Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: Madam Vio - 29 Aralık 2010, 16:57:48

Başlık: Hortlak Prenses
Gönderen: Madam Vio - 29 Aralık 2010, 16:57:48
HORTLAK PRENSES

Bölüm Bir: Dertli Peder
   

   Sarayın parlak ve göz alıcı zemininde çıplak ayaklarla gezinirken, bir prensesin sürekli giymek zorunda olduğu o abartılı topukluların rahatsız edici çınlamasını duvarlar arasında yankı bulurken işitmemek, gerçekten de hoş bir duyguydu. Peşinde birilerinin koşuşturup durduğunu hissetmemek de öyle... Çünkü küçük bir dükkana girdiğinizde "Size nasıl yardımcı olabilirim?" sorusuna "Sadece bakıyorum..." diye cevap vermenize karşın hala arkanızda dolaşarak sizi takip etmekte olan dükkan görevlilerinden dolayı yaşadığınız aynı bıkkınlık ve bunalma hissini veriyordu bu sadık hizmetliler bana, her saniye vereceğim emirleri hazır olda beklerken. Üstelik kendimi baskı altında da hissediyordum. Sürekli hareketlerine dikkat etmesi gereken, bir nezaket budalası gibi...

   Belki de, sadece, bu cafcaflı saraydan ayrılmak o kadar da kötü olmayabilirdi.

   İhtişamlı ve son derece şatafatlı balo geceleri, ukalaların ve hayat felsefesi "Zeka seviyemi en aza indirgedim, beynim yok ama mutluyum."dan ibaret olan züppelerin davetli listesinde en başta yerini aldığı büyük yemekler, kokteyller, ziyafetler...

   Belki de bunların hiçbirini istesem de bulamayacağım, sade bir yaşama ihtiyacım vardı, kim bilir?

   "Pekala prenses, sizce de bugün her zamankinden de fazla dinlenmiş olmanız gerekmez mi? Niye sizi sabahın bu saatinde sarayda başıboş gezinirken buluyorum?"

   Geçiştirmek ister gibi (ki kesinlikle istiyordum) kafa sallayarak "Tabi ya... Haklısın."
dedim. "Heyecandan uyku tutmayınca biraz dolanmak istemiştim ama senin buna bile karışacağını tahmin edemedim. Özürdilerim!"

   Şaşkınlıkla açılan gözleri bir anda alevlendi.

   "Prenses! Bu söz sizin on sekiz yıllık saray dadınıza söylemek için seçtiğiniz ne kadar da kaba bir söz! Uslubunuzu hemen değiştirmelisiniz yoksa beni Ahlak ve Konuşma derslerinizi tekrarlamanızı istemek için babanızla konuşmak zorunda bırakmış olacaksınız..."

   "Bla bla bla. Kötülük krallığı prensesinin dadısıyla düzgün konuşmasını kim bekleyebilir ki? Herneyse. Gidip yatacağım. Belki o zaman susarsın."

   Homurdanır gibi anlaşılmaz birşeyler söyledi ve -yatağa döneceğimi ümit ederek- "Fevkinde geçen sabahlar olsun prenses!" dedikten sonra yarı kızgın bir tavırla dönüp gitti. O gider gitmez odama geri dönmeye karar verdim ve uzun bir süre için akşamın, penceremin ardındaki kara toprağı kucaklayış gösterisini seyre daldım.

   Gizemli mor rengiyle beraber gece daha da korkutucu bir duruşa soyunmuştu. Ve sanki yağmur durmadan yağdığı halde hiçbir yeri ıslatmıyormuş gibi sessizce bırakıyordu ılık taneciklerini kara ağaçların dallarına... İşte yağmuru sevmememin bir nedeni de buydu. Hiçlikle boğuşur gibi ölü görünen herşey sessizken, sadece o ürpertici sesler canlı kalıyordu. Uzaktan gelen uğuldamalar, anlaşılmaz iniltiler... Belki de bir kısmı benim özgün hayalgücümün gerçekçi eserleri. Ancak kim bilir, hala paslı bir salıncağın gıcırdamasını andıran sürekli bir ses çalınıyor kulağıma. Ben burada; kendi düşüncelerimle başbaşa aklımın istenmeyen yönlere kaymasını ve gözlerime ulaşabildiğinin ötesini görmeyi yasaklamışken bile sert rüzgarın esintisine eşlik eden ağaçların narin dansı başka aleme, bu fısıldaşan ağaçların dallarına tüneyen yırtıcı kuşların keskin çığlıkları bir başka aleme aitmiş gibi geliyor. Bütün bu tezatlıkları anlamdırmaya ve bu garip, bir o kadar da esrarengiz dünyaya bir ad bilemeye uğraş verirken pek de uyumaya çalıştığım söylenemezdi. Zaten Pola ile Yodym gelene kadar da uyumayı planlamıyordum ve onlar, tam da geleceklerinden ümidi kestiğim bir anda odamın kapısında belirdiler.

   Pola ahşap kapıyı ardına kadar açtığı ve çoktan odaya girdiği halde kapıyı tıklattı, Yodym'i de sertçe itekledikten sonra yatağımın süslü tülünü çekiştirerek başucuma kadar ilerledi.

   "Dahiyane planımızı duymak için sabırsızlanıyorsundur prenses. Bu nedenle çabucak anlatmaya başlayacağım..."

   Yodym bön ifademi sezince gözlerini devirdi. "Sabırsızlanmıyorsan bile neden biraz heyecanlı görünmeye çalışmıyorsun? Böylece bizi şu tehlikeli ve bir o kadar da ‘abuk’ malumatı yerine getirmek için heveslendirmiş olurdun."

   Pola da sarı saçlarını savurarak onaylayan bir bakış attı ve "Doğru." diyerek yeniden söze girdi. "Bunu ne de olsa senin için yapıyoruz."

   "Pekala, şu evlilik olayının babamın kendi menfaatleri doğrultusunda gerçekleştirdiği bir zımbırtı olduğunu biliyoruz. Yani pek de küçük kızını düşündüğü söylenemez… Fakat Cycel-on ve Belrune krallıkları arasında bir barış anlaşması niteliği taşıyan bu evlilikten kaçmak sizce de bir 'son dakika' kazığı olarak abartılı bir kötülük sayılmaz mı?"

   Yodym kafasını sallayarak yine o ukala tavrını takınmıştı. "Elbette düğün bozulacak ve baban çok kızacaktır, fakat (en azından krallığı genişletme derdinde olan pederin dışında) hiçbirimiz iyilik ucubeleriyle barışmayı ve senin onların baş soytarısı Rolen ile evlenmeni istemeyiz. Eğer baban sadece konseyin kararıyla anlaşma imzalamakta bu kadar kararlıysa, bırak da bunu başarabileceği başka bir yol bulsun."

   Yüzümde gayri-ihtiyari bir tebessüm belirdi. "Hem bu kadar fena olmayı hem de herkese kocaman bir iyilik yapıyormuş gibi görünmeyi nasıl beceriyorsun?"

   "Ah bu yetimi babamdan almışım..."

   Yodym korkumu ve endişemi almak için bana bir iyilik ucubesiymişim gibi gülümsedi. "Seni öldürmeyen herşey seni daha güçlü yapar değil mi? Bugün bunu yapmayı göze alırsan, yarın sana ne kadar kızarlarsa kızsınlar inandığın şey adına hareket etmiş olacaksın... Ve gerisinin önemli olmadığını iyi biliyorsun."

   Sonra o gönül çelen, çarpıcı bakışlarıyla bana bir mesaj vermek ister gibi ikinci kez gülümsedi. Fazlasıyla yakışıklıydı, ve Pola'dan çok daha cazibeli. Konuşmasa bile sözlerinin yerini alan hareketleri işliyordu beynime. Bir şekilde yine zihnimi kontrol eder gibi istediği düşünceleri aklıma sokuyordu.

   Hafifçe kafamı salladım. "Peki... Saat iyice geç olmadan biraz olsun uyumalıyım. Zaten onları düğünü karanlık çöktüğü vakit başlatmaya zor ikna ettik, bir de bu süre zarfında uyurgezer gibi dolanırsam eminim ki azarlanmayı hak etmiş o-”

   Hey! Ben kendi düğünümden kaçmıyor muydum? Uykulu olduğum için azar işitmekten korkmam ne kadar da akıllıca!
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: Raisor - 29 Aralık 2010, 19:31:28
Sağlam bir temelle konuya girmişsin. Son zamanlarda gördüğüm en etkileyici hikayelerden bir tanesiydi. Hikayenin devamını sabırsızlıkla bekleyeceğim.
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: Madam Vio - 29 Aralık 2010, 21:39:53
İnanmıyorum başımıza taş yağacak!

İlk kez olarak sözlü taciz, haneye tecavüz, silahla tehdit ya da psikolojik baskı gibi herhangi bir zorlama olmadan yaptığın bir yorumun olumlu olduğunu görüyorum. Demek ki hikaye düşündüğümden daha iyi olmuş. Çok sevindiğimi belirteyim. ^^
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: Malkavian - 30 Aralık 2010, 12:16:55
Prensesler hakkında milyonlarca konu işlenmiş olmasına rağmen Kurgu İskelesi'ne açılan bu konunun sıradışı olacağını hissediyor ve bu konuda heyecan duyuyorum. Genelde diyalog ve düşünce ağırlıklı bu yazıyı başlangıç olarak değerlendirirsek beğendim. Temeli iyi gibi. Asıl soru temelin üzerine ne inşaa edileceği. Bu yüzden daha detaylı bir yorum için gelişme bölümünün ilk paragrafını sabırsızlıkla bekliyor olacağım.
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: magicalbronze - 30 Aralık 2010, 12:55:23
Olayın asıl başlangıcı, yani kurgunun temelini attığın bu girişten sonra, başlıkla paraler gidecek diye düşündüğüm konunun nereye varacağını merak ediyorum.

Yazım tarzının sürükleyici ve düşünce ile konuşma sürelerinin eş zamanı olması nedeniyle çabucak okunuyor. Yeni bölümü bekliyorum merakla.
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: Raisor - 30 Aralık 2010, 15:09:09
İnanmıyorum başımıza taş yağacak!

