Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: silvana - 07 Eylül 2010, 16:55:56

Başlık: Vahşi Ateş
Gönderen: silvana - 07 Eylül 2010, 16:55:56
"Cehennem altlarında kaynadı ve deniz ağzını açıp onları yuttu. Tek bir tanesi bile kurtulamadı."

                                                                        Tarihçi Keşiş SEBEOS (Bagratunis). Yıllıklar. 


Giriş

İsa'dan Sonra VII. Yüzyıl. Dünya delirmiş bir kuklacının kontrolünü kaybettiği iplerinin ucunda. Emeviler İslam dinini yaymak adına bütün dünyaya karşı cihat ilan etmiş durumda. Başlarında ise zalimler zalimi gözünü saltanat hırsı bürümüş Muaviye var. Gözünü kırpmadan dev gibi bir donanmayı Akdeniz'e, mücahit bir orduyu Anadolu'ya salıyor. Balkanlar karışık. Gözlerinde her şeyi bildiğine dair bir ifade olan bir prens, hiç cesaret edilememiş olanı istiyor: Bizans'ı kendi topraklarında yenmek. Avrupa, Afrika çöllerinden aşıp gelmiş II.Emevi Ordusu'na çare arıyor. Çünkü İspanya'ya ayak basarken gemileri yaktılar. Çin şaşkınlık içinde. Dünyanın o güne dek gördüğü en büyük donanmaları daha Japonya'ya ulaşamadan büyülü bir tayfuna kurban gitti. Bir kelebeğin kanat çırpmasıyla oluşmuş bu fırtına, ikinci kanat çırpışında aradan 1278 sene geçmiş olacak. Ontario'da uzun beyaz, örgülü saçları olan, kösele suratlı bir Şef var. Meksikalı kuzenlerinden gelen barış maskesini inceliyor.

Kuklacı ince bir ipe uzanıyor. Bu onun en sevdiği ip. Elleri titremekte. Bulutların arasıdan Consthantinapolis'i görüyor. Ah, evet o deli kızın şehri.

                                                                      ***

1. İplerin Çekilişi
 
Haberci Smithis atını şaha kaldırarak son dönemeci arkasında bıraktı. Karanlık silueti taş döşeli Kral Yolu’nda kayboldu. Duyulan tek ses yorgunluktan ölmek üzere olan atın kişnemeleri ve toynak sesleriydi. İç şehrin büyük kapılarını hızla geçerken nöbet kulelerindeki bezgin gözler taşıdığı flamayı hemen tanıdı. Ne de herhangi bir piyade onu durdurup hesap sormaya çalıştı. O, yıldırım hızında saraya varması gereken bir uç sınır habercisi idi. Taşıdığı haberi bilseler az sonra saraya gerçek bir yıldırımın vuracağını da anlarlardı. Yine bu taşıdığı haber, nöbet tutarak hayatını çürüten saray muhafızları için, güzel günlerin artık geride kaldığı anlamına geliyordu. Güneş son ışıklarını Altın Boynuz Limanı’ndan çekip, Hayasophia Kilisesi’nin arkalarında kaybolurken Smithis saray merdivenlerine doğru koşmaya başladı. Arkada, durduktan sonra devrilen atını fark etmedi bile. Merdivenlerin önüne yerleştirilmiş havuzlu mermer fıskiyeyi tanrının bir lütfu olarak kabul edip, kafasını suya daldırdıktan sonra yoluna devam etti. Kendisini tanıyan bakışlara sahip mızraklı muhafızlar yolundan çekildi. Artık İmparator Constantine’in makamında sayılırdı. Boynunda çatlamak üzere olan damarlarına biraz daha kan sıçradı. Sütunların arasından geçerek loş koridorda ilerledi. Artık koşmuyor, sadece uzun hızlı adımlar atıyordu. Yankılanan borunun tiz sesini duydu. Muhtemelen gelişim haber veriliyor diye düşündükten sonra köşeyi döndü. Geniş fildişi kapılar kendisi için açılmıştı. Askerler göğüslerindeki büyük haça, mızraklarını çapraz tutmuş sessizce bekliyorlardı. Aziz Christhopher kabartmasının altından geçerek kırmızı halıya ayak bastı. Aynı anda borazanların kısa melodisi patlayınca ileriye kısa bir bakış attı. Otuz adım ileride, yedi ince basamak yukarı oturtulmuş altın Constantinapolis Tahtı yükseliyordu. İmparator ve İmparatoriçe tahtta görünüyor, hemen aşağılarında iki tarafa açılmış, içeri giren adamı meraklı gözlerle takip eden bir grup soylu bulunuyordu. Smithis’in eğitimli gözleri aradan hemen Büyücü Corinthean ve Ozan Smyra’yı da seçti. Ardından yaygaracının sesi salonu doldurdu: “Balkan Kartalları’nın Kardeşi Haberci Kızıl Smithis!” Islak kafası, yırtılmış yeşil pelerini ve yaralı dirsekleriyle öyle hiç de Kızıl Kartal ünvanı alacak birisine benzemeyen Smithis, daha az acıyan elini yumruk yaparak göğsüne götürdükten sonra, bu şekilde diz çökerek Yüce Constantine’ni ve eşi Lykia Ormanı’ndan periler kadar güzel Lotape’yi selamladığını ilan etti. Ardından da hiç beklemeden günlerdir hiç durmadan ata binme, katillerden kaçma, yer yer onları öldürme ve Gizli Geçitleri kullanma nedenini açıklamaya koyuldu. Sesi toktu ve ensesine dökülen ıslak kızıl saçları diken dikendi: “Bulgarlar geliyor! Phelipeli İzcilerimiz bütün bölgeyi dolaştı. Geri dönebilenler toplanan büyük bir Bulgar Ordusu’nu rapor ediyor. Anlatılana göre Asparuh Bulgar Krallığı’nı kurmak ve taç takıp Balkanlar’a hükmetmek istiyormuş. Savaşabilecek herkesi bizzat kendisinin orduya aldığına dair söylentiler var.” Derin bir nefes verdi. Kan basıncı düşmüş yüzü normal rengine dönmüştü. Ardından ekledi: “Efendim, ilk bilgi gelir gelmez hiç zaman harcamadan yola çıktım. Arkamdan daha çok haberin geleceğinden kuşkunuz olmasın, Kartallar izliyor!” Salon sessizdi. Kimse imparatordan önce tek bir kelime etmeyi göze alamazdı. Babasına karşı belki ama bu çocuk bambaşka bir muamma idi. İrileşen gözler, kırışan alınlar ve birkaç küçük el-kol jesti. Yağ lambalarını dolduran birkaç hizmetkarın adım sesi. Consthantine ayağa kalktı: “Layıkıyla hizmetini yerine getirdin oğlum, seni ödüllendireceğiz. Dinlendikten sonra görevine devam edebileceğini düşünüyoruz. Bundan böyle de Çift Başlı Kartal arması olsun yeleğinde. Hakkındır, artık gidebilirsin."

