte -Evinin tapu durumu belediyle arandaki sorun- bizi ilgilendiren kısmı; senin, bu evlerde yaşayan birtakım insanlar olduğunu iddia etmene karşın bizim yaptığımız aramalarda; hiçbirinde; en azından yıllardır en ufak iskan izine rastlayamamış olmamız…” “Mümkün değil. Tamam; komşuluk ilişkilerine önem veren ve komşu ziyaretlerine giden biri hiç olmadım. Zaten yeni taşındım buraya. Ama akşamları uzak da olsa bazı evlerin ışıklarının yandığını gördüğümü biliyorum.” “Evlerde mi?” "Aslına bakarsanız bunu kesin olarak iddia edemem. Daha doğrusu ara ara, -daha çok karşıki tepelerde- birtakım ışıklar görmüşlüğüm var. Çok yoğun olmamasını ihtiyarların erken saatte yatmaya alışkın olmalarına vermiştim…”  “Evet… Ama elimizdeki bu; bir hayalet kasaba? Asıl soruysa şu: Senin komşu diye konuştuğun adam ve onun iyi adamdı diye sözünü ettiği Hüseyin kimler? En azından ihtiyar dev konakta olanlarla kesinlikle ilgili gibi bir his var içimde. Aksi takdirde sana orayla ilgili onca asılsız bilgiyi neden versin? Belli ki sorularına mantıklı görünen cevaplar verip, merakının seni o konağa sürüklemesinin önüne geçmek için. Bunun dışında…” Durdu, hafifçe kafasını kaşıdı "Abdülbaki Efendi dediğin kişiyi görme şansın oldu mu hiç?” “Birkaç kere uzaktan sadece. Bir keresinde peşinden koşup, iletişim kurmaya çalıştım ama konağın kapısına vardığımda çoktan kaybolmuştu…” “Bu durumda elimizde tanığa en yakın şey sen oluyorsun.” “Yardımcı olabileceksem eğer ne mutlu bana. Ama şu an tüm bildiklerim anlattıklarımdan ibaret ve aklıma başka bir şey de gelmiyor… Bunun dışında size yardımcı olmak için yapabileceğim başka bir şey var mı bilemiyorum.” “Var aslında!” Murat hiçbir şey söylemedi ama yapabileceği şeyin ne olduğunu sorar bir bakış attı Hulusi’ye. “Dışarıdaki medya kıyametini görüyorsun. Basından uzak dur!” “Aksi aklımdan bile geçmemişti” “Normalde böyle olmaz. Bu çapta büyük dosyalar, çözüme en azından bariz şekilde yaklaşıldığında ve eğer sadece bunu yapmanın olayın çözümüne bir yardımı olacaksa medyayla paylaşılır. Gel gör ki olay mahalline ilk gelenler bizler değildik. Belediye temizlik ekibinden manzaranın dehşeti karşısında heyecana kapılan birileri muhtemelen bizimle beraber gazetecileri de aramış. Ya da kötü şans eseri olarak polis muhabirlerinin telsiz dinlemelerine yakalandık. Hatta ekiplerimiz intikal ettiğinde bir canlı yayın aracı park edecek yer arıyordu bile…  “Bu konuda endişelenmenize gerek yok. On beş dakikalık şöhret hakkımı böyle bir olayla kullanmak istemem doğrusu” Murat pek ummamıştı ama Hulusu yaptığı Andy Warhol göndermesini gayet anlamış hatta onunla beraber gülümsemişti. Murat, belki biraz da bu samimi gülümsemeden cesaret alarak bir soru daha sormak istedi. Muhtemelen cevaplanmayacak yahut üstünkörü geçiştirilecekti ama… Denemekten zarar gelmez diye düşündü. Meraklının mottosu ‘Aklımı kurcalayacağına kulağımı kurcalasın’ “Kim, hangi sebeple böyle bir şey yapmış olabilir sizce? Tamam fail meçhul statüsünde henüz ama… Bu kadar cinayet hem de en az doksan yıldan beri işlenmekte olan cinayetler… Bütün bunların arkasında ne olabilir? Sıra dışı değil mi amirim?” Düşündüğünün aksine Hulusi, cevap verme konusunda hiç de çekimser davranmadı. Bugüne kadarki mesleki tecrübeleri işbirliğinin işbirliğini doğurduğu şeklindeydi. Cevaplar istiyorsa cevaplar vermeliydi. İnsanlar sorgulandıklarını düşündüklerinde bazı hususları kendilerine saklama eğiliminde oluyorlardı ama sohbet ettiklerini düşündüklerinde ise başta planladıklarından bile çok daha paylaşımcı davranıyorlardı. Sohbet etmenin kuralı ise belliydi: samimi olacaktın. Ancak böylece samimi ve dürüst cevaplar alabilirdin. Bu yöntemle birkaç cinayet itiraf ettirmişliği vardı… “Sana şimdi söyleyeceklerimi herkesten ama bilhassa basın mensuplarından gizli tutacağına inanıyorum.” “Tabii ki” “Bir kült cinayeti gibi görünüyor. Daha doğrusu cinayetleri.” “Bu kanıya varmanıza neden olan şey nedir?” “Her şeyden önce zaman. En az doksan yıllık bir periyoda dağıldığını tahmin ediyoruz. Adli tıp laboratuvar inceleme sonuçlarının bu savı doğrulaması gerekecek ama şu an burada bulunan profil uzmanlarımızın ilk tahmini bu. Ki ben tecrübeye inanırım, elimin altında tecrübeli bir ekip var. Yaklaşık doksan yılın doğru bir zamanlama tahmini olduğunu varsayarsak, ortalama ömür süreleri de göz önüne alındığında: Bir kişinin, bu cinayetleri doğar doğmaz başlatmış olması ve en iyi durumda bile belinin çoktan bükülmesi hatta yatalak olması gereken günümüzde dahi aynı rahatlıkla sürdürebilmiş olması lazım… Ki bu imkansız. Bu daha çok nesilden nesile aktarılan bir ritüel gibi duruyor.  Ayrıcaaa…” Son kelimeyi heyecanı artırmak ister gibi bilinçli şekilde uzatmalı söylemişti sanki “Evet? Ayrıca?” “Yamyamlık içeriyor…” “Ne?! Yamyamlık mı dediniz?.. ‘Şimdilik paylaşmamayı tercih ederim’ dediğiniz bilgi bu muydu yoksa?!” “Evet. Kesin değil tabi. Dediğim gibi adli tıp…” “Yanlış duymadım değil mi? Yamyamlık…” “Evet. Ve ortada şüpheli olmaya yakın biri bile yok. Eğer acemi bir polis olsaydım ilk işim konuyla ilgili olarak temas sağlayabildiğim tek kişi olan; seni şüpheli olarak gözaltına almak olurdu” “Ama ben!” “Heyecan yapma hemen. Öylesin demedim. Eğer acemi bir polis olsaydım dedim. Ayrıca bunu resmi olarak gerçekleştirmek için elimizde gerekçe yok.”
Başlık: İstifçi -9
Gönderen: sinan.ozgenc - 20 Aralık 2017, 12:03:58
Kısa ama can sıkıcı bir sessizliğin ardından Murat yeniden bir soru sordu “Ne yapmam gerek?” “Hangi konuda?” “Yani bütün bu olanlar… Resmi olarak?” “Şimdilik hiç. Belki bu akşam ve belki bir iki gün daha evin yerine başka bir yerde, ne bileyim otelde veya bir arkadaşında kalman daha daha uygun olur gibi. Mahallenin tek sakini olarak evine girdiğin anda medyanın tüm ilgisi senin üzerine yoğunlaşacak. Basın şimdilik bu tip detaylar haberdar değil. Ve inan bana medya sorguları polis sorgularından daha acımazsızdır.” Sonra Murat’a kartvizitini uzattı. “Aklına şimdi hatırlayamadığın başka ayrıntılar gelirse diye telefon numaramı sana veriyorum. Şahsi numaram; önemsiz görünse bile ve saat kaç olursa olsun arayabilirsin. Ara! Altını özellikle bir kere daha çizme gereği hissediyorum; detayların önem sıralamasını bize bırak. Çoğu vakada çözüm inanamayacağın kadar basit görünümlü ayrıntılar sayesinde gelir. Senin iletişim bilgilerin bizde. Daha ayrıntılı bir ifadene ihtiyacımız olursa veya seni ilgilendiren bir gelişme, ararız. Başka bir sorun veya sıkıntı var mı?” Murat basit bir “Hayır” deyip, izin istedikten sonra, yüzünde düşünceli bir ifadeyle minibüsten indi.

Soruşturmayı yöneten amiri uzaktan gözaltında tutmayı akıl eden uyanık muhabirlerden biri, Murat’ı amirin minibüsünden çıkarken görünce, peşinde bir kameramanla ona doğru hamle yaptı ancak Murat, muhabiri erken fark etti. Koşar adım, yakında park halinde olan arabasına ilerledi. Muhabir yetiştiğinde Murat arabasının kontağını çoktan çevirmişti bile. Muhabirin “Polis ifadenizi neden aldı?” sorusuna cevap olarak, hafif aralık duran araç camını tamamen kapattı ve bir iki keskin manevranın ardından, evini pas geçerek, geliş istikametinin aksine doğru ilerlemeye başladı… Beş dakika sonra bütün o çılgınlıktan tamamen kopmuş, etrafı ağaçlarla kaplı sakin bir yolda, kabul edilebilir bir hızla Üsküdar’a doğru ilerliyordu. Bu gece otelde kalacaktı.

***
   İlk gece neredeyse hiç uyuyamadı. Bütün gece olayı haber bültenlerinden ve internetten takip etti. Medyanın, konuyla ilgili olarak kendisinden daha az bilgisi vardı. Sadece Zerzevatçı köyü yakınlarında, metruk bir binada çok sayıda faili meçhul ceset bulunduğu bilgisine sahiptiler. Kalan bilgilerse dedikodudan ibaretti. Hulusu Amir, kendisiyle paylaştığı bilgilerin yarısı kadarının bile medya mensuplarına ulaşmasını büyük bir maharetle engellemişti. Bunu takdir etti. Kendisininse Hulusu amirin güvenini boşa çıkarma gibi bir niyeti yoktu. Hulusu gerçekten de insan sarrafıydı. İşbirliği taktiği işe yaramış, Murat; neredeyse kendini polis amirine minnet duyar halde bulmuştu…

Sonraki birkaç gün, kafası sonsuz sorularla dolu olsa da işe gidip gelmiş, rutin görevlerini yerine getirmekte herhangi bir zaaf göstermemişti. Bir reklam sanat yönetmeni olarak, her zamanki titizlik ve kalitesiyle tasarımlarını yapmış, birkaç sunum toplantısına katılmış, ajansın geniş balkonunda kahve ve sigara içerken iş arkadaşlarıyla gündelik olaylar hakkında her zamanki sohbetlerini etmişti. Bu sohbetler sırasında daha birkaç gün önce ne gibi bir felaket sahnesinin içine düştüğünden yahut artık işyerinden birkaç sokak ötede üç yıldızlı bir otel odasında kalmaya başladığından kimseye söz etmemişti. Akşamları her iş çıkışı yaptıkları gibi kadınlı-erkekli küçük bir grup olarak, Elmadağ’daki o kafeye gidip, hafif bir akşam yemeği eşliğinde işyerinde olup bitenlerin dedikodusunu yaptıktan sonra -Reklam ajanslarında dedikodu bitmezdi- Taksim’e geçip, “light” biralarını yudumlamışlardı. Günlük rutinleriydi bu ve çok önemli bir olay olmadıkça değişmezdi pek. İstisnai olarak bazı akşamlar, büyük bir kampanya üzerinde çalışırlarken mesela; neredeyse üç dört gün ajanstan hiç çıkmadan çalışarak sabahladıkları olurdu. Rutini bu gibi şeyler bozardı ancak.

Her ne kadar günlük rutinlerini, göze çarpacak derecede ciddi bir aksama veya değişiklik olmadan uygulamaya devam ediyor olsa da aslında zihninin bir yanı sürekli Abdülbaki Efendi konağında yaşananlarla meşguldü. Sanki her geçen yeni gün hatta saatle birlikte bu tuhaf olay, giderek zihninin daha büyük bir kısmını işgal eder olmuştu. İnsan, hayatında kendini her gün bir kitle katliamının ortasında bulmuyordu nihayetinde. Hulusi’nin tahminleri yerindeyse bu olay neredeyse seri cinayet olmaktan çıkıp, kitle katliamı boyutlarına ulaşmıştı. Belki tam da bu yüzden kendini biraz şanslı da hissetmiyor değildi. Doksan, yüz senedir hatta belki de daha uzun süreden beridir peyderpey cinayetlerin işlendiği bir bölgede, birkaç hafta da olsa yaşamış, en azından olayın açığa çıkmasında bir rolü olmuştu. Büyük bir olaydı bu. Basının anladığı manada büyük değil ama. Gazeteciler büyüklükten sansasyonelliği anlarlardı sadece. Koparabilecekleri yaygaraya bakarlardı. Başka bir açıdan büyüktü bu olay… Sıradan bir insanın hayatında neler vardı mesela?.. Doğar, büyür ve ölürdük kabaca ama bütün bu süreçte kaçımız bu hayatta gerçekten dikkate değer bir fark yaratarak yahut bu türden bir şeylere tanıklık ederek tamamlayabilirdik yaşantımızı… İnsanoğlunun en büyük kusuru gereğinden fazla kibirli olmasıydı ve kendisine gerekli olan kibir miktarı ise yaklaşık olarak sıfırdı. Kibir, insanın evrendeki gerçek konumunu anlamasını engelleyen bir akıl perdesiydi sadece. O kadar kibirliydi ki insan; her boyutta; aklının alamayacağı genişlikte evrenler yaratan bir tanrının, o evrenlerin merkezine kendini yani insanı koyduğuna hiç sorgulamadan inanırdı. Yıldızlar arası çarpışmaları, galaksileri yutan kara delikleri, boyutlar ve zamanlar arasındaki bariyerleri sarsacak güçteki patlamaları yaratan tanrı, koca evrende toz zerresi kadar bile etkisi olmayan bir kaya parçası üzerinde, adına yaşam dedikleri bir var oluş biçimiyle mevcudiyetini sürdüren minicik bir türün hizmetine vermişti bütün bunları güya. Peki bu mikroskobik türün, bütün bu evrensel olaylar üzerindeki etkisi yahut yetkisi ne kadardı? Hiç! Daha kendi minik gezegenleri üzerindeki basit hava olaylarını bile kontrol edemiyorlardı. Bırak kontrolü, yarın havanın nasıl olacağını sorsan söyleyemezlerdi. Ama yine de bütün bunların kendileri şerefine ve sırf kendilerine hizmet için yaratılmış olduğunu düşünmekte beis görmüyorlardı.   

Bunun karşılığında günlük hayatları nasıldı peki? Sabahın köründe, sevmedikleri işlerine gidebilmek için sıcak yataklarından güçbela kalkıp, temelde hayvan nakliye konteynerlerinden daha konforlu hiçbir şart sunmayan toplu taşıma araçlarında yolculuk ederek, sekiz saatlik mahkumiyetlerine yetişmek için götlerini yırtıyorlardı. Oysa haberlerde, misal; bir ülkenin, işgal ettiği başka bir memleketin esir vatandaşlarını benzer şekilde; ayakta, üst üste, sıkış tıkış halde çalışma kamplarına naklettiğini görseler, itirazları dünyayı yıkardı. Onlardan tek farkları kendi prangalarının görünmez oluşuyken hem de…   

Bu şekilde bir hayat yaşamaya değmezdi ama çoğu insanda intihar edecek göt yoktu. Murat’da da yoktu. İşte bu yüzden bir intihar haberi duyduğunda diğer insanların aksine; yazıklanmak yerine, içinden tebrik ederdi o adamı. Bütün yaşamsal içgüdüleri aksini haykırdığı halde, sırf bilinci ve iradesinin gücüyle; kendi anlamsız ve etkisiz hayatına son verme dürüstlüğü ve cesaretini gösterebildiği için. Kendi hayatını da diğer çoğu hayat gibi etkisiz ve anlamsız bulmakla birlikte Murat hiç intihar etmeyi düşünmemişti. Bunun sebebinin kendisinde o cesaretin olmadığını bilmesiydi elbette. Ayrıca yaşamın basit zevklerinden keyif alıyordu hala. Seks, içki, papatyaların vasat kır kokusu, dalga sesleri… Bunlarda alabiliyorken henüz, alabildiği kadar zevk almaya çalışmaya karar vermişti bir dönem; intihar üzerine düşünürken. Ve bu kararına sadıktı hala.

Bununla beraber, hayatın çoğunlukla bir rutinler silsilesinden oluşuyor oluşu, canını sıklıkla sıkmıyor değildi. İşte bu yüzden; içinde istemsiz de olsa bir rol oynadığı bu toplu mezar/yamyamlık olayına ilgi duyuyor ve kıyısından köşesinden de olsa bulaştığı için kendini az da olsa şanslı sayıyordu. Şanslı hissetmek belki biraz duyarsız bir duyguydu, doğru. Sonuçta insanlar ölmüştü. Çok sayıda. Hem de oldukça vahşi şekilde; yenilerek. Diri diri mi yenildiler yoksa öldürüldükten sonra mı yenildiler bunu polis de bilmiyordu. Henüz. Belki adli tıp incelemesi sonuç vermiş ve polis öğrenmişti artık ama kendisinin hala en ufak bir fikri bile yoktu. Onca insan, bir bir ortadan kalkmış ve neredeyse yüz yıldır kimse bu insanların nereye kaybolduğunu anlayamamıştı. Kim bilir kaç kişi, kaç aile; sevdiklerinin, yakınlarının, ciğerparelerinin senelerce peşine düşmüş, bulamayınca; bir gün belki tesadüfen de olsa karşılaşırız ümidiyle, şehrin sokaklarını arşınlamıştı umutsuzca. Yüzünü görmeksizin arkasında yürüdüğü herkesin ardından “Belki de bu odur” diye çaresizce bakakalmak ne büyük bir azaptı kim bilir…   

Zihnini kemiren sorular bunlardan ibaret değildi sadece… Komşusu sandığı o ihtiyar gerçekte kimdi mesela? Fail yahut faillerin biri mi yoksa kendisi gibi tesadüfen olaylarla ilişiği kurulan tamamen masum biri miydi? Fail ya da faillerle bir şekilde işbirliği içinde olmasa niye komşusu gibi davranıp, onu teskin etmek üzere yalan yanlış bilgiler versindi ki?… Asıl soruysa şuydu; bu adamlar, o kadar kurbanı nereden, hangi yollarla edinmişlerdi de kimsenin dikkatini  çekmemişti bu durum? Bu kadar uzun süre dikkat çekmeden bu işi yapabilmiş olmaları büyük şanstı doğrusu. Yahut büyük uzmanlık! Kendisinin de o kurbanlardan biri olmayacağı ne malumdu? Kıl payı kurtulmuştu belki hazin bir akıbetten. Hatta orada bir müddet daha -etliye sütlüye karışmadan ama- yaşamaya devam etse, kendisi de sessizce ortadan kaldırılacaktı kuvvetle muhtemel… Bu son düşünce geç gelmişti aklına ama gelince tam bir şok etkisi yaratmıştı zihninde. Ne kadar büyük bir tehlikenin eşiğinden döndüğünü daha yeni yeni anlıyordu.
Başlık: İstifçi -10
Gönderen: sinan.ozgenc - 21 Aralık 2017, 14:03:57
Vakanın bir cinayet kültü ile ilişkili olabileceği tezi meselenin en ilginç kısmıydı. Polisin bu kanıya nasıl vardığına dair elinde yalnızca Hulusi Amir tarafından verilen basit ve kısa izahat vardı. Ama söz konusu kült neyin nesiydi, nasıl bir inancın eseriydi, üyeleri nasıl tiplerlerdi ve bu kadar uzun süre kimse tarafından farkına varılmadan devamlılıklarını sürdürebilmelerinin sırrı neydi? Bunları bilmiyordu. Muhakkak ki polisin elinde bazı veriler vardı. Bunların neler olduğunu öğrenmek isterdi doğrusu. Acaba Hulusu Amiri arayıp daha fazla bilgi almaya çalışsa mıydı? Ama hangi sıfatla? Sıradan bir vatandaşın, sırf merak ediyor diye, bir polis amirini arayıp, üstelik detayları medyadan titizlikle gizlenen  bir soruşturma hakkında bilgi istemesi; yersiz, mantıksız olduğu kadar sonuçsuz da olacaktı. Aptallık düzeyinde bir iyimserlik hatta. Belki en iyisi beklemekti. Polis, olayı eninde sonunda aydınlatacaktı. Lakin gizemin çözüleceğini varsaysa bile sonuçların ne kadarı, ne zaman kamuya açıklanacaktı? Açıklanmayacaktı muhtemelen. O halde içini kemirmekte olan bu merak nasıl tatmin olacaktı?.. Belli ki olmayacaktı. O halde kendi imkanlarıyla edinebildiği kadar bilgi edinip, kendi merakını kendisinin tatmin etmesinin başka bir yolu var mıydı?