İlk kez olarak sözlü taciz, haneye tecavüz, silahla tehdit ya da psikolojik baskı gibi herhangi bir zorlama olmadan yaptığın bir yorumun olumlu olduğunu görüyorum. Demek ki hikaye düşündüğümden daha iyi olmuş. Çok sevindiğimi belirtmeliyim burnich roland! Yarın ders zili çalmış olsa bile kantine gitme isteğini yerine getireceğimi bilmelisin!

Çok uzun bir süredir bu kadar sürükleyici bir hikaye yayımlamadın ve işin doğrusu bu hikayeyi okuduktan sonra 'Hadi ama dostum, SoulSucker'dan daha fazla laf işitemezsin! Madem beğendin o söylemeden bir yorum yap!' şeklinde düşündüm.
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: edi - 01 Ocak 2011, 14:55:12
Harika.
Çok beğendim.
Ellerine sağlık.
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: Madam Vio - 01 Ocak 2011, 22:38:34

Bölüm İki: Birinci Bölümden Sonraki Bölüm


   Siyah saçlarımı savurarak salonun albenili mumluklar ve tavana kadar yükselen iri, nahoş heykellerle dolu olan diğer kısmına doğru meyil alarak bağırdım. "Neden benim için işleri kolaylaştırıp melekler konseyini masamızın tam karşısına almıyorsun? Böylece ciddiyet dolu, sindirici bakışları ardındaki gerilimi daha yakınımızda hissedebiliriz..."

   Ben, hala olacakların etkisine girememiş bir halde ortalıkta dolanırken dadım çıldırma rolünü benim yerime üstlenmiş gibi görünüyordu ki tören ile ilgili abartılamayacak kadar küçük detayları böylesine ciddiye alıp kendi yarattığı sorunların altında ezilmekten kendini alıkoyamıyordu.

   "Lütfen susunuz prenses! Lütfen! Çığlık atmamak için kendimi zorladığımın farkına varmalısınız artık. Bakınız, hala saçınızı yapmaya başlamamışlar. Eğer düğününüzün efsanelerde kusursuz bir evlilik töreni olarak yer etmesini istiyorsanız hemen şu siyah makyajı çıkarınız ve bırakınız da saray hizmetlileri işini yapsın..."

   Dudak büktüm ve neden sonra çakalca sırıtmanın da ötesinde bir harekette bulundum. "Bunlar bir prensese söylenecek ne kadar da kaba sözler böyle. Bir saray dadısına hiç de yakışmıyor."

   Dadı Lizae şımarıklığıma ses çıkarmadan -yine- işine devam etmek zorunda kaldı. Kahverengi ahşap sandığın içinde her ne arıyorsa bu onu yeterince meşgul ediyordu zaten.

   Ben hala ortalıklarda gezinmeyi planlamaktaydım doğrusu. Birkaç dakikalığına görülecek bir makyaj ve saç için çabalamak ne zaman kaybı! Ancak Sridia çıka geldiğinde ve ona direnmek için ayrı bir çaba harcayacak kadar enerjik hissetmiyordum kendimi. O kadar ki, uzun saçlarımı bir kalıba sokmayı denemeden önce özenle yaptığım siyah ve mor tonlarındaki makyajımı silmesine bile izin verdim.

   Açık eflatun rengindeki orhlene çiçeğinden yapılma ruju zarif bir hareketle dudağıma sürdü ve aynı parlaklıktaki bir başka boyayı kullanarak göz kapağıma da renk verdi. Bu uğraş -bir yandan etraftaki hizmetlilere emirler yağdıran, bir yandan da saçımı toparlamaya çalışan Sridia için bir işkenceye dönüşmeden- dadımın sandıktan bulup çıkarttığı parlak tokayı dağınık saçlarıma iliştirmesiyle son buldu.

   Beni, saçımı ve tamamlanan makyajımı görebilmem için aynanın önüne kadar sürükledi Sridia. Belimi nefes almamı güçleştirecek kadar sıkan dar korse ve bu korseyle farklı bir birliktelik sağlayan kabarık siyah tülün yarattığı melankolik, karamsar hava, anneme olan benzerliğimi gölge altında bırakmaya yetmemişti yine. Onunkine benzeyen çocuksu hatlarım aynı tanıdık simayı aydınlatıyordu yüzümde. Açık yeşil gözler, dolgun dudaklar... Onun anısını daha iyi yaşatabilmenin yegane yoluydu belki de bu benzerlik.

   "Hadi bakalım..." dedi sandalyemi benim için hafifçe geriye çekerken. "Herkes dışarıda seni bekliyor, ve bildiğin üzere soylular bekletmeye gelmez."

   Yavaş ancak emin adımlarla büyük kapıdan dışarıya çıktım ve tedirginlik yaratan usul gecenin karanlığını kucakladım. İnsanların sıra halinde dizildiği geniş çimenlik alana çöken bu karanlık düşündüğümün aksine insanlara huzursuzluk vermekten çok uzaktı. Zaten zifiri karanlığın olduğu da söylenemezdi bu titreyen ışık demetlerinin altında. Çünkü siyah gövdeli yapraksız ağaçların dallarına camlar içinde mumlar asılmıştı ve yüksek tepeye oturtulmuş düz, üzerinde Cycel-on'un bayrakları bulunan masalar böyle aydınlatılmaya çalışılmıştı. Belli ki babam krallıkları birleştirirken bile kendi ülkesini ön plana çıkartmaktan geri duramamıştı. Yine, kötülük krallığının şövalyeleri düğün alanının dört bir yanına dünyayı çevreleyen gezegenler misali hiç de hiyerarşik sayılmayan bir düzen içerisinde saçılmışken Belrune'dan gelen soylular ve asiller beraberlerinde hiçbir şövalye ya da asker getirmeyi gerek görmemişlerdi...
   
   Gözlerini bana diken kalabalığa doğru babamın eşliğinde ilerlerken, prens Rolen yaklaştı ve beni alıp yüksekte kalan masaların en büyüğüne oturttu.

   O an zihnimi bulandıran ilk düşünce asalet ve üstünlüğün can bulmuş şekli gibi görünen melekler olarak tanımlayabileceğim hiç bir siluetin görünürde belirmemiş olmasıydı. Böylece ilahi varlıklarına karşı duyduğum merakım bir kez daha kabarmıştı. Oysa ben, mağruz kalacağım hoşnutsuzluğa karşı hazırlıklı olmak için yargılayıcı ve şüphe dolu bakışlarla ne yapacağımdan haberdar olduklarını tavırları ile belli eden bir melekler konseyi profili çizmiştim kendime.

   "Sorun ne prensesim? Neden ümitsizliğe kapıldınız?"

   İrkilip kendime gelmemle birlikte ifademin az önceye kadar nasıl bir hal almış olduğu konusunda şüpheye düştüm ancak şaşkınlığımı gizlemek için zaman kaybetmemek zorudaydım ve bu yüzden tedirgin oluşumu oldukça farklı bir nedenin üzerine çekerek, "Ümitsiz değilim." dedim. "Sadece heyecanlıyım..."

    Prens Rolen karşılık vermek için ağzını açtığında babam (mükemmel zamanlamasıyla(!) konuşmaya başladı.

   "Hepinizin de şahit olduğu gibi, bu zamana kadar ebedi bir savaş sürdürmüş olan iki krallık için bir nevi barış niteliği taşıyan bu evliliği melekler konseyi aracılığıyla kutsuyorum. Prens Rolen ve prensese!"

   Prens Rolen'ın babası kral Luthor, yüzünde büyük bir memnuniyet ifadesiyle bize doğru yaklaştı ve kurdeleyle süslenmiş kırmızı kutusundan bir çift gümüş yüzük çıkartarak ikimizin de parmaklarına kırılgan bir yaprağa dokunur gibi hafif bir dokunuşla geçirdi.

   "Prens Rolen, konseyin huzurunda prenses Soleir ile evlenmeyi ve birleşik krallığın varisi olmayı kabul ediyor musun?"

   Rolen düşünmeden cevap verdi. "Kabul ediyorum ve bundan onur duyuyorum."
   
   Babam bana döndü ve sözü kral Luthor'dan aldı.

   "Sen prenses Soleir, konseyin huzurunda prens Rolen ile evlenmeyi ve birleşik krallığın varisi olmayı kabul ediyor musun?"   

   Henüz babam sözünü bitirmemişken Pola bana el işaretleriyle tehlike dolu imalarda bulunma işine girişmişti. Benim bir moron olduğumu biliyordu, bir hataya kurban giderek Rolen ile evlenmeyi kabul etmemi istemezdi. Zaten Yodym bile hatırlatmaya ihtiyacım varmış gibi "Şimdi! Şimdi!" diye bağırmaktan geri kalamamıştı. Birkaç davetlinin ilgisini çekmiş olacak, üzerine çullanan meraklı gözler onu susturmak yerine ne yapmaya çalıştığını anlamak için izlemekle yetindiler.

   Ancak ben bu kadar açık hareket edemezdim...

   Çabucak gözden kaybolmam gerekiyordu. Bunun için de önceden anlaşıldığı gibi Tuledran'dan gelen (ya da gelmiş gibi görünen) bir arşidükün ortaya çıkması ve isminin davetli olarak anons edilmesi.
 Eğer bir soylu düğüne geç gelirse, törenin hangi bölümünde olunursa olunsun, diğer herkes gibi onun da ismi okunurdu. Oysa ne gelen vardı, ne de giden. Düğünü baltalamak için ortaya çıkabilecek hemen hemen hiçbir şey. Bir sebepten dolayı, ya da ani bir kararla, arşidük düğüne gelmemişti...

   "Evet." demek için ağzımı açtığım sırada Lord Fheldorn'un sesi duyuldu.
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: Madam Vio - 01 Ocak 2011, 22:41:53

Bölüm Üç: Yatak, Masa ve Sandık Üçlemesi


   "Lord Fheldorn burada!"

   Babam ve kral Luthor oldukça şaşırdı fakat istiflerini bozmayan, oldukça doğal bir hava içerisinde hizmetlilere işaret verdiler ve böylece lordun hakkında ne kadar yersiz de olsa birkaç satırlık bilgi verilmeye başlandı. Bu sırada Pola ve Yodym yanımda belirdiler ve beni sürüklemek için koluma sarıldılar.