Kısa bir süre sonra salonda bulunan herkes dışarı çıkarılmış, imparator ve eşi yalnız kalmıştı. Ayakta öylece birbirlerine bakıyorlardı. Kandil ışığı ile aydınlanmış yüzleri, ifadesiz mermer heykellere benziyordu. Sessizliği Lotape bozdu: “Thessalonica..” Sesi taşa çarpan bir akarsu gibiydi. Consthantine araya girdi: “Bunu bana nasıl yapar. Onca şeyden sonra”. Hızla savurduğu kolu, kırmızı ipek elbisesinin altındaki zincir zırhı açığa çıkarmıştı. “Evet, bütün gücüyle Thessalonica’ya vuracak”. Elleriyle yüzünü avuçladı. O sırada kral ölmüş, yerine kalbinde acı ve elinde kırık bir kılıçla yola düşmüş on yedi yaşında bir çaresiz gelmişti. Şimdi imparatoriçenin yüzünde kederli bir ifade vardı. Siyah saçları yeşil elbisesinin bellerine dökülüyor bu da ona gerçek bir su perisi havası veriyordu. “Onun hayatını bağışlamak seni gerçek bir kral yaptı.” Consthantine’nin yüzünde küçük bir tebessüm belirdi: “Bir gün Lykia yolunda Asparuh bana demişti ki; korkaklar savaştan kaçarmış daha çok yaşayacaklarını sanarak, oysa hiç renk kalmazmış gözlerinde mızraklardan kaçmış olsalar da..” Tebessümü delice bir bakışa dönüşmüştü. Lotape: “Bu tam da Asparuh’a göre bir söz, ne yapmak niyetindesin?” İmparator derin bir nefes aldı: “Bilmiyorum canım, inan bilemiyorum. Güney denizi ve gündoğusu toprakları Araplarla kaynıyor. Onları nasıl durduracağımı bilmiyorum. Günbatısı topraklarında ise Asparuh bizi hançerlemek üzere. Ordu ikiye bölünecek gibi görünüyor.” Tahtına kaykılarak oturup sağ eliyle çenesini kavradı, bakışları dalgındı: “Generaller birazdan burada olur, Savaş Masası toplanacak. Araplarla ilgili de bazı kararlar alınacak. Bu gece uyumayız.” Kendini zorlayarak son tebessümünü de verdi: “Belki de babandan yardım alırız, hizmetimize bir demet yıldırım bağışlar.” “Çok komiksin aşkım.” Kadın gerçekten eğlenmişti: “Bazen gerçekten çok eğlenceli olabiliyorsun.” "Peki ya Asparuh için ne hissediyorsun?" İşte kralın asıl gelmek istediği nokta buydu. "Hiçbir şey, ve hiçbir şey de hissetmedim." Kadının rüyalara dalmış bakışları adamın gözlerini delip geçti. "Adil bir şekilde onu mağlup ettin ve kalbimi sen kazandın." "Peki ya Araplar Lykia'yı yağmalamaya kalkarsa?" İşte bu tam Consthantine diye düşündü kadın, öylece konuyu değiştirivermişti gene. "Halkım böyle bir şeyin olmasına izin vermeyecektir. Aslına bakarsan Araplar'ın onları asla bulamayacağını düşünüyorum. Ancak Likya'ya gidip ailem ile görüşme yapmak için izninizi istemem gerekecek."

 
2. Bir Mektup

Yaşasın Bizans! Çok yaşa asil ve muzaffer İmparator Consthantine.

Heliopolis Simyacısı Kallinikos, hizmetinizdedir.

Deryabiçen* geminize bineli altı hafta oldu. Yola çıkalı ise neredeyse bir yıl olacak. İşgal, ölüm ve acılarla geçen son üç yıldan sonra kendimi nihayet biraz olsun umutlu hissediyorum. Kaptan öğle saatlerine doğru Consthantinapolis’in görüneceğini söylüyor. Artık tehlike geçmiş çünkü Araplar buralara kadar gelemiyorlarmış, henüz. Anayurdumun uğradığı tecavüz ve yıkımdan sağ olarak kurtulan ender insanlardan biriyim. Güzeller güzeli Heliopolis kentinde şu anda o uğursuz yeşil sancakların dalgalandığını bilmek bana büyük bir acı veriyor. Bu kafir çöl fırtınası, önüne kattığı bütün halkları ezerek Azizler Azizi Consthantinapolis’in kapılarına kadar geldi. Burada son bir savaş verilecek. Ya Tanrının Krallığı sonsuza dek yok olup barbarların boyunduruğuna girecek, ya da bu yara burada kapatılıp dikilecek. Her bir hristiyanın kanının son damlasına kadar mücadele edeceğine inanıyorum. Sonucu ne olursa olsun ben bu savaşta şehit olmaya geldim. Tıpkı annem, babam ve sevgili eşim Phothini gibi. Belki o savaş bittikten sonra vadedilen cennetten Consthantinapolis’e baktığımda kiliselerimizi hala ayakta görürüm.