Polisten bilgi alamayacağına, medya da kendisinden daha az bilgi sahibi olduğuna göre; konuyu nasıl araştırabilirdi peki? Gazeteci olsa bu sıfatla pek çok kişiye pek çok sualler sorup, cevaplar alabilirdi. Değildi. Gerektiğinde gazeteciymiş gibi rol yapabilirdi ama… -Gazetecilerin politikacı gibi davrandığı bir ülkede hoş bir değişiklik olurdu hatta- kime ne soracaktı ki? Hulusi Amir ve aynı dava üzerinde çalışmakta olan görevli memurlar dışında konuyla ilişkilendirebileceği kimse gelmiyordu aklına. Hulusi Amir’den alamadığı hangi bilgiyi onun astlarından alabilecekti ki hem?  Farzımuhal bunu yapmaya çalışsa, Hulusi Amir’in kulağına giderdi kesin. Hem kendisine şahsi iletişim bilgilerini vermiş biri dururken aynı departmanda çalışan bir başkasıyla konuşmaya çalışması hem de bunun; o adamın astlarından biri olması ayrı ayrı uygunsuz durumlardı. Hulusi Amir’in kendisine gösterdiği samimiyet ve güvene de aykırı olurdu ayrıca. Keşke amir, iletişim bilgilerini sadece bilgi alma amaçlı değil, bilgi verme amaçlı da kullanabilecek biri olsaydı.

Davanın en büyük açmazı; ortada, kendisinden başka, tanık tanımına yaklaşmayı bile başaran hiç kimsenin bulunmayışı değil miydi zaten… Tabi o tuhaf ihtiyar ve süreçte ismi sadece tesadüfen birkaç kez anılmış; Hüseyin adlı, ne idüğü belirsiz, merhum dayısının eski kiracısı haricinde. İhtiyar deve tekrar rastlayabilmek umuduyla Zerzevatçı köyü çevresini serseri mayın gibi turlayacak hali yoktu. Bunu yapsa bile; polis, muhtemelen bölgeyi gözlem altına almıştı ve daha birkaç gün önce olayla ilgili olarak ifadesine başvurulan birinin, civarda şüpheli şekilde dolaşıyor olduğunun tespiti, onu doğruca zanlılar arasına sokmaz mıydı? 

Aklına işyeri arkadaşı Altay’ın kuzeni Veyis geldi birden. Veyis, erken kırklı yaşlarda bir akademisyendi. Antropolog. Ondan, doğrudan söz konusu vakayla ilgili bilgiler alamayacak olsa da en azından cinayet kültleri, yamyamlık gibi konularda daha detaylı bilgi edinebilirdi. Karşı karşıya kaldığı vakanın doğasıyla ilgili fikir edinebilirdi böylece en azından. Veyis, bu gibi konuları sormak için bulunabilecek en uygun kişilerden biriydi. Veyis’le başlarda biraz mesafeli olmakla birlikte biri; Altay’ın doğum günü şerefine içmeye gittiklerinde, ikincisi Taksim’deki tesadüfi bir karşılaşmaları sonrasında içmeye gittiklerinde ilişkisi olmuştu. Taksim’den sonra ikisi de birbirleriyle arkadaşlık etmekten memnun kalmış olacaklar ki çok sık olmasa da ara ara görüşür, bazen beraber içer olmuşlardı. Ama son görüşmelerinin üzerinden belki bir yıldan süre geçmişti. Veyis, akademik unvanına karşın eğlenmeyi bilen, hoşsohbet biri olarak yer etmişti aklında. İlginç bir şekilde; akademik konularda bile karşısındakinin canını hiç sıkmadan hatta gayet meraklandırıcı ve keyifli şekilde konuşabilen, konuştuğu zaman konuya nasıl ilgi çekeceğini bilen biriydi. Kendine özgü bir büyüsü/karizması vardı herifin. O yüzden onunla yapılan sohbetler, bilgilendirici olduğu kadar keyif verici de olurdu.
Başlık: İstifçi -11
Gönderen: sinan.ozgenc - 23 Aralık 2017, 21:01:10
Ertesi gün ofise geçer geçmez ilk iş Veyis’i aradı. “Veyis, merhaba. Murat ben. Nasılsın?” “İyilik sağlık, ne olsun be Murat’ım. Sen nasılsın?” Murat, Veyis’in sevdiği insanların adlarını anarken isimlerinin sonuna sıklıkla Murat’ım, Altay’ım, Emine’m gibi iyelik ekleri ilave ettiği için telefonda kendisine “Murat’ım” diye hitap etmesinden hiç rahatsız olmadı. “Ben de iyiyim. Umarım uygunsuz bir vakitte rahatsız etmiyorumdur seni?” “Yok canım ne rahatsızlığı! Yeni geldim ben de. Daha çalışmaya başlamadım. Gazetelerimi okuyup, kahvemi içiyordum hala.” “Anladım. Uzun zaman oldu görüşmeyeli.” “Öyle oldu be Murat’ım.” “Müsait olduğun bir aralık; mümkünse yakın bir zamanda görüşmek isterim seninle.” “Hayhay! Neden olmasın. İçmeye mi gideriz, konuşmak istediğin özel bir konu mu vardı yoksa?” “Aslına bakarsan bilgine başvurmak istediğim bir konu var.” Murat’ın bir mesele hakkında özel olarak konuşmak istemesi enteresan gelmişti Veyis’e. Normalde bu şekilde bir ilişkileri yoktu. Murat, Veyis’in demlenme arkadaşıydı daha çok. Ama kendisini o sabah arayışındaki gergin ve ciddi ses tonu, Veyis’in, Murat’a; kendisiyle özel bir konu hakkında mı görüşmek istediği sualini sormasına neden olmuştu. Sorusuna olumlu yanıt alışı ise bu sıra dışı durum karşısında merakını kamçılamıştı. “Konu nedir Murat’ım?” “Yaa çok önemli bir mesele değil aslında ama telefonda konuşmak istediğim bir konu da değil. Senin uzmanlık alanınla ilgili bazı bilgilere ihtiyacım olduğunu söyleyebilirim.” “Antropoloji hususundaki mi yoksa şarap seçimi konusundaki uzmanlığımı mı kast ediyorsun” diye latifeci bir ses tonuyla sordu Veyis.  Veyis’in bu sorusuna gülerek “Şarap konusundaki uzmanlığına kimse yetişemez. Ama bana şimdilik antropoloji konusunda yardımcı olman kafi.” diyerek cevap verdi. Veyis, aynı latifeci tonda “Bak bana öğrencilerim bile antropoloji konusunda doğru dürüst soru sormazlar. Bu yüzden ilgimi çekmeyi başardığını söyleyebilirim. Hemen yarın buluşalım.” deyince Murat, “Hayhay” diyerek güldü ve bir sonraki günün akşamına Nişantaşı’ndaki bir kafede buluşmak üzere sözleştiler.
Başlık: İstifçi -12
Gönderen: sinan.ozgenc - 25 Aralık 2017, 10:37:58
Teras kafe adında, bir binanın teras katında, çok bilinmeyen, çoğunlukla müdavimlerinin devam ettiği şık bir kafeydi buluştukları yer. Mekanın ismi hariç hemen hiçbir hususta ucuza kaçılmamıştı. İkisi de iş çıkışı aç olduklarından yemek siparişlerini verdiler, içmeyi sona bırakacaklardı. Murat, konuyu fazla uzatmadan figüranı olduğu meşum hadiseyi anlatarak buluşma talebinin gerekçesini, yaptıkları telefon görüşmesinde ifade ettiğinden daha detaylı biçimde Veyis’e anlattı. Konu, Veyis’in hayli ilgisini çekmiş görünüyordu. Yüz ifadesinin yanı sıra sorduğu çok ve detaylı suallerden de anlaşılıyordu bu. Murat, Veyis’in sorularını, Hulusu amirin gizlilik hususundaki hassasiyetleri gereğince, başkalarıyla paylaşılmamak kaydıyla elinden  geldiğince açıklıkla ve detaylı olarak cevapladı. Umduğundan uzun sürmüştü bu kısım. Ama iyiydi. Demek ki Veyis de Murat’ın sorularını benzer bir ilgiyle cevaplamaya hazırdı. 

Buna güvenerek ilk sorusunu şevkle sordu “Sence bütün bunlar ne tip bir kültün parçaları olabilir? Seri cinayetleri anlarım ama benim asıl kafama takılan yamyamlık konusu. Bu kadar insanın yenilmek amacıyla öldürülmüş olması ihtimali var mı gerçekten? Bütün bunları psikolojik bozukluğu olan tek bir kişinin yapmış olması ihtimali kendi içinde tutarlı bir açıklama olabilirdi ama eldeki verilere göre böyle değil? Gerçekte olan nedir sence?” “Bütün akademik birikimimle şunu söyleyebilirim ki ‘Her şey olabilir’” derken Veyis, bir yandan da yaptığı esprinin altını çizmek için müstehzi bir gülümseme takınmayı ihmal etmedi. Karşısındakinden benzer bir gülümseme aldığında esprisinin anlaşıldığına kanaat getirerek, ama bu sefer akademik bir ciddiyetle düşüncelerini açıklamaya başladı “Şaka bir yana birden çok sebebi olabilir. Çünkü yamyamlık antropolojik kökenleri çok eskiye dayanmakla birlikte nedenleri açısından da oldukça tartışmalı bir konudur. Yamyamlık genel olarak; insanın, kendi türünden olanların etini veya iç organlarını yeme eylemi ya da alışkanlığı şeklinde tanımlansa da türlerden birinin, aynı türün bir diğer üyesinin tüm parçalarını ya da bir kısmını seksüel yamyamlığa ek olarak yemek amacıyla tüketmesi olarak tanımlandığında, sınırları; zooloji bilimini de kapsayan geniş bir alana yayılıyor.” “Nedenlerinin tartışmalı olduğunu söylerken neyi kast ediyorsun?” “Şöyle: Bazı antropologlar, yamyamlığın; açlığın giderilmesi veya karın doyurmaya yönelik olmadığını, gerçekte tinsel ve büyüsel nedenlerden kaynaklandığını savunuyor ve yamyamlığı iki türe ayırıyorlar: İçe dönük ve dışa dönük yamyamlık olarak. İçe dönük yamyamlıkta - ki buna iç yamyamlık da diyebiliriz- sadece akrabaların ve aynı kabileye ait olan ölülerin bedenleri veya yalnızca organları yeniyor. Örneğin, Güneydoğu Avustralya'da yaşayan Dieriler, ölen akrabalarının yüz, kol, bacak ve karınlarının yağlı kısımlarını yiyorlar. Bu toplum için geçerli olan inanca göre yağ, olağanüstü bir güce sahip olan ve yiyen kişiye geçen bir unsur. Böylece, ölünün özelliklerinin yine kabile içinde kaldığına inanıyorlar. Güney Amerika'da yaşayan bazı kabilelerde ise kişinin özelliklerinin, onun kemiklerinde gizli olduğuna inanılıyor. Bu nedenle de ölülerini yaktıktan sonra; kemiklerini öğütüp toz haline getiriyorlar ve bu tozu içkilerine karıştırarak içiyorlar. Özetle söylemek gerekirse içe dönük yamyamlık, ölü ile olan ilişkinin devamını sağlamak için uygulanıyor.

Dışa dönük yamyamlıkta ise akraba ve kabile üyeleri değil, düşmanlar yeniyor. Bazı Güney Amerika yerlilerinde görülen bu adet, öldürülen kişinin, katillerinden ileride intikam almaması için uygulanıyordu. Bunda da bedenin bazı kısımları yeniyordu. Her iki tür yamyamlığın geçmişinin de yaklaşık 200-250 bin yıl önceye kadar uzandığı tahmin ediliyor.

Sigmund Freud’a göre ise yemek ve seks, birbirinden ayrılmayan iki faaliyet. Cinsel eylemin gerisinde, bir başkasının gücüne ya da iktidarına sahip olmak arzusunun, sahiplenme duygusunun olduğunu savunuyor Freud. Bu görüşlerini desteklemek için ise Totem Aşaması'nı örnek gösteriyor. Bu aşamada; klan kardeşlerinin bir araya gelerek sembolik babalarını öldürdüklerini ve onların etlerini yediklerini vurguluyor. Ona göre; erkek kardeşler bunu; babanın cinsel gücüne sahip olmak için gerçekleştiriyorlar. Freud'a göre yamyamlıktan güç kazanmanın motoru cinselliktir.

Bunların dışında zikredilmesi gereken yamyamlık nedenlerinin başında dini seremoni ve ritüeller geliyor. Örneğin, bazı yamyam topluluklarda ölüye saygı, onun cesedini yemekle özdeşleştirilir. Bu toplulukların inançlarına göre; ölen kişi için en saygın mezar yeri yaşayanların bedenleridir. Bazı topluluklarda ise ölüleri yiyerek sadece onu daha iyi saklayacakları değil, aynı zamanda onun niteliklerine de sahip olunacağı düşünülür… Yamyamlığın ikinci en güçlü nedeni ise kabilelerin büyük çoğunluğunun, düşmanlarının ancak yenildiklerinde yeryüzünden tamamen silineceklerine inanmalarıdır. Kimi kabileler bunu düşman kabileyi aşağılamak için yaparken, kimileri de bu yolla düşmanın gücüne sahip olacaklarına inanırlar. Savaşçı yamyamlık olarak tanımlanan bu tür yamyamlık, Amerikan yerlilerinden Kamak, Yeni Zelanda yerlileri olan Maoriler ve Afrika'nın bazı kabileleri arasında çok yaygındı.”

“Tabi bütün bu anlattıkların, daha çok; ilk çağlarda yaşayan ilkel topluluklara ait uygulamalar sanırsam?” “Hayır! Bu düşünceye kapılma sebebin nedir anlamadım doğrusu… İnsan, özü itibariyle her çağda ilkeldir. Şu an içinde yaşadığımız medeniyet birikimi bir sebeple aniden ortadan kalksa insanların en geç bir nesil sonra dönecekleri yer, başlangıçtaki yerlerinden pek uzak olmayacaktır. Halihazırda Güney Amerika ormanlarında yaşayan Guayaki ve Yanomami yerlileri arasında yamyamlık geleneği hala uygulanmakta.” “Nasıl yani? Uygarlık bitse hepimizin yamyam olacağını mı iddia ediyorsun?” “Hayır, hayır, hayır… Bunu da ner’den çıkardın? İnsanlığın, ilkel içgüdülerine döneceğini söylüyorum. İçgüdülerimizi dizginleyen medeniyetlerimizdir. Ayrıca yamyamlık, ilkel insan içgüdülerinden sadece biridir. Ki sadece bir bölgede değil hemen hemen bütün kıtalarda rastlanılmış bir uygulama olması, sana anlattıklarımı destekler nitelikte bir göstergedir.
Başlık: İstifçi 13
Gönderen: sinan.ozgenc - 27 Aralık 2017, 13:08:06
Batı ve Orta Afrika'nın bazı bölgelerinde, Melanezya'da -özellikle Fiji’de- Yeni Gine'de, Avustralya'da, Yeni Zelanda Maorilerinde, Polinezya'daki bazı adalarda, Sumatra kabilelerinde ve Kuzey ve Güney Amerika'nın çeşitli kabilelerinde yakın çağa kadar yamyamlık uygulanagelen bir adet olmuştur. Hatta günümüz Hıristiyanlığı’nda dahi kanibalizm öğelerine rastlandığı iddia edilebilir…” “Daha neler?! Olsa duyardık” “Duymak değil de görmek diyelim… Gördüklerimizin aslında ne olduğunu fark etmeyişimiz, insanlığımızın en büyük zaaflarından biridir bence. ‘Bu sizin uğrunuza feda edilen bedenimdir. Beni anmak için böyle yapın.’ der İsa. “…Yemekten sonra kâseyi alıp şöyle dedi: ‘Bu kâse kanımla gerçekleşen yeni ahittir. Her içtiğinizde beni anmak için böyle yapın.’ ‘Bu ekmeği her yediğinizde ve bu kâseden her içtiğinizde, Rab'bin gelişine dek Rab'bin ölümünü ilan etmiş olursunuz.’ ‘Beni anmak için bunu yapınız’… Yani Hıristiyanların ekmek ve şarapla gerçekleştirdikleri ritüelde; ekmek İsa'nın bedenini şarap ise İsa'nın kanını sembolize eder. Efkaristiya da olarak adlandırılan Son Akşam Yemeği, tüm Hıristiyanlarca Mesih'e bağlılığa kaynak teşkil etmesi nedeniyle bütün kiliselerde "Missa Ayini" ve Rabbin sofrası olarak her hafta kutlanır. Bu açıdan bakıldığında sembolik de olsa bir yamyamlık ritüelidir…”

Murat, doğrusu bilhassa son duydukları karşısında hayrete kapılmıştı ve şaşkınlığının yüzünden okunmaması için yapmacık bir çaba içine girme tenezzülünde bulunmadı. Zaten Veyis de dinleyicisi üzerinde bırakmış olduğu etkiyi açıkça görmekten kaynaklanan bir şevkle, daha da heyecanlanarak anlatısını sürdürdü: “Bu tabi psikanalitik bir yaklaşım. Yakın geçmişte kitlesel olarak uygulanmış, çok daha somut örnekler de mevcut… Sierra Leoneli bir grup, 1990’ların sonunda hükümeti devirmek için kanlı bir ayaklanma başlatmıştı. RUF adı verilen bu grup, elmas madenlerinin kontrolünü ele almak için Sierra Leone’nin taşra bölgelerinde terör estirmişti. Çocukları zorla askere alan grup, düşmana karşı da acımasızdı. Aralarında Birleşmiş Milletler çalışanlarının da olduğu birçok insan, RUF’un yamyam faaliyetlerine kurban gitti.

2013 yılında bir grup arkeologun yaptığı araştırma sonucunda Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunan Jamestown’da, yamyamlığa ait bulgular ortaya çıkarıldı. 1609 yılında yaşanan zor kış aylarında 14 yaşında bir kız çocuğunun göçmenler tarafından yenildiği, kafatasının incelenmesi sonucunda ortaya çıktı. Yine Amerika’da çok bilinen bir hadise de Donner Parti olayıdır. Donner Parti, Sierra Nevada’da sert kış şartları altında mahsur kalıp, aralarından bir kaç kişiyi yemek zorunda kalan bir ailedir.  Bu yüzden de yamyamlık denildiği zaman çoğu insanın aklına ilk olarak bu aile gelir. 89 kişilik gruptan sadece 41 kişi hayatta kalmayı başarmış ve  bu 41 kişinin hepsi de kendi grubundaki insanları yiyerek hayatta kalmışlardır.