   "Gidelim!" diye seslendi Pola.

   Henüz birkaç adım atmıştım ki Rolen’ın eli omzuma uzandı.

   Şaşkınlıkla, "Soleir?!" dedi.

   "Gitmeme izin ver prens." dedim. "Seninle bu evlilik hakkında mukabele edebilecek bir vaziyette değilim..."

   "Melekler konseyinin aldığı bir karara karşı geliyorsun Soleir. Şu anda bile kaçtığından haberdarlar ve bunu yaptığında hepimizin ceza alması kaçınılmaz. Bunun böyle olmasını istemezdim ama evliliğimiz gerçekleşmeli."

   Söyleyecek mantıklı tek bir şey sunmak istiyordum onlara kutsal karara karşı geldiğim için sebep gösterecek. Halbuki böyle bir emre nasıl karşı gelinebilinirdi ki?

   Ceza alacağımı bile bile...

   Evet kötüydüm; fakat bu kadar büyük bir cezayla sonuçlanacağını bildiğim bir kötülüğe el atmak...

   "Rolen... Özür dilerim..." Gözlerine acı çekermiş gibi baktım ve o gitmeme izin verirken kollarından sıyrıldım.

   Yodym aptal aptal arkama bakmayı kesmem ve tökezleyip durmaktan kurtulmam için beni hafifçe sarstı. "Hey! Birilerinin aklı prenste kaldı galiba."

   "Hayır! Ben sadece babamı gözlüyordum..."

   Neredeyse iki dakika sonra kimsenin bizi fark edemeyeceği bir çukura sinmiştik. Buna rağmen krallıktan buram buram yükselen sesleri hala duyabiliyorduk. Babamı işitiyordum, acı yakarışlarını. Üstelik bütün bunlar olup biterken melekler konseyi karara karşı gelmemi bile engellememişti. Doğrusu birşeylerin ters gittiğini sezmemek elde değil..

   "Şimdi nereye gideceğiz?" Pola merakla parlayan gözlerini ovuştururken sordu.

   "Artık Soleir’e saklanacak bir yer bulamazsın..." dedi Yodym.

   "Neden?" diye sordum, Pola ile aynı endişeyi paylaştığımı yansıtan tedirgin bir yüz ifadesiyle.

   Yodym güldü. "Çünkü ben çoktan buldum."

   Biraz rahatlayarak çukurdan sıyrıldım ve eteğimi çalılıktan kurtardım.

   İki moran arkadaşımın önderliğinde uzun çimenlik alanı ve köy evlerini geçerek bahsettikleri konaklama evine girdim. Pek de prenseslere yakışır bir ev olduğu söylenemezdi, fakat böyle sıkıntılı bir vaziyetteyken gıcırdayan, şangırdayan ve yıkılmak üzere olan bir evden daha lüksünü de bekleyemezdim.

   Tahta zeminde ilerleyerek ve daha fazla sinir bozucu gıcırdamaya neden olarak küçük eve göz gezdirmeye başladım. Etrafta odaya sığmayı başarabilen, duvara dayanmış basit bir yatak. Öte de üzerinde yanmayan bir mum, eski tip bir saat ve taze meyve bulunan küçük bir çalışma masası, hatta giysilerimi yerleştirmek için kullanabileceğim bir de eski sandık... Bütün kötümser dürtülerimi bastırma isteğime rağmen "Burayı bulmak için çok mu uğraştın Yodym?" demekten geri duramadım, bir yandan gıcırdamayı duyması için ayağımı yere vururken. Fakat tek başarabildiğim yerde bir delik açmış bulunmaktı.

   "Burayı boşaltabilmek için dört kişilik mutlu ve de sevimli bir aileyi evinden ettim." diyerek karşılık verdi.
   
   "Bari bu kulübenin bir anahtarı olduğunu söyle."

   "Söylerim, ama yok."

   Pola bu kez sessizliğini bozdu. "Fark eder mi? Buraya seni bulmak için gelen her kimse ilk sefer için kapıyı çalar ve amacı içeri zorla girmek değilse bile ikinci tıklatışında kapı kırılır ve o da içeriye girer."

   Yodym ellerini havaya kaldırarak ve daha da gergin bir ortam yaratarak bağırmaya başladı, sonra da adı geçen meşhur kapıyı araladı. "Tamam. Tamam. Bu kadar yeter! Öyle ya da böyle sana kalacak bir yer buldum ve sadece birkaç haftalığına olsun kendini halktan biri gibi kabul edip bu 'evde' kalman gerekecek. Ama merak etme, seni ziyarete geleceğiz… Hoşçakal prenses…"

   "Hoşçakal..."

***

   Hava olması gerektiği gibi değildi. Çok büyük bir kötülük yapmıştım ancak hala tek bir yağmur damlası bile düşmemişti toprağın böğrüne. Uzun süre gök gürlemesi duymak için bekledim; en azından kara bulutlar toplanmalıydı gökyüzünde, belki bir fırtına alıp götürmeliydi bu tepeleri…

   Mitlerle dolu bu mistik evrende, iyi ve kötü olarak çok klişe bir şekilde ikiye ayrılan ve dengeyi sağlamakla yükümlü olan krallıkların üstünlüğü havaya hükmederdi. Dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleşen ve krallığa ilerleme-öne geçme şansı kazandıran iyi veya kötü emeller geceyi, yahut gündüzü uzatmaya yeterdi. Benim meleklere karşı çıkarak yarattığım bu muhtemel kaos, dolaylı da olsa aynı işlevi görmeliydi ancak çoktan vuku bulmuş olması gereken neticelere bakınca, evet, kötülüğüm büyüsünü kaybetmiş gibiydi.

   Sevdiklerimden ayrılmak fazlasıyla acı vericiyken ve ölümün iki yüzünde de benim için mutlu, huzurlu denebilecek bir gelecek ya da tatmin edici bir son yatmazken meleklerin ceza olarak ölümümde karar kılmış olması fikri şöyle dursun, öldükten sonra efsanelerde de yer aldığı gibi uzun bir müddet boyunca bekleyeceğimi ve belki de bekçi tarafından uyandırılıp bilinmeyen, hatta hiçbir faninin ulaşamadığı bir diyara sürüklenip cezamı fazlasıyla çekeceğim sonsuz bir yaşama ereceğimi düşünmek bile beni tekrar tekrar öldürmeye yetiyordu.

   Endişe verici senaryolar üretip kendi kendimi korkutmaya devam ederken dışarıdan bir ses geldiğini duyduğumda bunun bir hayal ürünü olmadığını idrak etmemi sağlayacak fırsatı, yani ikinci bir işareti beklemiştim ve sabırsız dakikaların sonrasında -küçük evi aydınlatmaya bile yetmeyen- mumu masanın üzerinden alıp, kapıya doğru yürüme cesaretini gösterebildim. Süvariler eşliğinde gelen kraliyet askerlerini görmeyi umduğumdan da değil, fakat birilerinin geldiğinden emin olduğumdan...
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: Madam Vio - 05 Ocak 2011, 15:04:26

Bölüm Dört: Hortlamaya!

   "Orada kimse var mı?" diye seslendim. Kaygı içinde geri adım atıp eve yeniden girmeye yeltenmişken koca bir ayak kapıyı kapatmama engel oldu.

   İki uzun boylu ve iri yaratık içeriye girdi. Keşke bu çifti tanımlayabilmek için daha şirin bir sıfat bulabilseydim, ya da ne bileyim, hakaret etmek için böyle söylemiş olsaydım da bu kulübede bulunan tek çirkin şey benim şuan ki surat ifadem olarak kalsaydı, ama maalesef. Bu ikili gerçekten de birer yaratıktı. Yeşil-mor renklerinin arasını tutturmuş olan tenleri, derilerinin olmadığı yerde gözüken yarı kırık kemikleri, ve çürümüş göz altlarındaki torbalarla bir bütün oluşturan iki yaratık...

   "Merhaba prenses!"

   "Sizi melekler konseyi mi gönderdi? Buraya cezamı vermek için mi geldiniz?"

   Arkadaki çürük et parçası kafasını iki yana salladı. "Bizi tanımıyor musun? Ölen ve yeniden dirilen yarı-ölüleri?"

   "Evet, bizi biliyor olmalıydın. Yeraltında yaşamamıza ve yüzeyi pek de sık ziyaret etmemize rağmen bizleri tanıyacağını ümit etmiştik..."

   "Sanırım hakkımızda çok şey biliyor Jax, sorun yaratabilir..."

   Birden yerimden sıçradım. "Hayır! Hayır! Hiçbir şey bilmiyorum!"

   "Sana kim olduğumuzu izah ettik ya! Yer altında yaşıyoruz, orada evlerimiz var ve-"

   "Hayır! Sus! Birşey anlatma!" Çığlığım dört köşede birden yankılanmıştı.

   "Bak Jax, şimdi hakkımızda daha da çok şey biliyor..."

   Birden kaburga kemiklerinin çevrelediği karın boşluğundan kıvrımlı bir hançer çıkarıverdi ve aksak adımlar eşliğinde yaklaşmaya başladı. Fakat hemen sonra, yerdeki küçük tahta göçüğe; şu benim naçizane eserim olan tahta göçüğe takıldığını gördüm ve yaratık (şimdi eskisinden de ucube bir şekilde) ayağı dizinden beri kopmuş olarak yatağımın kenarına dayanmıştı.

   Ardından adını koyamadığım bir garip sıcaklık hissi kapladı dört bir yanımı. Siyah gelinliğimin altındaki ıslaklık anlamama yetmiyormuş gibi başımı eydim ve küçük hançerin karnıma saplanmış olduğunu gördüm. Üstelik sabitlendiği yerden sızan kan gelinliğimde izler ve gerisinde küçük bir yanma duygusu bırakarak aşağı süzülüyor, acıyla titreyen ellerime bulanıyordu.

   "Siz-siz bana..."

   Sonunu nasıl getireceğimi bilmediğim sözümü tamamlama fırsatı bulamadan gözlerim karardı, ve yatağa yığıldım...