Buraya kadar gelmek hiç kolay olmadı. Her adımı kan ve gözyaşı doluydu. Ailemi öldürdükten sonra Araplar beni serbest bıraktı. Ustam bana aranan tüm soruların cevaplarının Alexandria Kütüphanesi’nde bulunabileceğini söylemişti. Benim sorum kendi sanatımı kullanarak Arapları nasıl durdurabileceğim idi. Birkaç yalan (Tanrı affetsin) beni hem Alexandria’ya giden bir müslüman ticaret gemisine, hem de o büyük kütüphaneden kalan kalıntıları inceleme izni almama yetti. Aylarca eski kütüphanenin avlusunda sadakalarla yaşayarak araştırmalarımı tamamladım. Müslüman görüntümün altında hiç durmadan Bana, Oğul ve Kutsal Ruh’a sessizce yakardım durdum. Neticede çorabımın içine diktiğim son altın parçasını kullanarak, Alexandria’dan iki direkli bir yelkenliyle tekrar kendi topraklarıma doğru yola çıktım. Beraberimde keşiflerimle ilgili notları taşıyarak, Heliopolis’e iki gün uzaklıkta bir dağda gizlenen hocam, sağdık kulunuz, Marco Argento’yu buldum. Yaptığımız deneyler kusursuz sonuçlar verdi. Arap ordusunu darmadağın edecek bir buluş yapmıştık. Bu planlar derhal Consthantinapolis’e ulaştırılmalıydı. Ne var ki Araplar ustamın gizli araştırma merkezini keşfetmişlerdi. Yapılan baskından ben sağ kurtulsam da sevgili ustam ve hizmetkarları vahşice katledildi. Ondan aldığım pırlanta kırıntıları Anadolu’ya yelken açan bir Arap gemisine binebilmemi sağladı. Yine yeşil sarığımı başıma dolamış, günde beş kere islami ritüelleri yerine getirmeye başlamıştım. Küçük mırıltılarımı işitebilseler intikam yeminlerimi de duyabilirlerdi. Üç hafta yol aldıktan sonra beş gemiden oluşan bir Bizans öncü grubunun saldırısına uğradık. Hristiyan kardeşlerim tarafından bir müslümanmış gibi öldürülme fikri cehennemde yanmaktan daha acı vericiydi. Ancak bu olmadı. Bizi rehin alan gemi gruptan ayrılarak, adına Iotape dedikleri bir Lykia liman kentine geldi. Burada kaderimizin belirlenmesi için kral ve kraliçenin huzuruna çıkarıldık. Diğerleri zindanlara atılırken ben ayrı tutuldum. Kraliçenin, içimdeki iyi hiristiyanı görmesi fazla zaman almadı. Takdir edersiniz kendisi, Delphi Kahin'i Demeter'in ikiz kardeşidir ve aynı yeteneklerin onda da olduğu söylenir. Kraliçe askerlerinize benim müslüman olmadığımı açıkladı. Askerler tek bir açıklama istemediler. Kraliçenin askerlerinize son sözleri, benim huzurunuza doğru çıktığım yolculuğun sona yaklaştığını müjdeliyordu :
“Kan, duman ve ateş. Bu adamı Büyük Efendi Consthantin’e götürün, hayır ya da şer.”

Sadık kulunuzun kısa geçmişi bu kadar. Arzuhalimin emsalsiz, haşmetli huzurunuzda vuku bulacak bir görüşme ile neticelenmesi en büyük hayalim. Yüce İsa'nın yardımı ile, siz yüce efendimizin önderliğinde, bütün Arapları yakarız. Aramızda yapılacak bu görüşmeyi ben zavallı kulunuza bahşetmeniz temennisi ile...

                                                     Heliopolis Simyacısı Kallinikos

 

Deryabiçen, Altınboynuz Limanı’na yaklaşırken martılar bu üç direkli yelkenliyi cırtlak çığlıklarıyla karşıladı. Kallinikos güvertede durmuş, telaşlı mürettebata aldırmadan yarımadaya kurulmuş şehrin surlarına bakıyordu. Kilometrelerce devam ediyor gibi görünen surlar Altınboynuz’un diplerine doğru ilerliyor, korulukların içinde gözden kayboluyordu. Yine bu korulukların içinde yer alan mimari şaheserler, geminin ilerleyişine göre yer yer görünüp sonra tekrar gözden kayboluyordu. Geniş kubbeli kiliseler, kireç kaplı kat kat binalar, değişik bölgelerde iç içe geçmiş, tuğladan evler genel manzaranın en göze batan nesneleriydi. Tabii bir de insanlar vardı. Surların üzerindeki nöbet yerlerinde gezinen askerler liman bölgesini on beş metre yukardan izleyebiliyordu. Yelkenli ve kürekli gemilerin durduğu iskelelerde telaşlı tüccarlar, paramparça elbiseli hamallar, şehir muhafızları ve daha kim bilir hangi amaçla ortalığı karıştıran sinsi eller, gizemli gözler ve uzun adımlarla koşuşturanlar vardı. Suya atlamış bir grup insan, gemiden hayvanları boşaltma faciasını toparlamaya çalışıyordu. Şu ana kadar bu mücadeleden keçiler galip çıkmış görünse de durumun değişmesi an meselesi gibiydi. Kallinikos gemisine baktı. Kaptan Syros serdümene talimatlar yağdırıyor, Subay Kronos ise ambardan eşyaların eksiksiz çıkarılmasını denetliyordu. Az sonra halat iskeleye atılırken kaptan, Kallinikos'un mektubunu İmparatorluk Sarayı'na iletilmek üzere teslim aldı. Kirli sakalını kaşıyarak kendisine tembihlenen handan çıkmaması gerektiğini, en geç bir hafta içinde cevap geleceğini de ekledikten sonra vedalaştılar. Kallinikos sırtında eşyalarını doldurduğu bir torba ve elinde birkaç isimden başka bilgi olmadığı halde, karmaşık bir mükemmelliğe sahip Consthantinapolis'e girdi.