Avrupa’nın yakın tarihinde dahi pek çok yamyamlık örneği mevcuttur. Mesela yaklaşık olarak 1600-1800 yılları arasında Almanya’da; infaz memurları, idam ettikleri suçlulardan kalan vücut parçalarını ilaç olarak satarlardı.” Murat duydukları karşısında oldukça şaşkındı “Ne ilacı?” diye sordu gayrı ihtiyari olarak.” Veyis, sözünün bölünmesine alınganlık göstermedi. “O zamanlar, insan bedenindeki yağların; kemik kırılmalarına, burkulmalara ve kireçlenmeye iyi geldiği düşünülmekteydi. Bu yağlar, yemek için değil krem gibi sürülmek için kullanılıyordu. Ayrıca o yıllarda eczacılar, yağın yanı sıra kemik ve vücut  parçalarından da ilaç yapmaktaydılar. Bazı eczacılar insan kafatasını toz haline getirdikten sonra bir sıvı ile karıştırıyor ve bundan epilepsi ilacı yapıyorlardı.” Murat, suratını ekşiterek, tek kelimeyle, duyduklarına olan tepkisini ifade etti “İğrenç!” “Kulağına garip geliyor belki ama günümüzde de bazı insanlar tedavi amaçlı olarak plasenta yiyorlar…”

Veyis sözlerini bitirince, dinleyicisine duyduklarını sindirmesi amacıyla fırsat vermek gayesiyle suskunluğunu bir müddet daha sürdürdü. “Peki, anlattıklarını göz önünde bulunduracak olursak sence yaşadığımız olayda ne gibi bir motivasyon olabilir?” “Bu konuda fikir yürütebilmek için daha fazla veriye ihtiyaç var. Ancak bana verdiğin bilgilerden yola çıkacak olursak bazı tahminlerde bulunabiliriz. Ama dediğim gibi bunlar sadece tahmin olur. Kesinliği konusunda delillere ihtiyaç var.” “Peki tahminin nedir?” “Polis amirinin tahminine katılıyorum. Kültik cinayetler gibi görünüyorlar. Amaç cinayet işlemek değil. Cinayetler, sadece belirli bir ritüel bunu gerektirdiği için işlenmiş gibi. Burada en önemli iki gösterge; cinayetlerin ortalama bir insanın ömür süresini aşan bir süreçte işlenmiş olması ve kurbanların belirli bir ritüele yani yamyamlığa maruz kalmak suretiyle öldürülmüş olmaları. Kurbanların bunun dışında belirgin bir profile sahip olduklarını sanmıyorum. Sende aksi bir bilgi varsa onu bilemem tabi?” “Hayır. Bildiğim kadarıyla böyle bir durum söz konusu değil…”

Yemeklerini bitirdikleri için gelen garson servisi topladı ve içecek siparişlerini verdiler. Murat, hala öğrendiklerini sindirmeye yahut öğrendiklerinin, içinde bulunduğu durumla muhtemel bağlantılarını kurmaya çalışıyormuşçasına düşünceli görünüyordu. “Peki… Türkiye’de daha önce görülmüş benzer olaylar var mı?” “Onu bilmiyorum. Bu tip konular ülkemizde daha çok kriminoloji disiplini altında inceleniyor. Yani eldeki verilere göre; bulunduğumuz coğrafyada, yamyamlık hiçbir zaman kültürel bir varlık göstermiş değil. Dolayısıyla buraya özel, yerel bir antropolojik inceleme çalışması yapıldığından da emin değilim. Ancak bireysel bazda bu tür cinayetlerin işlenmiş olabileceğini düşünüyorum. Ama bunlar dediğim gibi daha kriminolojinin yahut psikolojinin araştırma alanına girecek nitelikte, münhasır vakalar olsa gerek. En azından şimdilik. Türkiye’de seri katil yahut seri cinayet yokmuş gibi bir algı var. Bunda medyanın payı büyük. Türk medyası bu konulara en fazla adliye muhabirliği çerçevesinde, üçüncü sayfa haberi olarak yaklaşıyor. Amerikan medyası ise bu tip olayları reyting açısından hazine değerinde bulduğu için Türk medyasından hatta dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir medyadan daha büyük iştiyakla takip ediyor. Dolayısıyla o tip olaylar Batı kültürünün ürünleriymiş gibi sadece ‘ahlaksız, materyalist batılılara özgü’ sapkınlıklarmış gibi yanlış bir düşünce oluşuyor. Şahsen ben sana en az on tane Türk seri katil sayabilirim mesela… Ama dediğim gibi bunlar Antropolojinin araştırma alanına girmiyor pek. Kültürel, toplumsal uygulamalarla ilgileniyoruz biz daha çok. Ancak sorunun cevabı olmaya en yakın durumdan Doğu Karadeniz bölgesi folkloruna ait bazı unsurlarla ilgili olarak söz edebiliriz.”
Başlık: İstifçi 14
Gönderen: sinan.ozgenc - 29 Aralık 2017, 11:14:39
Murat, soruyu soran kendisi olmasına karşın böyle bir cevap beklemiyordu. Şaşkınlıkla “Nasıl yani? Türk kültüründe yamyamlıkla ilgili unsurlar var mı demek istiyorsun? Ama az önce bunun hiç olmadığını söylemiştin?” “Ender bazı örnekler var. Bu yüzden az önce hemen aklıma gelmedi. Ama pek çok açıdan farklı değerlendirilebilecek olsa da bu soruna kısmı olarak evet diyebilirim.” “Eee? Aç biraz!” “Doğu Karadeniz yöresi halk inanışlarında “Germakoçi” adı verilen bir yaratık var. Dağlarda yaşadığına, kışın köylere dadanıp erkek çocuklarla, inek yavrularını yediğine inanılan, vücudu maymunsu tüylerle kaplı, insan görünüşünde yamyam bir yaratık. Aynı yörenin bazı halk hikayelerinde bir cadı karının kocası olarak tasvir ediliyor. Hatta 1940’lı yıllarda bölgede kaybolan dört askerin yok oluşunu Germakoçi’yle ilişkilendiren bir de hikaye mevcut. Hikayeye göre;  Kafkasör yaylası boğa güreşlerinde bir adam boğasının 90 yaşında olduğunu iddia etmiş. İddiasını kimsenin ciddiye almamasına karşın, kayıp inzibatların bu boğa yüzünden yok olduğunu söyleyerek iddiasını bir ileri düzeye taşımış. İnanmayanlara boğanın boğazındaki birtakım yaraları gösterip, büyük kış Artvin’i vurduğunda yamyam Germakoçi’nin tam iki yıl boyunca bu hayvanın boğazına attığı kesikleri emerek hayatta kaldığını söylemiş. İddiasına göre tabiat, doğaüstü bir yaratığı beslediği için boğasını uzun yaşamla ödüllendirmiş.

Kendisi de yetmişlerinde görünen adam, boğanın amcasından kaldığını ve amcasının da 1943 yılında, esrarengiz biçimde ortadan kaybolan dört askerle birlikte, Cabrasan Dağı’na gidip, bir daha geri dönmediğinden bahsetmiş. Diğer köylüler gibi kışın alçaklara inmek yerine yaz kış yaylada kalan amcası, soğukların yoğun yaşandığı aylarda hemen evinin altındaki ahırdan gelen iniltileri kolaçan etmek için aşağı indiğinde, en kuvvetli boğasının gırtlağına süt emen bir çocuk gibi sarılıp, kanını emmekte olan Germakoçi’yi görmüş. Hayvanın boğazındaki izleri daha evvelden fark eden ama diğer boğaların boynuz darbelerinden açıldığını sanan amcanın, korkudan dizlerinin bağı çözülse de karşısındaki yaratığın, saldırgan olmak bir yana, kendisinden daha çok korktuğunu görünce, kafasına küreği geçirip bayıltmış. Germakoçi’yi inceleyen amca, en az iki metre boyu olan bu yaratığın kambur olmasa boyunun daha bile uzun olacağını fark etmiş. Sırtı, kolları ve bacakları en az kurt kadar kıllı olan Germakoçi’nin bu kadar korkak olmasına rağmen neden “yamyam” adıyla anıldığını anlamaya çalışan adam, yaratığın dişlerini görünce bunun sebebini anlamış. Çünkü bir ayının dişlerinden bile büyük dişleri adeta üst üste binmiş bir dizi testere gibiymiş. yaratığın geniş omuzları ve göğüs kafesi çökmüş gibi görünmesine rağmen bu cüssedeki bir canlının gücünü yabana atmayan amca Germakoçi’yi sıkı sıkı bağladıktan sonra zincire vurmuş ve tek ayağını, yayla evini ayakta tutan payandaya kilitleyip, jandarmaya haber vermek üzere yola çıkmış.

Bir onbaşı ve üç erle geri döndüklerinde usulca ahıra girdiğinde bir kadının Germakoçi’ye söylene söylene iplerini çözmeye çalıştığını görmüş. Kadın şunları söylüyormuş ‘Obur Germakoçi! Doymaz Germakoçi! Bilmez misin insanlar çok yiyen atalarını sevmez? Bilmez misin soyunu kuruttuklarını? Ne diye gelirsin çevirip kirlettikleri yamaçlara?!” Zaten kısa boylu olan kadın çarpık ve kambur olduğu için iki büklüm vaziyette debelenirken Germakoçi sanki cevap veriyormuş gibi homurdansa da kadın dışında kimse onu anlamıyormuş. Onlar epey uğraştıktan sonra tam halatları çözüp kurtulacakları sırada amca askerle birlikte ahıra baskın yapmış ama erlerden ikisi Germakoçi’yi görünce korkudan bayılmış. Bir diğeriyse cüceye benzeyen kadının kuyruğunu gösterip kekeleyerek “Cazu karı!” diyebilmiş. Bayılan askerler kendilerine gelip karşılarındaki manzarayı tekrar ve tekrar görerek yeniden bayılırken verilen bu aşırı tepki ‘cazu karı’ ve Germakoçi’ye bir güven vermiş. Bir suçlu gibi ellerini kaldırmış olan cadı, karşısındaki adamların da aslında kendilerinden epey korktuğunu anladığı için kulak tırmalayan bir sesle ve özgüvenle konuşmaya başlamış “Kıymetli efendiler! Bizimle gelin; size kocam Germakoçi’nin bulduğu altın kapılı mağarayı gösterelim ya da bizi burada öldürüp kanımızı akıtın ki zemin ta arzın merkezine kadar yarılıp hepimizi eritene kadar yaksın.” Bu sözleri bir tehdit olarak algılamak bir yana, cadının ne demek istediğini bile anlamamış olan adamlar, altın kelimesini duyunca, cadı kadın bu sözcüğü telaffuz ettiği anda sanki bir bülbülü dinliyor gibi hissetmişler. Ellerinde ne var ne yok bırakan adamlar, önde ayısına binen cadı kadın ve hemen arkasından ilerleyen Germakoçi’yi takibe başlamışlar ve hiç birşey sorgulamadan tam iki gün boyunca Cabrasan Dağı zirvesine kadar o karda yürümüşler. Başlarda korkup korkup bayılan askerler cadı kadına karşı kabalık ettiklerini düşünüp mahcubiyet hissettiklerinden dolayı, yaptıklarının cezası olarak kendi kafalarına kafalarına vuruyor ve hatta bu işi yaparken başlarından kan geliyormuş… O andan itibaren kekeme kalıp bu zavallı kadına “Cazu” dediği için utancından ne yapacağını şaşıran Onbaşı, kasaturasını çıkarıp dilini doğramaya başlamış. Diğerleri gibi en azından bir tepki vermeksizin cesur duran diğer askerse bu cesaretin kaynağı olan yüreğini, kaburgalarını yarıp çıkararak, kadına verip, kendini affettirmeye çalışmış. Germakoçi’yi kürekle vurup bayıltan amca ise pişmanlıkların en büyüğünü yaşamış ve bu kabalıklarına rağmen kendisine kilolarca altın vereceğini söyleyen, yeryüzünün adeta en güzel prensesi gibi gördüğü ‘cazu karı’dan özürler diliyor ve davranışlarının diyeti olarak kestiği karnından çıkardığı iç organlarını parça parça kadına ikram ediyormuş. Kafile buz tutmuş kar üzerinde Cabrasan Dağı’na bu çılgınlık emarelerini göstere göstere çıkarken arkalarında adeta kızıl bir nehir akıyormuş.

Zirveye vardıklarında kapıldıkları efsun yüzünden kendilerine bilinçsizce uyguladıkları vahşet, adamların çok geçmeden teker teker ölümlerine sebep olsa da ölürken hepsinin yüzleri gülüyormuş… Çünkü cadı kadın, zirvenin öteki yanındaki altın kapıyı gösterip şunları söylemiş “Bakın biz yalan demeyiz; o kapıyı Zülkarneyn döktürdü ve sizi kapıya getirdik. Ama som altından bu kapıyı eritip çalmamanız yani ardından Yecüc ve Mecüc’ün çıkıp dünyaya kötülük yaymaması için ölmelisiniz şimdi.” Bunun üzerine dünyanın en mutlu yüzlerine sahip cesetlerini bırakıp gitmişler bu dünyadan ve cesetleri dahi bulunamamış. Çünkü Germakoçi, diş ve kemiklere kadar hiçbir parçayı israf etmez ve öğütebilirmiş…”
Başlık: İstifçi 15
Gönderen: sinan.ozgenc - 30 Aralık 2017, 13:31:03
“İlginç bir hikaye ama bizim olayımız için sence de fazla sürrealist değil mi?” “Şekilsel yaklaşırsan öyle ama ben Adlerci bir yaklaşımla sembolik açıdan bakmayı tercih ediyorum.” “Yani? Ne demek istediğini anlamış değilim.” “Hikaye muhtemelen daha eski bir formun güncellenmiş versiyonu. Zaten dikkatini çektiyse hikayeyi aktarabilecek herkes ölüyor. Teknik olarak yaşananları başkalarına aktarabilecek en azından bir kişinin sağ kalıp, başından geçenleri anlatabilmiş olması gerek. Ama burada anlatıcı; yeğen ki hikayenin hiçbir yerinde fiilen yok… Yani bu hikaye belirli bir mesajı iletmek için özellikle tasarımlanmış.” “Peki kim yapmış olabilir bu tasarımlamayı ve neden?” “Düşündüğün gibi değil. Daha doğrusu ben anlatamadım. Bu tip hikayeler anonimdir ve arketipler üzerinden ilerlerler. İnsanlığın ortak bilinçaltındaki temel rol modelleri yani. Sana Freud’un yamyamlığa yaklaşımını özetlemiştim. Buna benzer bir şeyden söz ediyorum aslında. Bu hikayede Germakoçi ergenleşememiş bireyi temsil ediyor. Cadı kadın; baskıcı, korumacı anne figürü. Germakoçi aslında diğer erkekleri yiyerek onların iktidarına, cinsel gücüne sahip olmaya çalışan ergenleşme yani bir açıdan da kişisel bağımsızlığını kazanma çabasındaki birey. Ama korumacı kadın / anne motifi, çabalarının sonuca ulaşmasını önlüyor. Bununla beraber onu ergenleşmenin tehlikelerinden de koruyor.” “Yani?” “Sözü fazla uzatmadan açıklamak gerekirse; yamyamlık ritüeli, önümüzdeki olayda bir erginleme töreni olarak gerçekleştiriliyor olabilir?” “Erginleme töreni dediğin nedir?” “En basit anlamda ergenliğe giren çocukları topluma kazandırmak, onları dinsel ve dünyasal bilgilerle eğitmek amacıyla yapılan geçiş törenleridir. Şekli uygulamaları kültürden kültüre değişse de hepsinin özü aynıdır. Önce ergen adayı annesinden uzaklaştırılarak, çoğunlukla özel bir yerde ön eğitimden geçirilir. Toplumsal hiyerarşi, cinsellik, dinsel ve büyüsel bilgiler verilir. Bedenleri işaretlenir; saçları kazınır veya yolunur, burun kanatları, kulakları delinir, bedeninde yaralar açılır, sünnet edilir… Sonra bir dizi sınavdan geçirilirler. Açık havada çırılçıplak uyumak, sabahın erken saatinde buz gibi suda yüzmek, oruç tutmak, tek başına kalmak, ateş üzerinden atlamak, susmak, uyanık kalmak, ağaçlara tırmanmak gibi… Bütün bunlar yapılırken adayın sızlanmaması, ağlamaması gerekir. Çünkü adayın tam anlamıyla bir ergen olabilmesi için ruhsal ve bedensel acılara katlanmayı öğrenmesi gerektiğine inanılır. Adayların sembolik olarak ölüp dirilmelerini temsil eden süreçleri içeren erginleme törenleri, bunlar içinde en güçlü etkiye sahip olanlarıdır. Bu tören; adayın ya atası ya da mitik bir hayvan tarafından yenilip yutulması şeklinde  sembolize edilen uygulamalarla gerçekleştirilir. Ya da bazen bu iş tören alanındaki mağara, çukur veya mezara girip çıkmak yoluyla gerçekleştirilir. Bu törenin sonunda ergen adayı; eski hayatında ölüp, yeni bir statüyle yeniden dirilmiş kabul edilir. Bizim olayımızda ise ergen adayının, kurbanını avlaması ve bedenini yiyerek onun gücünü ele geçirmesi söz konusu gibi…” “Evet. Bu mantıklı bir çıkarım gibi duruyor.” Konuşmanın burasında saatine bakan Veyis “Murat’cığım benim artık müsaade istemem gerekiyor. Kabalık etmiş saymazsın beni umarım.” dedi. Murat “Estağfirullah. Ben de bu kadar uzun konuşacağımızı tahmin etmemiştim. Ayrıca minnettarım. Kafamda birçok şey yerli yerine oturdu. Bunun için sana teşekkür borçluyum.” diye yanıtladı. Veyis de az önce Murat’ın yaptığı şekilde “Estağfirullah” diye yanıtladı arkadaşını ve ekledi “Konuyla ilgili yeni bir gelişme olursa beni haberdar edersen sevinirim. Eğer gerçekten bir toplu yamyamlık uygulaması söz konusuysa bu doğrudan benim akademik ilgi alanıma giriyor. Takdir edersin ki Antropoloji gibi bir alanda bilhassa ritüelistik yamyamlık gibi güncel bir uygulamaya rastalamak zor”

Hesabın ödenmesi konusunda geleneksel Türk tartışmasını yaşadıktan sonra -ki  bu tartışmayı randevu talep eden tarafın kendisi olduğu argümanını öne süren Murat değil, cebinden parayı daha hızlı ve nakit olarak çıkaran Veyis kazanmıştı- ikisi de gayet hoşnut şekilde kafeden ayrıldılar.

Murat kaldığı otele gitmek amacıyla aracına binmeden önce park yerine doğru olan mesafeyi bilinçli şekilde uzatarak hem biraz kafasını toplamak hem de nedense uzun süredir yolunun düşmediğini fark ettiği Rumeli Caddesini’nin tadını çıkarmak istedi. Bir yandan ağır ağır yürürken bir yandan da ışıl ışıl vitrinlere, cıvıl cıvıl kafelere bakıyor, yolda eğleşenleri izliyordu. Öğrencilik yılları bu muhitte geçmişti. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Halkla İlişkiler okumuştu ama mezun olduktan sonra o işle ilgili bir kariyer yapma girişimde bulunmamıştı. Aslında okurken bile gün gelip de halkla ilişkiler işi yapacağını hiç düşünmemişti. Türkiye’de Halkla İlişkiler yahut İşletme bölümlerinde okuyan herkes gibi sadece herhangi bir üniversite diploması sahibi olabilmek için katlanmıştı o eziyete. Onun şansı, bu imkana Marmara Üniversitesi gibi ülkenin en prestijli okullarından birinde sahip olabilmesiydi. Zaten o sektörde şansı yok gibiydi. Halkla İlişkiler işi Türkiye’de mini etekler üzerinden yürürdü ve Murat’ın kıllı erkek bacaklarının o sektörün kızgın rekabet ortamında en ufak şansı yoktu. Grafik tasarım işinden memnundu. Meslektaşlarının çoğundan iyi kazanıyordu. Ki kendisinden az kazanan meslektaşları da iyi kazanıyordu. Murat’ın sorunu pek para tutamayan biri oluşuydu. Kazandığını hemen harcardı o. Çoğunlukla da keyif ve eğlenceye. Bu durum ileride değişecekti, bunu biliyordu ya da en azından öylr umut ediyordu. Ama daha gençti ve çıkarabiliyorken, çıkarabildiği kadar hayatın tadını çıkarmalıydı. Dışarıdan bakıldığında eyyamcılık gibi görünse de kendi içinde tutarlı ve derin bir düşüncenin ürünüydü bu tavrı. Babası gibi birkaç tip daha tanıma şansı olmuştu hayatta. O tipler, mali durumları hiçbir zaman çok da kötü olmamasına karşın hep “Ya ileride kötü bir şey olursa” “Ya başımıza bir şeyler gelirse” “Ya ileride çok para lazım olursa” gibi şüphe ve korkularla yaşarlar, bu yüzden de sürekli para biriktirir, yatırım yaparlardı. Para biriktirme ve yatırım telaşı nedeniyle hayatın basit zevkleri için bile bütçe ya da vakit ayıramazlardı. Cimri değillerdi. Bilhassa aileleri için gerekli bütün harcamaları yaparlardı. Ama sadece gerçekten gerekli olduğunu düşündüklerini. Tabağa masraf etmemek için tencerede pişirip, kapağında yemezlerdi tabii ki. Ama tatile çıkmazlardı mesela. Küçükken, hatırlıyordu da annesi ne zaman babasına tatile çıkmalarını teklif etse babası “Tatil gibi büyük(!) harcamalar yapabilmeleri için önce mali olarak önlerini görmeleri gerektiğini” söyler, “Belki seneye” diye sürekli ertelerdi. Lise yıllarına geldiğinde asla babası gibi biri olmayacağına dair kendine söz vermişti ve şu ana kadar gayet iyi gidiyordu.

Ağır adımlarla caddede yürürken buraları ne kadar da çok sevdiği geldi aklına. “Allah’ın unuttuğu bir Beykoz köyüne ne diye taşındıysam artık” diye düşündü. “Şu işler bir sonuca bağlansın tekrardan bu yakada bir ev tutacağım” diye söz verdi kendine. Cinayet meselesi mevzubahis olmasaydı bile Beykoz hatta tüm Anadolu yakası, onun yaşam tarzı için fazla sakin kaçıyordu. Hayat Avrupa’daydı. En azından onunkisi… Issız yerler, kötü işler yaptığının yoldan geçenler yahut meraklı sakinler tarafından görülmesini istemeyenler için uygundu. Birkaç gün içinde yeni bir kiralık daire aramaya başlayacaktı. Avrupa yakasında.
Başlık: İstifçi 16
Gönderen: sinan.ozgenc - 01 Ocak 2018, 14:18:24
İşler umduğundan iyi gitti. Veyis’le buluştuğunun hemen ertesi günü, ofisten arkadaşı Cengiz’in, kız arkadaşıyla birlikte yaşamaya karar verdiği haberini aldı. Dolayısıyla şu anda oturmakta olduğu 1+1 daire, ikisine dar geleceği için boşa çıkacaktı. Kız arkadaşıyla daha geniş bir eve birlikte çıkmaya karar vermişlerdi. Murat, Cengiz’e “Kimseye haber verme. Sen çıkar çıkmaz ben tutayım.” şeklinde teklifte bulunmaya hazırlanırken Cengiz erken davrandı ve daireyi kendisine teklif etti. Önceki oturduğu daireden, apartman sakinlerinin ortak girişimi sonucu zorla çıkarıldıktan sonra işyerine çok uzak bir yere taşınmak zorunda kaldığını bildiği bir arkadaşına yardımcı olmak istemişti. Ve bu gerçekten de makbule geçmişti. Daire tam da onun istediği gibi Şişli’deydi. Rumeli Caddesi’ne yürüme mesafesinde. Konumu düşünüldüğünde kirası da hayli uygundu. Sahibi yalnız yaşayan ihtiyar bir bekardı. Muhtemel kiracılarından beklentileri; düzenli ödeme ve makul gürültü oranından ibaretti. Kendisi de kiraya verdiği dairenin üst katında oturuyordu. Cengiz’le konuştukları günün akşamı, hemen mesai bitiminde ikisi beraber adamla konuşup, işi bağladılar. Cengiz’inse yeni eve çıkmakla ilgili bütün hazırlıkları zaten bir hafta öncesinden tamamlanmıştı. İş hayatında da böyleydi Cengiz; kendisine verilen bütün işleri son teslim tarihinden en az iki gün önce teslim ederdi. Taşınması sadece iki gününü aldı. Önceki evinden herhangi bir eşya almayı düşünmüyordu ki zaten oraya da pek eşya götürmüş değildi. Orada var olanların yerine yenilerini satın almak daha cazip gelmişti. 

