Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - darrel standing

Sayfa: [1] 2 3 4
1
Donna Rosenberg’ün “Dünya Mitolojisi” Keltlerden Afrikalılara kadar birçok halkın söylencelerini temel hatlarıyla anlatıyor. Kesinlikle iyi bir kaynak olduğunu söyleyebilirim. Aynı şekilde Azra Erhat’ın Mitolojiler Sözlüğü de Yunan ve Roma söylenceleri konusunda en güvenilir başvuru kitaplarındandır. Ama mitolojinin nasıl bir düşünce sistematiğine sahip olduğunu anlamak için daha derin bir okuma yapmak gerektiğini düşünüyorum.

Carl Gustav Jung’un “arketip” kavramı mitolojide büyük bir önem taşıyor. Nitekim farklı toplumların birbirinin neredeyse aynı ritüellere sahip olmasını kolektif bir hafızayla açıklamak mümkün. Dolayısıyla mitoloji araştırması yapmaya başlamadan önce biraz Jung okumak gerekiyor.

Donald James Frazer’ın “Altın Dal” kitabı insan düşüncesinin gelişimini ve inancın nasıl oluştuğunu oldukça iyi anlatıyor. Ancak Claude Levy-Strauss ve Lucien Levy Bruhl gibi bu konuda uzmanlaşmış antropologların eserleri mitosun mantığını kavramakta daha faydalı olacaktır. Özellikle Bruhl’un “İlkel İnsanda Ruh Düşüncesi” kitabını tavsiye ediyorum.

Gelelim Joseph Campbell’a… Bence mitolojiyle ilgilenen herkesin Campbell’ın eserlerini okuması gerekiyor. Nitekim “İlkel Mitoloji” eserinde mitos kavramının nasıl ortaya çıktığını, insanın neden buna meyilli olduğunu detaylı bir şekilde anlatıyor. Ayrıca Doğu Mitolojisi ve Batı Mitolojisi kitaplarını okuduktan sonra bu söylenceler üzerinde yoğunlaşmak daha kolay olur.

Yves Bonnefoy derlediği “Mitolojiler Sözlüğü” de oldukça iyi. Çeşitli kavramları ve coğrafyaları mitoloji bakımından ele alıyor ve genellikle Yunan/Roma dışındaki mitolojiler hakkında bilgi veriyor. Biraz pahalı ama iyi bir kaynak.

Bundan sonra belli bir alanda yoğunlaşılabilir. Mesela Kelt mitolojisini öğrenmek istiyorsanız Bill Price’ı okuyabilirsiniz. Wilhelm Radloff, Jean Paul Roux, Emel Esin, Bahattin Ögel gibi isimler de Türk mitolojisinde yardımcı olacaktır.

2
Kurgu İskelesi / Son Bölüm
« : 17 Aralık 2015, 20:51:03 »

   Atlılar zafer çığlıklarıyla kente yaklaştıklarında onları başa çıkamayacakları bir tuzak bekliyordu. Üstleri çalılarla ve toprakla kapatılmış hendeklerin varlıklarından haberdar değillerdi ve zeminine zift dökülmüş bu hendeklerden kurtulmaları imkânsızdı. Şehrin etrafındaki hemen hemen her yere kazılan bu küçük hendekler atlıların hezimete uğramasına sebep oldu. Şehrin girişine ulaşmaya çalışan birkaç tanesi grejuvaya bulanmış oklar ve mızraklarla durdurulduktan sonra kelleleri uçuruldu ve zift dolu çukurlara atılarak yakıldı.

   Arkadaşlarının hezimetini gören bir alay yayan ise tereddüt içinde bekledikten sonra mezarlığa doğru yürüyüp kayboldular. Bunun üzerine Hirschling’den zafer çığlıkları yükselmeye başladı. Yayaların kaybolmasından birkaç dakika sonra kent meydanı şarap fıçılarıyla doldu ve savaş çığlıklarının sesi yerini şarap çanaklarının çarpışmasına bıraktı.

Ancak mezarlıktaki ağaçların karanlığında gizlenen asıl grup ortaya çıktığında Hirschlinglilerin korkuları geri geldi. Kendilerine doğru ağır ağır ilerleyen bu büyük orduyu gördüklerinde tuzağa düşürüldüklerini anladılar. Atlılar hendeklerin yerlerini öğrenebilmek uğruna feda edilmişlerdi ve devasa bir ordu tepelerden aşağı inerek kentin üzerine doğru geliyordu.

   Kentliler bir yandan çocukları ve ihtiyarları tekrar kiliseye götürmeye çalışırken diğer yandan gittikçe yaklaşan ölüler ordusu için hazırlanıyordu. Bunlar demin hendeklerin yerini öğrenmek için kurban ettikleri atlıların aksine sessizce ve yavaşça ilerliyorlardı. Zafer çığlıklarını kent meydanına saklar gibi bir hâlleri vardı.

   İlk düşenler çatılarda mevzilenen okçular oldu. Kalabalığın arasına gizlenme maharetine sahip birkaç Geridönen Okçusu, yaklaşan kalabalığın üzerine zift, kızgın yağ ve Grejuva boşaltmakla görevli nişancıları başlarından ve göğüslerinden vurdu. Okçular ağaçtan kopan meyveler gibi yere düşerken, Geridönenler atlıların yandığı çukurları atlatarak ve hızlarını arttırarak kentin girişine ulaştılar. Kuyrukluyıldız’ın görüldüğü gece vebadan ölen Cizvit papazı Donatello Abrezzi ordunun başındaydı. Elinde yılanların dolandığı bir haç tutuyor ve askerlerine talimatlar veriyordu. Vücudundaki yaralar karanlıkta bile görülebiliyordu.