Aynı anda İmparator Consthantine'in kahini Corinthian, heşmetbahlarına Bizans'ın kurtarıcısının bir müslüman olacağını söylemekte idi.

2. Kan, Duman ve Ateş
 
Lağım çukuru, zebani kırbacı ya da kancalı kafes. Seçmesi istenecek ölüm şekillerinden sadece üçü idi. Yakalandığı günden beri bunlardan yüzlercesini düşünmüştü. Elleri bağlı olsa da en azından yürüme özgürlüğüne sahipti. Diz çöktüğü köşeden ahşap duvara bir kafa daha attı. Kabuk bağlamış yara tekrar açıldı. Beyaz saçlarının arasından ince bir kan akıntısı çenesine doğru bir yol bulup yere damladı. Bir önemi olduğundan değil, karanlık hücre her gün biraz daha küçülüyordu. Baygın halde getirildiğinden içinde olduğu gemiyi hiç görememişti. Ancak oturduğu yerden beyninde resmini çizebiliyor, hangi ağaçtan yapıldığından tutun da ambarında ortalama kaç okka bulgur olduğunu dahi kestirebiliyordu. Yıllanmış derin bakışları kamaraları delip güverteyi teğet geçerek, pruva üzerinde kanatlarını geren bir martıya takıldı. Uzaklardan kopan yaygaranın tiz çığlıkları hücresine inerken pruvadaki tembelin yalnız olmadığını anladı. Bu gemilerin dilinden anlardı. Ne de olsa bir hafta öncesine kadar 1850 tanesine hükmeden bir Denizler Kaptanı idi. Öyle Emevi Aşireti'nden amca-oğlu bir şımarık değil, 14 yaşında halat bağlayarak işe başlamış bir deryalar ustası idi. Kör talih kendisine birazcık merhamet göstermiş olsa, bu gün Consthantinapolis’den halifeye altın yüklü kalyonlar gönderiyor olurdu. Bu düşünce delice kıkırdamasına neden oldu. Sesi ahşaba çarpan su ve gıcırtılara karıştı. Altın yüklü kalyonlar, Muaviye’nin diyeti ve kendi özgürlük senedi. Bu son görev tamamlanınca yerini bildirmemek üzere ortadan kaybolabilecekti. Önündeki su çanağına bir tekme attı. Bir muharebe kaybedilebilirdi, savaşın kendisini dahi tehlikeye atacak hataların da yapıldığı görülmüştü. Ancak böyle bir hezimet Urhai’de okuduğu hiçbir kitapta yoktu. Güneş daha öğleyi göstermeden bin gemisinin suda cehennem ateşiyle yakılışını seyretmişti. Bozguna uğramış kaçarlarken bir o kadarının daha vahşi ateşler içinde yok olduklarını duymuştu. Aynı gece bastıran amansız fırtına tıpkı üzerlerine çöken bir sihir gibiydi. İki gün süren ateş, su ve rüzgar büyülerinden sonra Propontis’den sağ salim çıkabilen bir avuç gemi kim bilir nerelere kaçmış, kendisi de belli ki üç beş tüysüz subayın esiri olmuştu.