Veyis’le yaptığı konuşmanının ardından; yaşadığı meşum olay özelinde, kafasındaki soru işaretlerinin çoğu varlıklarını sürdürmeye devam ettiriyor olsalar da en azından şimdi hadisenin muhtemel genel çerçevesi hakkında zihni daha netti. Ancak yeni eve taşınma telaşesi sırasında bu konulara çok da fazla kafa yoracak vakit bulamamıştı. Bir açıdan iyi de olmuştu.   

Yeni evine taşınıp, kabaca düzenledikten iki gün sonra ise Veyis’in araması sürpriz oldu. “Konuştuklarımız kişisel olarak da ilgimi çok çekti doğrusu. Eve gidince üzerinde uzun uzun düşündüm ve aklıma şu geldi: Uzun süre önce hazırlamaya başladığım bir çalışma vardı ‘Anadolu’nun Kültik Haritası’. Anadolu tarihi boyunca bu topraklarda yaşamış farklı ırk ve kültür mensuplarına ait inanç ve kültlerin geniş kapsamlı bir dökümü olacak bittiğinde. Efsaneler, mitolojik varlıklar ve benzerleri… Tamamlandığında bu konudaki temel kaynak eserlerden biri olacağına inanıyorum. Takdir edersin ki bu bir bilimadamı için büyük bir onur. Ancak son zamanlarda oldukça akamete uğramış bir çalışma. Üniversitedeki idari işlerden fırsat buldukça -ki bu oldukça nadir oluyor artık- üzerinde çalışıyorum hala ama ara ara eklemeler yapma olanağı bulabiliyorum sadece. Senin hikayen bana İstanbul ve çevresinde daha önce varlığından bilimsel olarak haberdar olunmayan yeni bir kült keşfetmiş olabileceğimizi düşündürüyor. Çalışmam için önemli veriler sağlayabilecek gibi görünüyor.” “Anlıyorum. Bütün bunlar çok güzel de benimle olan ilgisini tam olarak anlayabildiğimi söyleyemeyeceğim…” “Bunu söylemenin kolay bir yok. O yüzden olduğu gibi ifade edeceğim: Olay yerini görmek istiyorum.” “Ne! Neden?” Aslında Murat da bunu yapmayı birkaç kere aklından geçirmişti. Gerçeküstü bir düşünce hatta bir çeşit saplantı alameti olmasından korktuğu için konuyu mantıklı mazeretler ileri sürerek, zihin gündeminin arka sıralarına itelemeyi tercih etmişti. Oysa şimdi kendisinden başka bir kişinin daha -farklı bir gerekçeyle olsa dahi- aynı şeyi yapmak istiyor oluşu, Murat’ı içindeki bu isteğin çok da mantıksız olmadığı konusunda ikna etmeye teşne idi. Ama yine de -en azından görünürde- çok da istekli görünmemeye özen göstermesinin daha tedbirli bir davranış olacağında karar kıldı. Tehlikeli sonuçları olabilecek bir girişime öncülük edip, bir başkasının başının derde girmesinin sorumluluğunu üzerine almak istemiyordu… “Dedim ya incelemek istiyorum sadece.” “Tamam da ben de neden diye soruyorum. Bir cinayet mahalline girmekten söz ediyorsun şu anda. Bu öylece merak ettiğin için yapabileceğin bir şey değil. Pekala soruşturmanın neticelenmesini bekleyip, polisten gerekli bilgileri resmi olarak aldıktan sonra eğer hala gerek görüyorsan, olay yerini incelemeye bilahare de gidebilirsin…” “Orası öyle. Haklısın ama polis incelemesini ardından olay yerinin orijinalliği oldukça bozulmuş olacak. Pek çok örnek yerinden koparılmış hatta başka başka yerlere defnedilmiş olacak. Ben daha fazla bozulma yaşanmadan, sıcağı sıcağına inceleme yapmak istiyorum…” “Bunun için resmi olarak Emniyet Müdürlüğü’ne başvuruda bulunman gerekmez mi?” “Öyle. Bunu yapacağım da. Ama bilirsin işte; bürokrasi, halen yürütülmekte olan bir soruşturmanın gizliliği ve selameti gibi durum ve gerekçelerle bu talep kabul görse bile onaylanması uzun zaman alacak…” Murat, Veyis’in az önce öne sürdüğü gerekçelerin hepsini makul bulmakla birlikte, olumlu yahut olumsuz herhangi bir şey söylemeksizin, Veyis’in, sözlerini daha ileri bir safhaya taşımasını bekledi. Oluşan sessizliğin ardından Murat’tan herhangi bir tepki alamayan Veyis, tıpkı Murat’ın düşündüğü gibi sözlerini bir ileri safhaya taşıdı. “Bak… Aslında seninle buluşmamızda daha önce de konuştuğumuz gibi bunun bir kült cinayetleri serisi olduğuna inanma eğilimindeyim. Ancak fail veya faillerin Germakoçi miti ile kurmuş olduklarını düşündüğüm bazı simgesel bağlantılar ilgimi çekiyor.” “Sen bu bağlantıların neler olduğunu düşünüyorsun?”
“Olay yerini görmek istememin sebebi bu ya işte! Henüz bu bağlantıların var olduğundan yahut söylediğim şekilde efsane ve cinayetler arasında paralellik olup olmadığından bile emin değilim.  Sadece bu konuda bazı sezgilerim var.” “Sadece sezgilerin var öyle mi?” “Sezgileri küçümseme! Bilinçaltımızın, bildiğimizin farkında bile olmadığımız birçok bilgiyi birleştirmesi sonucu oluşturduğu projeksiyonlardır onlar. Benimkilerse nadiren yanılırlar.”  “Benden ne istiyorsun peki?”
“Basit bir şey; beni oranın yakınlarına kadar götür ve yeri iyice tarif et yeter.” Bunu söylerken, Murat’ın katkısının bu kadarla sınırlı kalmayacağını umuyordu. Gerçekte, Murat’ın şu ana kadar anlattıklarından hareketle yahut medyada çıkan haberlerde verilen bilgileri rehber edinerek yeri kendi de bulabilirdi. Oraya gittiğinde yanında birinin daha olması iyi olurdu. “Oraya gittiğinde yanında birinin daha olması iyi olabilir.” “Ahh… Hayır. Bunu senden isteyemem” Bunu söylerken bir yandan da içinden “Oley!” çekiyordu. “Ahh… Hayır. Bunu benden sen istemiyorsun. Bunu senden ben istiyorum.” “Tamam; sen ısrarcıysan ben de seni vazgeçirmek için ısrar edecek değilim.” “Tamam o zaman. Nasıl yapacağız bu işi?” “Basit aslında. Buluşacağız, arabaya atlayıp olay yerine gideceğiz. Mekanı görüp geri geleceğiz. Tercihen gece. Ya da senin daha uygun bulduğun bir vakit varsa…” “Gece iyidir. Zerzevatçı gündüz vakitleri bile öyle pek izdiham yaşanan bir bölge değil ama gece iyidir. İşimizi şansa bırakmayalım.” “Yarın akşama ne diyorsun peki?”
“Uygun.” “Yanımıza almamız gereken bir şeyler var mı?” “Ben video ve fotoğraf kaydı alacağım ama telefonla her ikisini de halledebilecek durumdayız. Ama el feneri iyi olabilir belki.”
“Aslında bakarsan onu da telefonla halledebiliriz. Teknolojiyle aran pek iyi değil galiba?”
“Doğru ya! Haklısın. Her gece terk edilmiş evlere giriyor değilim sonuçta. Aklımdan çıkıvermiş.” “Makul. Tamam. Şarjın dolu olsun sadece yeter.” “Tamam. Haa! Unutmadan; ikimiz de yanımıza silah gibi bir şeyler alsak iyi olabilir… Her  ne kadar terk edilmiş olay mahalli olsa da karşımıza neler çıkacağını bilemeyiz.” “Haklısın ama bende tabanca yok. Sen de var mı?”
“İlla tabanca olması gerekmez. Ne bileyim işte; bıçak gibi sustalı gibi… Gerekirse kendimizi savunmamıza yarayabilecek herhangi bir şey işte… Tedbir amaçlı olarak sadece.” “Tamam, ayarlarız. Kaçta, nerde buluşuyoruz o zaman?” “Nişantaşı, gece 11:00 gibi nasıl mesela? Teşvikiye Camii önü, sana uyar mı?” “Neden uymasın? İyidir.” “Tamam, o zaman; yarın görüşürüz. Planlarda bir değişiklik olursa beni önceden ara.” “Tamam. Sen de…”
Başlık: İstifçi 17
Gönderen: sinan.ozgenc - 02 Ocak 2018, 11:59:19
Ertesi gece, sözleştikleri gibi saat tam on birde Nişantaşı’nda, Teşvikiye Camii’nin önünde buluştular. Saat geceyarısına yaklaşmakla birlikte, Nişantaşı hala hareketli sayılırdı. Burası böyle olurdu genelde zaten. Hiç de öyle abartıldığı gibi güzel bir semt olmamasına rağmen Nişantaşı hakkındaki  söylenceler, geceleri gerçeğe biraz daha yaklaşırdı. Işıl ışıl mağazalar ve kafelerde oturan insanların konforlu boşvermişliğinin oluşturduğu manzaraydı bunu başaran. Veyis, heyecanlı görünüyordu biraz. Her ne kadar gizlemeye çalışıyor olsa da Murat da öyleydi. Murat, belki heyecandan ziyade korku duyuyordu. Bilincinin en alt tabakalarından ona seslenmeye çalışan ilkel bir dürtü oraya gitmemesini haykırıyordu. Hayatta kalma ve savunmayla ilgili temel içgüdülerin ortak sesi. Belki bu ışıl ışıl medeniyet ortamında, şehir hayatının göbeğinde onları yok saymak çok kolaydı ve diplerden seslendikleri için haykırışları fısıltı derecesindeydi ama işte Murat duyabiliyordu onları hala… Yok saymak zor olmadı ama. Yahut aslında oldukları şeyden başka bir şeye doğru yorumlanmaları: Korku ve tedbir yerine; heyecan ve macera isteği…

“Merhaba, heyecanlı görünüyorsun.” “Sen de öyle… Hazır mısın?” “Hiçbir şeye olmadığım kadar.. demek isterdim ama sanırım edişeliyim de biraz.” Veysi’nin de kendisi gibi heyecanın yanı sıra endişe duyduğunu işitmek Murat’ı rahatlatmıştı biraz. “Herkesin başına gelen normaldir” Dışarıdan bakıldığında akşam buluşmasına gelen herhangi iki arkadaştan farksız görünüyor olmaları, Murat’ı biraz hayal kırıklığına da uğratmamış değildi. En azından Veysi’nin, “İndiana Jones”vari bir kıyafetle arabadan ineceğine dair komik ve sürrealist bir beklentisi vardı bir yerlerde. Sanki kendisi de gayet ütülü gri bir kumaş pantolon üzerine, kollarını dirseklerine kadar kırdığı bej ve gayet ütülü bir gömlekle gelmemiş gibi. Fazla oyalanmadan Veysi’nin göründüğü kadar konforsuz Doğan’ına bindi. Bir akademisyenin, rekabet şartlarını karşılayamadığı için üretimi seneler önce sonlandırılmış böyle bir araca halen biniyor olmasını garipsemişti biraz. “Nerden buldun bu külüstürü?”  Hurda diyecekti aslında ama aynı manaya geliyor olmalarına rağmen külüstür kelimesi hurda kelimesinden daha kibar gelmişti nedense Murat’a ve son dakikada gelişen bir nezaket gereği olarak, o kelimeyi kullanmayı tercih etmişti sorusunu sorarken.  Veyis’se gayet alışkın ve umursamaz bir tavırla “Aile yadigarı”  diyerek yanıtladı yol arkadaşını. Konu burada kapandığı gibi yol boyunca bundan daha dikkate değer bir konuşma da yapmadılar. Beykoz’a doğru, Zerzevatçı köyüne doğru yaklaştıkça yollar tenhalaşıyordu…

Zerzevatçı’ya vardıklarında iki ev dışında ışıkları yanan hane görmediler. Önce kontrol amacıyla Murat’ın evinin önünden ağır ağır geçtiler. Murat inip de evi bizzat kontrol etme zahmetine girmek istemedi. Dışarıdan göründüğü kadarıyla evde veya çevresinde dikkat çekecek herhangi bir değişiklik yok gibiydi. Bu kadarını görmek kafiydi. Hem sonra evin kapısı açık olsa yahut yağmalanmış olsa ne olacaktı ki… Polise mi haber verecekti? Hele bu akşam. O evde Murat’ı iten bir şeyler vardı. Belki üç kuruş kiraya tamah edip hiç taşınmamalıydı bu uğursuz yere. Uğursuz… Evet; Murat’ın o evle ilgili sezgilerini en iyi özetleyen kelime bu olmalıydı. İçinde yaşarken değil ama oradan ayrılınca daha iyi anlamıştı bunu sanki. Ormanın bütününü; dışına çıkmadan göremiyordu işte insan.

Yolun kalanını yine Murat’ın tarifiyle kolayca buldu Veyis. Zaten uzaktan uzağa sayılsa da iki ev birbirini görecek konumdaydı. Fazla bir yol gitmediler Murat’ın evini geçtikten sonra. Garip olansa konağa yaklaşıldıkça ortam, adeta etraftan izole olunduğuna dair bir his yaymaya başlıyordu-ki bu bir algı yanılmasıydı muhtemelen-. Dış ortam sesleri bile giderek azalıyordu katliam konağına yaklaştıkça. Ev, içinde can veren kurbanlarının çaresiz çığlıklarını soğurduğu gibi dış dünyanın kendisine ulaşması muhtemel seslerini de görünmez bir setle kesiyor gibiydi. “Bir mekandaki tekinsizlik hissini bundan daha fazla çoğaltacak hiçbir durum yoktur herhalde dünyada” diye içinden geçirirken Murat, bir yandan da evin karanlık siluetini sindirmeye çalışıyordu. İçinde bulunduğu gergin ruh halinin etkisiyle olacak; evin karanlığından gözleri kamaşıyordu adeta. Orada olduğunu biliyor, bir yandan bakmaya çalışırken öte yandan gözlerini kaçırmak istiyor, bakamıyordu… Bu akşam konağı görmeden önce buraya gelip şahsen inceleme yapmak konusunda hayli istekliydi oysa. Bu ısrarlı çelişkinin ortasında neredeyse donakalmışken göz ucuyla yol arkadaşına baktığında; Veyis’in de kendisininkilere benzer hislerin etkisinde olduğunu gözlemlemek bir nebze de olsa rahatlatıcı olmuştu Murat için. Elle gelen düğün bayram… Bir şeyler söyleyip, herhangi bir şeyler; bu balçığımsı ruh halini savuşturması gerekti. Aksi halde ikisinin de cesareti iyice kırılıp kapıdan dönecek gibiydiler belki… Emin olmak zordu. Veyis’in söze başlamasını bekleyip risk almak yerine söze kendi girmeye -herhangi bir söze- karar verdi. “Eee… Plan nedir?” Basit soru, Veyis’i olduğu kadar onu da ortamın kötücül mistik havasından, az da olsa somut gerçekliğe döndürdü. “Plan yok. Gireceğiz. Bakacağız. Çıkacağız.” diye yanıtladı Veyis Murat’ı. “Plan olmaması iyidir. Planlarda sapmalar olur, sapmalar stres yapar. Gözümüzde büyütmeyelim bence”. “Makul. Strese gerek yok. Girelim ve çıkalım. En iyisi bu.”

Veyis, arabayı; evin içinden bakıldığında hemen görünmeyecek ama ihtiyaç halinde en kısa sürede ulaşabileceklerini umduğu yakınlıktaki bir yere park etti. Yanlarında getirdikleri basit malzemeleri hızlıca bir kontrol ettikten sonra ağır hareketlerle arabadan indiler. Başta kayıt ve ışıklandırma için cep telefonları ve ne olur ne olmaz diye diye yanlarında bulunmasının iyi olacağını konuştukları bıçaklardan daha fazlasını getirmişlerdi. İkisinin ellerinde de birer el feneri, Murat’ta orta boy bir Sürmene bıçağı, Veyis’te ise bir tabanca vardı. Murat, Veyis’in; arabanın torpido gözünden çıkarıp, beline taktığı tabancayı görünce; ilk anda istemsiz olarak biraz ürkmüş olsa da gözü, onu daha da fazla ürküten bir şeye; biraz sonra muhtemelen bodrumlarında, kilerlerinde filan dolaşacakları katliam konağına takılınca, bu konuda Veyis’e sual sormaya bile yeltenmedi. Hatta keşke kendisinde de bir tane olsaydı da şimdi yanında getirmiş olsaydı diye iç geçirdi.

Ağır adımlarla, Murat’ın içten içe; ilk giriş denemesinde olduğu gibi kilitli olduğunu temenni ettiği giriş kapısına doğru ilerlediler. Sonuç can sıkıcıydı: Kapı, kapalı olmasına rağmen kilitli değildi. Kapatılmış ama rahatça olmasa da dikkatli gözlerce fark edilebileceği gibi iki devasa kanat arasında hafif bir aralık bırakılmıştı. Biraz korkutucuydu doğrusu. Kötümser düşünceye göre; demek birileri, bir vakit girmişti eve. Aynı durumun iyimser yorumu ise birilerinin evden çıktığı şeklindeydi. “Umarım biri ya da birileri evden çıkmıştır” diye geçirdi içinden Murat. Polis de olabilirdi bu. Birilerinin girdiği ama çıkmadığı, hala içeride olduğu durum kabus senaryosuydu. Eğer o giren polis değilse.. ki polisten geriye kalan tek emare, rüzgarın etkisiyle etrafa saçılmış gibi görünen olay yeri uyarı şeritleriydi. Tam Veysel elini uzatıp kapıyı ittirmeye başlayacaktı ki Murat: “Dur bi’ dakka!” diye uyardı. “Ne? Ne oldu?” “Köpekler…” “Ner’de?” “Köpekler vardı önceden. Sahipleriyle beraber gittiler mi yoksa hala buralardalar mı bilmiyoruz.” “Belki sahipli değillerdir. Gördüklerin sokak köpeği olabilir mi?” “Başıboş dolaşmasına izin verilen pittbull gördüysen daha önce neden olmasın!” “Hımm.. Girmeden bir şekilde kontrol etsek iyi olacak o zaman” “En azından götlerimiz için öyle olacağı kesin…”
Başlık: İstifçi 18
Gönderen: sinan.ozgenc - 03 Ocak 2018, 11:34:30
Kötü bir espri bile sayılamayacak kadar sakil bir cümle olmasına rağmen sırf içinde göt kelimesi geçiyor diye ikisi de Murat’ın son cümlesine, ‘neredeyse' kahkaha diye tanımlanabilecek şekilde güldüler. “Böyle anlamsız sözler bile komik geldiğine göre ikimiz de düşündüğümüzden daha gergin olmalıyız” diye düşündü Murat. Ancak hem kendini hem de arkadaşını daha fazla germemek için düşüncesini kelimelere dökmedi. “Evet! Nasıl yapacağız?” diye sordu Veyis. Murat’ın cevabı fiili oldu. Eğilip, yerden avucunu iyice dolduracak büyüklükte bir taş aldı ve mümkün olduğunca gürültü çıkaracağını umduğu şekilde, konağın bahçesine doğru fırlattı. O sessizlikte taşın yerden yere sekerken çıkardığı ses, beklediğinden daha fazla gürültü yaratmış gibi geldi. Sonrasında gelen yaklaşık bir dakikalık sessizlik, bahçede köpek olmadığının, en azından bekçi köpeği olmadığının göstergesiydi. Bekçi köpekleri sese doğru koşardı. Sokak köpekleri ise savunmacı içgüdüleri nedeniyle, sesin geldiği yerden uzaklaşma eğiliminde olurlardı. En azından Murat öyle olmasını daha mantıklı buluyordu. Bahçeyi dinlemek için yeterince beklediklerine kanaat getiren Veyis, kapının kanatlarından birine yüklenerek, güçlü şekilde ittirdi. Kapı düşündüğünden daha kolay ve hızlı açılınca bir an için dengesini kaybedip, düşecek gibi oldu ama kendini zamanında toplayarak konumunu korumayı başardı. Yağda kayar gibi açılan ama açılışına tezat teşkil edecek şekilde büyük bir gıcırtıyla çıkaran kapı gerekliliğine inanmadığı bir emre itaat ediyor gibiydi adeta. Beklemedikleri derecede yüksek çıkan sesin ardından; ikisi de istemsiz şekilde, çevrelerinde gizlenmesi olası herhangi bir tehdit unsurunun muhtemel hamlesine karşı tetik şekilde hareketsiz kalakaldılar. Çevrede herhangi bir hareketlenme oluşmadığına ve oluşmayacağına kanaat getirdiklerinde yüzlerinde beliren bariz rahatlama eşliğinde, ikisi de sırayla meşum bahçeye ilk adımlarını attılar. 