   Meydandakilerin bir kısmı kilisenin etrafında mevzilenirken diğerleri hayatlarını vermek pahasına devasa zift ve Grejuva kazanlarını bütün güçleriyle devirdiler. Kazanları devirirken ateşten kurtulmaları mümkün değildi, vücutlarına sıçrayan ateş kıvılcımları bedenlerini yaktı. Ateş etkisini çabuk gösterdi ve acı çığlıkları sadece birkaç saniye sürdü. Kendilerini feda etmek zorunda kalsalar da meydana Grejuva dökerek Geridönenler’in şehrin içine ilerlemelerini engellediler.

    Geridönenler ise büyük bir hırsla ellerindeki bütün silahları meydandan kiliseye çıkan sokağa doğru fırlatmaya başladılar. Şehrin içine giren bütün sokakların önünde kükürt ve kızgın kömürün yarattığı ateş vardı. Okçular gördükleri hareket eden her şeye hedef alıyor, geri kalanlar ise mızraklarını, baltalarını ve kılıçlarını büyük bir öfkeyle fırlatıyorlardı. Kilisenin civarındaki askerler ve kentliler de buldukları her duvarı kendilerine siper yaparak bu öfkeli ölüler ordusunun pes etmesini bekliyorlardı. Grejuvanın ateşi günlerce yanabilirdi ancak ölülerin yaşayanlardan daha çok bekleyecek zamanları vardı.

   Ateş ölüleri uzak tutsa da zamanla binaları da tutuşturmaya başladı. Ölüler, yağmalayacak başka şehirler bulmak için yavaş yavaş ayrılırlarken kentlilerin hayatlarını kurtaran ateş binaları ve sokakları yutarak nehir kıyısına doğru ilerliyordu. Üstelik yangını söndürebilecekleri hiçbir şey yoktu, nehirden su taşıyıp ateşe atsalar bile grejuvanın ateşi su atıldığında daha çok büyüyecekti.
Flavius, göğsündeki bir okla son nefesini verirken Walther’den kendisini birazdan alevlerin kaplayacağı sokak köşesinde bırakmasını ve limandaki bir sandala binerek kenti terk etmesini istedi. Walther, elçinin bu isteğine boyun eğdi ve kalan son sandallardan birine atlayarak akıntıya doğru kürek çekmeye başladı. Hirscling’in alevleri meşhur kuyrukluyıldız’ın ışığı gibi gökyüzünü aydınlatırken Walther, Geridönenler’in işgâl etmediği bir kent bulabilmek için kürek çekiyor ve nehrin iki kıyısındaki kentlerden yükselen ateşleri izliyordu.

***
   Yunanların düşman gemilerini yakmak için kullandıkları grejuvanın Geridönenler üzerindeki etkisi her yerde yayıldı. Bu sırrı kullanarak ölüleri tamamen def etme şansına sahip olan ilk kent Donaustrauf oldu. Hirschling’den geldiğini söyleyen bir yabancı, kükürt, kızgın kömür ve zift ile yapılan bu karışım sayesinde Geridönenler’in kentten çekildiğini anlatmıştı.

   Donaustrauf’un zaferi önce Tuna ve Regen kıyılarındaki şehirlerde, daha sonra Avrupa’nın diğer yerlerinde yayıldı. Geridönenler’in eline düşen şehirler bir bir geri alınıyor, ölüler ait oldukları mezarlıklara yollanıyordu. Geridönenler ile diğerleri arasındaki savaş yirmi beş yıl sürdü. Yirmi beş yıl sonra Edinburgh’dan Bağdat’a kadar bütün kentler ölülerden kurtarılmıştı.

   Ancak bu zaferi kutlayan halkların derebeylerine ve kiliseye duydukları öfke dinmedi. Kendilerini güvenli surların ardına hapsederek yıllardır sömürdükleri insanları yalnız bırakan krallar ve derebeyleri halkların büyük öfkesiyle karşılaştılar. Birçoğu kent meydanlarına infaz edildi ve malları ellerinden alındı. Vatikan da aynı öfkeden muzdaripti. Avrupa’nın her yerinde kiliseye ait arazilere el konuldu ve Vatikan temsilcileri tıpkı derebeyleri gibi bir öfkenin hedefi oldu. Bazıları kent meydanlarında idam edilirken bazıları bütün malları ellerinden alınarak kentlerden kovuluyordu.
   Wittenberg’de yaşayan bir ilahiyatçı ise Ölülerin Dansı’ndan Vatikan’ın sorumlu olduğunu söyledi. Kendi çıkarları için insanları kandıran ve altından tahtlarını yükselten yalanları Tanrı’nın sözleriyle süsleyen bu sahtekârlar yeryüzündeki herkesin cezalandırılmasına sebep olmuştu. Nihayetinde insanlık bu savaşı kendi çabalarıyla kazanmıştı ancak cehennem ikinci kez Dünya’ya doluştuğunda insanlık aynı zafere sahip olmayabilirdi. Ölülerin yeryüzünde hüküm sürmesini engellemek ancak Tanrı’nın mesajını olduğu gibi anlamakla ve din adına insanları sömüren ruhban sınıfını Tanrı’nın temsilcisi olarak görmekten vazgeçmekle mümkün olabilirdi.

   Nitekim grejuvanın sırrını İstanbul’dan Avrupa’ya taşıyarak ölülerin mağlup edilmesini sağlayan Flavius’u ve bu sır sayesinde Donastrauf Zaferi’yle ölülerin üzerine ilk taarruzun başlatılmasını sağlayan Walther’i kimse hatırlamadı. Fakat Geridönenler’e karşı kazanılan zafer, yeryüzünün eski sahiplerine karşı duyulan öfkeyi perçinledi ve kilise kendini sebebi unutulduğunda dahi sona ermeyecek bir çöküşün içinde buldu.

