Önsöz
Kahkahası, delirmiş bir Tanrının zevk çığlıklarını andırıyordu. Tiz, yankılı ve keskin bir kahkaha. Kör düşmanını acımadan katletmişti. Kalbini yerinden söküp küçümser bir edayla inceledi.
“Tanrıymış!”
Dudaklarını kıvırarak söylediği sözcük, rüzgarın cılız sesini bastırarak kısa bir süre hüküm sürdü. Arkasında kırmızı çizgiler eşliğinde sonsuz bulutun içine bırakılan kalp hala canlı görünüyordu...
Giriş
(http://panther.is3.okcimg.com/users/116/378/11737875921573918356/mt628405726.jpg)
Ateş yakmak için el ve ayaklarının da yardımıyla, yerde çatırdayan dallar, kurumuş kabuklar ve alevi kızdırmak için geniş yaprakları olan bir ağaç dalı arıyordu. Ateşi ısınmak için yakacaktı, zira etrafın aydınlatılmasına ihtiyacı yoktu. Homurdanan gökyüzü çok geçmeden yeryüzüne öfkesini kusacaktı. Hızlı hareket edip mağaraya dönmeliydi. Şans Tanrıçası Riksus’a dua ediyordu ki, yağmur başlayınca duasını yarıda kesip bağırarak küfür etti. Gökyüzü kahkahayı andıran bir gümbürtüyle karşılık verdi. Fırtına şiddetlenmişti, yılın bu zamanında bu hiç de adil değildi. Belli ki Şans Tanrıçası iltifatları kabul etmişti. Yere çakılan yıldırımı göremese de ensesindeki rahatsız edici his yakınına düştüğünü müjdeledi. Saçları dikilmişti. Kardeşi kahkaha atıyor,
“Çok yakıştı ama, bu şekli bir ara denemelisin” diyerek eğlendiğini belli ediyordu.
Kardeşini göremiyor, fakat onun uzun boylu ve gece mavisi ten rengine sahip çekici bir kadın olduğunu biliyordu. Son zamanlarda yeryüzüne inmek gibi rahatsız edici huylar edinmişti.
“Ne var Syliza, sana değil de Şans Tanrıçasına dua etmem hoşuna gitmedi mi?” demişti kör adam.
Kulakları “Babamızı kızdırıyorsun, yaşamaya kör olarak devam etmek zorunda değil-”
cümlesini dinliyordu.
Ağzı itiraz edercesine lafa karışıp “Buna siz karar veremezsiniz, beni rahat bırakın” diyerek sözünü kesti mavi renkli kadının.
“Bu son uyarıydı kardeşim, ya Tanrı gibi yaşar ya da kör, sefil, yaşlı bir adam olarak buralarda sürünürsün” dedi kadın.
Kardeşinin etrafına tiksintiyle baktığını neredeyse görebiliyordu kör adam. Hırçın rüzgar sesini bastıran ani bir çatırdama, Şimşek Tanrıçası’nın gökyüzüne geri döndüğünü haber etti. Kör adam yağmurdan ıslanmış saçını düzeltip göz bandını çıkardı.
“Tanrıymış! Ben Tanrı değilim.” diye homurdandı kendine.
Duruşunu dikleştirdi ve aniden ortadan kayboldu. Gözleri kör edecek kadar parlak ama etrafına ışık saçmayan, tüm renklerin karışımı beyaz ışık adamın biraz önce doldurduğu boşlukta bir süre asılı kaldı...
Bölüm I
“Köleleri getirin!”
Ses, duyan herkesi yerine çivilemiş, emri anlayıp uygulamak isteyen hizmetkarlar ancak belirli bir süre sonra kendilerine gelip itaat edebilmişlerdi.
“Çabuk olun”
Sesini zorlanmadan çıkarıyor, fakat ürkütücü motiflere sahip, kanlı desenlerden oluşan katliam salonunu titretiyordu. Duvarlardan akan insan parçaları yavaş yavaş yerde birikmiş kemiklere kavuşarak sağlıklı bir insanın aklını yitirmesine neden olacak manzaralara yol açıyordu. Tavandan sarkan insan bağırsakları dekoru tamamlıyordu. Köleler arasında iki insan kadın, üç küçük çocuk ve altısı da hafif yaralı gözüken adamlar vardı. Ürkütücü sesin sahibi ayağa kalkıp, hızlı adımlarla kölelere yaklaşıyor, kadınlardan biri dışında tüm köleler umutsuzluğa kapılıyor, yere eğilip elleriyle başlarını korumaya çalışıyorlardı. Derken altı köle adam da titreyerek yerden yükseliyordu. Elleri, ayakları ve başları yer çekimine direnemiyor fakat bedenleri, göğüs kafesleri güçlü bir el tarafından yukarı çekiliyormuşçasına havada asılı kalıyordu. Ürkütücü adam yaklaştıkça çatırdayan kemikler, göğüs kafesleri yukarıda olan köle adamların boyunlarının kırıldığını söylüyordu. Aniden etrafa kanlar saçıldı ve adamlar, gözleri faltaşı gibi açılmış kadının ve küçük çocukların çığlıkları arasında yere düştüler. Bu dehşet verici andan geriye, havada asılı altı kalp kalmıştı. Görünürde adam adım atmaktan başka hiçbir şey yapmamıştı, ne elini kaldırmış ne de bir mekanizma kurmuştu. Ama kalan kölelerin, bu katliamın sahibinin başkası olabileceğine dair herhangi bir şüphesi yoktu, oldukları yerde kalakalmışlardı. Siyahlar giyinmiş adam son adımlarını da atarak iki kadının karşısında durup onları baştan aşağı süzdü. Aniden gülümseyerek, ona bakan herkese, olunabilecek en sempatik insan şeklinde gözüktü. Ellerini iki yana açarak kalın ve gür bir sesle,
“Hoşgeldiniz Sarayıma, ben Kral Zydar” dedi.