İlk adımla beraber endişelerinin çoğu dindi. Sanki ilk adımlarıyla beraber ani, uğursuz, büyülü, doğaüstü bir şeyler harekete geçecekmiş, görünmeyen başka bir dünyanın bilinmezlikleri arasında kaybolacaklarmış da sıra dışı hiçbir şey olmayınca kabuslar diyarından yaşadığımız; düz, sıradan, sıkıcı, normal gerçekliğe dönmüşler gibi bir miktar da hayal kırıklığının eşlik ettiği bir şaşkınlık yaşadılar. Şaşkınlık yaşayamamanın şaşkınlığı. Rüzgar, dışarıda olduğu gibi burada da ılık bir meltem halinde esiyor, rüzgarla salınan ağaç yaprakları, kötücül büyüler fısıldamak yerine burada da dışarıda olduğu gibi alışıldık, sıradan hışırtılar çıkarıyorlardı. Geniş bahçeyi sere serpe kaplamış yabani otlar, burada da dışarıda olan sıradan cinslerdendi. Arazinin uğursuzluğuyla kurumuş değil, aynı dışarıdaki diğer sıradan saçma otlar otlar gibi yer yer farklı çiçek renkleriyle bezenmiş yeşil tonlarındaydı… Hiç fark yoktu. Hiç sıra dışılık yoktu. Macera kokusu değil bilinen buhurlu ot kokuları yayıyorlardı. Çalıların arasından ne idiğü belirsiz, meşum hışırtılar bile gelmiyordu. Evil Dead ormanına adım atmadıkları kesindi. Aslına bakılırsa bahçe biraz bakılsa ileride güzel bile olabilirdi. Belki çok ileride ama olmaz değildi hani…

Bahçe girişiyle ana binanın giriş kapısı arasındaki mesafe 100-150 metre kadar vardı. Üzerine bastıkları, senelerdir üst üste birikeduran kuru yaprakların hışırtısı eşliğinde binaya doğru ilerlediler. Bina girişine vardıklarında, kendilerini kilitli bir kapının kapının bekliyor olduğunu tahmin ediyorlardı. Tamamen yanılmış sayılmazlardı. Evet; kapı kapalıydı ama daha ilk yoklamalarında geriye doğru kayarak kolay bir geçiş sağlayacağını beyan etmişti. Kısmen paslı menteşelerinden dolayı kısmen de zemine yayılmış muhtelif döküntünün, kapı altına sıkışıp, hareket alanını kısıtlaması yüzünden; iyice zorlamadan tam olarak geriye doğru açılmıyordu. Ancak başta korktukları gibi ne dışarıdan ağır bir kilit ve zincirlerle ne de polis mührüyle tespit edilmiş değildi. Geçmeleri için tamamen açılmasına zaten lüzum yoktu. Yanlamasına geçmelerine olanak tanıyacak kadar iteklediler kapıyı. İçgüdüsel olarak; girdikten sonra kapamamayı tercih ettiler. Acil çıkış yapmalarını gerektirecek bir durumda bir de eski, paslı, sıkışmış bir kapıyı açmakla uğraşarak vakit kaybetmek istemezlerdi. Ayrıca sadece yanlamasına geçebilecekleri kadar aralık bıraktıkları için gecenin o karanlığında dışarıdan geçen birilerinin de kapının açık olduğunu fark etmesi ihtimali yok gibiydi.   

İçeri girdiklerinde; gayet beklenildiği gibi yoğun, küflü ahşap kokusu karşıladı onları. Kapı doğrudan doğruya; yaklaşık 100 metrekare genişliğinde, günümüz standartlarına göre ihtişamlı sayılabilecek, geniş bir antreye açılıyordu. Tam karşıda üst katlara açılan ikiz merdivenleri, daha girişten itibaren üç kat kadar daha gözle izlemek mümkündü. Antrenin üstündeki açıklık, tavandaki büyük oranda tahrip olmuş cam aydınlatmaya kadar yekpare bir boşluk sunuyordu. Bu da kapının geriye doğru açılmasını engelleyecek miktarda birikmeyi başaran yaprak ve dal yığınlarını açıklıyordu. Yapraklar ve küçük dal parçaları, konağın boyunu aşkın asırlık ağaçlardan konağın içine doğru sökün etmişlerdi. Yürürken yer yer ayağa takılan, çarpan, çürük ceviz ve incir kalıntıları, ağaçlar o karanlıkta görsel olarak teşhis edilemese dahi ağaçların türü hakkında bilgi veriyordu. Antrenin ortasındaysa  küçük, şadırvan havuzlarını andırır mermer bir havuz bulunuyordu. Kırık cam tavandan sızan yağmur sularının birikimiyle olacak; tamamen kuru değildi. Her ne kadar bir aydan uzun süredir yağmur yağmamış olsa da havuzun içindeki suyun yüzeyini kaplayan yaprak birikintisi, buharlaşmayı da yavaşlatıyor olmalıydı. Evin içindeki kötü kokunun kaynaklarından biri de buydu. Murat “Eee? Nerden başlayalım dersin?” diye sorunca Veyis “Düşündüğüm kadar büyük değilmiş. Her ne kadar asıl araştırma sahamızın evin bodrumu olacağını düşünsem de bence ilk önce üst katları bi' yoklayalım derim.” diye cevapladı arkadaşını. “Makul. Tuhaf sesler falan duyarsak evin odalarında saklanan sakinlerden gelmediğini bilmek rahatlatıcı olur.” “İnsanlar bu tip yerlerde hiç var olmasalar bile bir takım sesler duyarlar.” “Evet ama ben yine de bunların hayal ürünü olduğunu kesin olarak bilmek isterim. Olay yerine geri dönen katil diye bir şey duymadın mı sen hiç?” “Bence hiç kimse o kadar salak değildir.” “Bence her yer salaklarla dolu.” “Tamam. Sıkıntı yok. Her halükarda kontrol etmekte fayda var. Tedbirden ölen olmamış.” “Umarım gerçekten de öyledir.” “Dağılalım mı beraber mi bakalım?” “Ihmm… Beraber bakalım bence. Prensip olarak; izlemekte olan kızların bulunmadığı hiçbir yerde erkeklik taslamanın lüzumu olmadığına inanırım.”  Veyis gülümsedi. “İyiymiş. Bundan sonra ben de öyle yapmaya dikkat edeceğim.” “Etsen iyi edersin.” diye yanıtladı Murat Veyis’i aynı şekilde gülümseyerek.
Başlık: İstifçi 19
Gönderen: sinan.ozgenc - 06 Ocak 2018, 14:19:18
Beraberce merdivenlere doğru ilerleyerek, ilk katı çıkmaya başladılar. Asırlık yapının merdivenlerinden, en ufak bir gıcırtının bile gelmiyor oluşu ilginçti. Biraz da sinir bozucu. Normalde; ıssız binalarda yapılan gezilerde bu tip seslerin havaya bir tekinsizlik hissi yaydığı düşünülürdü. Ama Murat’ın yapmakta olduğu gibi olaya güvenlik açısından yaklaşıldığındaysa merdivenlerin gıcırdamamasının, gıcırdamasından daha sinir bozucu olduğu hemen anlaşılırdı. Issız ev gıcırtıları, pek çok korku filminde gerilim artırıcı unsur olarak kullanılagelseler de burada ve şu an yani yaşamakta olduğumuz gerçek hayatta; yaklaşmakta olan olası tehlikenin alarm zilleriydiler. Gerçek hayatta akıllı bir insan böyle bir mekanda onlardan mahrum kalmak istemezdi. Murat biraz huzursuzlanmakla beraber Veysi’nin ne düşündüğünü, en azından yüzünden anlamak mümkün değildi. O an için. Görünüşe bakılırsa pek de umurunda ya da farkında değildi. Görkemli, ağır ahşaptan yapılma merdivenleri tırmandıklarında antreye açılan alanın çevresindeki tırabzanların ikişer metre arkasında karşılıklı dört kapı gördüler. İkisi yan yana sağ taraflarında, ikisi yan yana sol taraflarında kalıyordu. Murat: “İlginç. Girişin yan duvarlarında kapılar görmedim ben. Senin dikkatini çekti mi?” Veysi: “Hayır ama antrede dışa bakan pencereler de görmedim ben. Oysa eve dışarıdan bakıldığında ilk katta da pencerelerin olduğunu hatırlarsın. Bu, şu demek; antrenin de sağ ve sol taraflarında; bu katta olduğu gibi odalar var ama girişleri doğrudan görebileceğimiz bir yerde değil sadece. Çok da önemli değil ayrıca. Kapıların yokluğunu, üst kattaki kapılarla kıyaslayınca fark ettik sonuçta. Üst katları inceleyim bir hızlıca; sonra nasıl olsa aşağı ineceğiz; o ara bakarız.” Murat: “Tamam. Haklısın. Öyle yapalım.”

Murat sağ taraftakileri, Veysi sol taraftakileri olmak üzere; kattaki bütün kapıları el fenerlerinin de yardımıyla tek tek yoklayarak, odaları kontrol etmeye başladılar. Murat’ın baktığı ilk hariç olmak üzere bütün kapılar açıktı. Fazla zorlamaya gerek yoktu. Kapalı olanlanı atlayıp, diğerlerini kontrol etmeye başladı. Aşağı yukarı bütün odalarda benzer manzaralar vardı: Eski püskü birkaç eşya ki odaların kullanım amaçlarına göre türleri değişiyordu az çok. Bazen üzeri toz ve kurumuş yapraklarla kaplı yetişkin veya çocuk yatakları, kumaşları lime lime olmuş ağır koltuklar veya ahşap sandalyeler, kapıları kırılıp düşmüş veya menteşelerinden yarı kopmuş dolaplar, yerdeki küf ve kir tabakasından nerede başlayıp nerede bittiği kestirilemeyen halılar, sadece bir odada dikine yerleştirilmiş rulolar halinde onlarca eski halı, camsız pencerelerde tel tel olmuş tül ve perde kalıntıları… İkinci ve üçüncü katlarda da bu manzaralara eklenecek farklı bir şey yoktu pek. Pencerelerin yukarı doğru mesafeleri yükseldikçe hasar oranları azalmıştı sadece. Bu da hakkında perili veya cinli olduğu söylentisi çıkan bütün terk edilmiş hanelerde olduğu gibi buranın da civardaki çocukların hışmına uğradığının göstergesiydi. Hemen her yerde; yeni ergenler, cesaretlerini sınamak yahut göstermek amacıyla terk edilmiş evlerin camlarını taşlarlar. Bu cesaret gösterileri çoğunlukla korku içinde koşarak mekanı terk etmeleriyle sonuçlanır. Doğal olarak yüksekte olan pencerelere isabet ettirmek daha zor olduğu için bunlar arasında, en azından zamanın verdiğinin haricinde hiç hasar almamış birkaç pervaza da denk gelinebiliyordu. 

Üst katlarda daha fazla vakit kaybetmenin gereksiz olduğuna kanaat getiren ikili, tekrar giriş katına inerek, etrafı; bu sefer daha dikkatli gözlerle incelemeye başladılar. Aradıklarını bulmaları fazla sürmedi. İlk bakışta gözden kaçan yan oda girişleri, merdivenlerin aşağı doğru estetik kıvrımlarla genişleyip içe doğru kavis yaptığı girintide gizliydi. Günlük kullanım açısından biraz tuhaf dursa da antreye girildiğinde mekana tek parça, izole, neredeyse mahrem bir tapınak havası veren ayrıntı da buydu. Osmanlı saray çevrelerinin sık tercih ettiği bir yöntemdi bu; misafiri girişte etkileyecek mimari öğeler kullanma işi. Kabul odaları bazen abartılı denebilecek ölçüde görkemli olurken; binaların günlük kullanım/yaşam alanlarına geçildiğinde tema birden değişirdi. Merdiven altına gizlenmiş geçide vardıklarında aşağı doğru minare merdivenleri gibi dönel bir eksen etrafında inen ikinci bir -ama bu sefer üsttekiler gibi ahşap değil kesme taş basamaklardan oluşan- merdivenle karşılaştılar. Normal şartlarda; polislerin, muhtemelen; güçlükle kaldırıp, daha sonra aynı zahmeti bir kez daha yaşamamak gayesiyle koridor duvarına yaslı bıraktıkları, ince ama geniş çaplı silindirik kapak zeminden kaldırılmış olmasaydı, üzerine basıp yan odalara geçişi sağlayan kısa koridordan ilerlemeye başlayabilirlerdi. “Ne dersin önce yan odaları mı kontrol edelim yoksa direkt aşağıya mı dalalım?” dedi Murat. “Yan odaların bir önemi yok! Üst odaların hiçbirinde; bu evde yaşanan ceset istifine dair en ufak bir iz olmadığına göre; giriş katın, hemen bahçe seviyesinden pencereleri görünen odalarında olacak hali hiç yok. Vakit ilerliyor. Bence hemen aşağı inip oraları kontrol edelim.”  “Tamam. Burası beni giderek daha fazla germeye başladı zaten. Vakit geçirdikçe vakit geçmez oluyor. Hadi bakalım!” Bodruma inen taş merdivenlerden hafif bir esinti geliyordu. Muhtemelen aşağısı ve yukarısı arasındaki sıcaklık farkından kaynaklanıyordu. Yerin altı doğal olarak daha serin olmalıydı. Taş merdivenler, yapı olarak minare basamaklarını andırıyor olsa da minare gibi dar değillerdi. Yan yana iki kişi rahatça, belki biraz zorlamayla üç kişi beraberce inip çıkabilirdi. Veyis “Bodrum merdivenlerinin bu kadar geniş olması ilginç. Gündelik kullanılan yerler olmadıkları için daha dar yapılırlar genelde. Bu kadar geniş yapmalarına ne gerek varmış anlamadım doğrusu…” diyerek açıkladı düşüncelerini arkadaşına. “Çıkarılan ceset sayısını düşününce; bence gayet günlük kullanılacak bir mekan olarak tasarlandığı açık.” diyerek cevap verdi. Murat’ın sözleri üzerine Veyis’ten herhangi bir yanıt gelmedi. Sebebi can sıkıcı derecede makul bir çözümlemeye dayanıyor olma ihtimalinin yüksekliğiydi. Yerin derinliklerine inen, soğuk bir cehennem ağzının önünde dururken bunları düşünmek pek de cesaret verici olmuyordu keza… Belki bu şekilde biraz daha konuşmaya devam etseler, ikisinin de cesaretleri kırılıcaktı ve aşağı inmekten vazgeçeceklerdi. Bunun yerine susmayı ve inmeyi tercih ettiler. Merak galip gelmişti.
Başlık: Ynt: İstifçi
Gönderen: Yunus - 07 Ocak 2018, 17:03:25
Dostum iyi gidiyorsun. Devam edersin umarım. Bir de  Germakoçiyle ilgili yazdığın şu şeyler. Gerçekten o yörede anlatılan bir söylence mi yoksa sen mi kurguladın? Öykünde geçen kısmını kast ediyorum.
Başlık: İstifçi 20
Gönderen: sinan.ozgenc - 08 Ocak 2018, 13:24:49
El fenerleri işlerini görecek kadar aydınlık sağlıyordu. Lakin fenerlerin dar alana odaklı kontrollü ışıkları yerine gayet hazırlıklı gelen Veyis’in sırt çantasından çıkardığı birer; büyük boy, akülü, led el lambası resmen fark yaratmıştı. Yükselen ışık miktarıyla birlikte cesaretleri de iyice artmıştı. İnmeye başladılar. İnişle ilgili tek sıkıntı, beklediklerinden uzun sürmesiydi. Umdukları gibi ilk tam dönüşten hemen sonra; zemine açılan bir oda veya geçişle karşılaşmayı beklerlerken ikinci, üçüncü, dördüncü dönüşleri dahi onları bir düzlüğe ulaştırmış değildi. Ve evet; bu biraz korkutucuydu. Saatlerdir iniyor değillerdi tabii ki. Paniğe kapılmak için sebep yoktu. Henüz. En fazla dört kat derinliğinde bir mesafe inmiş olmalıydılar. Ama ne gerek vardı?.. Normal değildi. Merdivenlerin sıradan ambar girişi olmadıkları açıktı. Sıradan evlerde, bu her ne kadar tarihi bir konak olsa da o kadar derine inen, neredeyse sığınak mesabesinde kazılar yapılmazdı. Tabi eğer altta var olduğu bilinen başka bir doğal mekana ulaşmak için delme yapılmadıysa. Bazı eski Osmanlı yapılarında var olduğunu duymuştu böyle derin inişlerin. Ama çoğu eski sarnıçlara açılırdı onların ya da gizli arşivlere… Her dönüşte hatta adımda yerin biraz daha derinine iniyor olduklarını bildiklerinden belki; inişleri gerçekte olduğundan uzun sürüyormuş gibi geliyordu ikisine de. Oysa hepi topu iki dakikadır merdiven inmekteydiler. Zaten az sonra biten merdivenler, onları çıkarması gereken düzlüğe çıkarmıştı.

Merdivenlerin açıldığı mekan; öyle bekledikleri gibi gizli bir mahzen filan değildi. Herhangi bir kapıyla filan girilmiyordu. Sonsuz gibi gelen kısa inişlerinin son dönemecini geçince aniden karşılarına çıkan bir yer altı mağaralar zincirine ait geniş ve yüksek bir oda idi önlerinde beliren. Yer tavan arası yer yer beş metreyi bulan, alçaldığı noktalarda üç metrenin altına inmeyen, tavan ve duvarları gayet girintili çıkıntılı olmakla birlikte, zemini neredeyse santim santim törpülenmiş denebilecek kadar düzlenmiş, doğal bir balo salonu… Merdivenlerin ani bitişiyle karşılarına beklemedikleri anda çıkan bu doğal salona varında, ilk anda ikisi de kısa süreliğine donup kalmışlar gibi durakladılar. Daha insan yapısı bir yer bekliyorlardı. Gizli bir mahzen filan gibi… Sonra Murat’ın aklına Hulusi Amir’in kendisine konağın altında geniş bir mağara ve tünelleri ağı bulduklarını zaten söylemiş olduğu geldi. Cesetler buradan çıkmıştı. Kesinlikle detay sayılmayacak bu bilginin nasıl olup da aklından çıktığına şaşırdı. Ama bu durumdan Veyis’e söz etmeye gerek görmedi. Artık zaten buradaydılar. Bir şey değiştirmeyecekti.

Veyis’in nefes alış verişleri, merdiven inişinin etkisiyle mi kendini bir anda beklemediği ölçüde geniş, gizemli ve korkutucu bir yer altı mağarasının göbeğinde buluvermenin heyecanı sebebiyle mi bilinmez, belirgin ölçüde hızlanmıştı. Gözleri karanlığa iyice alışmış sayılırdı. Bu yüzden akülü el fenerlerini doğrudan tutmasalar bile, açık fenerlerin zemin, tavan ve duvarlardan yansıyan ikincil ışığı bile mağaranın hemen tamamını kafi sayılabilecek ölçüde gözlemlemelerine yetiyordu. Bulundukları salona açılan, biri; diğerinin yarısı yüksekliğinde ve birbirlerine yaklaşık 45 derece açıyla duran iki tünel girişi vardı. Onun dışında; bulundukları salonda araştırmaya, gözlemlemeye değer herhangi sıra dışı bir oluşum ya da kalıntı mevcut değil gibiydi. Murat “Ne yapacağız? Ayrılıp tek tek mi inceleyeceğiz tünelleri yoksa beraber mi?” diye sordu arkadaşına. Veyis “Deli misin? Ne ayrılması? Mağaracı değiliz biz! Olsaydık bile yanımızda gerekli ekipman yok. Yolumuzu kaybetsek nasıl geri dönebileceğimiz bile belli değil!” diye cevapladı arkadaşını. “Eee? Ne diyosun yani? Geri mi dönelim?”“Ben öyle bir şey demedim. İçlerinden en güvenli görünene beraberce girelim. Baktık; fazlaca karmaşıklaşıyor veya tehlike oluşturabilecek başka bir durum var; voltamızı alıp en kısa yoldan geri dönelim.” “Bana uyar.” Sanki biraz; ikisi de konuşmalarının; o sırada mağarada olan ama o an için kendilerinin göremediği başkaları tarafından duyulmasından korkuyorlar gibiydi. Bu sebepler normalde konuştukları tondan daha alçak bir sesle konuşuyorlardı birbirleriyle. 