3
Kurgu İskelesi / Ynt: Totentanz
« : 16 Aralık 2015, 23:33:27 »
Beğeni ile okumaktayım, devamını bekliyorum.

Aynı zamanda başlık da bana In extremo'nun totentanz'ını hatırlattı :)

teşekkür ederim, beğenmenize sevindim. in extremo'nun parçası yazarken dinlediklerim arasında bu arada :)

4
Kurgu İskelesi / 2.Bölüm
« : 16 Aralık 2015, 17:56:53 »
Kentteki birçok kişi Bruno von Schweizer’ın daha büyük bir orduyla geri döneceğini zannediyordu. Baron ile birlikte kaçmayı reddedip Hirschling’i canları pahasına savunmayı tercih eden askerler, halka umutlarını kaybetmemeleri için böyle bir yalan söylemişti. Ama güneş gökyüzünden indikçe ve hava karardıkça insanlar bu yalana karşı duydukları inancı kaybediyorlardı.
 Flavius, arada bir giyotin için kurulan platforma çıkıp halka sesleniyor ve yapılması gerekenleri anlatıyordu. Kılıçlar, oklar, mızraklar ve diğer silahlar ölüler üzerinde etkili değildi. Walther’in masumiyetini ispat etmek için arabaya koyduğu kelle çığlıklar atmaya başladığında onların başını kesmenin de iyi bir fikir olmadığını anlamışlardı. Ancak kesilen kelle yakıldığında veya bir baltayla ikiye bölündüğünde baş ve vücut arasındaki bağlantı kopuyor, vücut bir kertenkelenin kopan kuyruğu gibi çırpınmaya başlıyordu. Flavius’un İstanbul’daki bir Rum papazından öğrendiği Grejuva da Geridönenler üzerinde etkiliydi. İskeletleri alt etmek kolaydı, bir balyoz ile göğüs kafesleri dağıldığında yapacak hiçbir şeyi kalmıyordu ancak derileri ve organları henüz yok olmamış olan ölüler tehlikeliydi.
   Meydandaki kazanlarda Grejuva hazırlanırken kükürt ve kömür kokusu, tepelerden nehre doğru esen rüzgârın etkisiyle bütün kentte duyuldu. Askerler Geridönenler’i püskürtmek için planlar yaparken diğerleri şehrin girişine hendekler kazıyor ve düşenlerin bir daha kurtulamaması için tuzaklar kuruyorlardı. Okçular ise kentin girişine yakın binaların çatılarında mevzilendiler ve meydanın girişindeki iki binanın tepesine kızgın yağ dolu kazanlar yerleştirildi. En son elli yıl önceki bir savaşta kullanılan top, uzaktan görülen mevzileri vurmak için tekrar hazırlandı. Hirschling, geri dönenler için hazırdı. Şehrin meydanında ve sokaklarında nöbet bekleyenler ses tonlarındaki korkuyu bastırmak için şarkılar söylüyordu.
Flavius, milyonlarca insanı bir kehanet için ölüme sürüklemeye hazır olan Papa’nın Geridönenler’i duyunca Roma’nın güvenli surları içine gizlendiğini öğrenmiş ve henüz işgal edilmemiş bütün kentleri ölüler hakkında uyarmayı görev edinmişti. Konuşma yetilerini kaybetmiş olsalar da dünyada öğrendikleri hemen hemen her şeyi yapabiliyorlardı. Silah kullanmak, hatta onları tamir etmek ölüler için hiç zor değildi. Üstelik vücutları yaşayanlardan daha güçlüydü.
   Eğer rüzgâr insanların duygularını taşıyabilseydi korkunun kokusu kükürdü bastıracaktı. Çocuklar ve yaşlılar, yirmi asker tarafından korunan, etrafındaki bütün çatılara Grejuva ve kızgın yağ dolu kazanların yerleştirildiği kilisede bekliyorlardı. Rahipler kadınların erkekler gibi silah tutmasının Paganlara özgü bir sapkınlık olduğunu söyleseler de Tanrı’nın ölülerin merhametine bıraktığı bir kentte kimsenin bundan şikâyetçi olması beklenemezdi. Mızraklar, kılıçlar, baltalar, tırpanlar ve kürekler alçalan güneşin ışığında parlarken kentteki herkes Geridönenler’in bir an önce gelmesini ve duydukları korkunun zaferleri veya ölümleriyle sona ermesini bekliyordu.
   Akşam çöktüğünde Baron’a duyulan güven ve umut yerini öfkeye bıraktı. Eğer savaş kazanılır ve Bruno von Schweizer kente dönme cüretini gösterirse infaz edilecekti. Köprünün bulunduğu kuzeyden top sesleri geldi ve birkaç saat önce görülen ordunun ölüler karşıya geçmesin diye köprüyü yıktığı anlaşıldı. Hayatları boyunca Schweizer ailesine sadakatte kusur etmeyen Hirschling ahalisi hiçbir silahın durduramadığı ve önüne geçen her canlıyı paramparça etmekten zevk alan bir ölüler ordusuna yem edilmekle onurlandırıldı.
   Gündüzün son kalıntıları gökyüzünden silinirken ölüler ordusu Hirschling’e bakan tepelerde görülmeye başlandı. Yüz kadar atlı, ellerindeki mızraklarla surları önceki savaşta neredeyse tamamen yok edilmiş bu savunmasız kenti izliyordu. Kadınlar, erkekler ve askerler titreyen elleriyle silahlarını tutarken tepelerden bir savaş borusu duyuldu bu sesi atların gittikçe yaklaşan nallarıyla ölülerin sadece kendilerinin anlayabildiği bir dildeki çığlıkları takip etti.