***

   Başta az önceye kadar hissettiğim ısıyı duyumsamayı beklemiştim fakat aydınlık da ortaya çıkmayınca boşluğa bakıyor olmanın korkusu belirdi içimde. Usulca ayağa kalktığımı hatırlıyorum. Ve bu sefer yabancı ancak revirleri anımsatan bir yerde bulmuştum kendimi… Beyaz duvara yaslanan koltuklar gri at derisiyle kaplıydı ve bunun dışında odada bulunan tek nesne karşı duvara asılı olan saatti. Saat, 1'den 12'ye kadar olan sayılarla numaralandırılması gerektiği yerde 60 kadar olan dakikalarda ilerliyordu. Bunun nasıl bir zaman diliminin yerini tuttuğunu ya da gösterdiğini kavrayamasam da 16 dakika geçmişti(?). Kapı açılınca dikkatim de saatten kapıya kaydı.

   İçeriye giren yarı-ölü yaratık pek de hemşireyi andırıyor sayılmazdı. Sakince yaklaştı, kaşıdığı çürümüş derisinden ölü hücreler saçarak elini uzattı.

   Bir süre için gerçekten anlamı olan birşeyler söylemeye çalışırken hareketsiz kaldım ve karşımda dikilen bu biçimsiz yarı-ölüyü tanıdığımı fark ettim.

   O gülümsedi ve "Hadi gel, çürümeni istemeyiz." dedi. Bahsettiklerini zaten yeterince allak bullak olan zihnimde kavramaya çaba harcarken değil olanlar konusunda bir fikir edinmek, aklımdaki üç beş bilgi kırıntısını da yok etmiştim. Sarsak adımlarla kapıdan dışarı çıkma girişimimin -gelinliğimi kapıdan geçirme çalışmalarıyla ekstra üç dakikamı alması sebebiyle- uzaması sonrası odadan uzaklaşabildiğimde, bilinçaltımın beklentisi canlanı verdi ve flaş gibi patlayan ışık gözlerimi kör edecek kadar büyük bir aydınlık yarattı.

   İkinci kez gözlerimi araladığımda çok daha farklı bir odadaydım ve bu kez ayakta da değildim.
   
   Uzandığım taştan hafifçe doğruldum ve mağraları andıran karartılmış odaya bir göz gezdirdim. Odanın duvarlarına her saniye daha da erimekte olan mumlar dizilmişti ve yarattıkları aydınlık babaannemin sivilcesine yansıyıp parlayan güneş ışınlarının yarattığı aydınlıkla yarışır nitelikteydi. Ortada pek de yatak niyetiyle kullanacak durumda olmayan, (benim de üzerinde bulunduğum) uzun bir taş vardı ve bu taş tam karşıdaki aynaya bakıyordu. Aynada beyaz saçlı bir mahlukatın yansımasını gördüm ve bu dikkatimi diğer ucubelere yöneltti. Onları görür görmez aynada farklı göründüklerini anlamıştım.

   "Şey... Yanlış geldim galiba." dedim yüzüme karmaşık bir surat ifadesi oturtarak.

   "Hayır. Doğru geldin." dedi konakta gördüğüm Jax. Anlaşılan onlar ölürken yaşadıkları süre boyunca geliştirdikleri mizah anlayışları ve çarpıtılmış espri kabiliyetleri de ölüyordu.

   "Ne yani? Öldüm mü?" dedim kendi kendime.

   "Biraz öyle oldu." dedi yanı başındaki kokuşmuş sakar. "Seni çok bekletmedik ya!"

   "Hah! Esasında çok beklettiniz. Sanırım, emin değilim, ama galiba, 16 dakika beklettiniz!"

   Birbirlerine benim anlayamadığım bir nedenden dolayı baktıktan sonra Jax açıklama yapmaya başladı.

   "Öldünüz prenses. Orada beklerken fazlasıyla sıkıldığınızı da biliyorum lakin bu bizimkinin yanında neredeyse hiçbir şey sayılır. Meraklaşmayın, sadece saçlarınız beyazladı ve biraz da seyreldi."

   Güldüm. Aynaya doğru ilerlerken "Meraklaşmayın?!" diyerek bir kez daha kendi kendime sırıttım fakat neden sonra 'Meraklaşmayın' sözcüğünün dudaklarımda yarattığı gamzeler kayboldu. Aynadaki bana benzer silueti görünce gülüşüm hızlı bir surette kesiliverdi.

   Kırlaşmış ve azalmış saçlarıma baktım. Gözlerim açık yeşil olması gerektiği yerde solgun bir griye çağrışım yapıyordu ve derim ise ten rengimden bir daha hiç bahsetmek istememe sebebiyet verecek kadar buruşmuş olduğu gibi insanı kusma hissiyle donatan açık, soluk bir mora dönmüştü. Dudağımdaki parlak boya beni her ne kadar mazidelerdeki gibi 'canlı' göstermeye yetmese de onu silip altındaki morarmış dudağa bakmak istemedim.

   Aynadaki ucubeye acıyarak baktım. Bütün güzelliğimi ölü bir beden yok etmişti.

   Hayır. Soğumak, çürümek, morarmak ve kokmak istemiyordum.

   Bu değişimi kabul edemeyecek bir güzelliğe ve nama sahiptim. Oysaki ölümün beklediğimden çok daha farklı bir yüzü daha varmış ve bunu kabullenmek umduğumdan da zor...

   "Neyse... Şoka uğrayışınız dolayısıyla nadiren oluştuğunu umduğum sevimsiz yüz ifadenizi görmezden gelmek için size biraz vukufta bulunacağım prensesim. Bundan sonra kendinize çok dikkat etmelisiniz; kolunuz kırılır, başınız yerinden çıkar ya da ‘canlı’ olarak süregelen yaşamınız boyunca asla deneyimleyemediğiniz, anormal üstü bir kırık-çıkık durumuyla karşı karşıya kalırsanız artık bunu geri döndürmek için tek çözüm onu yerine yapıştırmak olacaktır. Unutmayın, deriniz bir daha yarayı yok etmeyecek. Saçınız ve tırnaklarınız uzamayacak. Hatta şimdiden dökülmeye başlayan kaşlarınız ya da kirpiklerinizin yerine yenisi çıkmayacak ve en kötüsü; bir daha ölmeyeceksiniz..."

   "Ama..." diye lafa girdi öteki. "Yumruk yerseniz morarmazsınız."

   "Neden?" dedim. "Ölü hücrelerden oluştuğum için mi?"

   "Hayır! Zaten morardığınız için!"
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: Madam Vio - 08 Ocak 2011, 15:25:58

Bölüm 5: Yeraltı 102

   Ne yani, bu espriye mi gülecektim? Ölü bir kızın ölü espriler duyması şartmış gibi…

   Birkaç dakika boyunca duyduklarımı (ve özellikle de gördüklerimi) hazmetmeye çalışırken volta atıp durmam ucubelerin dikkatini çekmiş olacak, bana dışarıyı göstermek için sonunda kapıyı araladılar.

   "Ben Jax. Bu da arkadaşım ölülerin bekçisi Witante. Seni uyandıran da oydu... O, yeni ölenleri çürümeden önce uyandırmakla sorumlu."

   "Ne yani? Beni 16 dakika geç uyandırıp böylesine çirkin bir ucubeye dönmeme sebebiyet veren gerizekalı Witante mi?"

   "Kısmen." diye karşılık verdi Jax. "O sırada kopan ayağını yerine bağlamaya çalışıyorduk..."

   Evet, artık ölüm sonrası hayatta yapılacaklar listesinin başında 'Witante'nin kafasını koparmak' da yer alıyordu, ki bunun zor olmayacağı da şüphe götürmezdi.

   "Pekala, burası 'Yeraltı 102' prenses. Burada yeryüzündeki altı farklı mezarlığın ölüleri yaşıyorlar(!). Seninle konuşmak için kulübeye gelmemizin ve yanlışlıkla da olsa bu evrene geçişini gerçekleştirmemizin bir nedeni vardı."

   "Ah, iyi hatırlattın!" diye atıldım tehtidkar bakışlarımı iki şapşalın üzerinde gezdirirken. "Hangi akla hizmet beni öldürdünüz?"

   Jax sırıttı. "Gerçekten ulu ve kutsal ve yüce bir amaca hizmet."

   "Neymiş o?"

   Omuz silkti. "Akşam yemeğimizi hazırlaman için."

   "Ne?! Sizi-"

   "Şaka, şaka!"

   Zihnim beni meraklandıran binlerce soruyla işkence görürken bir kez daha tek yapabildiğim yüzlerine boş boş bakmak oldu. En azından düşük seviyeli de olsa espri kabiliyetleri hala yerinde olduğu için onları takdir ettim.

   "Pekala... Açıklamaya başlarsanız iyi olur. Eğer söylediklerinizi beni öldürmenize yetecek kadar büyük bir bahane olarak görmezsem sizi öldürürüm. Tekrar!"

   Onlar saçmalayabiliyordu, ama benim sözüme tebessüm bile etmediler. Zaten bunu onlardan bekleyemezdim de... Kaldı ki zeka seviyelerinin toplamı benim sabah kahvaltısında yediğim az haşlanmış yumurtanın yarısı kadar bile etmeyen bu ucubeler, bizim 'özürlüler' diye tabir ettiğimiz saray soytarılarının yanında BİLE birer ahmak kalıyordu.

   "Biz kötülük yapmak peşindeyiz; daha doğrusu kötülük yaparak hak ettiğimiz ünvanımızı geri kazanmak... Tanınmamaktan bıktık, efsanelerde eskisi gibi şeref ve ihtişamla anılmak istiyoruz."

   Witante konuşmanın bu kısmında sessiz kalamadı. "Evet. Biz gerçekten atalarımızın yüz karasıyız. Sen de bunu değiştirebilmemiz için bahşedilmiş bir lütufsun! Bize yardım edeceğinizi söyleyin prenses."

   "Bu aralar herkesin derdi efsanelerde ön planda olmak. Bu nedenle arzunuzun altında yatan gerçeği görebiliyorum. Ancak bunu başarmak için neden kötülük yapasınız? Neden iyilik değil de kötülük?"

