Bir kereye mahsus olmak üzere senin için bir şey yapacağım. Ve bunu sadece senin için yapacağım. Bölümü şöyle bir elden geçirip ben yazsaydım nasıl yazardım tarzında bir düzenleme göndereceğim sana. Sakın bunu büyüklük taslamak, kendini görmek vb gibi abuk sabuk hareketlerle karıştırma, öyle biri olmadığımı çok iyi biliyorsun zaten. Amacım hatalarını görmeni sağlamak, kesinlikle başka bir şey değil.
[spoiler]
Okuyan Adam’ın kapısının açılmasıyla beraber, eşiğin üzerinde duran küçük çan şıngırdayarak o bilindik sesini çıkarttı yine. İçeriye giren kişi, mavi bir cübbeye bürünmüş, garip görünüşlü, orta boylu, çevikliği yürüyüşünden belli olan biriydi. Gri gözleri ışıl ışıl parlıyor, dükkanın kasasına doğru yürürken, cübbesinin ardından mavi bir ışık hüzmesi dalgalanarak geliyordu. Sanki görünmez bir pelerin onu takip ederken, aynı zamanda ona muhteşem bir görkem veriyordu. Kitapçıya destursuzca dalan bu kişi, Hızır’ın Çırağı Kamar’dan başkası değildi.
İçeriye girer girmez öfke mi yoksa telaş mı olduğu anlaşılamayan bir hışımla Hasan’ın üzerine yürüdü. O sırada Hasan, kasada oturmuş, bazı hesaplamalarla uğraşıyordu. Kamar, Hasan’ın yakasından tutup “Hızır’ın Çırağı, İskender tarafından kaçırılıyor, Hızır’ın önemli olduğunu ısrarla belirttiği bir kişi zor kurtuluyor ve Hasan efendi hesap işleriyle uğraşıyor, öyle mi? Söyle çabuk, Lisef nerede?” diye bağırdı büyük bir sinirle. Hasan’ın itiraz etmesine veya kendisini savunmasına fırsat bile vermeden, o karşı konulamaz ses tonuyla sormuştu sorusunu.
Hasan, asla korkak birisi olmamıştı ama karşısındaki kişi Hızır’ın Çırağı Kamar olunca, ona itiraz etmeyi pek de akıllıca bulmamıştı doğrusu. Hem, suçlu olmadığını söylese bile bu neyi değiştirecekti ki? Kimsenin onun suçlu olup olmadığıyla ilgilenmediğinin farkındaydı. Kamar’a kızmıyordu ayrıca... Çünkü içinde bulunduğu durumun ehemmiyetinden haberi vardı.
“Lisef şu anda arka taraftaki Ejderbaş Odası'nda. Orada güvende olduğuna emin olabiliriz, öyle değil mi Kamar?"
Bunu duyan Kamar az da olsa sakinleşmiş göründü. Ejderbaş Odası, Okuyan Adam’ın esas işleviydi çünkü. Önemli kişiler, önemli eşyalar, önemli olaylar, kısacası önemli olan her şey orada buldurlurdu. Efsunlu Ejderbaş son derecede yüksek güvenlik sağlıyordu. Özellikle de büyü konusunda. Kamar, Hasan'ın yakasını yavaşça bırakıp "Evet, sanırım öyle" diye mırıldandı. Sonra da özür dilermiş gibi kitapçının omzunu hafifçe sıktı ve Lisef'in bulunduğu odaya doğru ilerlemeye başladı.
***
Lisef, huzuru bir türlü bulamadığı yatağında uyurken kapı birden açıldı. Merak, kuşku, heyecan ve binbir duyguyla kaplı bir çift gri göz hemen Lisef’i gördü ve nefesine sağladığı esarete bir son verdi. Ardından soluk alışlarının normalleşmesini dahi beklemeden yatağın yanına gitti.
“Lisef, Lisef! Beni duyuyor musun? Lisef!”
“Duymaktan da öte, kulak zarımla ne alıp veremediğin var be adam!" diyerek yatağından doğruldu. Fakat karşısında gördüğü "şey" kesinlikle bir adam değildi. Bir kurdun başını andıran kıllı kafası, cübbesinin altında olmasına rağmen fark edilebilen sivri kulakları ve belindeki deri kemerden sarkan garip yeşil-turkuaz bir karışımla karşısında duran şey, bir insandan çok, bir kurda benziyordu.
Gri tüylerle kaplı yüzün üzerindeki gözler o kadar endişeli, o kadar şefkatli bakıyordu ki, Lisef’in korkmasına imkan yoktu. Lisef silkindi, gözlerini açıp açıp kapattı ve gördüğü şeyden emin olmak istedi.