Bu kısa diyalogun ardından, temkinli adımlarla, bulundukları mağara cebine açılan tünellerden daha geniş, dolayısıyla daha güvenli görüneni olan soldakine doğru ilerlediler. Tünel girişinin önünde, ikisi de içgüdüsel olarak bir kez daha durakladılar. Soğuk suya dalmadan önce derin bir nefes almak gibiydi bu yaptıkları. İçlerinde asıl biriktirmeye çalıştıkları nefes değil cesaretti. Sanki tünelle birlikte başka bir dünyanın kapılarına giriş yapacaklarmış gibi bir his çökmüştü üzerlerine. Ya daha daha basit bir açıklaması vardı; ikisi de önce belki diğeri girer diye şanslarını denemek istemişlerdi… Cesaretini ilk toplayan Murat oldu. Biraz da mecburiyetten tünelden içeri ilk adımını atan o olmuştu çünkü Veyis bu konuda umduğundan daha yüzsüz çıkmıştı. Sanki gece yarısı gizlice olay mahallini araştırmak için gizli eve girme konusunda ısrarla Murat’ı ikna etmeye çalışmış olan kendisi değilmiş gibi…

Tünel,  girişten yaklaşık 30 metre sonrasından itibaren aşırı olmasa da azar azar daralmaya başlıyordu. Kısa bir süre sonra iki kişi yan yana değil ancak arka arkaya ilerleyebilecek duruma gelmişlerdi. Bereket; bu daralma istikrarlı biçimde devam ediyor değildi. Ulaştıkları genişlik az çok sabitlenmiş gibiydi. Tavanı neredeyse üç metrenin altına hiç düşmüyor gibiydi ama ilk girdikleri odacığa kıyasla aşırı klostrofobik bir etki yaratıyordu. Bilinç altlarındaki ilkel korkular ikisinde de yavaş yavaş yüzeye çıkmaya başlamıştı. İkisinin de nefes alış verişleri fark edilir derecede hızlanmıştı. Üzerinde fazla durmadılar. Öncelikli olarak yoğunlaşmaları gereken konu, iç dünyalarının analizi değildi. Dışarıdan, muhtemelen bir yerlerde saklanmakta olan gizli bir saldırgandan gelebilecek tehlikeye karşı tetikte olmaları daha önemliydi. Sonuçta burada belki yüz yıl gibi geniş bir zaman aralığında ama büyük bir katliam yaşanmıştı. O kadar ceset buraya öleceklerini hisseden fillerin fil mezarlığına ölmeye gelmeleri gibi kendiliğinden gelmemişti. Büyük ihtimalle buraya canlı getirilmişler, artık ne kadar yahut ne türlü işkencelerden geçirildilerse çekmeleri gereken azami eziyeti çekmişler ve olasılıkla büyük acılar içinde can vermişlerdi. Alanın, daha kısa bir süre öncesine kadar polis olay yeri olarak didik didik edilmesi burayı daha güvenli bir yer haline getirmiyordu. Neticede şu an burada bir tane bile polis memuru mevcut değildi. Katil ya da katiller -insanlarsa eğer- uzaktan uzağa, asırlık yuvalarının eski sükunetine kavuşmasını bekliyor olabilirlerdi. Ki şu an gayet sessiz ve sakindi bulundukları ortam. O kadar ki neredeyse kendi kalp atışlarını duyabiliyorlardı.
Başlık: İstifçi 21
Gönderen: sinan.ozgenc - 09 Ocak 2018, 12:14:38
İçinde ilerlemekte oldukları, meçhule açılan bir koridor teşkil eden zemin, tavan ve duvarlar; kireçtaşı cinsinden bir kaya türüne ait oldukları için sesi müthiş derecede emiyorlardı. Kendi kalp atışlarını, aslında sadece kulaklarının içindeki damarlarda yükselip alçalan kan basıncının etkisiyle duyuyormuş gibi hissediyorlardı. Gerçekte kendi adım seslerini bile iyice dikkat kesilmeden duyamayacakları kadar ses emiciydi ortam. Belki de arkadaşından daha korkak olduğu için bu durumun daha fazla farkında olansa Veyis’ti. Ses emen kayalar içinde hem de yerin metrelerce altında bir ölüm mabedinin labirentlerinde dolaşıyorlardı. Götlerinde bomba patlasa sesini kıçlarının yanaklarının bile duyacağı meçhuldü. Hiç de güven verici değildi. Belki az da olsa rahatlatan tek durum, tünelin içinde ayak bileklerini yalayan hafif bir esintinin hissedilebiliyor oluşuydu. Bu demekti ki tünelin bir çıkışı vardı. Tabi eğer hissettikleri, bileklerindeki kılların ürpertiden dolayı kalkıp kalkıp inişi değilse…   

Ses izolasyonunun verdiği tedirginliği Murat’ı da iyice rahatsız etmiş olacaktı ki bir şeyler söyleme gereği duydu. Herhangi bir şeyler. “Mümkün olduğunca yakından takip et beni!” dedi arkadaşına. Veyis zaten elini uzatsa Murat’a dokunabileceği mesafeden daha fazla uzaklaşma niyetinde değildi. Sanki her an arkadan biri yetişip sessizce; onu kavrayıp, geriye; tünellerin bilmedikleri, görmedikleri fark etmedikleri gizli girişlerinden birinden içeriye çekecekmiş gibi geliyordu. Gözden kaçırdıkları bir giriş, girinti yahut dehliz olmadığına emindi ama çocukların, yataklarının altında pusuda bekleyen canavarlar olduğu hissine kapılmaları gibi kapılmıştı bu düşünceye. Ve şu an onu yatağın altında canavar olmadığına ikna edecek, odadan çıkarken ışığı açık bırakacak yahut gerekirse alıp kendi yatağına götürüp güvenli kollarıyla sarmalayıp uyutacak bir anne ya da baba yoktu yanında. Buna en yakın şeyse mağara arkadaşı Murat’tı ve Veyis de Murat’a fiziksel olarak olabildiğince yakın durmak istiyordu. O şey onu arkadan çekmeye çalıştığında yanında tutunabileceği biri olsun istiyordu.

Murat’sa metin görünmekle beraber o da benzer düşünceler içinde kaybolmuştu. Başta düz ve uzun bir koridor şeklinde devam eden tünel, sıklıkları giderek artan dönemeçler halinde uzayıp duruyordu. Dönemeçlerin bir kısmı, dönemeç oldukları bile ancak belli belirsiz fark edilebilecek kadar geniş ve uzun kavisler çizerek kıvrılırken bazıları; önlerinde beliren ani duvarların 90 derecelik keskin açılarıyla dönüş veriyorlardı. Allah’tan şimdiye kadar önlerine bir yol ayrımı çıkmamıştı. Yol ayrımları geri dönüş için tehlikeliydi. Dönüşte; gelirken hangi ayrıma saptığını hatırlayamazsan kaybolabilirdin. Dönemeçlerin sayısının giderek artması ve birbirlerine olan mesafelerininse giderek azalması; bir labirentte kayboldukları hissini doğuruyordu. Tabii ki olan bu değildi ama bunun -sonuçta geri dönmeleri için geldikleri yolu aynen ama bu sefer geriye doğru izlemeleri kafi olacaktı- her an gerçeğe dönüşme ihtimali de yok değildi hani.

Tamamen kuru ve kayalık olan zeminin, bir süre sonra kumullaşması, kumulunsa bir süre sonra nemlenmesi hatta çamurlaşmaya başlaması, ne kadar süredir devam etmekte olduğundan bir türlü emin olamadıkları monotonluğu yaran ilk değişiklikler oldu. İnsanın böyle yerlerde zaman kavramını yitirmesi ne de kolaydı. Karanlık koridorlar, tek ışık kaynağı eldeki fenerin soğuk huzmeleri, ses yok, taze hava yok -Veyis’in hissettiği hafif hava akımını Murat hiç hissetmemişti- yanındaki yol arkadaşıyla bile sohbet edecek cesaret yok -birilerinin dikkatini burada olduğumuza çekmek istemeyiz-… Dört yanı kayalarla kaplı bir mekanda nereye çıkacağını bilmedikleri uğursuz tünellerde dolaşıyor olmanın boğucu korkusu, kulaklarının bitmeyen uğultusu, kendi iç seslerinin susmak bilmeyen gürültüsü…

Ne kadar aptalca ve cahilane bir iş yapmakta oldukları yeni yeni dank ediyordu Murat’ın kafasına. İşin doğrusu; başlarına bir şey gelse; onları nerede aramaları gerektiğini bilen birileri bile yoktu arkalarında… Bu nasıl bir ahmaklıktı! Kimseye haber vermeden yerin yedi kat altına, sırf budalaca bir merak yüzünden hem de balıklama atlamak. Kesseler çığlıklarını duyan olmazdı. Onu geçtik; cesetlerini bile bulamazlardı. Üzerlerindeki tavan çökse, bir hayat boşluğunda sıkışıp kalsalar; şanslıysalar eğer; basınçtan veya havasızlıktan değil; günlerce süren açlık ve susuzluktan geberip giderlerdi burda. Göçük altında bekleyişlerinin tek iç açan umudu da bir an önce ölmeye dair olurdu üstelik. Sıradan insanların basit hayatlarında macera arayışları Ege sahillerini otostopla gezmek yahut hiç tanımadığın bir kadınla kondomsuz bir gecelik ilişki yaşamaktan ibaret olurdu. Daha fazlasına gerek yoktu. Kaybolup gitse burada; gazetelerin üçüncü sayfalarında haberinin yayınlanması için bir fotoğrafı bile yoktu geride. Hatırlanmaya değer hiçbir eseri yoktu. Hatırlayacak kimsesi yoktu. Eşi yoktu, çocukları yoktu, uzak akrabaları bile yoktu…İnsanın, hayatının anlamsızlığını, böyle; hayatının kendisinden bile anlamsız bir yerde idrak edivermesinin ironisiyse güldürücü olmaktan ziyade iç yakan cinstendi. Var olmak için hayatın bir anlamı olması gerektiğine inananlardan değildi. Hayatın anlamını aramaktan, hayatlarını yaşamayı beceremezlerdi o ahmaklar. Anlayamadıkları şey şuydu: Var olmak için ille de bir anlama gerek olmadığı gibi varsa da yoksa da en azından bunun farkında olmaya gerek yoktu. Mesela bir ot, hayatının anlamı konusunda kafa yorar ve bulamazsa eğer intihar eder miydi? Anlam arayışı; doğada sadece insana özgü olan bir kapristi. Anlam arayışı insanı yönetilebilir kılan zaaflarından biriydi. O dolmayan boşluğa, insanlığın başlangıcından beri; ne sahte peygamberler, ne din adamları, ne ideologlar, ne krallar, ne kumandanlar talip olmuştu… İnsanlar, bu sahtekarların amaçları doğrultusunda; boşlukta amaçsızca yüzen hayatlarına nihayet bir anlam iliştirebilecekleri umuduyla/yanılgısıyla can verip durmuştu. Haçlı seferlerine tertemiz bir imanla katılan saf Ortaçağ köylüleri, Hrıstiyanlığın kutsal mekanlarını “kafirlerin” elinden geri alınca tanrıyı sevindireceklerini sanıp nasıl da pisi pisine ölmüşlerdi de onları, bu seferlere katılmaya ikna eden din adamları, krallar, soylular… hem yaşadıkça yaşamış hem zenginleştikçe zenginleşmişlerdi. Herkes hayatın gerçek amacının kendi din veya ideolojisinde mündemiç olduğunu savunurken belki de hayatın, mesela insanlığın anlamı sadece osurmaktan ibaretti. Belki de tanrı insanı sadece osurması için yaratmıştı. İnsan osuruğundaki maddeler dünya atmosferini belirli bir şekilde etkiliyor, bu etkileşim de dünyanın, evrenin kalan kısmında aklımıza bile gelmeyecek bambaşka etkileşimlerde bulunuyor ve evrenin bütün denge ve düzeni bu sayede korunabiliyordu. Tanrı insanı sadece osurması için yarattığı ve bunu da tercihe bağlı kılmadığı için evrendeki her insan, doğal olarak evrendeki mecburini hizmetini -osurmak- gayrı ihtiyari şekilde fasılasız olarak zaten yerine getiriyordu. Tanrı, bu yüzden insana, hayattaki amacı veya hayatının anlamıyla ilgili ek bir açıklama yapma gereği duymamış olabilirdi. Toprağa tohum ektiğinizde bir de durup onunla konuşarak; neden çimlenmesi, kök salması, büyüyüp meyve vermesi gerektiği hakkında onu ayrıca ikna etmeye çalışmazdınız. Bütün bunlar tohumun genetik kodlarında yazılı olduğu için tohum zaten farkında olsa da olmasa da yaratılış sebebini gerçekleştirecekti. Akılcı ve mantıklı bir tanrının başka türlü hareket edeceğini düşünemiyordu Murat. Hayatın, hayatının belki bir anlamı vardı ya da yoktu… Şimdilik, tam burada ve tam şu anda; anlamlı olsun, anlamsız olsun; hayatını bir süre daha devam ettirebileceğini bilmenin hoşuna gideceğinden emindi sadece. Ve buraya böyle aptalca bir macera hevesiyle ve aslına bakılırsa hiçbir gerçek tedbir almadan gelivermesinin onu ne büyük bir aptallık olduğundan da… Bu saçma; ışıksız, havasız, sonu belirsiz yürüyüşe daha fazla devam etmemeliydi. Hiçbir mantıklı yanı yoktu. Zaten yol bitecek gibi değildi. Aniden durdu ve arkasına dönerek “Bence artık geri dönmeliyiz!” dedi.

Arkasına döndüğünde gördüğü şeyse onu iliklerine kadar titretti!..
Başlık: İstifçi 22
Gönderen: sinan.ozgenc - 11 Ocak 2018, 11:10:11
Bir an; içinde bulunduğu durumun gerçekliğinden şüphe etti. Beyni durmuş gibiydi. Kalp atışlarının ani yükselişi tansiyonunu etkilediği için olsa gerek başı döndü. Sonsuz bir boşluğa düşmek üzereymiş de bütün kaderi, bir kısa anda dengesini sağlamasına bağlıymış gibi ani bir adrenalin atağıyla ayakta durmayı başarabildi. Nefes almayı unutmuş gibiydi. Yaşadığı anın şokuyla ciğerlerindeki nefesi öyle kuvvetli geri vermişti ki bir ikincisini içine çekene kadar neredeyse boğulacağını zannetti.

Onu bu dehşete düşüren görüntü; görmesi gerekip de görmediği bir şeyle ilgiliydi; Veyis! Yoktu! Ortadan kaybolmuştu! Sessizce! Kim bilir ne zaman? Kim bilir ne kadar zamandır bu sonsuz yer altı labirentinde bir sağa, bir sola doğru nihayetsiz şekilde dönüp duruyorlardı/duruyordu ve kim bilir ne zamandan beridir Veyis arkasında yoktu! Aklına aynı anda binlerce soru hücum etti. Sayamazdı tabii. Ama binlerce olmalıydılar. Daha önce hiç bu kadarının aynı anda aklına doluştuğunu hatırlamıyordu. Ve hepsi de acildiler: Acaba Veyis ona kötü bir şaka mı yapıyordu, yoksa ortadan kaybolmamış da sadece bir dönemeç geriden kendisini takip ettiği için onu göremeyince gereksiz paniğe mi kapılmıştı, yolda fark etmedikleri bir dönemece gelmişlerdi de birbirlerinden habersizce ayrı dehlizlere mi dalmışlardı, Veyis de bir yerlerde onun şimdi Veyis’i aradığı gibi Murat’ı mı arıyordu, arkadan yaklaşan biri veya bir şey arkadaşını kapıp götürmüş müydü, eğer öyle olduysa neden en ufak bir çıtırtı yahut inleme dahi duymamıştı, yoksa arkadaşı onu takip ederken klostrofobi ve heyecandan veya benzer başka bir sebepten düşüp bayılmıştı da o yüzden mi hiçbir şey duymamıştı, şimdi ne yapmalıydı; geri geri gidip arkadaşına rastlamayı mı ummalıydı? Yoksa eğer arkadaşını biri ya da bir şey kapıp götürdüyse mesela… Tehlikenin geldiği yöne doğru gitmek ne kadar akıllıca olurdu, peki ya ilerisi; ilerlese sanki daha mı güvenli olurdu?.. İla ahirihi…   

Soruların hepsine birden cevap bulmak imkansızdı. Cevap vermek bir yana bazılarını aklında tutmak bile zordu. Sorular, basınca dayanamayıp kapaklarını patlattıkları barajdan kontrolsüzce vadilere akan çılgın sular gibi dolduruyordu beyninin dehlizlerini. Beyni durmuş gibiydi. Kilitlenmişti. Sakinleşmesi gerekti. Ancak ondan sonra mantıklı çıkarım, sebep ve sonuç zincirleri kurabilirdi. İşe, giderek kontrolsüzleşen nefesini düzenlemeye çalışmakla başladı. Burnundan derin derin nefes alıp, ağzından vermeye çalıştı. Başlarda sık ve hızlı hızlı nefes alma isteği o kadar baskındı ki burnundan içeri derin nefesler çekerken bile boğulmakta olduğunu hissediyordu. Neyse ki bu uzun sürmedi. Vücudu, ritmini; mantığının ritmine uydurmayı başardı. Burundan nefes al ağızdan ver, burundan al ağızdan ver… Nefes ritmi kontrol edilebilir seviyeye geldiğinde daha da sakinleşmek için bu sefer burundan aldığı nefesleri yine burnundan ama ağır ağır, daha uzun sürelerde vermeye başladı. İşe yarıyordu. Kalbinin atışları bile yatışmaya başlamıştı. Normal sayılacak seviyeye inmese de iş görürdü. Zaten böyle bir durumda kalp atışlarının normal seyretmesi başka bir sıkıntıya delalet ederdi. Gerçeklik hissini kaybetmeyen hiç kimse böyle bir durumda her şey normalmiş gibi tepkiler vermezdi. Nefesi ve kalp atışlarıyla birlikte düşünceleri de nispeten kontrol edilebilir seviyeye geldiğinde; ne yapması gerektiğini düşünmeye başladı. En mantıklı hareket şekli ne olurdu?..

Makul olanın; geri gidip, arkadaşını aramak olduğunda karar kıldı. Muhtemelen bir yerlerde düşmüş ya da bayılmış olabilirdi. Arkadan birinin ya da bir şeyin arkadaşını kapıp götürdüğü düşüncesi çocukçaydı. Bulundukları yerin bir cinayet mekanı olmasının beslediği mantık dışı bilinçaltı korkulardan kaynaklanıyordu. Eğer öyle bir şey olsaydı mutlaka bir ses duyardı. Ne kadar derin düşüncelere dalmış olursa olsun; arkadaşından gelen bir çığlık, ağzı elle kapatılsa bile bir inleme, en azından bir çarpma, sürtünme sesi…  Evet, mutlaka bir şeyler duyardı. Tamamen fark etmese de en azından işkillenmesine yol açacak bir şeyler hatta belki sezgisel olsa bile; hissederdi. Bütün bunların hiçbiri olmadığına göre çocuksu korkularından kurtulup, geri dönüp, arkadaşını aramaya başlaması en mantıklı olandı. Arkadaşının, önünde uzanan yolda bir yerlerde olmadığı kesindi. Yolculukları sırasında önüne hiç geçmemişti. Hatta tünelin girişi hariç yan yana bile yürümemişlerdi çünkü ilk 30 metreden sonra aynı anda iki kişinin geçmesine izin vermeyecek kadar daralıyordu. Hem arkaya neden dönmüştü; arkadaşına artık geri dönmek istediğini söylemek için. Arkadaşını aramak için geldiği yolu geri gitmeye başladığında, arkadaşını bulamasa bile en azından baştaki o isteğine kavuşacaktı. Bu lanet tünellerden kurtulup, çıkınca nasıl olsa arkadaşını bulmaları veya kurtarmaları için yardım edecek birilerini gönderebilirdi en azından.

Cesaretini iyice toplamak için yaklaşık bir dakika kadar olduğu yerde hareketsizce bekledi. Temkinli şekilde az önce geçtiği yollardan geriye doğru ağır ağır ilerlemeye başladı. Geriye doğru giderken ilerlerken olduğundan daha çok korkuyordu. Sebebi açıktı. Arkadaşını önündeki henüz gitmediği yollarda değil görece güvenli sandığı, geçip gittiği yollarda kaybetmişti. Daha geriye doğru yürümeye başlayalı birkaç dakika olmamıştı ki önündeki dik dönemecin kaya duvarında nedense doğal olmadığını düşündüğü bir hareket sezdi gibi oldu. Elbette ki elindeki fenerden kaynaklanan ışığın duvarlardan yansımasıyla oluşan bir oyun olabilirdi bu. Ama o an için hiç de öyle gelmemişti. Durdu. İmkan dahilindeki azami sessizliği sağlayabilmek için nefesini dahi tuttu.
Başlık: İstifçi 23
Gönderen: sinan.ozgenc - 12 Ocak 2018, 15:17:04
Etrafı, her zamankinden büyük bir dikkatle dinlemeye başladı. Nefes bile alıp vermediği o kısa, mutlak sessizlik diliminde sanki hafif bir hışırtı ya da sürtünme benzeri bir ses duyar gibi oldu. Belki korkularının harekete geçirdiği aşırı aktif hayal gücünün bir ürünüydü. Öyle olsa bile bu, belinden ensesine doğru bir ürperti dalgasının yükselmesini engelleyemedi. İyice dikkat kesilince o kısa, meşum hışırtı benzeri sesi tekrar duydu. Ya da duyduğunu sandı. Ama bu sefer daha emin gibiydi. O; başta hissettiği, belinden ensesine doğru çıkan ani ürperti, voltajı düşüp düşüp artan bir elektik dalgası gibi neredeyse kronik bir hal aldı. Eğer önünde Veyis değil de tehlike kaynağı olabilecek biri ya da bir şey varsa seslenmesi doğru olmazdı. Yerini ve diğer kişinin varlığından haberdar olduğunu karşı tarafa belli etmiş olurdu. Tekrar geri dönüp, tüneli bitirme ihtimalini değerlendirmedi bile. Orası tamamen meçhullerle doluydu. Onun yerine; ağır adımlarla, her an bir saldırıya uğrayacakmış gibi savunma pozisyonunda, tetikte, temkinli şekilde ilerlemekte tekara karar kıldı.