5
Kurgu İskelesi / I.Bölüm
« : 15 Aralık 2015, 17:55:28 »
Kente ilerlerken bir grup askerin kendisine doğru gelmekte olduğunu fark etti. Bu gördükleri onu korkuttuysa da şovalyelerin kilometrelerce uzaktan parlayan zırhlarını ve imparatorluk flamalarını görünce askerlerin onun için gelmediklerini anladı. Hiçbir imparatorluk şovalyesinin küçük bir nehir kentindeki hırsızın peşine düşmeyeceğinin farkındaydı. Bruno von Schweizer’ı bu kalabalıkta fark etmesi zor olmadı. Etrafından hiç ayrılmayan sadık dalkavukları şovalyelere özenir gibi giyinmişlerdi. Mahmuzları atların sırtlarına sertçe çarptı ve arabayı “Baron! Baron!” diye bağırarak Von Schweizer’a doğru sürmeye başladı. Tam birkaç asker kendisine mızrakları doğrultmuştu ki oturduğu yerden vagona uzandı ve hırsızın kellesini saçlarından tutarak havaya kaldırdı.
“Francis Kromer’i ben öldürmedim! Bu öldürdü! Beni işlemediğim bir cinayet yüzünden giyotine mahkûm ettiniz!”
Baron, donuk ve yorgun gözlerini kendisine büyük bir öfkeyle bakmakta olan bu adam ile saçlarından gerilmiş kelle arasında gezdirdi.

“Biliyorum Walther!” dedi Baron “Kente dön, sana kimse dokunmayacak. Beni daha fazla meşgul etme” dedikten sonra askerlerine döndü ve “Peşimden gelmeye çalışmadığından emin olun!” diye bağırdı.
Walther, kendisine doğrulan mızrakları gerisinde bırakarak kente doğru sürmeye devam etti. Bir an kılıcına davranıp bedenine saplanan mızrakları görmek pahasına Baron’un kellesini uçurmayı düşündü ama onlarca askerin içinde onu öldürebilmek için en az iki göze sahip olması gerektiğinin farkındaydı.
   
   Kente vardığında kendisi için kurulan giyotinin hâlâ meydanda olduğunu gördü. Güneşin tepeye vardığı bu saatlerde meydanın ve sokakların kalabalık olması gerekirken sokaklarda neredeyse hiç kimse yoktu. Tavernanın çatısındaki bir asker okunu ona doğrulttuğunda kapıda bekleyen iki kişi kılıçlarının kınını okşayarak ona doğru yürümeye başladı.
Mahmuzları atların sırtlarına indirmek için havaya kaldırmıştı ki iri yapılı bir askerin mızrağını boynunun hemen altında dolaştırdığını gördü. Sol tarafında baktığında etrafının sarılı olduğunu anladı. Askerleri atlatmak için hiçbir şansı yoktu.

Hırsızın kellesini eline aldı ve havaya kaldırarak Baron’a bağırdığı gibi bağırmaya başladı. Gırtlağını çatlatarak tüm gücüyle bağırıyor ve silahlarını üzerine doğrultan askerlere suçsuz olduğunu anlatıyordu. Gözleri giyotine tesadüf ettikçe kendini çaresiz hissetti ve kılıcına sarılmaya yeltendi. Karşı çıkmanın imkânsız olduğunu anlasa da savaşarak ölmeyi tercih ediyordu.

“Arabadan in ve elini kılıcından çek!” diye bağırdı Joachim “Gelenin kim olduğundan emin olmak istedik, sana zarar vermeyeceğiz!”
“Silahlarınızı indirirseniz ben de kılıcımı bırakacağım! Giyotine gitsem bile aranızdan birini yanımda götüreceğim.”
Genç asker, arkadaşlarına silahlarını indirmelerini işaret etti ve yavaş adımlarla Walther’e doğru ilerledi. “Kromer’i öldürmediğini biliyoruz” dedi “İhtiyar tüccar kimsenin umurunda değil. Bırak kılıcını.”
Walther, askerin güven verici tonuna kapılarak elini kılıcından çekti. Etrafındaki diğer askerlere bakınca doğru söylediğini anladı, kimse silahını ona doğrultmuyor ve onu giyotine götürmeye yeltenmiyordu.
Joachim, elini Walther’in omzuna koydu ve “Gelmen iyi oldu” dedi “Von Schweizer denilen korkak ve soytarıları kenti terk etti. Yüz yirmi askerden sadece otuz tanesi kaldı. Buraya doğru büyük bir ordu geliyor. Yardımına ihtiyacımız olacak.”
“Yardım mı? Size nasıl yardım edebilirim ki? Savaşın üzerinden yıllar geçti, kılıcımı eskisi gibi çevik kullanamıyorum. Gücümü kollarımda toplamayı başarsam bile tek gözle dövüşemem.”
Tavernaya doğru yürümeye başladılar. Diğer askerler nöbet yerlerine dönerken Joachim “Eli silah tutan herkese ihtiyacımız var” dedi “Yeterince silahımız olmadığı için kentin yarısı tırpanlar ve mızraklarla nöbet tutuyor. Bu gece gelebilirler.”
“Kim? Türkler mi?”
“Hayır, onlar da aynı düşmanla boğuşuyorlar.”
Tavernadan içeri girdiler. Gecenin zifiri saatlerine kadar kahkahaların yükseldiği tavernada herkeste bir korku ve matem vardı. Joachim, Walther’e diğer tarafında bir elçinin oturduğu masaya oturmasını söyledi. Koca tüylü şapkası ve lüks kıyafetleri bu adamın mesleğini ele veriyordu.