   "Birincisi, atalarımızın yolundan gitmek daha mantıklı geliyor… İkincisi, kötülük yapmak her zaman için iyilik yapmaktan daha kolaydır."

   Şöyle bir etrafıma bakındım. Aslında böyle bir düşünceyi ortaya çıkarmak için etrafıma bakınmama da gerek yoktu ama, yine de "Kötülük yapmayı haklı çıkarmak adına ortaya konan hemen hemen herşey birer bahane." diyerek aslında ezelden beri bildiğim bir gerçeği yeniden hatırlamak için buna ihtiyaç duymuştum.

   Bence bu yarı ölülerin böylesi zorlu bir işe girişmelerinin başka bir nedeni daha vardı. Sıkılmışlardı, bunalmışlardı... -Kim bilir kimler tarafından- Yeraltına tıkılı kalmış bir şekilde pinekliyor ve hep aynı şeylerle oyalanıyor olmalılardı.

   "Belki de tanınmamışlığın yanı sıra başka etmenler de vardır sizi bu duruma sürükleyen..." dedim. "Dışarıdaki insanlar görünümünüzden korkup size zarar vermiyorlar ya?"

   "Evet. Biraz hor görüldüğümüz doğru." dedi sıkılarak.

   Yarı ölülerin durumlarına bambaşka bir pencereden bakabilmeme vesile olan dertli söylemlerini dinledikten ve onların haklı olduğu konusunda karar kıldıktan sonra ucubeleri efsanelerin büyük birer parçası yapma görevindeki rolüm her ne ise üstlenmeye hazırdım. Sanırım birilerine yardım edeceksem bile, bu yine kötülük yapmak için olurdu.

   Sonunda uzun, karanlık, topraklı koridordan çıktık ve yüzlerce parçalanmış ölü bedenin ayaklanıp doldurduğu kocaman bir alana adımımızı attık. Burası gerçekten de geniş bir meydandı. Meydanın arkasında, mağaranın duvarıyla birleşen, yüksek mi yüksek bir yapı vardı. Evet, yeraltında olduğumuzu biliyordum, ancak mağara duvarındaki kayalıkları oyup bu denli yüksek bir yapı oluşturacak kadar yerin altında olduğumuzun da farkında değildim. Oyuklar küçük mağara girintileri değildi. Aksine, büyük bir uğraş verilerek nihayet derecede muntazam bir şekilde ortaya çıkarılmış kraliyet sarayına aitti, ya da şatosuna... Bu kadar abartılı ve şatafatlı bir yapının görsel güzelliğini hangisi tanımlamaya yeterse.

   Yapay tepenin aşağısında ise yüksek bir beton parçası kaldırıldığında boşluğa denk gelecek bir biçimde iplerle tutturulmuştu. Kraliyet sarayının boşlukta kalan bu kısmını merdivenler ya da sütunlarla doldurmadıklarına göre beton parçası bir heykeldi, yerine oturtulduğunda ise tepeye oyulmuş saray odaları heykelin iki yanını çevrelemiş olacaktı ve yerden metrelerce yüksekteki heykelin tepesine tek bir odanın balkonu uzanacaktı. Bu odanın zamazingolar kralına ait olduğundan emindim.

   "Sanırım şu yontunun inşası biraz daha zaman alacak. Neden gidip yemek yemiyoruz?"

   Günün menüsünde çamur soslu bacak çorbası ve böcek sümüğü salatasının yer aldığı bir kulübeye gitme ihtimalimizi zihnimden atarak Jax'le beraber yan taraftaki mağaranın daha da derinlerine inen merdivenlere doğru uzanan menzili kat ettim.

   Merdivenlerden yukarı doğru çıktık, kapı sayılabilecek şekilli deliklerden girdik, ve şık bir mekanın arka kısmına ulaştık…

   "Alsana altı kepe. Prenses ve bana güzel bir yemek paketle." dedi Jax ve böylece mekan sahibinin gelmesini beklemeye başladık. Mekan sahibini ikinci kez gördüğümde midemin altüst olması kaçınılmazdı. Çene derisi yoktu, bu yüzden çene kemiğini ve çarpık dişlerini görebiliyordum. Diğer bütün yarı ölüler gibi onun da derisi pul puldu ve hazırladığı yemeğimin içine atlamaya meyilliydi. Kaselere yerleştirilmiş yemeğime uzanırken elini yerinden çıkartmamak için ayrı bir gayret sarf etmem gerekti.

   Jax’in bana insanın bütün kötümser yanlarını kabartan Yeraltı 102’yi biraz daha gezdirmesinden sonra kraliyet meydanına geri döndük. Ama ben, kalabalığın ortasında dona kalmıştım. Çünkü heykel başımı döndürüyordu. Ve çünkü, heykel bendim...

   "İnanamıyorum! Bu benim heykelim!"

   Jax’in kırık kahkahasını duydum. Kendimi incelemem için yine bana zaman tanıyordu.

   Ellerini iki yana açmış dev kadın heykeli sanki kusursuzluğuna şekil verilen doğaüstü bir varlığı temsil ediyordu ve kesinlikle beni betimlemekten uzaktaydı. Gri beton mor tenimi ve beyaz saçlarımı yansıtmadığı için değişimimi simgelemediğinden de emindim. Ancak simgelediği birşey varsa; o da tevazuya yer vermeyen ve insanı iftihara zorlayan bir biçimde, mükemmellikti…

   "Hoşgeldin." dedi Jax bir kez daha ortaya çıkarttığı işten memnun olduğunu gösteren bir kahkaha patlattıktan sonra.

   "Kraliyetine hoş geldin..."
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: Raisor - 11 Ocak 2011, 18:04:54
Senden beklendiği gibi, zorlanmadan bir kurgu yaratabiliyorsun. Olaylar sandığımdan farklı gelişmeye başladı, ama bu olayı daha da ilginç kılıyor. Sabırsızlıkla devamını bekleyip ne olacağına bakacağım.
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: grikunduz - 29 Ocak 2011, 23:07:51
Birinci bölümde bir prensesin böyle bir benzetme yapması ne kadar mantıklı? (özellikle de kötülerin prensesinin)
... Çünkü küçük bir dükkana girdiğinizde "Size nasıl yardımcı olabilirim?" sorusuna "Sadece bakıyorum..." diye cevap vermenize karşın hala arkanızda dolaşarak sizi takip etmekte olan dükkan görevlilerinden dolayı yaşadığınız aynı bıkkınlık ve bunalma hissini veriyordu bu sadık hizmetliler bana, her saniye vereceğim emirleri hazır olda beklerken.
Ama şu deyimi beğendim sana mı ait
"Fevkinde geçen sabahlar olsun prenses!"
bir de nedense bazı ikileme kalıplarını tek olarak kullanmışsın bön bön abuk sabuk gibi anlamsız anlamsız ikileme türlerinin bir kısmını kullanmışsın enteresan bir yaklaşım
İkinci bölüm
   "Hepinizin de şahit olduğu gibi, bu zamana kadar nihai bir savaş sürdürmüş olan iki krallık için....
kısmında nihai kelimesi de yanlış olmuş galiba
Üçüncü bölüm
Ama kötülük güçlendikçe gecenin iyilik güçlendikçe gündüzün uzaması güzel bir ayrıntı olmuş
Anladığım kadarı ile bir iyilik bir de kötülük krallığı var ve bunların üstündede tarafsızı melekler konseyi var
4. bölüm
"Ama..." diye lafa girdi öteki. "Yumruk yerseniz morarmazsınız!"

   "Neden?" dedim. "Ölü hücrelerden oluştuğum için mi?"

   "Hayır! Zaten morardığınız için!"
bu kısım bana one piece yi hatırlattı iskeletin ben zaten ölüyüm esprisi ve o yüzden başka bir hoşuma gitti :)
5. bölüm
Şayet bu odanın zamazingolar kralına ait olduğundan emindim.
Burada şayet kelimesini yanlış anlamda kullanmışsınız şayet şartlı anlatım anlamında kullanılır
Ama hikaye güzel devamını bekliyorum. :)
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: Madam Vio - 31 Ocak 2011, 09:40:39
Birinci bölümde bir prensesin böyle bir benzetme yapması ne kadar mantıklı? (özellikle de kötülerin prensesinin)
... Çünkü küçük bir dükkana girdiğinizde "Size nasıl yardımcı olabilirim?" sorusuna "Sadece bakıyorum..." diye cevap vermenize karşın hala arkanızda dolaşarak sizi takip etmekte olan dükkan görevlilerinden dolayı yaşadığınız aynı bıkkınlık ve bunalma hissini veriyordu bu sadık hizmetliler bana, her saniye vereceğim emirleri hazır olda beklerken.
Ama şu deyimi beğendim sana mı ait
"Fevkinde geçen sabahlar olsun prenses!"
bir de nedense bazı ikileme kalıplarını tek olarak kullanmışsın bön bön abuk sabuk gibi anlamsız anlamsız ikileme türlerinin bir kısmını kullanmışsın enteresan bir yaklaşım
İkinci bölüm
   "Hepinizin de şahit olduğu gibi, bu zamana kadar nihai bir savaş sürdürmüş olan iki krallık için....
kısmında nihai kelimesi de yanlış olmuş galiba
Üçüncü bölüm
Ama kötülük güçlendikçe gecenin iyilik güçlendikçe gündüzün uzaması güzel bir ayrıntı olmuş
Anladığım kadarı ile bir iyilik bir de kötülük krallığı var ve bunların üstündede tarafsızı melekler konseyi var
4. bölüm
"Ama..." diye lafa girdi öteki. "Yumruk yerseniz morarmazsınız!"

   "Neden?" dedim. "Ölü hücrelerden oluştuğum için mi?"

   "Hayır! Zaten morardığınız için!"
bu kısım bana one piece yi hatırlattı iskeletin ben zaten ölüyüm esprisi ve o yüzden başka bir hoşuma gitti :)
5. bölüm
Şayet bu odanın zamazingolar kralına ait olduğundan emindim.
Burada şayet kelimesini yanlış anlamda kullanmışsınız şayet şartlı anlatım anlamında kullanılır
Ama hikaye güzel devamını bekliyorum. :)

Öncelikle ilk bölüm için yaptığın alıntıya açıklık getirmek isterim.