İlk beş-altı metre ve iki dönemecin ardından korkusu da göreceli olarak hafifledi. Gardını indirecek kadar olmasa da en azından biraz daha nefes almasına yetecek kadar. Galiba hayal duymuştu. İnsan zihni izole ortamlarda oyunlar oynardı. Öyle bir şey olmalıydı. Bu tip mağara ve tüneller de bazı hastaları transa sokmak amacıyla kullanılan duyusal yoksunluk kabinlerine benzer etki yaratıyordu belli ki. Yoksunluk kabinlerinde görme ve duyma algılarından izole edilen süjeler, bir süre sonra transa girer ve zihinleri yoksun olduğu duyuların yerini, hayali olanlarıyla doldururdu. Kendisi de şu an buna benzer bir durum yaşıyor olabilirdi bu yalıtımlı dehlizde pekala. Hatta belki şu an farkında olmadan transa girdiği için zihni ona bilinçaltı korkularını simule ediyor bile olabilirdi. Yani belki Veyis ortadan filan kaybolmuş, kendisi de arkadaşını ararken ıssız tünellerde garip sesler duymaya başlamış olmayabilirdi. Tünelde arkadaşıyla beraber önlü arkalı yürürken, duyusal yoksunluk nedeniyle farkına varmadan transa girmiş ve denetimsiz kalan bilinçaltı, ona çeşitli hayaller gösteriyor olabilirdi. Belki şu an Veyis, başında durmuş; telaşla kendisini ayıltmaya çalışıyor bile olabilirdi… Bir an böyle olmasını bütün kalbiyle diledi… Hatta Veyis’in kendisini istemsiz uykusundan uyandırmak için “Murat! Murat! Hadi oğlum, kendine gel!” diyen telaşlı seslenişlerini duymak için dikkat bile kesildi… Hiçbir şey olmadı. Bu düşüncenin gerçek olma olasılığı, dahası daha birkaç saniye önce kendisinin, bu düşüncenin gerçek olması olasılığına dair temennisi bile sanki hiç düşünülmemiş gibi ardında çocuksu bir mahcubiyet duygusu dahi bırakmaksızın siliniverdi. İlerlemeye devam etti. Zaten şu an için yapabileceği tek şey de buydu.

Dönemeçlerin sıklaştığı bir noktaya geldiğinde, bir ara fenerin ışığının her zamankinden daha uzak bir noktaya düştüğünü fark etti. Feneri sağa sola hareket ettirerek, gördüğünün anlık bir göz yanılması olup olmadığında emin olmak istedi. Hayır! Değildi. Dönemeçlerden birinin şimdi kendisinin sağında, ama geliş yolundayken solunda kalan kısmında, çıkıntı yapmış yekpare bir kaya parçasının arkasında, küçük bir niş vardı. Geliş yolunda fark etmesi, bakış açısı nedeniyle zor olmuştu ama aynı yolu ters yönden kat ederken görmek daha kolaydı. Burası bir yol ayrımıydı… Belki de Veyis, onun görmediği bu yol ayrımını görmüş ve oraya sapmıştı. Arkasından ona seslenmiş ama Murat’ın onu duymamış olabileceğini düşünemeyerek, nasıl olsa birazdan arkamdan gelmeye başlar düşüncesiyle ilerlemiş ve bambaşka bir yer altı ağında yolunu kaybetmiş olabilirdi. Mantıklı bir açıklamaydı. O halde şimdi ne yapmalıydı? Güzergahını hiç değiştirmeden yürümeye devam mı etmeli yoksa bu yeni yola saparak arkadaşını orada mı aramalıydı? Daha tünele girerken sistemin karmaşıklaşması durumunda kaybolma riskini göze almamak için geri dönmeyi kararlaştırmamışlar mıydı? O halde bu yeni sapağa girmek işleri daha da karmaşıklaştırmaz mıydı? Sonuçta hiçbir yere sapmadan geldiği yoldan aynen geri gitmenin onu nereye çıkaracağı belli ve kesindi. Öte yandan arkadaşı bu yeni yola sapıp kaybolmuş olabilirdi ve acil yardıma ihtiyacı olabilirdi…

Bütün bu ihtimal ve düşünceler içinde hangisinin daha mantıklı olduğuna dair bocalarken aniden kırılma benzeri bir ses - kemik kırılması gibi sanki- ve ardından boğuk, acı dolu bir çığlık duydu! Tam önünde! Az önce ters yönde ilerlemekte olduğu geliş yolunda! Tam; acaba Veyis, önünde; yakınlarda biryerlerde düştü de ayağını filan mı kırdı diye düşünürken ikinci, hemen ardından üçüncü kırılma sesi ve müteakip haykırışları da duyunca benliğini ani, karşı konulamaz, dizginlenemez bir panik dalgası sardı. Hayır! Kimse düz yolsa arka arkaya düşüp kolunu bacağını üç kez üst üste kıramazdı! Bir şey arkadaşını ya da başka bir kurbanı, karşı konulamaz büyüklükte bir kaba kuvvetle koparıp, parçalarına ayırıyordu sanki! Acı dolu çığlıklardaki çaresizlik ancak böyle açıklanabilirdi! Yaşamsal tehlike!

Böyle bir durumda beyin çözümleme yapmayı bırakıp otomatik olarak çözüm safhasına geçerdi. Murat için de öyle oldu. Neden, nasıl, nerede gibi soruları bırakıp, yapabileceğini bildiğinden bile hızlı şekilde, kaçacağı, sığınacağı en yakın alternatife yöneldi. Geliş yolunda göremediği için pas geçtiği sapağa daldı umursamazca. Kontrolsüz el kol hareketleriyle elinde sallanan fenerin ışığı da sabit değildi. Bir yere, bir tavana, bir arkaya, bir öne tutulup, mekanda; disko topu benzeri bir etki oluşturuyordu. Çok da önemi yoktu gibiydi. O an için tek düşünebildiği; sesin geldiği merkezden olabildiğince hızla uzaklaşmaktı. Gerisine sonra bakardı. Dar tünellerde hızla ilerlerken sıklıkla bir o yana bir bu yana çarpıyor, panikle savruluyor ama bunlar onu yavaşlatmıyordu bile. Duvarlara çarpma ve sürtünmeleri, ellerini, kollarını, omuzlarını çiziyor hatta bazen yaralayıp çürütüyor ama o en ufak bir acı bile duymuyordu. Panik bütün vücudunu ele geçirmişti. Sesin geldiği yönden kaçmakla birlikte, sesten ne kadar uzaklaştığını kestirmesini sağlayacak beceriden de yoksundu. Çünkü o anda duyabildiği tek ses kendi panik nefesi ve kalp atışlarının kulaklarına yaptığı basınçtan kaynaklanan zonklama benzeri bir uğultuydu. O da zaten sadece kafasının içindeydi.

Tünelin içinde panik halinde ilerlerken nereye gittiğine dikkat etmiyor, karşısına çıkan dönemeçlerde başka bir sapak olup olmadığına dikkat bile etmiyordu. Böyle yaparak, geri dönüş yolunu bulmakla ilgili büyük bir risk alıyordu. Ama içinde bir şey aynı yoldan geri dönmesine gerek kalmayacağını umuyordu. Geri dönüş yolunda kaybolup, burada açlıktan ve susuzluktan ölebilirdi. Ama içinde olduğu panik hali nedeniyle karar mekanizmalarını ilkel içgüdüleri ele geçirmişti. Onların birinci önceliğiyse kısa vadede ölmeden veya ölümcül bir yara almadan tehlikeden olabildiğince uzaklaşmaktı. İnsan zaten hayatı boyunca ölümden kaçar. Hayatlarını ölüme ve ölümden sonrasına bir hazırlık olarak, ölüme adadıklarını iddia edenler bile bunu yaparlar. Her ne kadar ölümü bir kavuşma ya da yeni bir başlangıç olarak gördüklerini iddia etseler de aldıkları her nefesle, içtikleri her yudum suyla ve yedikleri her bir lokmayla ölümü uzaklaştırırlar kendilerinden. Yaşamalarına devam etmelerini sağlayacak şeyleri her yaptıklarında ölümlerinden kaçmak için bir adım atmışlardır aslında. Ama bunu bir türlü kabullenmek istemezler. İlkel içgüdülerse daha pratik yaklaşırlar konuya: “Şimdi ölme; sonrasına bakarız!”  Şimdi Murat da o moddaydı. Şimdi ölmemeliydi. Gerisini sonra halledebilirdi. Zaten boku yemiş olan zaman algısı şimdi iyice sarpa sarmıştı. Ne kadar zamandır sağa sola çarpa çarpa koşturuyordu, çığlıkları duymasının üzerinden ne kadar süre geçmişti, buraya ilk gelişlerinden itibaren kaç saat geçmişti, yoksa geçenler sadece dakikalar mıydı?.. Ne panik hali biraz olsun hafiflemiş, ne de kontrolsüz nefesi azıcık düzene girmişti.

Nefesinin giderek sıklaşmasının nedeni panik değil de derinlere, aşağılara doğru ilerledikçe havanın azalması olabilirdi. Doğrudan yokuş iniyormuş hissi vermese de tüneller, çok hafif bir meyille ama istikrarlı olarak aşağı doğru akıyordu. Yükseklik seviyesi düştükçe temiz hava seviyesi de düşüyor, bu tünelde de diğerinde olduğu gibi zemin hatta duvarlar bile giderek nemleniyordu. Yakınlarda bir yerlerde bir yer altı su kaynağı olmalıydı ya da araziden geçen küçük bir dere belirli noktalarda yer altına doğru su sızdırıyor olabilirdi. Havaya karışan nem de nefes almayı güçleştiriyordu. İyice nefes nefese kalmıştı artık.
Başlık: İstifçi 24
Gönderen: sinan.ozgenc - 15 Ocak 2018, 13:09:15
Şu anda bulunduğu noktada tünellerin genişliği biraz olsun artıyor gibi gelmişti. Artık otomatik bir hal almış dönüşlerinden sonuncusunda birden iri yarı başka bir bedene çarptı! İçinde olduğu panik hali zaten son raddesinde olduğundan ekstra bir tepki veremedi bile. Çığlık atmak, haykırmak ya da o an için bir nebze olsun gerilimini boşaltmasını sağlayacak, böylece aklını kaçırmasını önleyecek bir tepki vermesi gerekiyordu. Ama korku ve şok halinde öylesine ani bir kilitlenme yaşamıştı ki sadece yüzü dehşet dolu bir çığlık atıyormuşçasına kasılabildi. Ciğerlerinde çığlık atmasına yetecek nefes kalmamıştı. Sadece hafif bir hışırtıyla ani bir hava boşalması yaşandı ciğerlerinde. Geri almak istediğinde ise başaramadı. Ciğerleri veya gırtlağı kendini kilitlemişti sanki. Sadece “Hı’, hı’…” diye genizden gelen kifayetsiz bir iç çekme sesi çıkarabildi. Boğuluyordu. Zihninin hayatta kalmak için geliştirdiği panik hali ölümüne neden olmak üzereydi. Beyninin, korku ve panik mekanizması sayesinde entelektüel analizlere enerji ve konsantrasyon harcamayı bırakıp, bütün dikkatini kaç ve saklan komutunu yerine getirmeye odaklanması sayesinde yaşama şansını artırması gerekirken işler sarpa sarmış, korku ve panik kontrolden çıkarak yaşamsal işlevleri bile denetleyemez hale gelmişti. “Hı’, hı’, hı’…” Boğuluyordu. Sistemin kendini resetlemesi için bayılması gerekiyordu. Bayılmak üzereydi de!  Hulusi Amir’in, birbiri ardı sıra suratına aşkettiği iki tokat buna gerek bırakmadı.

Önce inanmaz gözlerle Hulusi Amir’in yüzüne bakakaldı bir müddet. Polis Amiri Hulusi de benzer bir şaşkınlıkla Murat’ın yüzüne bakmaktaydı. “Tamam! Geçti! Sakin ol… Kendine gel. Ben polisim.” Murat, Hulusi’nin sözlerinin ne anlama geldiğini idrak edememiş gibi bir süre daha boş gözlerle Amir’in suratına bakmaya devam etti. Attığı iki tokadın, bayılmak üzere olan adamı kendine getirmeye yetmediğini düşünmeye başlayan Hulusi, tam sağ elini kaldırmış yeni bir tokatlama serisine başlayacakken Murat, sonunda konuşmayı başardı “Amirim! Burada ne işiniz var?” Normal şartlarda bu soruyu Hulusi’nin sorması gerekiyordu ama şimdi aklının yarısını korkudan kaybetmiş diğer yarısını da panik yüzünden doğru kullanamayan bir adamla tartışmanın ne yeri ne de zamanıydı. “Burası bir polis olay yeri” demekle yetindi sadece. Murat, Amir’in sarf ettiği her kelimeyle birlikte gerçekliğe biraz daha bağlanıyor, artık nereye gittiğini bilmediği sonsuz koridorlarda yalnız başına kaybolmuş durumda olmadığını fark ettikçe de panik duygusu yatışma yoluna giriyordu.

Belki Hulusi Amir de kendisi ve talihsiz arkadaşı Veysi gibi bir noktadan sonra yolunu kaybetmiş olabilirdi. Ama olsundu; sonuçta artık yalnız değildi. Tehlikelerle tek başına değil, üstelik bu gibi durumlarla baş edebilecek türden bir eğitim almış -ya da ona en yakın şeyi- biriyle beraberdi. Yeni idrakin, Murat’ın benliğinde yol açtığı özgüven yükselişi neredeyse dramatik seviyedeydi. Ancak yine de yaşamakta olduğu korku ve panik hali yüzünden rahatça okunabilecek seviyedeydi. Hulusi Amir ise soğuk kanlı görünmekle beraber onun da alarm durumunda olduğunu gösteren emareler mevcuttu. “Soruları sonraya bırakalım. Mümkün olduğunca sessiz ve hızlı şekilde buradan çıkmamız gerek” dedi. Murat, Amir’in  emri gereğince hiçbir şey söylemeden sadece başını onay anlamında aşağı yukarı salladı ve orada geçirmesi gereken zamandan bir saniye bile daha fazla vakit harcamak istemediği için hızla arkasını dönüp, bu sefer Hulusi Amir’in önderliğinde az önce panik halinde ilerlemekte olduğu doğrultuda ilerlemeye başladı. Ama bu sefer daha sakindi. Yanında bir polis amiri vardı…

Amirin elinde de bir el feneri vardı ama bu küçücüktü. Ayrıca sağ elinde emniyeti açık olarak tuttuğu tabanca da her an ateş etmeye hazır pozisyonda Amir’in önünden ilerliyordu. Sanki bir tabanca değil de pusulaydı. Bu beklenmedik yol arkadaşı, Murat’ı umulanın ötesinde bir hızla kendine getirirken aynı hızla yeni soruları da akla getirdi. Murat ve Veyis’in burada bulunma sebepleri en azından Murat’ça malumdu. Aptal merakları, akademik hırsları vs. vs… Ya Hulusi Amir; o neden buradaydı? Tamam bu uğursuz korku tünellerinde kendisinden başka hem de az çok tanıdık bir yüzle karşılamış olmak insan üzerinde rahatlatıcı bir etki oluşturuyordu. Ama polis amiri burada ne arıyordu? Tabii ki teknik olarak onun burada bulunmasının daha makul sebepleri vardı kesinlikle. Daha az önceki karşılaşmalarında Hulusi Amir’in de dediği gibi burası bir polis olay yeriydi ve üzerinde çalıştığı konu kapanmış bir dosya değildi. Her ne kadar olay açığa çıktıktan sonra adli tıp ekipleri, olay yerini didik didik edip, bütün delilleri toplayıp, sınıflandırıp analiz  etmişlerse de Hulusu Amir gibi tecrübeli bir polisi muhtemelen gayrı resmi olarak ve mesai saatleri dışında buraya tekrar geri döndüren bulgu neydi? Gözden kaçan bir detayın sonradan akla gelmesi mi yoksa kesin bir delil olmadan amirlerine sunması halinde dikkate bile alınmayacağını bildiği, sıra dışı bir tezi doğrulamak amacıyla mı yapıyordu bu küçük, gayrı resmi geziyi? Ve niye buradan olabildiğince sessiz ve hızlı şekilde ayrılmaları gerektiğini düşünüyordu? Öyle olması gerektiği aşikardı. Murat bizzat deneyimlemişti bunu. Ama Hulusi Amir’e bunu düşündüren neydi? O ne yaşamıştı ya da neye şahit olmuştu da bu kadar telaşlanmıştı? Telaş? Yo, telaştan da öte bir duygunun içindeydi; bildiğin korkmuştu Hulusi Amir! En az kendisi kadar. Ama o daha az belli ediyordu sadece o kadar…
Başlık: İstifçi 25
Gönderen: sinan.ozgenc - 16 Ocak 2018, 12:49:26
Sorular, sorular… Hepsinin haklı gerekçeleri vardı, cevaplanmaları gerekiyordu ama Amir haklıydı; şimdi bunların ne yeri ne zamanıydı. Hele bir selamete ulaşsınlardı; hepsini soracaktı Murat bir bir. Tabii Polis Amiri’nin, kendisine; onun polise sorduğundan daha çok ve resmi sualler soracağında emindi. Kurtuluşa erdikten sonra katlanılmayacak sıkıntı değildi. Hele bir kurtulsunlardı. Şimdi en azından daha bir umudu vardı ve bu iyi bir şeydi. “Ne?!” dedi Hulusi aniden durarak “Bir şey mi dedin?” “Hayır!” diye yanıtladı polisi Murat, şaşkınlıkla. “O ses senden gelmedi mi yani?” “Ne sesi? Hangi ses?” diye soruya soruyla cevap verdi Murat. Hulusi’nin yüzü asılmıştı. Gerilmişti daha doğrusu. İkisi birden, neredeyse nefes bile almadan, iyice dikkat kesilerek etrafı dinlemeye koyuldular… Alışageldikleri adım ve nefes sesleri kesilince; etrafı mutlak bir sessizlik kaplamış gibi oldu yine.

Ama hayır! Önlerinde bir yerlerden bazı başka sesler geliyordu! İki farklı tür ses… Biri; kısık, boğuk, kesik kesik homurtu, diğeri; bariz su şıpırtısı. Yüksekçe bir yerlerden, geniş bir birikintiye ağır ağır damlamakta olan onlarca katre. Damlama sesleri, ilerilerde küçük bir yer altı gölü yahut su birikintisi olabileceğinin ipucunu veriyordu. Normaldi; yer altı mağara sistemlerinin çoğunda sıklıkla rastlanılabilen bir durumdu. Can sıkıcı olan boğuk homurtulardı. Homurtuysalar eğer… Doğal, doğaya ait sesler değillerdi… Sanki arada; kısa kısa konuşmalar ama hırlama gibi, homurtulardan daha kısık…

Yeterince dinlediklerine kanaat getiren Hulusi Amir, başını geriye çevirdi. Murat’la göz göze geldiler. Gözleri, sükuti bir tartışmada mutabakat ararmışçasına birbirlerine kilitli kaldı bir müddet. Aranan mutabakat sağlanmış, karar kesinleşmiş gibi “Fenerini söndür. Gereğinden fazla dikkat çekmek istemeyiz. Beni yakın takip et ve en ufak bir ses bile çıkarmamaya çalış!” dedi Hulusi Amir. Sesi, fısıltı düzeyinde olmasına rağmen içerdiği otoriter ton, talimatlarını tartışılmaz kılmaya yetiyordu. Şanslarını zaten devam etmekte oldukları yönde deneyeceklerdi. Artık Amir arkada nasıl bir dehşetin onları takip ettiğini düşünüyorduysa…

Murat, emri ikiletmeksizin elindeki koca feneri söndürdü. Ama bırakmadı. Sıkı sıkıya kavradı bilakis. Aydınlatma işi dışında, vurucu madde olarak silah şeklinde de hizmet verebilirdi pekala… Amir’in mini el fenerinin ince ışığının rehberliğinde mecburi istikametlerinde ilerlemelerini devam ettiler. Fazla uzun sürmedi. 10-15 adım sonra son bir köşe daha döndüler. O son dönemeç, ikiliyi; Veyis ile Murat’ın ilk girdiğine benzer ama muhtemelen daha hacimli, ikinci bir yer altı haznesine çıkarmıştı. Tünel duvarlarının ses emiciliği ise hiç bu kadar bariz olmamıştı: Daha hazneye adım atar atmaz ses düzeyi birden iki katına çıkmıştı. Demek tünel duvarları sesi gerçekten de bayağı emiyordu. Kulaklarının eskisine kıyasla gürültülü bile sayılabilecek bu yeni ortama alışması biraz zaman aldı. Damlayan suların yaptığı yankıya bakılacak olursa bu seferki yer altı odasının hacmi hayli genişti. Homurtular kesilmişti ama. Sanki sakinleri mekana yabancıların girdiğini hissetmişler gibi. “Umarım bu yüzden değildir” diye içinden geçirdi Murat.