Nasıl diye düşünürken gözlerini kapattı. Karanlık, ardında çakan bir parıltı ile önceki sabahı gözlerinin önüne getirdi. Sağ kanadı çeken uluçların ulucu Ebu Nawfal'ın köle gemisinden bozma yelkenlisi gözlerinin önündeydi. Nawfal, geminin pruvasında, elinde kılıcı, yüzünde tayfalara cesaret veren gülümsemesi ile, az sonra kopacak kıyamete doğru ilerledi. Bu Abbas'ın onu son görüşü olmuştu. Bir parıltı daha çaktı. Hücresinde gözleri seğiren Abbas tekrar hatırladı. Donanmanın sol kanadına kulak kesildiğinde, Nasri El Cezair'in tayfalarının haykırışlarını duydu. Bu dinsiz yağmacının kellesini ilk fırsatta uçuracaktı. "Ancak her şeyin bir zamanı var" diye mırıldanmıştı. Yeşil sancaklı yelkenli, çektiri, kadırga ve kalyonlar üç koldan Bizans hatlarına doğru ilerlediler. O anda aklındaki tek şey Hz. Muhammed'in Constantinapolis hakkında söyledikleri idi: “Konstantiniye muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden emir ne güzel emir; onu fetheden ordu ne güzel ordudur.” Kehanetin anahtarı şimdi onun ellerindeydi ve titredi. Odaklanmalıydı. Diyar-ı Rum'un çocukları yaman denizcilerdi. Ve de yüzyılların gücünü yelkenlerine rüzgar etmiş, son hız üzerilerine yaklaşıyorlardı. Çoğunluğunu, iki üçgen yelkene ve hızlı küreklere sahip kalyonların oluşturduğu Bizans Donanması, gemilerinin dizilişindeki düzen ile ilk göz dağını vermişti. Uzaktan, dev bir yarım daire şeklinde yaklaşıyorlardı. Kısa bir süre sonra deryabiçenler, kendilerinden beklendiği gibi mancınık atışına başladı. Deryabiçen sınıfı gemiler Bizans Donanması'nın bel kemiği idi. Baş bodoslamasından kıç dümenine kadar bin yılların denizcilik bilgisini, her arşınında görürdünüz. Arapların da sahip oldukları gemilerin pek çoğu, ya bu gemilerin taklidi, ya da yağma sonucu ele geçirilmiş deryabiçenlerdi. Her biri üç yüz adam taşıyan bu iki güverteli, iki direkli, kırk arşınlık gemiler, güvertelerindeki mancınıklar sayesinde, üç yüz arşın uzaktan düşmanını rahatlıkla vurabilirdi.  Abbas, bu baş belası gemi mancınıkları yüzünden vereceği kayıpları zaten hesaplamıştı. Güllerle beraber fıçıların da uçup geldiğini gördü. Havada süzülen fıçılardan yılanların düşmekte olduğu bu mesafeden anlaşılıyordu. Besbelli bunun yaratacağı panik, hesapladığından daha fazla kayıba neden olacaktı. Şimdi deryabiçenlerin pruvaları seçilebiliyordu. Bu pruvaların pek çoğuna, dev kalıplarda dökülüp hazırlanmış, tunç, bronz ve çelik hayvan başları tutturulmuştu. Ağızlarını açmış üstlerine doğru uçan aslan ve ejderha sürülerine baktı. Çöl kabilelerinden gelme denizcilerinin gözlerinde büyüyen korkuyu hissedebiliyordu. Görünen o ki Bizans, Emevi Donanması'nın sayısal üstünlüğünü iyi değerlendirip, bazı tedbirler almıştı. Bu, verilecek kayıbın daha da artması anlamına geliyor olabilirdi. Ancak altın yüklü kalyonları Muaviye'ye gönderdiği zaman, verdiği kayıpların hiç bir önemi kalmayacaktı.  Büyük bir sayısal üstünlük kuracakları gün gibi ortada iken, kendisi için ne yılan ve akrep dolu fıçıların, ne de dev ejderha başlarının bir önemi vardı. En iyi silahın bu mu ey Roma diye düşündü. Bu üstünlük nedeniyle iki gün boyunca keyifli savaş planları yapmıştı. "Vurun" demişti büyük kaptanlara, "Hızla vurun, önünüze katıp sürükleyin, arkanızda binlerce mücahit olacak." Öyle de yaptılar. Ok atışlarının başlayacağı mesafeye gelindiğinde Bizans'ın, kendisinden beklenmeyecek bir hata yapmış olduğu görüldü. Ön saflara barbar Croatlar'ın küçük çekitirilerinin son sürat çıkmakta olduğunu gören Abbas kehanete doğru uzandığını hissetti. Deryabiçenler birden hız kesip arka safta kalmıştı. Öne atılan Croat çektirilerinde de benzer aslan ve ejder kafaları güneşin altında parladı. Ve de her bir yaratığın önüne geleni yutacakmışçasına açtığı dev ağzının içinde, kandil ateşine benzer bir ateşin yanmakta olduğunu gördüler. Deryalar Kaptanı'nın keskin gözleri, uzaktaki bir gemiyi incelediğinde, ateşin arkasından, yaratığın genzine doğru uzanan irice bir metal boruyu da gördü. Boru, kuşkusuz birinci güvertenin içine girip kayboluyordu. Peki neden? Gemilerin, avaz avaz denizcilerin çığlıklarıyla beraber birbirlerine girdikleri o andan sonra, çevikliklerini kırbaç, dayanıklılıklarını ise ladin ağacının gücünden alan barbar gemileri, Emeviler'in saflarında kayboldular. Önce kayıplar verdiler. Kendilerinden büyük Müslüman gemilerinin altında kalıp ezildiler. Bazıları oklandı. Bazılarının ise güvertelerine çıkılıp, kelleler uçuruldu. Ancak kısa bir süre sonra hiç beklenmeyen bir şey oldu.
Sağdan soldan dumanlar yükselmeye başlamıştı. Bizans'ın zaman zaman ateş kullandığını biliyordu. Ancak sık sık gemiler kendilerini de yaktıkları için çok verimli bir yöntem değildi. Yılan, akrep, ejderha, arslan, ateş... Sırada ne var diye düşündü. Ejderler kanatlanıp da üstlerine mi uçacaktı? Üç Rum gemisi gördü. Aslan kafalı bu çektiriler kendisine fazla uzakta sayılmazlardı. Tabi aralarında hatırı sayılır bir koruma birliği mevcuttu ve kendisine ulaşmaları imkansız idi. Bir an sonra Abbas, aslanların ateş kusarak önlerindeki arap gemilerini alevler içinde bıraktığını gördü. Hayevanların ağızlarından fışkıran ateşler, ortalığı bir anda cehenneme çevirmişti. Hızla dönüp güverte boyunca koştu ve diğer tarafı kontrol etti. Gözleri, iskele tarafında ejder başlı bir başka çektirinin ağzından fışkıran alevleri ve iki geminin birbirine son sürat çarpmasını son anda yakaladı. Ejder ve aslanların kustuğu alevler havada hızla ilerliyor, önünde yakacağı bir gemi yoksa, ağırlaşıp suya düşüyordu. Abbas, ağzı bir karış açık bir vaziyette, suya düşen alevlerin yanmaya devam ettiğini seyretti. Dehşetten nefesi kesildi. Bir süre konuşamadı. Bu sırada deryabiçenlerin yaydan fırlamış birer ok gibi kanatlardan hucuma başladıklarını gördü. Bu tıpkı kartalların, çaresiz avlarının üzerine çullanması gibiydi. Dört bir yanından alevlerin yükselmesi fazla zaman almadı. Düşman çok hızlı ve etkiliydi. Durup savaşmıyor, hızla etrafta dolanıyorlardı. Arada kendini yanlışlıkla yakmış bazı Rum gemilerinin de cayır cayır yanarak batmakta olduklarını görebiliyordu. Ancak bu, kendilerinin ateşten bir çemberin içinde oldukları gerçeğini değiştirmedi. Su yanıyordu! El Cezair'in tayfalarından bir tanesini gördü. İki metrelik kara adam sırtındaki bir varil suyu güvertedeki alevlerin üzerine boca ettiği anda döktüğü su patladı. Suyu yakıyorlar! "Kum!" diye bağırdığını hatırlıyordu son anlarda. "Kum dökün! Kum yoksa tahıl, ambara koşun getirin!" Kimsenin kendisini dinlemediğini fark etti. Sonrası bir hülya. Hayal meyal. Mor dağlardaki ormanlar gibi yandılar. Öyle ki, eğer çok uzaklardan miskin bir tüccar gemisi geçiyor olsa, bu sabah ikinci defa şafak söktüğünü sanır, kıyametin yaklaştığını düşünürdü.