“…bir prensesin böyle bir benzetme yapması ne kadar mantıklı?” demişsin, oysa ben mantığı aşan bir şey göremiyorum bu benzetmede. Eğer dükkan kavramından bahsediyorsan, bu dükkanların bildiğimiz alışveriş merkezlerindeki dükkanlar gibi olmadığını söyleyeyim. Çünkü bu hikaye farklı bir evrene ve dolayısıyla farklı bir yaşam anlayışına sahip; direk olarak ortaçağ krallıklarına hitap etmiyor. Zamanımızda da krallıklarla yönetilen ülkeler var… Eğer bunun kötü bir prensesin ağzından çıkması seni şaşırttıysa, aslında buna da pek anlam veremedim, çünkü konuşmasında gayet kötümser bir hava var. Ha olayı bir prensesin dükkana girip alışveriş yapması olarak algıladıysan bunu şimdiden açmakta yarar var. Prenses arada bir halkın arasına karışıyor. Pazar yerlerini geziyor. Amacı her ne kadar halkla ilgileniyormuş gibi görünmekse de antika eşyaları toplayıp sarayına gönderiyor… Cart-curt…
***
Nihai mi? Harbiden yanlış şaapmışım orada ya. Ebedi olacak, ebedi…
***
One piece demişsin, bilemedim vallahi.  Corpse Bride vardı bir tane ancak ikisini de seyretmedim en yakın zamanda izleyeceğim o halde...
***
“Oda da güzel şayet zamazingolar kralına ait…” gibi saçma bir olumsuz anlam taşıyan cümle kurmaya çalışmışım ama olmamış. Kelimeleri olduğundan farklı anlamlarda ve şekillerde kullanmaya o kadar alışmışım ki bu şekilde yaptığım çok fazla hata var gibi gözüküyor. Bunu da değiştirmeye çalışacağım.

Önerilerin ve düzeltmelerin için çok teşekkürler. Umarım üşenmem ve devamını en yakın zamanda yayımlarım.
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: Malkavian - 18 Şubat 2011, 10:11:42
Boş vaktim sonunda oldu ve tüm hikayeni okudum. Kurgusu gerçekten çok hoştu. Alice Harikalar Diyarında ve Copse Bride karışımı güzel bir havası vardı. Birkaç yerinde dayanamayıp gülümsedim (neden tuttun ki kendini diyebilirsin ama iş yerinde ekrana bakıp gülümseyince deli sanabiliyorlar insanı)

Karakterlerin çirkin ve kötü huylarının alenen gözümüzün önüne serilmesi de farklı bir hava kattı hikayeye. Alışılmışın dışında karakterleri özlemişim. Ellerine sağlık. Devamı umarım kısa zamanda gelir.
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: Madam Vio - 09 Eylül 2011, 16:05:36

Bölüm 6: Dökülen Organlar

   Koridorun aydınlatmalardan noksan kalmış bir köşesinden fırlayıveren Witante aramıza yeniden katıldıktan sonra heykelin tepesine bir kuş misali tünemiş olan odama kadar bana eşlik etti. Ancak odama adımımızı atmamızla bir yarı ölü daha arkamızda bitivermişti.

   "Babanız Kral Namalte gelmişler! Burada olduğunuzu söylüyor ve süvarileri yeryüzüne çıkan kapıyı çevrelemiş." diyerek bahsettiği yer ile tamamen alakasız kalan meydanı işaret etti. Gidişatın iyi yönde olmadığını yalnızca suratına bakarak anlayabildiğime göre babamın bana kızgın olduğu aşikârdı ve hiddetinden kurtulmak için tek yapabileceğim ona yarı ölülerin beni düğünümden kaçırdığı yalanını söylemek olacaktı. Kapıdan dışarı çıkmaya yeltendiysem de Jax beni durdurdu.

   "Sen burada kal prenses ve dışarı çıkma. Ben onlarla ilgileneceğim. Şayet baban seni görmekte ısrar ederse, bunu yapması için ona izin vereceğimi de bil."

   Böylece yalnız bırakıldığımda can sıkıntımla beraber katlanarak büyüyen korkumu bertaraf etmesi için zihnimi yeni odamı inceleme meşguliyetine yönelerek doldurmaya koyuldum.

   Pencereden baktığımda meydanı ve bayat et yığınlarından türeyen kalabalığı olduğu gibi görebiliyordum. Balkondan aşağıya doğru eğilmeye yeltenmek dahi pek akıllıca sayılmazdı, baş dönmesi hat safhada etki ediyordu. Odanın içi ise sabit bir karanlıkla örtülüydü. Sarayımdaki süslü avizelerin yerini hantal hantal yanan mumluklar ve can çekişmeleri sona ermek üzere olan bahtsız gaz lambaları almıştı. Kenarda, pencerenin altında, büyük bir sandık vardı ve üzerinde de kilidi duruyordu. Kenarda işlenmiş gümüş bir taht. Diğer köşede yine işlenmiş fakat sade başlıklı bir yatak. Yatağın üzerinde gülkurusu renginde kadife bir örtü… Raflar arasına örülen metalik setleri incelemeye henüz başlamıştım ki Jax bir kez daha ortaya çıkıverdi.

   "Ne bitti Jax? Babam nerede?" Arkasından babam çıkacakmış gibi tedirgin gözlerle bakınıyordum.

   "Kraliyete geri döndüler prenses. Tükenmekte olan sabrına ve takatına rağmen onu burada olmadığınıza inandırdım. Kabullenmişe benzemese de pek bir seçeneği yoktu..." Parmak kemiklerini kırılma tehlikesine rağmen çıtırdattı ve oyalandığını hissetmiş gibi diğerlerini de alıp süratle sarayın farklı köşelerine dağılmak üzere koridora atıldı.

   Az evvel gözüme takılan sandıkta benim bedenime uyması muhtemel birkaç parça güzel kıyafet vardı. Odada son bir kez daha yalnız kaldıktan sonra aralarından siyah parlak kumaştan dokuma, dar etekli, gösterişsiz bir elbise seçtim ve kıytırık sandalyemin kenarına iliştirdim.

   Ilık süt banyomun tadını çıkarmaya, gümüş kaplamalı küvete girdiğimde tenimi okşayan ılık süt gerginliğimi iyice almış olacak ki gittikçe içeriye doğru kaydığımı sezdim ve en nihayetinde direnmeyi bırakıp sahte bir uykuya teslim oldum.

***

   Orhlene çiçeklerinin bin bir farklı rengiyle bezenmiş çimenlik alanı seyre dalmıştım. Hoyrat esintilere rağmen dağın kıvrımlı eteklerini sarmalamayı başaran sis perdesinin üzerine konuşlanmış yıldızlar ahenkle ışıldarken, hayali yansımaları, rüzgarın sütliman gölün pürüzsüz yüzeyini dalgalandırmasıyla giderek silikleşmekteydi. Sonra cılız ağaçların dallarına tutunan kızıl yaprakları uzaklara doğru sürükleyen rüzgar bir anda o kadar çok kuvvetlendi, o kadar çok ölü yaprak döker oldu ki bütün ağaçlar çıplak gövde ve dallarıyla kalakaldılar. Yapraklar arasına gizlenmiş tavuklar da birer birer döküldü ve yere düşer düşmez çirkin böcekler halini aldılar. Hayır, onları yemeyi reddediyordum; ama onlar ağzıma girmekte ısrarlıydılar.

   Kaçtım ve kısa bir vakit bana yetişemediler... Biraz daha uzaklaşabileceğimi düşündüysem de dehşet verici bir halde yerde çırpındığımı, yine de uzaklaşamadığımı fark ettim. Çünkü bacaklarım kırılıp kopmuştu ve ben çırpındıkça, ellerim de koptu... Ağaçların yapraklarını döktüğü gibi ben de organlarımı döküyordum.

   Kâbusum daha da ürpertici bir şekil almaya başlamışken ansızın uyandım ve bu ani hareketimle beraber bütün sütleri yanık mermerin dört bir yanına saçtım.

   Biraz aklımı yokladım. Rüyalar geçmişin aydınlatıcısı, geleceğin habercisi değil miydi?

   Artık rüyalar da mı aksak işleyen yeni icat bir saat gibi kâbuslarımı süsleyen en dehşetengiz sahneleri zihnimin önüne seriyor ve bana yaklaşan zamanda organlarımın büyük bir kısmını eğer hala yerinde ise elimde taşımam gerekeceğini haykırıyordu?

   Eğer bu gerçek ışığında akseden sonsuz bir hayata sahipsem bedenime hükmedemediğim gibi ruhuma da hükmetmek istemezdim elbette. Oysa bunu değiştirebileceğimi hiç sanmıyordum. Düşünceler artık eskisinden de bunaltıcıydı, ancak iç savaşımın sebep olduğu sıkıntıyla kıvranmaya başlamadan önce Witante’nin izin almaksızın odaya dalması beni kendime getirmeye yetmişti.

   "Neden beni öldürdünüz ki? Gerçek manada yaşıyorken ve sağlamken de size yardım edebilirdim! Kötülük edemediğinizi öne sürüyorsunuz ama hepimiz şahit olduk ki bir prensesin katili olma konusundaki kurnazlıkların tümüne vâkıfsınız."

   "Sakin olunuz prenses... Bu, yanlışlıkla oldu..."

   "Yanlışlıkla mı? Ah, ne kadar da akıl dolu bir mukabele bu böyle. Madem bayağı bir hataya kurban gittim neden size kızgınlık duyayım ki? Witante. Sen adeta düşündüğümden de budalasın. Bir prensesi öldürüp sonra da ona nasıl 'Yanlışlıkla oldu.' diyebilirsin?"

   "O prenses hala duyma yetisine hakim İse diyebilirsin tabi. Her ne ise, lütfen şimdi sakin olun. Bu denli sinirli davranırsanız kısmi felç geçirirsiniz."

   "'Meraklaşma' Witante, artık bir sinir sistemim yok!"