“Sen..?” diye başlayan sorusu, karşıdakinin itiraz kabul etmez ses tınısıyla kesildi.
“Hemen, gidiyoruz.”
Lisef şaşırmıştı, “İyi de nereye? Hem dur bir dakika, sen… Kamar mısın?” Soruları öyle büyük bir şaşkınlık ve merakla sormuştu ki Kamar gülümsemeden edemedi. “Evet, ben Hızır’ın Çırağı Kamar ve yine Hızır’ın emriyle seninle ilgilenmek zorundayım. Şimdi, eğer hazırsan çıkalım.”
Lisef gülümseyerek üstündeki pijamalarına baktı. O uyurken – daha doğrusu baygınken- birileri üzerini değiştirmiş olmalıydı. Hem, bu çantasını da açtıkları manasına geliyordu ama canını zor kurtarmış olmanın verdiği bilinçle bunu pek de önemsemedi. “Sence hazır mıyım?” diye sordu muzip bir şekilde. Fakat bilmediği bir şey vardı; Kamar her ne kadar yüzündeki tüyleri yer yer beyazlamış, orta yaşlarına yaklaşmış bir bilge görünüşüne sahip olsa da, gerçek, yani Lisef’e göre gerçek olan dünya ile ilgili pek fazla bilgi sahibi değildi. İnsan giyim biçiminden hiç anlamazdı. “Neden hazır olmayasın ki?” dedikten sonra anladı Lisef.
“Üzerimdekileri değiştirmem gerekiyor Kamar, lütfen izin verir misin?” dedi gayet nazik bir şekilde. Hatta o kadar kibar konuşmuştu ki kendine hayret etmişti. Doğrusu bu adamın -ya da kurdun- saygı uyandıran bir çehresi vardı.
Kamar, “Elbette Lisef, dilediğin gibi…” dedi ve arkasında mavi siluetler bırakarak odadan çıktı.
Kamar’ın odadan çıkmasıyla birlikte, Lisef ilk defa tamamen kendinde olduğunu hissetti. Fark ettiği bir şey daha vardı; artık ortamı inceleyebilirdi. Hızlıca etrafa göz attı. Duvara monte edilmiş olan Ejder Figürü, ilk seferki gibi yaymıyordu ışığını. Ardına kadar açtığı ağzından arka arkaya onlarca ışık parçacığı yolluyor, dörtgen şeklindeki parçacıklar bir süre dönerek yarım kol mesafesine kadar ilerliyor, sonra yavaşça solup kayboluyorlardı. Parçacıklar beyazın en parlak tonlarındaydı ve Lisef’i bıraksalar saatlerce bu güzel manzarayı izleyebilirdi.
Yatağının hemen ayak ucunda bir masa –tahminen bir çalışma masası- ve masanın üzerinde de Lisef’in ismini dahi hatırlayamadığı o kitap vardı. Şu, “Sadece sahibinin elinde açılır.” lafından sonra çok merak ettiği fakat incelemeye fırsat bulamadığı o kitap. Maalesef yine zaman yoktu ve giyinmesi gerekiyordu. Odanın geriye kalan kısmında ise, mor bir şelale gibi odanın tabanına gaz akıtan, ilginç ve geniş ağızlı bir musluktan başka ilgi çekici bir nesneye rastlamadı. Bu gazın ne olduğunu daha sonra Kamar’a sormayı ise aklının bir köşesine not etti.
Üzerini değiştirip çıktığında Kamar’ın Hasan ile bir şeyler konuştuğunu gördü. Ne konuştuklarını merak etse de onları gizlice dinlemedi ve sadece “Ben hazırım.” demekle yetindi.
Kamar hemen kafasıyla ‘gel’ dedikten sonra kapıyı açıp bekledi. Leonan’ın kapıyı suratına çarpma anı aklına gelince Kamar’a karşı daha büyük bir saygı duymaya başladı. İşte böyleydi, bazen ufak detaylar büyük saygılar uyandırmaya yetebilirdi.
Dışarıya çıkar çıkmaz Kamar gülümsedi. “Yağmur altında yürümeyi sever misin Lisef?” diye sordu muzipçe. Lisef anlayamamıştı, tamam, hava bulutluydu ama yürümek de neyin nesiydi şimdi? Hani, Hızır’ın Çırağı Kamar’ın bir yerden bir yere giderken yürümekten daha havalı bir yol tercih etmesini beklerdi. Yine de cevapladı. “Evet, çok severim.”
Kamar, bu cevabı beklermişcesine lafı yapıştırdı. “Bir de tam kaynağından uçmayı dene bakalım!”