3. Kraliçenin Kaçışı

O gün Akdeniz üzerinde atacak olan birinci şafaktan önce, gece.
Consthantinapolis Sarayı.

-Corinthian!
Consthantine, bağıra bağıra merdivenleri tırmandı. Sarmal taş merdivenden büyücünün odasına çıktı. İçerideki şaşkın yaşlı adam, uykulu gözlerle kendisini karşıladı. Yaşlı adam, beyaz entarisi ve kafasındaki komik beyaz külahı ile, loş odada tıpkı bir bir hayalet gibi ilerleyerek mumları yaktı. Consthantine, gecenin bu vakti olmasına rağmen savaş kıyafetleri içindeydi. Corinthian, efendisinin sarayın içinde gece vakti zincir zırh ile dolaşmasının ne gibi bir sebebi olabileceğini düşündü. Savaş buraya mı gelmişti? İsyan mı çıkmıştı? Genç kralın yüzündeki hiddetin sebebi ne olabilirdi? Fazla düşünmesine gerek kalmadan Consthantin adamın yakasına yapıştı:
-Hainler! Hepiniz! Hepiniz hainsiniz!
Büyücüyü yatağa doğru savurup küçük odayı adımlamaya başladı. İhtiyar, gerçekten hain olduğuna hüküm verilmiş olsa, kellesini çoktan kaybetmiş olacağının farkındaydı. Yine de bu, çok korkmuş olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Titreyen yaşlı sesi ile kralına hitap etti:
-Yüce Efendim... Ben size bütün hayatımı adamış bir kulunuzum. Bana böyle hitap etmek yerine şuracıkta canımı alsanız, daha huzurlu ölürdüm.
-O fahişeye gitmemi sen salık verdin! Onu dinlememi sen söyledin!
-Ah yüce efendim bana kimden bahsettiklerini..?
-Delphi'deki kaltaktan, filozof bozuntusu!
Corinthian bunun kötü bir rüya olduğunu düşünmeye başladı. Constha, bir gece vakti, on beş yıl önceki bir olayın hesabını sormaya neden gelmişti? Ancak yaşlı adamın Hint Zehiri kadar kadar keskin bir zekası vardı. Biraz konuşursa güvenli bir çıkış yolu bulacağından emindi.
-Delphi'den dönüşünüz dün gibi aklımda efendim. Mağrur, güçlü ve kendinizden emindiniz. Görüşmenizi bana anlatmayı uygun bulmamıştınız. Aradığınız bütün yanıtları bulmuş olmanız şerefine bir hafta süren müsabakalar yapılmıştı.
-Aldatıldım! O kahini gidip o mağarada ellerimle boğacağım. Bana hayatımın aşkı ile ölene kadar mutlu olacağımı kehanet etti. Bilir misin Koca Corinth,  Lotape Likya'ya değil Thesalloniki'ye gitmiş! Asparuh ile bir olup barbar ordusunu güneye indirmişler! Bir haftadır Philippi ve Abdera yağmalanır imiş!

Haberin ağırlığı yaşlı adamı beyninden vurdu. Kraliçe, güneye gidip, ana vatanı olan Likya'nın güvende olduğunu kendi gözleri ile görmek istediğini söylemişti. Kendine ait bir birlikle yola çıkalı beş haftayı geçmişti. Şimdi Thesalloniki'de ortaya çıkmıştı öyle mi? Hem de Barbar Prens Asparuh ile? Vatana, krala ve kocaya ihanetin hepsine birden karşılık gelecek bir ceza var mıydı? Yıllardır olduğu gibi, şimdi de kralı sakinleştirip, aptalca bir karar almaması için ipleri eline almalıydı. "Kehanet, efendim" dedi mırıldanırmış gibi, "yanlış anlaşılmış olabilir." Constha yürümeyi kesip bir tabureyi yatağın önüne koydu. Papazın deyimiyle "batıl inançlarının kurbanı" olmasa, öldürme işine şuracıkta başlayabilirdi. Oturup gözlerini yaşlı adama dikti. "Ne demek şimdi bu?" Ah, evet kesinlikle batıl inançlarının kurbanıydı. Yılan gibi tıslamıştı, "Düzgün konuş yoksa Delphi kaltağından önce seni boğazlayacağım! Sen de kahin geçinirsin bilmez miyim?!"
-Efendimiz kuşkusuz kahinlerin kahini, Delphi Kahini Dorrien'in tam üç depremi önceden bildiğini ve tebanızı sayısız kere mutlak ölümden kurtardığını biliyordur. Onun engin görüşü pek çoğumuzun anlayışının ötesindedir. Onun sonsuz bilgeliğini sorgulamak yerine, gerçek aşkınızı sorgulamak belki kim bilir, daha doğru olabilirdi.
Son kelimeleri söylerken gözü kralının kemerindeki kılıca kaymıştı. Bu kesinlikle bir tören kılıcı değildi. Sade, basit ve işlevsel bir çelik. O an dikkatli olmaz ise ölebileceğini düşünmek istemedi. Karışık ve uzun kaşlarının arasına gizlenmiş kara gözlerini kralına dikip olabildiğince dikkatli bir şekilde devam etti:
-On dört yaşında neden yollara düştünüz?
-Attila'nın kılıcını bulmak için.
-Neden?
-Bizans'ın birliği...
-On sekizinize  geldiğinizde, kuzenleriniz tek tek kazalara kurban gittiler...
-Konuyu dolandırma!
-Neden?
-Bizans için!
-Neden yıllardır hiç gerekmediği halde, açları doyurup zalimleri cezalandırıyorsunuz?
-Bana sabaha kadar cevabını bildiğin soruları mı soracaksın be yaşlı keçi!
-Duymak isterim neden?
-Ülkenin huzuru için...
-Güneye inip kendinize eş aradınız. O barbarla inatlaşıp, doğru düzgün yüzünü bile görmediğiniz bir kız için kapıştınız...
-Ne demeye çalışıyorsun?
-Neden diye soruyorum. Kellenizi Likya Prensesi için neden tehlikeye attınız? Onu sevdiğiniz için mi? Oraya giderken onun varlığından bile haberdar değildiniz.
Consthantin kekeleyerek yanıtladı:
-Bizans ve Güneşin Doğduğu Toprakların birliği için.
Corinthean başını salladı. Genç adamın sağ omzunu tuttu ve kendinden emin bir tavırla:
-Görünen o ki genç efendimiz, hayattaki tek aşkınız yüce imparatorluğunuz. Size müjdelenmiş geleceği görebiliyor musunuz? Sizi hiç kimse yenemez.