   "Lütfen prenses, bu taraftan… Toplantı başlamak üzere olduğundan çabuk devinmeliyiz... Ayrıca, 'Meraklanmayın' olacaktı.”
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: Madam Vio - 09 Eylül 2011, 16:16:17

Bölüm 7: Suyunu Çeken Üç Beş Beyin

   Çimenlerin kara üzerine yamalanmış gibi duran görüntüsünü fark ettiğimde kraliyetimize ait halk topraklarına girdiğimizi anlamıştım. Bir kez daha tanıdık bir manzarayı hissetmenin verdiği hoş heves ve yeryüzünde olmanın getirdiği coşku ile gece bile artık yeterince karanlık gelmiyordu gözüme.

   Jax, ayakları birbirine dolanan yarı-ölüler kolonisine döndü ve hitabetini sergilemek için mutlak güç sahipliği yaratılışından gelen bir komutan edasıyla güruhun önüne geçti.

   "Bu akşam zamanından başlayarak, evvelden bizi bertaraf edenlere ve fenalık getirenlere korku salıyoruz dostlarım. Artık prenses tarafımızda. Onu dinleyip, sorgusuz itaatimizi sunalım..."

   "İlkin, daha önce neden başarısız olduğunuzu öğrenmeliyim. Burada ne gibi kötülük tecrübelerinden bahsediyoruz?"

   Alaca renkteki bir yarı-ölü, ayağını sığ dalgaların içine sokarmış gibi hayali daireler çizerken ve toprağı eşelerken uzattığı bir sürecin sonrasında kötü deneyimlerinden tekini anımsayabilmiş görünüyordu.

   "Bir defasında birini hastanelik etme arzusuyla ona ve hatta tüm ailesine çirkin sözler ettiğimizi anımsıyorum. Kalbinin kırıldığı malumdu ancak canı yanmış gibi de gözükmüyordu…”
   
   "Yine bir zaman masum bir kimseyi hapishaneye attırmayı denemiştik. Doğrusu adamı hapishaneye attırmıştık attırmasına amma, adam azılı bir suçlu çıkınca bunu 'kötülük' olarak yorumlamaktan vazgeçtik."

   "Ben de anlatayım! Bir seferinde bir köylünün arazisini tahrip ettik, pek çok ekili bitkisini yerinden söktük. Akşamüstü övünmeye henüz başlamıştık ki aynı köylünün bahçenin ortasında durup sevinç çığlıkları attığını işittik. Bahçeyi tahrip etmek için didinirken bütün yabani otları temizlemiş olduğumuzu ancak o zaman anlayabildik."

   "Merhaba, e-he, ben Stie! Şey, arada bizim suçumuz olmadan gelişen şeyler de olduğunu belirtmek istiyorum... Misal, günün birinde harikulade bir plan tasarlamıştık; bundan dolayı da gizlice baraj duvarını delmek için saatlerce çalışma yaptık. İçeride biriken su, barajın duvarında açtığımız küçük delikten yavaş yavaş akıyor ve hemen yanına oturtulmuş derme çatma evlere rağmen hiç ilgi çekmiyordu. Lakin tek gecede ani bir yağmur bastırdı. Hem de öyle şiddetli bir yağıştı ki bu, her yer sular altında kaldı. Bizim günbegün yarıya indirdiğimiz baraj suyu da taşmaktan kurtuldu ve biz yine olası bir faciayı engellemiş bulunduk."

   "Ve bir keresinde de yangın çıkarmak için bir evsizin evinde(?) ateş yaktık. Döndüğümüzde evsizler tenekenin etrafında toplanmış ısınıyorlardı. Bu arada ben de Frohn, emrinize hazırım prensesim."

    Saygı gösterilerini görmezden gelerek "Onlara ‘zarar verebilirdiniz’." dedim “Gerçek anlamda zarar vermekten söz ediyorum.”
   
   Bunun üzerine el parmakları ayak parmaklarıyla yer değiştirmiş olan bir diğeri atılarak "Hayır! Birini öldürmek ziyadesiyle kaba." deyiverdi.

   "Bence de. Neden şu saksılardan birer papatya kopartmıyoruz? Papatyalarından birinin eksik olduğunu gördüklerinde çok daha fazla üzüleceklerdir. Ben olsam üzülürdüm…"

   Somurttum. “Ben de öldüm ama benim beynim suyunu çekmedi. Bakın, sizin şu yangın çıkarma denemeniz başlangıç için aklıma iyi bir fikir getirdi. Gidip köyün uyarı çanını çalacağız ve birkaçımız da bu sırada 'Yangın var!' diye bağıracak. Böylece tüm köy gerektiği gibi dağın aşağısındaki geçici yerleşme alanına tahliye olacak ve geceyi yok yere çimenlerde yatarak geçirmiş olacaklar."

   "Bu pek mantıklı değil prenses. Önce yangın çıkarıp sonra çanı çalarsak onlara bir iyilik yapmış oluruz, kötülük değil."

   "Yangın çıkarmayacağız ki!"

   "O zaman çanı beste yapmak için mi kullanacağız?"

   "Ne? beste mi?"

   Stie tekrar konuşmaya yeltendi. "Hayır, ben anladım. Yangın çıkarmadığımız halde çanı çalacağız çünkü çanın sesi yüzünden rahatsız olacaklar ve dağın aşağısına kaçacaklar!"

   "Pes ediyorum Jax. Köylülerin çanı çalanı yakalamak yerine evlerini terk edeceğini düşünen bir topluluğun lideri olamam ve üstelik de bu onlardan şimdiye kadar çıkan en akıllıca fikir."

   Jax, buruşmuş dudaklarını daha da büzdü ve benden bir şans daha dileyen gözlerle ellerini kavuşturdu. "Hemen vazgeçme. Sadece bize görevlerimizi dağıt olur mu? Planı anlamamız gerekmez."

   Bunun üzerine Jax ve Stie’yi –bu eylem için gereken uzuvlarının diğer yarı-ölülere göre daha kullanılabilir vaziyette olduğunu göz önünde bulundurarak- tepenin üzerindeki yüksek kuleye, çanı son güçleriyle çalmaya gönderdim. Frohn adındaki diğer ucube ise kalan üç arkadaşıyla beraber köyün farklı yerlerine dağılıp kimliklerini açığa çıkartmadan ortalığı telaşa verme görevini üstlenmişti. Sonra ben, ve kolu yanmakta olan ateşli genç, işimizi sağlama almak için köyün ortasındaki küçük mahalleye gittik. Böylece Grevan samanlığın arkasına saklandığında benim de rolümü oynama zamanım gelmiş oldu.

   Kapıyı, kırmaya yetecek kadar sert bir şekilde yumrukladıktan sonra evden çıkan çocuğa hezeyan içinde bağırdım.

   "Kaçın! Arka mahallede büyük bir yangın çıktı ve alevler buraya doğru hızla yayılmakta!"

   11 yaşlarındaki çocuk ilk tepki olarak havayı derinlemesine soludu ve Grevan’dan gelen yanık et kokusu burnuna dolar dolmaz yerinden sıçradı. "Olamaz! Evdekilere haber vermeliyim!"

   Kız içeri girip çığlıklar eşliğinde ailesine söylediklerimi aynen aktardıktan sonra benzer birkaç yere daha gittim ve yaptıklarımı Grevan'la beraber tekrarladım.

   Büyük, kerpiçten yapılma, yüz-yüz elli evsizin kaldığı bir barınağa henüz varmıştık. Fakat burası planımızın dönüm noktası oldu ve burada işler, hepimizin umduğundan farklı bir şekilde işlemeye başladı...

***

   Hedefini şaşıran bir atış daha.

   Etraf alev alevdi. Nemden dolayı ağırlaşan hava üzerime baskı yaptıkça ayakta kalma kabiliyetimi adeta yitiriyordum. Hiddetle parlayan ateşe doğru bir adım daha atsam, keskin bir acı beraberinde kavrulacak, mum gibi eriyecektim sanki. Şakaklarımdan ter damlacıkları süzülmeye başlamıştı bile…

   Tıpkı barınağın arkasında, can havliyle yangını söndürmeye çalışan köylülerde olduğu gibi.

   Onların da suratından boncuk boncuk su taneleri damlıyordu. Çoğu nefes nefeseydi ve yanan boğazlarının hararetini giderecek bir damla su için tutuşur haldeydiler. Kuru havayı solumak yeterince güçtü zaten, hele de onlar gibi hararetle yanan ateşin kucağına kadar su yüklü kovalarla seferler yaptığımı hayal dahi edemiyordum.

   Bu yüzden barınağın arkasından ayrıldım, ve hepsini kendi kaderinin ellerine bıraktım.

   Hâlbuki benim gayem bu değildi. Evsiz insanların barınağını yakmayı maksat edinmemiştim. Kaldı ki, bu benim planımı da boşa çıkartmıştı. Oysa ilk denememiz hataya fazlasıyla elverişli olduğu halde, gerçek bir yangın çıkıncaya kadar olması gerektiği gibi ilerlemişti.

   “Lanetler üzerine olsun!” dedim yılanın tıslamasına benzer bir sesle. “Meleklerin kindar ilenmeleri mi üzerimde?”

   Ağır aksak adımlarla yeraltı geçidinin önüne geldiğimde, çanın sesini hala duyabiliyordum.

   Ve gerisinde cehennem gecelerinden yadigâr parlak bir alev topu bırakarak oluk oluk dağın aşağısına akan insanların biçare feryatlarını…
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: Madam Vio - 11 Eylül 2011, 13:39:01

Bölüm 8: ‘Çalınmayan yumurtanın hırsızı olmaz.’

   “Bu gece pek çok insanın hayatını kendilerine bağışladınız. Siz olmasaydınız hiçbirinin kurtuluşu yoktu.”

   Yakınlardan gelen melodik sesle arkama döndüm ve benim yaşlarımda olduğunu tahmin ettiğim alımlı bir kızla göz göze geldim.

   Ölüydü, ancak yine de güzel olduğunu anlayabilirdim…

   “İsabetsiz bir atış yahut kader. Zahmetimizin dışında bir ziyanı yok.”

   “Metanetli duruşunu bozabilirsin Soleir. Bu vakitten sonra onların da kalbini karartmaktan vazgeçmen icap ederken neden pes etmiyorsun? Bırak kötülük yapmayı beceremesinler… Bu bir yeti değil, bunu sen de idrak et.”