İsmini söylerken keyif aldığını belli ediyordu. Gözleri mor ve kırmızı arasında gidip geliyordu. Gözbebekleri yoktu. Vücudunu örten ince pelerin gecenin kendisi kadar siyahtı. Konuşurken alnında anlaşılmayan imgeler bir beliriyor bir kayboluyordu. Korkunç görünümünü geri kazanarak,
“Dostlarını benimle tanıştırmayacak mısın Nylizar? Bu şerefi neye borçluyum?” dedi.
Sesi samimiyetten yoksun, alaycıydı. Ayakta duran ve olan bitene tepki vermeyen kadın konuştu.
“Yanımda duran Şans Tanrıçası Riksus ve yanındakilerde onun çocukları olan yarı tanrılar. Öldürdüklerin ise insan kocaları, idi.”
(http://th01.deviantart.com/fs16/300W/i/2007/223/a/3/Dread_Lord_by_JamesHall2.jpg)
Zydar kahkaha attı. Kral’ın kahkahasını desteklercesine salondaki Dehşet Lordlarından kaba çığlıklar yükseldi. Riksus ve çocukları kulaklarını kapatmak zorunda kaldı. Nylizar da ise bir değişiklik yoktu, yüzü ifadesizdi. Ölen insanlara üzülmüştü belki ama Dehşet Lordlarını özellikle de Kral’ı görecek kadar yakına gelmiş bir insanın yaşaması zaten olanaksız olduğundan durumu kabullenmiş olmalıydı. Kral konuşmaya isteksiz görünüyordu, ama bir açıklama borçluymuş havasına bürünerek Riksus’a dönüp sözlerine devam etti.
“Eh insanlar idi sonuçta değil mi Riksus, senin insanlarla ne işin olabilir?”
Son sözcükleri öfkeyle söylemişti. Riksus’un burnundan ve kulaklarından kanlar fışkırdı. Zydar elini kaldırıp, parmağını küçük çocuklara doğrulttu. Nylizar el ile çocukların arasına girerek,
“Yapma, senden daha şerefli bir el ile ölmeyi hakediyorlar” dedi.
Çocukların yanına gidip onlara son kez sarılarak üçünü de aniden küle çevirdi. Zydar durumdan memnun kalmıştı. Riksus konuşmaya cesaret edemiyor, bir Tanrıça olmasına rağmen burnundan ve kulaklarından gelen kana anlam veremiyordu. Aklını okumuşcasına Zydar söze başladı.
“Geri dön Riksus, geri dön ve sefil Tanrılara Kral Zydar’ın geldiğini söyle! İnanmayanlara, narin boynuna akan, ölümlülerin yaşam sıvısını gösterirsin. Kanına bulanmış titrek dudaklarını oynatabilirsen tabii! ”
Kötücül kahkahayı son kez dinleyen Riksus bembeyaz kesilmişti. Ayakta güçlükle duran Tanrıça, Nylizar tarafından insan ırkının olduğu gezegene yollandı.
“Riksus bugün şanslı gününde değil anlaşılan” diye gürlüyordu Kral.
Aniden Nylizar’a dönerek “Sen de en az benim kadar kötülük içinde yüzüyorsun Nylizar. Karanlığın tohumlarını ekecek yeni bir varisimiz olmalı, ne dersin? ”
Nylizar konuşmamayı tercih etti. Günışığı girmeyen salonda rahatsız edici bir hava vardı. Daha önce hiç görmediği, orantısız vücutları olan iblisler yerdeki altı adamın cesedini yemekle meşguldü. Bu tiksindirici görüntü karşısında midesi bulandıysa da bir şey belli etmedi. Zydar’ın tahtına baktı, tahtın arkasındaki büyük küreye doğru kayan altı ruh dikkatini çekmişti.