“Dostuma neler olduğunu anlatır mısın?” dedi Joachim elçiye “Ben nöbet tutmaya devam edeceğim.”
Joachim hızlı adımlarla kapıya doğru ilerlerken elçi yüzüne kederli bir gülümseme kondurdu ve şarap çanağından bir yudum aldı. Walther karşısında oturan adamı süzdüğünde üzerindeki kıyafetlerin harap olduğunu fark etti. Kafasını ne zaman kaldırsa ölümü deneyimlemiş gibi korkulu yüzlerle karşılaşıyordu.
Elçi Flavius, ağzındaki şarap kalıntısını koluyla sildikten sonra korkulu gözlerini Walther’in yüzüne çevirdi ve olanları anlatmaya başladı.

***

   Kuyrukluyıldız’ın görüldüğü geceden sonra Vatikan emrindeki bütün krallıklara elçiler yolladı ve savaşa hazırlanmalarını söyledi. Papa Castillus, Kuyrukluyıldız’ın İsa’nın yeryüzüne inişinin işareti olduğunu söylüyordu. İncil’de müjdelenen güne az kalmıştı ama ondan önce Hristiyanların Müslümanlar, Ortodokslar ve diğer kâfirlerle savaşarak onları yenmeleri ve Yüce Krallık’ın yeryüzünde kurulması için engelleri kaldırmaları gerekiyordu. Avrupa gettolarındaki Yahudiler, ormanlarda gözden uzak yaşayan Paganlar ve heretikler bir bir öldürülüyor, Aragon’dan Danimarka’ya kadar Papa’nın emrindeki bütün krallıklar ordularını Türkler’e ve Ortodokslara karşı hazırlıyorlardı.

   Kuyrukluyıldız’dan sekiz gece sonra Venedik ufuklarında savaş gemileri görüldü. Bunlardan dördünde Türkler’in, ikisinde Cezayirli korsanların, üçünde Hospitalier Şovalyeleri’nin birinde ise Portekiz’in sancağı vardı. Kimse bu duruma bir anlam veremedi çünkü Hospitalier Şovalyeleri ve Portekiz Krallığı’nın Türkler ile birlikte hareket etmesi imkânsızdı. Üstelik Osmanlı askerlerinin Faslı ve Cezayirli birliklerle birlikte Cebelitarık’ı geçtikleri ve Portekiz’i tehdit ettikleri de biliniyordu.
Venedik askerleri top atışları yapmaya başladıklarında çok geçti. Gemiler çoktan kıyılara demirlemiş ve işgalciler dans edip şarkılar söyleyerek gemilerden inmeye başlamıştı. Gövdelerine onlarca ok, kılıç ve mızrak saplansa bile bunlar askerleri durduramıyordu. O gece Venedik’te kan döken asker ve haydutların tenleri ise kasap vitrininde asılı tavukları andırıyordu, birçoğunun tırnakları ve dişleri uzamış, göz yuvalarını kurtçuklar işgal etmişti. Bazılarının kıyafetlerinin ardında ise sadece kemikler vardı.

   Onları bedenleri paramparça olmadan durdurmak imkânsızdı. Yakıldıklarında bile ölmüyorlar ve savaşmaya devam ediyorlardı. Neden savaştıkları konusunda kimsenin bir fikri yoktu, önlerine gelen herkesi parçalara ayırıyor ve kopardıkları kolları, bacakları, kelleleri havada sallayarak kimsenin anlamadığı dillerde şarkılar söyleyip dans ediyorlardı.

Vatikan, Osmanlı topraklarındaki bütün elçileri günler öncesinden geri çağırdı ve aralarından sadece Elçi Flavius sağ olarak dönebildi. Anlattığına göre Venedik’i işgal edenler iki hafta önce İstanbul’da da kan dökmüştü. Saraya karşı bir isyan örgütlediği için idam edilen yeniçeriler, padişahın kellesini kazığa geçirip At Meydanı’nda bir zafer edasıyla yürürken şehrin her yerinden yangın dumanları yükseliyordu. Bir Rum kayıkçı sayesinde kentten ayrılmayı başardıysa da Roma’ya gelene kadar gördüğü bütün şehirlerde aynı manzara vardı.

   Tüm bu yağmalara ve katliamlara ölüler sebep oluyordu. Rastladığı bütün mezarlıklar boştu ve kentler mezarlardan çıkan ölülerin gece baskınlarıyla harap ediliyordu. Ölüleri etkisiz hâle getirmenin yolları olsa da, binlerce kişiye korku salan ordular onların karşısında çaresiz kalıyordu.

6
Kurgu İskelesi / Ynt: Totentanz
« : 14 Aralık 2015, 17:34:46 »
Gecenin karanlığı daha önce kimsenin görmediği bir kuyrukluyıldızın ışığıyla aydınlandı. Bu yıldız İstanbul’un rasathanelerinden yeşil ışıkların kapladığı İzlanda göklerine kadar her yerde görüldü. Üzerinden geçtiği bütün burçlarda gündüz oluyor ve ışığı evlerin pencerelerinden içeri girip insanları uyandırıyordu. İstanbul ahalisi o geceyi “Horozlar gecesi” olarak adlandırdı, çünkü ışığı gören horozlar gündüz olduğunu zannedip ötmeye başlamışlardı. Dinyeper nehri civarındaki Kazak kabileleri bunu Tanrı’nın bir işareti olarak gördüler ve aralarındaki savaşları sona erdirmeye karar verdiler. Coğrafyacılar ise kuyrukluyıldızın sırrını bulmak için denizlere açılmaya hazırlanıyorlardı. Vatikan, bunu Tanrı’nın hoş bir mucizesi olarak gördü. Geceyi gündüze çeviren bu kuyrukluyıldız için Tanrı’ya olan minnetlerini büyük katedral törenleriyle gösterdiler.
Ancak gerçeği sadece Venedik sokaklarında yarı aç ve ayakkabısız dolaşan bir ihtiyar biliyordu. Ahalinin onun hakkında bildiği tek şey bir zamanlar kiliseye karşı çıktığı için engizisyon işkenceleri gördüğü ve aklını yitirdiğiydi. İhtiyar sokaklarda “Charon’un işaretçisi!” diye bağırarak önüne gelenin yakasına yapışıyor ve ölülerin nehri geçtiğinden bahsediyordu. Bir sokak kuytusunda korkudan kıvranarak ölen bu adamı hiç kimse dinlememiş ve söylediklerinin deli saçması olduğu düşünülmüştü. Ama son nefesini verirken ölülerin daha önce hiç olmakları kadar talihli sayılacağı günlerin geldiğini biliyordu.