Girişteki odacığın aksine bu haznenin tabanı irili ufaklı yükseltilerle, dikitlerle dolu, engebeliydi. Her ikisi de takılıp düşmelerine sebebiyet verebilecek taşları, ağırlıklarını verip adımlarını atmadan önce ayaklarıyla hafifçe yoklayarak ilerliyorlardı. Feneri elinde tutup, önden yürüyen Hulusi Amir bile elindeki ışık kaynağına rağmen birkaç defa tökezlemişti. Yerdeki irili ufaklı yükseltilerin arası ise nemli çakıl ve çamur kaplıydı çoğunlukla. Küçük yer altı göleti ilerlemekte oldukları düzlemin sağında kalıyordu. Bununla birlikte düzgün bir kıyı şeridi olmadığı için ayakları yer yer bileklerine kadar suya batıyordu. Su soğuktu. Ama içinde bulundukları mağaranın atmosferine serinlik verici bir katkı sağlamıyor gibiydi. Mağaranın içi bunaltı verici derecede sıcak ve nemli iken sadece ara sıra ayak tabanları veya bileklerine kadar temas eden suyun bu kadar soğuk olması şaşırtıcıydı doğrusu. Öte yandan canlandırıcı bir etkisi de vardı. İçinde bulundukları; hayati tehlike içeren, korku dolu bir çıkış mücadelesi olmasaydı, o kadar yürüyüşten sonra pişen ve şişen ayaklarını buz gibi suya salıp saatlerce oracıkta oturuvermek ne rahatlatıcı olurdu…

Bir müddettir bir şekilde bir yöne ilerliyor olmalarına karşın, gerçekte nereye gittiklerine dair ikisinin de en ufak bir fikri yoktu. Ama hareket halinde olmak, bir yerlere sinip akıbetlerini beklemekten daha güvenli geliyordu ikisine de. En azından kurtulmak için çaba sarf ettikleri duygusu hem özgüven hem de umut vericiydi. Buna karşın diğer alternatif olan; ne kadar süreceği meçhul bekleyişleri endişeli geçecekti. Beklemek değişimsizliği kabul etmek demekti. Bekledikleri sürece endişe duyacaklardı. Umut olmadan. Oysa hareket ettikleri sürece bir umutları olacaktı hep.

Tetik ve temkin hali üzre devam eden yürüyüşleri, Hulusi Amir’in aniden durmasıyla sonlandı. Murat, bu ani duruşun sebebini merak etmedi. Çünkü o da duymuştu! Sağ taraflarından, başlarda ağır ağır, sonra giderek hızlanan bir tempoda su sıçrama sesleri geliyordu. Sanki biri suyun üzerinde yürüyerek onlara doğru geliyordu. Bir aslanın pusudan ağır ağır çıkıp, artık ifşa olduğu anda avına daha fazla idrak ve hareket alanı tanımadan, bir an önce kapmak için adımlarını hızlandırıp, koşmaya başlaması gibi artıyordu adımların sıklığı. Hulusi Amir, neredeyse duruşuyla eşzamanlı olarak, hızlıca sağ geriye doğru dönüp, elindeki ince ışıklı feneri ses kaynağına doğrultunca, fenerin ışığı; hedefi, tamamen tanımlamalarına yetmeyecek şekilde ama üzerlerine doğru gelmekte olan iri cüsseli bir şey olduğunu anlamalarına yetecek kadar aydınlattı. Murat’ın yüreği ağzına geldi ama bu bir yandan da gerçekleşmesini istemeyerek de olsa öngördüğü bir şey olduğu için ilk seferki kadar korkmadığını fark etti hayretle. Belki bunda; tehlikenin o ana kadar hep muhayyel olagelişi ama şu anda en azından somutlaşarak, sınırları belirsiz, gerçeküstü halden, yaşadığımız; içinde var olan her şeyin sınırlı, tanımlanabilir ve somut olduğu gerçekliğe indirgenişinin payı vardı. Yaşadığımız gerçeklikte ve somutsa eğer her türlü tehdit ve tehlike ile mücadele edilebilirdi ve her mücadelede az bile olsa bir kazanma şansı bulunurdu.
Başlık: İstifçi FİNAL
Gönderen: sinan.ozgenc - 17 Ocak 2018, 14:55:29
Fenerin ışığının tam olarak ne tür bir canlıya ait olduğunu anlamaya yetecek kadar olmasa dahi üzerilerine doğru giderek artan bir ivmeyle gelen koca kütleyi kısmen aydınlatmasıyla beraber, Hulusi Amir’in mesleki refleksleri de yıldırım hızıyla harekete geçti. Amir, silahını arka arkaya iki kez ateşledi. Murat’ın, bilincini kaybetmeden önce son hatırladığı şey bu olmuştu. Ensesine inen darbenin beyninde çaktırdığı ışık, sanki bir an için tüm mağarayı aydınlatmıştı. Esasen bu mümkün değildi. Işık sadece kafasının içindeydi. Darbeyse, suları şapırdatarak sağ arkalarından gelen kitleden değil sol yanından gelmişti. Onun gelişini duymamıştı bile…

* * *
Kendine geldiğinde vücudunu hareket ettiremediğini anlaması fazla zaman almadı. Bağlı değildi. El ve ayaklarında yahut vücudunun başka bir yerinde ip ya da zincir varlığı hissetmiyordu. Sağ eli sol göğsünün üzerindeyken çaprazlamasına, sol kolu vücuduna paralel olarak dümdüz aşağı uzanıyordu. Hayır; bağlanmış değildi. Üzerine bir ağırlık da bindirilmiş değildi. Ama vücudunu hareket ettiremiyordu. Felçli gibiydi.

Belki de işe yanlış yerden başlamıştı. Tavana dik bir açıyla bakmakta olan gözlerini sağa sola doğru döndürerek, içinde bulunduğu ortamın neresi veya nasıl bir yer olduğunu anlamaya çalışmalıydı önce. Üç-dört metre yüksekliğindeki tavanda yer yer sarkıtlar vardı. Bu da demek oluyordu ki hala bir mağaradaydı. Üzerinde yatmakta olduğu zemini hissedebiliyordu. Sert, pürüzsüz, taş bir zemin üzerinde uzanıyordu bedeni. Etrafını tam olarak göremese de yattığı zeminin yerle aynı seviyede olmadığından emin gibiydi. Bir yükseltinin üzerinde olmalıydı. Tavanın üzerinde belli belirsiz dans eden gölgeler ve odanın karanlığa yakın loş aydınlığı, mekanın mum ışıklarıyla aydınlatılmakta olduğu fikrini doğuruyordu. Ama emin olamıyordu. Henüz başını sağa sola oynatabilecek mecalden ve konsantrasyondan yoksundu. Onu daha fazla çaba sarf etmeye yönelten şey, sağ tarafından gelen inilti oldu.

Veyis’in sesini andırıyordu. Olabilir miydi? Veyis, şimdi; burada hemen yanında yatıyor olabilir miydi? Neden olmasındı? Kendi buraya nasıl geldiyse, Veyis de öylece gelmiş, daha doğrusu kendi isteği dışında getirilmiş olabilirdi? Sahi; buraya nasıl gelmişti?.. Zorladı; zorlandı; zihni henüz yaşadığı her şeyi tam olarak, bir bütün olarak hatırına getirmeyi başaramıyordu. Parça parça görüntüler sadece… Zerzevatçı’ya ilk taşındığı gün… Koku… Konuştuğu tuhaf, yaşlı adam…  Veyis’le indikleri minare merdivenleri… Tünellerde korku içinde sağa sola çarpa çarpa koşuşturmalar… İki el silah sesi… Ensesine inen darbe ve tüm varlığını kaplayan, o güne kadar hiçbir yerde görmediği parlaklıkta bir ışık… Sonra, sonra görüntüler birleşmeye ve anlamlı bir bütün oluşturmaya başlayacaklar gibiydi ama…

İniltiyi tekrar duydu. Yine sağından geliyordu. Şimdilik tanımlayamadığı bazı başka sesler. Huzursuzluk verici sesler. Şimdilik tanımlayamamakla birlikte, tanımladığı anda hiç hoşuna gitmeyeceğini hissettiği garip sesler. Yine sağından geliyordu… Bütün güç ve konsantrasyonunu başını hafif de olsa sağa çevirmeye adadı. İlk anlarda pek bir hareket olmadı. Ensesi zonkluyordu. Işık… Sebebini hatırladı. Oradan darbe almıştı. Hatırlamaya başladıkça korkuları kabarıyordu. Neden korktuğunu henüz tam olarak hala bilemese de… Sonra boynunun arkalarından gelen bir katırtı. Hani tutulan boynunu açmak için hızla sağa veya sola çevirirsin de bir katırtı gelir ya… Ona benzer bir ses. Ama daha acılısı. Ağır çekimde gibi. Sonra boynu serbest kaldı. Emin olmak için tam sağa çevirmeden önce milimetrik hareketlerle sağlı sollu oynatmayı denedi. Evet; olacak gibiydi. Katırtı acı vermekle birlikte; sonrasında boynunu çevirebileceği kadar bir esneklik vermişti etlerine. Şimdi zonkluyordu. Müthiş bir zonklama. Darbenin mirası… Sonra; kendini muhtemel bir acı dalgasına olabildiğince hazırlayarak ani bir itişle başını sağa çevirdi. Acımış mıydı? Muhtemelen pek çok. Ama gördüğü manzara yüzünden acı ikinci planda kalmıştı. Dehşet, acıdan baskındı!..

Evet; Veyis gerçekten de sağ tarafındaki, yerden bir buçuk metre kadar yükseklikte sunak benzeri ama yontulmaktan ziyade doğal bir oluşum gibi duran, sunak benzeri tuhaf görünümlü bir yükseltinin üzerindeydi. Şeytan masası… Arkadaşı bir şeytan masasının üzerinde uzanıyordu. Boylu boyunca değil ama… Arkadaşının boyundan geriye pek bir şey kalmamıştı çünkü. Şeytan masasının üzerinde uzanmış durumdaki yarı canlı arkadaşının sağında ise arkadaşının bedeninin üzerine eğilmiş halde olmasına rağmen boyu hala da 1.80’in üzerinde gibi görünen bir adam vardı. Arkadaşını kemiriyordu!

Kanı vücudundan çekildi sanki. Sadece kanı değil. Bir anda ağzı kupkuru olduğu için yutkunamıyordu bile. Bu gerçek olamazdı! Gerçek olamazdı!.. Sadece kabus olması ihtimali vardı. Karabasan olmalıydı. Hareketsizliği bile karabasanla birlikte gelen uyku felcinden kaynaklanıyordu. Tabii ya! Okumuştu böyle şeyler daha önce pek çok kez! Uyanmak için yapması gereken tek şey Kuran’dan bazı sureler okumaktı. Hangi sureler ama? İsimleri bile aklına gelmiyordu. Arkadaşının üzerine eğilmiş dev kemiriyordu… Uyanması lazımdı. Surelerin değil kendisi şimdi isimleri bile gelmiyordu aklına. Keşke daha dindar biri olsaydı…

Olmayacaktı böyle. Korkunç manzaraya sabitlediği bakışlarını kurtarmak geldi sonra aklına. Sahneye bakmaya devam ettiği sürece gerçek olduğunu kabul etmiş olacaktı. Reddetti. Eğilmiş dev kemiriyordu… Sımsıkı kapadı gözlerini. Acıtacak kadar. Görsel verinin kesilmesiyle birlikte diğer duyular keskinleşti. Çıtır, çıtır, çıtır… Arkadaşı kemirilmeye devam ediyordu… Sonra o koku… Çiğ et, kan, bok ve sidik… İnsan bedeninin iç kokuları… Gözleri kapalı olduğu için şimdi, bilhassa kokuyu daha çok hissediyordu. Midesinden gırtlağına kadar yakıcı bir sıvı geldi, genzini yaktı. Midesi kalkmıştı. Gözlerini biraz daha kapalı tutarsa öğürmeye başlayacaktı. Kendi kusmuğunda boğulmak istemezdi. Olmayacaktı böyle… Gözlerini kapatmıştı belki ama diğer duyuları yaşanmakta olanın gerçekten de yaşanmakta olduğu bilgisini anbean iletmeye devam ediyorlardı beynine. Olmayacaktı; açtı gözlerini çaresizce. İzlemeye devam etti.

Dev, bacakları bitirmiş gibiydi. Kaval kemiklerinden biri henüz gövdeyle bağlantısını yitirmemiş olduğu halde, üzerinde neredeyse hiç et kalmamış gibiydi. Zaten adam da şu anda bağırsakları kemiriyordu.  Arkadaşı ise yardım istemek yerine inlemekle yetiniyordu. Gözleri açıktı ve sabit şekilde tavana bakar haldeydi. Ama gözlerde tuhaf bir şey vardı… Göz göze gelme ihtimalleri olmadığı için bunu tam olarak anlama şansı yoktu ama arkadaşı canlı canlı yenmekte olmanın verdiği acı ve dehşetin etkisiyle olsa gerek; şoka girmiş ve baygın baygın bakıyor gibiydi. Yüzüne yayılan o çarpık gülümseme benzeri kasılmayı açıklamanın başka da bir yolu yoktu zaten.

Delilikti bu! Ağlamaya başladı. Salya sümük, öğüre öğüre, hıçkıra haykıra… O kart, erkeksi sesiyle, böyle iç çeke çeke ağlaması hiç yakışmıyordu ona. Sakil bir görüntü. Neredeyse rezilce ama kimin umurundaydı ki… Arkadaşını kemirmek için iki büklüm olmuş dev ise bu yeni duruma rağmen bir saniye bile olsun dönüp, Murat’ın tarafına bakmamıştı. Kemirmeye devam ediyordu. Çıtır, çıtır, çıtır… Arada gırtlağından yükselen homurdanmalar bu ziyafetten ne kadar da keyif aldığını dışavuruyordu. Ağlama krizi ne kadar devam etti; bunu kestirmek zor. Biraz olsun sakinleşmesini sağlayan şey, başının üzerinde, saçlarını neredeyse anne şefkatiyle okşaya bir elin varlığını hissetmesi oldu.

Sonra birden orada öylece belirmiş gibi elin sahibini, uzanmakta olduğu şeytan masasının hemen sol yanında gördü. Gülümsüyordu. Sakindi. Hatta bakışları şefkatliydi bile denebilir. Işıl ışıl bir gülümsemesi ve güzelliği vardı. Yüzüne baktıkça; insan uzun süre durgun suya baktığı zaman oluşana benzer bir etki bırakıyordu zihinde. Yanıbaşında duran o şefkat abidesi kadının boyu sadece 1,50 kadar vardı ama insan ona bakarken tuhaf bir şekilde; kadının boyunun normal bir insandan çok çok kısa olduğunu düşünmüyordu bile. Diğer her şeyiyle beraber boyu da gayet uygun, yerli yerinde ve güzel geliyordu insana. Yüzü; aynı anda hem çok yaşlı -yüzlerce yıl- hem de aynı anda çok gençti. Bir şekilde iki hali de fark ediliyor ama yadırganmıyordu. Sanki bunda tuhaf olan hiçbir şey yokmuş gibi. Tuhaf gelen tek şey; nasıl olup da bir yandan bu kadar huzurlu hissetmeye başlarken bir yandan da eskisi kadar çok korkmaya devam edebilmesiydi. Bunca sükunet ve bunca korku, bir insanın kalbinde nasıl aynı anda yer bulabilirdi?.. Bu çelişki zihnini bir müddet kilitledi.

Kalbini aynı anda kaplayan iki çelişik duygudan biri sahte olmalıydı. Hangisi ama? Başlarda bulanık ve kopuk kopuk çalışan hafızası, geçen her saniyeyle birlikte kendini topluyordu. Buraya, bu noktaya gelene kadar yaşadıklarını, ufak tefek bazı eksikliklere rağmen hatırlıyordu. Yaşadıkları hatta sadece az önce gördükleri göz ününe alınacak olursa korkması gerekiyordu. Hem de bugüne kadar korktuğu her şeyin toplamından daha fazla. İçinde gerçek olması gereken tek duygu korkuydu. Mantıklı olan buydu. Ama gözlerini gözlerine dikmiş, saniye olsun ayırmadan kendisine bakmakta olan kadın buradayken huzur duygusu, her geçen saniye korkuya galebe çalmakta gibiydi. Bunda yanlış olan bir şeyler vardı. Zihninin, huzura teslim olmaya değil korkuya yakın kısmı, bunda yanlış olan bir şeyler olduğunu haykırıyordu adeta. Ama Murat bu haykırışları o kadar da yüksek seslermiş gibi algılamıyordu. Giderek uzaklaşıyor, azalıyordu o ses. Mantığın ve sağduyunun sesiydi o. Bunu biliyordu. Kaybetmek de istemiyordu ama yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bunu da anlıyordu. Biraz sonra onu tamamen kaybedecekti. Ama tamamen teslim olmadan önce son bir hamleyle kadına “Neden?” diye sormayı başarabildi.

Yaşlı/genç kadın sorduğu ve sormak isteyip soramadığı bütün soruları anlamış gibi son bir huzur verici gülücük gönderdi Murat’a ve dünyada bugüne kadar dünyada yankılanmış belki en güzel sesle konuşmaya başladı: “Biz, Zülkarneyn’in altın kapılarının bekçileriyiz.” Kadının gönle huzur veren o güzel sesi, bu dünyada yankılanıyor değildi. Bir yönden de geliyor değildi. Aynı anda her yandan ama en çok da onu dinleyen Murat’ın içinden geliyor gibiydi ve bu haliyle ilahi bir ilham gibi maruz kalanın benliğini ihtişamla ihata ediyordu. Seslerin taşıyabileceği anlamların ötesinde manalarla yüklüydü ve bir süre sonra Murat bu konuşmanın sözlerden oluşmadığını idrak etti. Kalpten kalbe akan bir ilham seli gibiydi… Atık kelimelerin ihtiva ettiği manaları duymuyor, görüyor, yaşıyordu hatta…

 “Zülkarneyn’in altın kapılarının bekçileriyiz.” şeklindeki ilk cümlenin ardından, zihnine dolan manalar kelimelerle ancak tefsir veya şerh edilebilirdi. Kısmen ve kabaca o da… Artık anlatılanları dinlemiyor görüyor gibiydi… “Zülkarneyn… bir yol tuttu. Sonunda güneşin battığı yere ulaşınca onu kara, balçıklı bir suda batıyor gördü. Orada bir millete rastladı. ‘Zülkarneyn! Onlara azap da edebilirsin iyi muamele de edebilirsin’ dedik. ‘Zulmedene azap edeceğiz. Sonra Rabb’ine döndürülür, onu görülmemiş bir azaba uğratır. Ama inanıp faydalı işler işleyene mükafat olarak güzel şeyler vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanı söyleriz’ dedi. Sonra, yine bir yol tuttu. Sonunda güneşin doğduğu yere varınca, güneşi, kendilerini bir koruyucu ile örtmediğimiz bir milletin üzerine doğuyor buldu…Sonra yine bir yol tuttu. Sonunda iki dağın arasına varınca, orada neredeyse sözden hiç anlamayan bir millete rastladı. ‘Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Yecüc ve Mecüc bu ülkede bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların arasına bir set yapman için sana bir ücret verelim mi?.’ dediler. Rabb’imin bana verdikleri sizinkinden daha hayırlıdır. Bana gücünüzle yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım. Bana demir kütleleri getirin’ dedi. Bunlar iki dağın arasını doldurunca ‘Körükleyin’ dedi. Demirler kor haline gelince ‘Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim’ dedi. Artık Yecüc ve Mecüc onu ne aşabildiler ne de delip geçebildiler. Zülkarneyn: ‘İşte bu Rabb’imin bir rahmetidir. Rabb’imin belirlediği zaman gelince onu yerle bir eder. Rabb’imin verdiği söz gerçektir’ dedi…

Sonra vaad edilen günün geldiğini gördü… Kapıların açıldığı günü… Yecüc ve Mecüc’ün her tepeden sel gibi akın edip dünyayı kaplayışlarını… Geniş yüzlü, küçük gözlü, yüzleri deri üstüne deri kaplanmış kalkanları andıran yaratıkların ülkeleri ve şehirleri insanları ve hayvanları ve birbirlerini yiyip bitirişlerini, gölleri ve denizleri içip kurutuşunu…

Anlamıştı artık… Germakoçi ve Cazu idi onlar.  “Zülkarneyn’in kapılarının koruyucuları…” İnsanlıkla kıyamet arasında duranlar… İnsanlığı korumak içindi bütün bunlar… Neşeli bir gülümseme yayıldı yüzüne; bir şükran nişanesi olarak; kendi elleriyle kendi karnını yarıp, iç organlarını sunarken yaşlı kadına… Acı büyüktü, Murat sakin.

Soldaki sunakta yatmakta olan Hulusi Amir, katatonik bir şekilde hala elinde tutmakta olduğu tabancayı, kaslarının ve iradesinin-daha çok iradesinin- bütün gücünü harcayark, insan üstü bir çabayla kendi başına doğrulttu. O böyle ölmeyecekti… Kendi vücudunu kendi elleriyle parçalayıp, lokma lokma sunarken gülümseyerek ölmeyecekti bu hilkat garibelerine… Deliliğin de bir sınırı vardı. Geçmeyecekti oradan. Sıktı.