   O an adımı kullanan nadir kişilerden biri olduğu gerçeği üzerinde durmadan öfkeyle çıkıştım, “Sen ne diye müdahale etme gereği hissediyorsun ki hilkat garibesi? Ben onlara dile getirdiklerinden farklı bir şey sunmuyorum, aksine; onları ve onların namlarını himaye ediyorum. Ne yazık sana ki bir iyilik ucubesi olarak kalmayı yeğlemişsin!”

   “Kötülük yapmak her zaman bu denli lezzet vermez prenses. Ötede bir vakit senin de canın yanacak…”

   Aşağılık laflarına karşın zehirli sözler akıtmak istemeyince boşlukta kalan bu süre zarfını gözlerinin içine bakmakla geçirmiş bulundum. Esasında böyle birinin saf olmasını beklersiniz, fakat bu kız değildi. Zira, ciddiyet ve olgunluk izlerini taşıyordu hareketlerinde.

   Diğerlerinin geldiğini görünce -hiçbir şey olmamış gibi- omuz silktim. “Pekala, senin için de fevkinde geçen geceler dilerim.”

   Ölü kız nevrimin döndüğünü gördüğünden sözümün üzerine başka bir söz ekmedi. Hala siyah kalan buklelerini savurarak geçitten aşağı, yeraltı dünyasının derinliklerine indi.

   Biz de aynı yolu takip etmeliydik, ancak ben kızın peşi sıra harekete geçmek ve aynı yola girmek için acele etmeyi istemiyordum.

   “Yangının çıkması hakikaten büyük talihsizlik. Üstelik de bula bula bugünü buldu. Umarım hemen vazgeçmeyi aklınıza koymadınız Prenses…” Frohn son cümlesini hayal kırıklığı içerinde eklemişti.
Ben ise zihnimin tasalarla dövüldüğü bu esnada derinlemesine düşünmüş ve çözümü, planların detaylarında boğulup durumu olduğundan daha da karışık bir sorun haline getirmeden halletmeye çalışmakta bulmuştum. “Bir dahakine daha az uğraşla daha büyük bir başarı elde etmiş olacağız.”

   Hepsi keyifleri yerine gelmiş gibi kıkırdadılar.

   “Artık hepimizin bünyesine yorgunluk hâkim. Bilhassa Grevan kendini uyumaktan alıkoyamıyor. Ötede beride bıraktığınız fazlalıklarınızı toplayın da bir an evvel saraya dönelim.”

   Odama sapasağlam geri gelmiştim ancak aynaya baktığımda rastlaştığım donuk surat cenaze töreni ertelenmiş bir naaş gibi durmamı sağladığından sağlıklı olmanın getirdiği bir huzurdan söz edemeyeceğim.

   Jax odama girdiğinde bir müddet için gözlerimi aynadan alamadım. Anlık süreler içinde değişen yüz ifademe bir anlam yükleme girişimi sonuçsuz kalınca “Tek kelimeyle öldükten sonraki ömrümde gördüğüm en takıntılı insansın!” dedi ve güldü. “Cidden.”

   Tabi. Jax ve öteki yarı ölülere kıyasla çok daha menfi bir kişilik göstergesine sahip olduğumun bilincindeydim. Fakat ‘takıntılı’ gibi bir söz şafaktan şafağa daha da soğuk bir kadavraya dönen birinin endişesini nitelendirmek adına fazla acımasız bir yargı olurdu. Sonuçta çürüyordum, ve bu her gün, ben henüz yaşıyorken oluyordu.

   “Beni alaya mı alıyorsun?” Söyleyeceklerime daha dokunaklı bir hava katmak için iki tutam beyaz saçımı alıp hususi olarak küstah bir edayla ona doğru fırlattım. “Evvela sen bana şunu de; bir yarı-ölü olmaktan nasıl haz alırım? Dirlik içindeydim, şimdi ise soğuğu, sıcağı, acıyı bile hissedemez hale geldim! Ben, kafası koparıldığında damarlarından kanlar fışkırtmak benzeri bir vasfa bile sahip değilim!”

   “Biliyorum…Biliyorum... Ve elimde bunu değiştirebilecek ya da sizi rahata kavuşturacak hiçbir şey yok. Belki bir puro…”

   Derintilerin içinden çıkarılmış gibi duran nefti rengindeki yeleğiyle uyumlu yırtık, kısa pantolonunun cebinden bir puro çıkarttı ve ucunu tutuşturduktan sonra birkaç nefes içine çekiverdi. Böylece gri dumanlar deri ile çevrelenmiş olması gereken dişlerinin arasından ve göğüs kafesindeki boşluktan sızmaya başladı. Puroyu bana uzattığında onu geri çevirdim.

   “O vakit gel de biraz meydanda gezinelim. Bunun gerginliğini gidereceği kanaatindeyim.”

   “Bu refikiniz de sizlere iştirak edebilir mi acaba prensesim? Witante hürmetinize hazırdır.” Yapmacıklı sözüne dudaklarındaki dehşet verici dikiş emarelerine rağmen sevimli bir gülümseme katmayı başardı ve önümde eğildi.

   İzlere bakarak sordum “Bunlar… Sen öldükten sonra mı atıldılar? Eğer öncesinde ise, ölüm kararını melekler konseyi almamış demektir ve eğer öyleyse, seni kimin öldürdüğünü öğrenmek isterim Witante. Elbette bir sakıncası yoksa…”

   “Ah, şüphesiz!” diye karşılık verdi yine sözlerine sinmiş bir saygı ifadesiyle. Böylelikle peşi sıra kraliyet sarayının girişine doğru inmeye başladık. “Ve isabetli bir tahminde bulundunuz; melekler konseyi benim adıma ölüm kararı vermemişti. Tam elli yıl önce, faytonların yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı dönem… Hayır. O şekil gülmeyin prenses, faytondan düşmedim! Kötülük krallığının surları dışında yaşayan, sade; halktan biriydim. Babam ve annem halâ sağlar, fakat şimdileri surların içinde yaşıyorlar... Aynı yüksek tabakadan bir kimse gibi. O zaman, surların içinde bir yerde ev bulmak için yeterli kepemiz yoktu, fakirdik. Her zaman bir atım olsun istemiştim ve şaşaalı faytonlar gördükçe de bu isteğim arttı.”

   “Surlar içine taşınırken büyük bir fayton kiralamıştık. İçine birkaç parça eşyamızı atıp, krallığa giden yolu kat etmeye koyulduk. Fakat yolda eşkıyaların saldırısına uğradık. Taşıyabilecekleri iki üç parça mal için bütün diğer eşyaları ve faytonumuzu kullanılamaz hale getirdiler. Annem ve babam da bu esnada ağır yaralandı. Bense atın üzerinde olduğumdan, düşünce, işte olan bu…”

   “Faytondan düşmedim demiştin değil mi Witante?” Jax güldü.

   “Evet, faytondan düşmedim. Attan düştüm!”

   “Pekala. Pekala. Witante, ailenin hala sağ olduğunu söylüyorsun... Onları daha sık ziyaret etmelisin.”

   Yüzüme bakarak bu kez o güldü. “Ziyaret mi? Yarı ölüler hakkında hiçbir şey bilmiyorlar!”

   “Ne? Onlara neden hala onları görebileceğini söylemedin?”

   “Evet Witante. Sen ahmak mısın?”

   “Ah! Onlara söyleyemezdim ki… Beni böyle kabul ederler mi kestiremiyorum. Ayrıca eskisi gibi bir aile olabilmemiz için ölümü göze alabileceklerinden de emin değilim.”

   “Görüyor musunuz prenses? Bir de size takıntılı diyordum.”

   “Doğrusun ama prensesinizin bu konuda güvenilir bir fikri var. Kötülük krallığına-”

   “Şu krallıkların gerçek bir adı yok mu? Kendimi ünlü bir çocuk hikâyesinin klişeleşmiş başkahramanlarından teki gibi hissediyorum.”

   “Âlâ Jax. Krallıklara ülke isimleriyle hitap edebiliriz… Herneyse. Ben babamla konuşmak için Cycel-on’a gitmeyi planlıyorum. Yani eninde sonunda öldüğümü öğrenecek ve bunu kabullenmesi gerekecek. Aynı şeyi sen de kendi adına düşünebilirsin Witante.”

   Witante saray kapısını kavradı ve olağan gücüyle büyük kapıyı iteledi. Merdivenlerden aşağıya indiğimizde sonunda meydana çıkmıştık.

   “Belki de haklısındır prenses. Onlarla konuşarak en doğrusunu yapmış olurum. Ben de sizinle gelip ailemi göreceğim!”

   “Bize katılmayı düşünür müsün Jax?”

   “Jax ‘Çalınmayan yumurtanın hırsızı olmaz.’ gibi beyin zorlayıcı bir atasözü üretmeye çalışıyor olmalıydı ki Witante bu soruyu sorduğunda tasarılarından sıyrılırken ani bir titreme geçirdi. “Bir şey mi dedin Witante?”

   “Bizimle Cycel-on’a geleceksin değil mi?”

   “Ne vakit yola çıkmayı arzu ediyorsunuz prenses?”

   Cevap vermek, daha doğrusu doğru zamanı tahmin edebilmek için biraz durdum, ve sonra doğru zamanın olmadığını fark etttim.

   “Bugün ya da yarın; krallığa ne zaman gittiğimiz hiç fark etmez. Siz ne zaman müsaitsiniz yoldaşlarım?”

   Witante bir kahkaha attı. “Biliyorsun prenses… Sadece alışkanlık olduğu için yemek yiyen ve uyuyan ucubelere uygun oldukları zaman sorulmaz. Biz her yolculuğa hazırız.”

   Ben de keyifle gülümsedim. “Pek iyi o halde, bu akşam Yeraltı 102’den ayrılıyoruz... Yolculuk için hazır olun!”
Başlık: Ynt: Hortlak Prenses
Gönderen: ixna - 12 Eylül 2011, 23:13:34
Bana biraz "Ölü Gelin" filmini anımsattı.Ama  yine de gayet güzel bir hikaye .:D