7
Kurgu İskelesi / Totentanz
« : 13 Aralık 2015, 18:59:07 »


Tanrı biliyor ki Francis Kromer’i ben öldürmedim. Kentteki kötü namımı hırsızlığa borçlu olsam da bu sefil hayatım boyunca kimsenin canına malı yüzünden kast etme cüretini göstermedim. Mızraklar üzerime çevrildiğinde askerlerin bakışlarına şahit oldum, kanın hangi ellere bulaştığı önemli değildi. Öfkenin dinmesi için bir mahkûm gerekiyordu ve infazına kimsenin itiraz etmeyeceği bir hırsız seçildi.

Çocukken kiliseye giderdim, rahip bir keresinde putperestlerin totemleri için insan kurban ettiklerini anlatmıştı ancak iyi ve dürüst Hristiyanların öfke putu için kurban edileceğimi tahmin edemedim. Tek günahım zavallı adamın askerlere onu hırpalayan kişinin ben olmadığını anlatacak kadar uzun bir yaşama sahip olmamasıydı.
Beni haksız yere infaz etmeye çalıştıklarını anladıklarında bunun için düşünecek vakitleri olmadı. Yangının çan kulesine ulaştığı küçük kentte oradan oraya kaçışan ve buldukları bütün duvarları kendilerine siper eden insanlar için masumiyetim hiçbir şey ifade etmiyordu.

Şimdi nehirde ilerliyor ve üzerinden dumanlar yükselmeyen bir kent arıyorum. Meyve ağaçları çarpıyor gözüme, birkaç tane yiyerek günlerdir süren açlığımı giderebilirim ama sandalı kıyıya yanaştırmanın bedelini hayatımla ödeyebileceğimin farkındayım.
Beni ölümle infaz etmeye çalışanlar yaşamla cezalandırıldı. Hepimiz cezalandırıldık. “O gece” kimsenin ölüler kadar şanslı olmadığı bir zamanın başlangıcıydı. Eğer olacakları bilseydim kellemi tüm suçsuzluğumla giyotine teslim ederdim ama şimdi hayatı arzulamanın cezasını çekiyorum.

8
Kurgu İskelesi / Ynt: Karantina
« : 06 Kasım 2015, 09:53:42 »
Gerçekten etkileyici bir hikaye. Özellikle tasvirlerinizi çok beğendim, ustaca kelimeler kullanmışsınız. Çavuşun bağırtıları kafamda canlandı diyebilirim :)
Ancak, hikayenin devamı var mı? Burada bitmemiş gibi geldi ve bence devam etmeli.

9
Kurgu İskelesi / Ynt: Yazdığım Bir Paragraf
« : 05 Kasım 2015, 21:25:55 »
Paragrafın öncesi ve sonrasını bilmiyoruz. Dolayısıyla kurgu hakkında yorum yapabilmek için pek yeterli değil. Bence en azından hikayenizdeki spesifik bir olayı anlatan bir pasaj koymalısınız. Böylece yorum yapmak daha kolay olur, size de daha faydalı olacaktır.

10
Kurgu İskelesi / Ynt: Karanlık Parçalar
« : 01 Kasım 2015, 17:21:46 »
İlginç bir konu ama üslup ve imla hakkında ne yazık ki olumlu yorum yapamayacağım.
Öncelikle noktalama işaretlerini hatalı kullanmışsınız. ".... ? ...." şeklinde değil "....? ...." şeklinde olmalı yani noktalama işaretinden önce boşluk bırakmamanız gerekiyor. Yazarken ofis programlarını kullanmanız daha iyi olur, otomatik düzeltmeden yararlanabilirsiniz.
Üsluba gelince, nasıl diyeyim tasvir yapmak için zorlamışsınız gibi geldi. Ayrıca bazı yerlerde doğru kelimeleri kullanmamışsınız. "gözlerinin bulanıklığı büyük bir kararmaya yer vermişti" tarzı cümleler pek sağlıklı gelmedi.

Yine de yazdıklarımın hevesinizi kırmasını istemem, kurgunuzu iyi buldum ama daha iyi cümlelerle ifade edilebilirmiş. Başarılar.

11


Claude Farrere tarafından yazılan bu kitap Fransız korku edebiyatının nadide örneklerinden biri. Ancak ne yazık ki Türkiye'de yıllardır basılmıyor, bu yüzden sadece sahaflarda veya e-kitap olarak bulunabiliyor.
Roman Narcy adında bir subayın ormanda metresiyle karşılaşmasıyla başlıyor. Bir görev için ormandan geçmesi gerekir ve yolunu kaybedince Madelaine adındaki metresiyle karşılaşır. Onu takip ederken kendini ormanın bilmediği bir yerinde baygın bulur ve onu uyandıran ihtiyarın evine misafir olur. Ancak eve gittiğinde Madelaine'ın orada esir olduğunu ve evlerinde misafir olduğu ihtiyarlarda bir gariplik olduğunu fark edecektir. Bu yaşlı adamlar ölümsüzlüğün sırrını bulmuştur. Narcy ise metresinin serbest kalması için kendini feda eder ve buradan kurtulmanın yollarını aramaya başlar.