Yaz aylarını hangi sarayda geçireceğine, bir keçinin bağırsaklarına baktırarak karar veren Constha, buna da inanacaktı. Tıpkı kuzgunlar kuzeye uçarken, asla savaşmamak gerektiğine inandığı gibi. Papaz, onun günahkar ruhuna ne kadar dua etse azdı. O, asla iflah olmazdı.




4.Gerçekler ve Hesaplaşma

Simyacı, küçük kulesinin en üst katındaki geniş çalışma odasının penceresinden Galata'yı seyrediyordu. Şehre ilk geldiği gün bu güzel kuleyi nasıl olup da fark edemediğini anlayamıyordu. Limanın tam karşısında şehri seyretmekte olan kule yorgun bakışlarla nöbetine devam ediyordu. Nöbetini tuttuğu şehir pek çoklarına göre ise dünyanın en önemli başkenti idi. İki büyük denizi birbirine bağlayan bir boğaza kurulmuş bu kent, büyük bir ticaret merkezi olduğu gibi, hristiyan dini için hayati bir öneme sahipti. Zira mevcut yapılanması ortodoks mezhebinin başkenti niteliğindeydi. Bunun yanında Büyük Roma İmparatorluğu'nun vasiyetini bütün sokaklarda görmek mümkündü. Bu vasiyetin sosyal boyutu yanında mimari ve kültürel yansımaları, her sokakta, her çeşmede, her meydanda ve binada hissediliyordu.

Şehrin duygusundan kendini soyutlayan adam, iç dünyasının amansız karmaşasına yöneldi. Bu öyle bir yangındı ki bütün hayatını yiyip bitirmekle kalmamış, çevresinde gelişen olaylar üzerinde de bir deprem etkisi yapmıştı. Bu depremden sağ kurtulan olmamış, gerçeklik bu adamın çevresinde eğilip bükülmüş tanınamaz bir hale gelmişti. Neyim ben diye düşündü Simyacı ilk olarak. Karşı kulelerden bir kuş sürüsü havalandı. Nasıl bir insan olduğu konusunda kendisi bile bir sonuca varamıyordu. Ailesinin ve eşinin gözlerinin önünde katledilişi gözünün önüne geldi. Onlar gerçek hiristiyanlardı. Kelime-i şahadet getirip din değiştirmeyi reddetmişlerdi. Kellenin kesilmesi sırası kendine gelince aman dileyip bağıra bağıra Allah'ın varlığını ve birliğini haykırmıştı. Kalleş . Bir kez hayatını kurtarmıştı ancak yaşadığı her bir saat ona işkence gibi gelmeye başlamıştı. Döndüğü her köşede sevgilisinin hayaletiyle karşılaşıyor, attığı her adımda annesinin hakaretlerini duyuyordu. Onlar cennetteki evlerinden bu kalleş kafiri lanetlemişler, sonsuza kadar yanacağını her gece rüyasına girerek haber vermişlerdi. Artık kurtuluşun tek bir yolu vardı. Bir şekilde intikam alınmalıydı. Kılınan bu namazların beyninde ördüğü ağlar bütün kafatasına yapışmıştı. İntikam ama nasıl? Tanrının cennetinde ailesiyle buluşmanın tek yolu buydu. O'nu reddetmenin bir amaca hizmet etmesi gerekiyordu. Bunun için her şeyi yapardı. Bu amaç onun Kutsal Seferi olacaktı. Bir süre sonra kendini bir ajan olarak görmeye başlamıştı, hatta bir Kutsal Kilise Savaşçısı. Bu suçluluk duygusunu hafifletiyor ve intikam ateşini körüklüyordu. Ama o namaz, hiç durup duraksamadan herkesin içinde Allah'a tapınma zorunluluğu işin en ağır kısmıydı. Buna üşendiğinden değil elbette, sadece duygusal olarak çok ağır olmasından. Kafasını yere her yasladığında babasının hayaleti sırtını hançerliyordu.