Lisef, içinden koca bir “Ouuuvv..!” çekti. Gözleri ışıldadı, "Daha havalı bir yolu olduğunu biliyordum!" diye düşündü içinden.
Kamar bir elini Lisef’in omzuna dokundurdu ve fısıldadı.
“Ust tierra Kamar!”
Kendisi için hiçbir anlam taşımayan bu sözcükler Kamar’ın dudaklarından dökülür dökülmez mavi haleler Lisef’in etrafını sardı ve onu yerden bir kılıç mesafesi kadar havalandırdı. Sonra yeniden yavaşça yere indirdi ve Lisef’in göğüs kafesinden içeriye girdi. Haleler içine girer girmez Lisef, sanki yağmurdan sonra ortaya çıkan toprak kokusunu içine almış gibi hissetti kendisini. Öylesine huzurlu ve öylesine sakin bir duyguydu ki bu... Tanımlayamadığı ilginç bir mutluluk içini kaplarken Kamar yeniden konuştu.
“Artık hazırsın.”
***
Uçmak! Kesinlikle bu gün beklemediği bir şeydi Lisef’in. Hasan’ın “Kamar rüzgar hızıyla geliyor…” dediğinde tam anlamıyla rüzgarı kast ettiğini anlamamıştı tabi.
Kamar ellerini göğe kaldırıp “Çak!” diyerek, tek bir emri ile gökyüzünden inen bir şimşek ikisini aynı anda bulutların arasına almış, onları tam anlamıyla uçurmuştu.
Aslında filmlerdeki, kitaplardaki ya da hayallerindeki gibi bir süpürge, bir halı filan beklemişti Lisef ama bunlar yoktu. Çok daha güzeli vardı. Kamar’ın gezinti ve esinti sözcüklerini birleştirip "Gesinti" dediği bu şey, rüzgarın biraz elle yoğunlaştırılmasıyla oluşturulmuş kızak benzeri mükemmel bir araçtı. Kamar ciddi görünse de kesinlikle eğlenmeyi bilen biri olmalıydı. Bunu, “Aslında halı gibi düz zemin olarak yaptığım da oluyor ama yukarı pike yaparken hiç de güvenli olmuyor!” deyişi de doğruluyordu. Şu kaybolan Çırak, Leonan’dan çok daha iyi biriyle karşılaştığına çok sevinmişti.
Yaptıkları yolculuğun bittiğini, iki gesintinin de aynı anda burunlarını aşağıya vererek alçalmaya başlamasından anlamıştı. Gittikleri yer her neresiyse oraya gelmiş olmalıydılar.
Lisef, yüksekten korkardı fakat bunu itiraf etmektense "Yüksekten korkmuyorum ama, yüksek bir yerdeyken yukarıya veya aşağıya bakmaktan korkuyorum." derdi hep. Bu komik açıklamayı yapmayı daha uygun bulurdu.
Gesintiyi sarmal bir şekilde saran rüzgar dalgasının yere değmesiyle birlikte haddinden biraz daha fazlaca uzamış olan çimenler yine sarmal bir şekilde eğilmeye başlamışlardı. Sonunda gesinti alçaldı, alçaldı, alçaldı ve tam olarak istenilen noktaya indi. Lisef yan tarafta Kamar’ın kendisinden bir kaç saniye sonra da olsa yere konduğunu gördüğüne sevindi. Sonra aklına geldi. “Kamar! Benim bir Gezdir’im vardı! Neden onu kullanmadık ki?” dediğinde, Kamar neşeli bir şekilde gülümsedi.
“Uzun yoldan eğlenmek varken, neden kısa yoldan sıkılalım ki?”
Bu cevap Lisef’i kesinlikle tatmin etmişti. Keyifle sırıtarak etrafına bir göz attı. Bir tepenin hemen yamacına inmişlerdi. Etraf yemyeşil çimenlere bezenmişti ve bu yeşillikle mükemmel bir uyum sağlayan toprak bir yol tepenin üzerine doğru kıvrıla kıvrıla uzanıyordu.
Fakat Lisef’in aklında hala cevaplanmamış bir soru vardı. “Kamar, neden buraya geldik?”
“Aman tanrım, bildiğini sanıyordum Lisef!”
“Ama bilmiyorum…”
Kamar yine az önceki neşeli yüz ifadesine büründü. Tüylü yüzü o kadar sevimliydi ki, bir an garip bir şekilde Lisef’in içinden, ona sarılmak geldi!
“Üzgünüm Lisef, sanırım eğlenceye o kadar dalmışım ki, sana açıklamayı unuttum. Ve biliyor musun, birilerini eğlendirmek, eğlenmekten daha eğlenceli bir şey…”
“Buraya geldik çünkü, bu tepenin üstünde Hızır yaşıyor!”