Claude Farrere aynı zamanda Türk Kurtuluş Savaşı'na verdiği destekle tanınan bir isim. Bu yüzden Türkiye'de bir dönem oldukça popülermiş. Ancak ilginçtir ki Ölmez Adamların Evi romanı "Hamdi Varoğlu" adıyla basılmış.

12
Kurgu İskelesi / Ynt: Göğe Bakma Evi
« : 28 Ekim 2015, 23:03:44 »
Neden bilmem okurken kafamda Pink Floyd'un "Welcome The Machine" şarkısı çalmaya başladı :)
Kurgu gerçekten güzel ve etkileyici. Mesajı gerçekten çok iyi ama müsaade edersen kafama takılan bir şey var.
Ard arda nükleer patlamaların yaşanması hâlinde, böyle bir durumun gerçekleşmesi yani göğün kırmızıya dönmesi mümkün mü? Pek bilgili olmadığım için bu konularda :)

13

Ursula Le Guin'in bu romanı rüyalarıyla zamanı ve olayları değiştirebilen bir adamı anlatıyor. George Orr, ihtiyacından fazla ilaç tükettiği tespit edildiği için psikiyatri seanslarına gitmek zorunda kalır ve doktor william haber'a rüyalarının gerçeği değiştirdiğini ve onları baskı altına almak için ilaç kullanması gerektiğini söyler. haber, başta bunun bir heyula olduğunu düşünse de zamanla gerçek olduğunu fark edecek ve tasarılarını George'un rüyaları üzerinden gerçekleştirmeyi deneyecektir.

Biraz kıyıda köşede kalmış olsa da Le Guin'in en iyi kurgularından biri olduğunu düşünüyorum.

Alıntı
Her şey rüya görür. Şeklin, varlığın oyunları, maddenin rüya görmesidir. Kayalar kendi rüyalarını görür ve yeryüzü değişir... Ama zihin bilinçli hâle geldiğinde, evrim ivme kazandığında işte o zaman dikkâtli olmanız gerekir. Dünyaya karşı özenli olmanız gerekir. Yolu yordamı öğrenmelisiniz. İşin püf noktalarını, sanatını, sınırlarını öğrenmelisiniz. Bilinçli bir zihin bilerek ve özenle bütünün bir parçası olmalıdır - tıpkı kayanın bilinçsiz olarak dünyanın bir parçası olması gibi.

* Konular birleştirilmilştir.

14
Mitolojiler / Şeytan İmgesinin Kısa Tarihi
« : 28 Ekim 2015, 22:28:22 »
 

Al Pacino’nun başrolünü oynadığı Şeytan’ın Avukatı oldukça tartışılan bir yapım. Pacino, John Milton isimli bir sıra dışı bir avukat kılığında görünen “Şeytan”ı oynuyor. Film, Şeytan’ı karizmatik bir karakter olarak gösterdiği için dindar çevreler tarafından eleştiriler aldı. Bunun anlaşılabilir bir şey olduğunu söyleyebiliriz çünkü Şeytan’ı mutlak kötülüğün imgesi olarak biliyoruz. Ancak semavi metinlerde kötü, kibirli ve aşağılık bir varlık olarak tasvir edilen, Ortaçağ’da vebanın ve salgın hastalıkların kökeni olarak bilinen Şeytan’ın bir fenomene dönüşmesi üzerinde durulması gereken bir konu.
Pacino’nun oynadığı karaktere adını veren John Milton’ın kaleme aldığı Kayıp Cennet (Paradise Lost) ve Goethe’nin bir Avrupa söylencesinden yararlanarak yazdığı Faust bir konuda örnek gösterilecek temel edebi metinler olarak kabul edilebilir. Şeytan’ın yoldaşlarıyla birlikte Tanrı’ya karşı direnen bir özgürlük savaşçısı olana kadar birçok aşamadan geçtiğini söyleyebiliriz.

Yeryüzündeki Yasak Elma

            Dünyevi yaşamın ve zevklerin Şeytan ile özdeşleştirilmesi bütün semavi öğretilerde mevcut. Bu fikir bazı Hıristiyan öğretilerinde kapsamlı bir şekilde yer alıyor. Cizvitler, maddenin ve Dünya’nın tamamen Şeytan’a ait olduğuna inanırlar. Gökler âlemi Tanrı’nın, yeryüzü ise Şeytan’ın kontrolündedir ve buraya ait bütün zevklerin kaynağı o’dur. Bu anlayışın diğer Hıristiyan öğretilerinde ve semavi inanışlarda da aynı olduğunu biliyoruz. Çünkü ölümlü ve dünyevi yaşam Âdem ile Havva’nın yasak elmayı yemesiyle başlıyor. İnsanlık tarihi Cennet’te başladığı hâlde Âdem’in soyundan gelenlerin dünyevi hayatlarını burada olmayı hak edecek biçimde yaşamaları gerekiyor.

            Reform hareketlerinin Şeytan imgesine farklı bir yorum kattığını da görmekteyiz. Protestanlık düşüncesinin temelinde “sola scriptura” ilkesi yatar. Bu tabir Latince’de “yazıldığı gibi” benzeri bir anlam ifade eder ve dinin ancak İncil’deki metne göre yorumlanabileceğini belirtir. Kaldı ki Luther’in amacı reformize edilmiş bir din yaratmak değil, kendi düşüncesiyle İncil’i ve dini ruhban sınıfının tahakkümünden kurtarmaktı. Bu durumda Şeytan imgesinin olduğu gibi kabul edildiğini görmek mümkün.
Ancak Luther, Calvin gibi din adamlarının Şeytan’a ve cehenneme getirdikleri farklı bir yorum vardı. Bu düşünceye göre Tanrı, evrenin mutlak sahibidir ve var olan her şey onun bilgisi, kontrolü dâhilindedir. Şeytan, insanoğluna Tanrı tarafından sunulan düzenin parçasıdır. İnsan Tanrısından uzaklaştığında Şeytan’ın alanına girecek ve üzerindeki bütün gazaplar Tanrı tarafından onaylanacaktır. Bu durumda Şeytan’ın mutlak kötü bir karakterden var olan dengenin doğal bir parçasına dönüştüğünü söyleyebiliriz.