Bu duygularla iki kişilikli bir ucube gibi hissederek Marco Argento'nun gizli merkezine gitti. Hocası hala durup dinlenmeden günde on sekiz saat çalışarak maddeleri birbirine dönüştürmeye çalışıyordu. Kendisine sürekli üç çırak nöbetleşe yardım ediyordu. Kallinikos aylar sonra ilk defa burada bir salona taştan oyulmuş haçın altında İsa'ya yakardı. Gözlerinden akan her bir yaşı parmaklarıyla Meryem'in alnına sürdü. Marco anlayışla onu koruması altına aldı. Ancak fazla zaman geçmeden bu çaresiz adamı, acılarını dindirecek bir çare bulması amacıyla Alexandria'ya gönderdi. Marco'nun saklı konağına geri döndüğünde Kallinikos beraberinde nihai çözümü taşıdığını düşünüyordu. Bu güne değin eşi benzeri görülmemiş, sürü sürü askeri bir anda yok edecek çapta bir silah. Yaydığı ateşle her yeri ateşe salacak, yarattığı şokla düşmanın kaçmasını sağlayacaktı. Ne talaş, ne kum ne de su, bu şiddetini Kallinikos'un ruhsal bunalımından alan ateşi söndüremeyecekti. Hatta ve hatta bir adım öteye giderek suyun içinde dahi yanma özelliğine sahip olacaktı. Haftalarca deney yaptılar. Nafta, beyazat, sülfür, katran, yağ ve pirinadan oluşan bir karışım elde ettiler. Hepsinin çok hassas oranları vardı ve oluşan madde sıvı katı arası son derece yapışkan bir bileşimdi. Karada tutuşması için ateşe ihtiyaç vardı. Ancak işin en can alıcı yanı, maddenin suya değdiği anda hızla alev alması ve yayılmasıydı. Kısa bir süre sonra ikili artık Bizans ülkesine kaçma planları yapıyorlardı. Bu iki kutsal savaşçı, güneşin doğduğu topraklardaki son savaşta yer almak için can atıyordu. Ta ki o son geceye kadar. O gece Kallinikos'un beynine yayılan zehirli delilik Marco tarafından keşfedilmişti. Beraber son akşam yemeklerini yemişler, konağın kilise olarak kullanılan köşesinde işlerinin rast gitmesi için Kutsal Ruh'a dualar etmişlerdi. Ardından o gecelik ayrılmışlar, Usta sevgilisi ve çırağı Vertigos'un yanına giderken, Kallinikos karanlık bir köşeye çekilmiş seccadesinin üzerinde sessizce Allah'a yakarmaya başlamıştı. O şekilde ustasına yakalanmak için çok yanlış bir zamandı. Ertesi gün yola çıkmayı planlamışlardı. Ancak kendisi dizlerinin üzerinde, elinde tespih Marco ile göz göze geldiğinde hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını anlamıştı. İlk konuşan Kallinikos olmuştu: "Bu hiçbir şeyi değiştirmiyor". Gözleri büyümüş, içlerine garip bir delilik yerleşmişti, ekledi: "Bu işi ailem için bitireceğim, yoksa hayaletleri hep burada kalacak. Sonra da rahatça kendi tanrıma inanmaya devam edebilirim." "Sen ne tür bir manyaksın" demişti Marco korkuyla karışık bir şaşkınlık içinde "Günah çıkarıp dinlenmelisin Kallinikos!" "Bana Kallinikos deme, o öldü!" Masadan kaptığı şamdanı olanca gücüyle yaşlı adamın kafasına geçirdi. "Benim adım Hamid bin Hassasin." Sonra bir darbe daha "Anne bana ne yaptırdın, bak!" Ustasının dağılmış bedenini arkada bırakarak laboratuara koştu. Beyninde hayaletler kahkaha atıyorlardı: "Bu senin Kutsal Seferin, yapmak zorundaydın. Seni ele verecekti biliyorsun." Elleri titreyerek laboratuardan aldığı fıçıyı sırtlanarak odaya geri döndü. İşi bittiğinde arkasında alevler içinde bir malikane bırakmıştı. Gecenin karanlığında yukarılara kadar yükselen alevler etrafı aydınlatıyordu. Uyanan çıraklar çığlıklar atarak etrafta koşuşturuyor olmalıydı. Ancak bu ne sıradan bir yangındı, ne de havaya uçan laboratuar ve simya deposu üç adamın baş edebileceği türdendi.

O geceki deli bakışları onca zaman sonra hala simyacının gözlerindeydi. Artık kendisini tamamen Allah'a adamıştı. İçindeki Kutsal Kilise Savaşçısı Alexandria'da yok olmuştu. Kendisini ve ailesini kurtaracak tek yolun İslam olduğu aşikardı. Ancak onlarla Allah'ın cennetinde buluştuğunda yüzlerine bakabilmesi için intikamlarının alınması gerekmişti. Arapların cihat adı altında yaptıkları kıyım kendi din anlayışıyla bağdaşamazdı. Bunu Alexandria'da anlamıştı. Ayrıca ben Arap falan değilim ve bu vahşilerin durdurulması gerekiyor. Kur'an'ı okuyan herkes onun gücünü hissedecektir benim gibi, kılıçlara gerek yok. Ancak orada bir yerlerde gizlenen Kutsal Kilise Savaşçısı bazen ortaya çıkıp kendisini rahatsız ediyordu. Sen Tanrının Yolu'ndan çıkmış bir katilsin! Eline bulaşmış o kanlarla kimsenin cennetinde yerin yok! Kılıcını çeken şövalye Hamid'in üzerine atıldı. Uzun eğri pala, iki elli Hispanyol çeliği ile çarpıştı. Kıvılcımlar saçıldı. Tek bağışlayıcı Allah'tır. Onların mezarlarında rahat etmeleri gerekiyordu. Bunu onlar istedi! "Biz hiçbir şey istemedik." Konuşan annesiydi, ağlıyordu "Biz sana sadece gerçekleri söyledik, bize ihanet ettin, bizimle ölmen gerekiyordu, bizi kullanarak kendine yeni bir hayat kurdun. Sadece bu yaşlı adamın değil hepimizin katilisin!" Şimdi etrafını çevirmişlerdi. Marco Argento, babası Phelipe, eşi Photini, annesi Kryamos ve Şövalye Kallinikos. Hiçbir şey istemediniz mi?! Her gün intikam intikam diye inlediniz! Kurtar bizi sıkıştık kaldık burada dediniz! Şimdi karşıma geçmiş masum numarası yaparsınız! İntikamınızı aldım, ne olur gidin artık! Gidin! "Bu iş öyle kolay değil kanı bozuk." konuşan şövalye idi: "Yaptıklarının cezasını çekeceksin!" İki kılıç tekrar çarpıştı. Ancak Hamid'in gardının düşmesi fazla zaman almayacaktı. Şövalye delirmiş adamın karnından kılıcını geri çekerken onu ayağıyla yere yuvarladı. "Kutsal Sefer bitti." Simyacının ölmeden önce gördüğü son şey ötekilerin bir ışık tarafından alınıp götürüldükleri idi. Daha sonra odaya girecek çırak ise ustasının intihar etmiş olduğunu görecekti. Uzun bir Helliopolis Hançeri, kabzayı tutan el, dudağın kenarından süzülmüş kan ve donmuş bakışlar.

SON