Şeytan’ın Etkisini Yitirmesi

            Avrupa’da ve Amerika’daki kolonilerde cadılara duyulan inanç Şeytan’ın popülerliğini uzun süre korumasını sağladı. Hastalıklar, salgınlar, tarlalardaki verimsizlik, doğal felâketler ve diğer olumsuzluklar Şeytan ile anlaşmaya yaptığına inanılan ve çoğu kadın olan kişilere bağlanıyordu. Paganların, Heretiklerin hatta Katharlar, Bogomiller gibi Hıristiyan toplulukların Şeytan ile ilişkilendirilmiş olduğunu biliyoruz. Bu durum 1600lü yılların sonlarına kadar kendini göstermeye devam etti. Cadı olduğuna inanılan kişiler mahkemelerde yargılanıyor ve şeytan ile anlaşma yaptıkları ispat edilirse –sara krizi geçiren birinin gördüğü kâbuslar bile kanıt olabilirdi- halka açık bir yerde yakılmak da dâhil olmak üzere çeşitli yollardan infaz ediliyorlardı.

            Pozitivist ve materyalist dünya görüşlerinin yaygınlaşması, cadılara olan kör inancın etkisini yitirmeye başlaması Şeytan figürünün popülaritesini epey düşürdü. Zira artık kötülük olgusu farklı bir şekilde ele alınıyordu. Voltaire’in deizmini buna örnek gösterebiliriz. Deizm düşüncesinin önde gelen isimlerinden biri olan V0ltaire, bir Tanrı’nın varlığına inanıyor ancak “kötülük” meftumunun insanın doğasından kaynaklandığını düşünüyordu. Kötülük, insan doğasının bir parçası olarak görülüyor, hatta Rousseau gibi bazı filozoflar toplum sözleşmesinin temel amaçlarından birinin insanların doğalarında bulunan kötülüğü uygulamalarını engelleyerek adil bir düzen kurmak olduğunu söylüyorlardı. Kötülüğün insanileşmesi ise Şeytan’ı saf dışı bırakıyordu.

“Mephistopheles”in Romantik ve Özgürlükçü Olarak Yükselişi

            Fransız İhtilali yaklaşırken, din yalnızca reddedilen değil nefret duyulan bir olgu hâline gelmişti. Bunun temel sebebi kralların, senyörlerin ve sermaye sahiplerinin dini kullanışlı bir araç olarak görmeleri ve özgürlük fikrine kapılan kişileri Şeytan ile özdeşleştiriyor olmalarıydı. Marquis de Sade’ın eserlerinde bunu fazlasıyla görebiliriz. Tanrıya Karşı Söylev kitabında dine ve din adamlarına karşı yoğun bir öfke vardır ve Sade bu öfkeyi doğrudan onların ardına sığındığı Tanrı’ya yansıtmış, ona meydan okumuştur. Din doğası gereği egemen sınıfın aracı hâlini alınca şeytan ile özdeşleştirilen kişilerin onu bir sembol hâline getirmeleri anlaşılabilir.

            Anarşist şair-müzisyen Léo Ferré’nin dizelerinde Bastille’in alınışı için Şeytan’a teşekkür etmesi boşuna değil. Kilise ve kralcılar, dönemin entelektüellerini, devrimcilerini ve kendi otoritesine karşı çıkan liberal Protestanları Şeytan ile işbirliği yapmak ile suçluyorlardı. Ancak Şeytan kişiliğini kaybetmiş ve kiliseye tepkili olanların simgesi hâline gelmişti. Öyle ki idealist filozof Soren Kierkegaard bile kötülüğün insandan kaynaklandığını ve Şeytan’ın artık tamamen gereksiz bir figür olduğunu belirtiyordu.

            Şeytan’ın romantik bir karakter olarak tasvir edilişine 18 ve 19.yüzyıllarda yazılan birçok eserde rastlayabiliriz. William Blake’ten Lord Byron’a kadar birçok şair/yazar eserlerinde Şeytan’ı insani, romantik bir karakter olarak yansıtmıştır. Ancak belirtildiği gibi bu figürü ele alan iki spesifik eser üzerinde durmak gerekiyor.

Kayıp Cennet ve Faust’ta Şeytan

            Milton’un Şeytan’ı, 18 ve 19.yüzyılda kiliseye ve dine tepkili olan entelektüeller, romantikler tarafından benimsenmiş bir figür. Kayıp Cennet, Şeytan’ı ilkeli ve romantik bir özgürlük savaşçısı olarak tasvir ediyor. Ancak Milton’ın bu eseri yazarken Şeytan’ı yüceltmek ve onu romantize etmek gibi bir amacı yoktu. John Milton koyu bir Hristiyandı ve Paradise Lost’u yazarken temel amacı ilk günahın özgür düşünceden çıktığını anlatmaktı. Tanrı’ya karşı mutlak bir itaatin gerekliliğine inanan Milton, Şeytan’ı romantize etmekten çok özgür düşünceyi şeytanileştirmek peşindeydi.

            Bilindiği gibi, Kayıp Cennet Şeytan’ın cennetten kovulmasını anlatıyor. Şeytan, yoldaşlarıyla bir araya gelerek kendisinden Âdem’in önünde secde etmesini isteyen Tanrı’ya karşı bir mücadele veriyor. Bu cüretini ise yoldaşlarıyla birlikte cehenneme hapsedilerek ve kötülüğün kaynağı hâline gelerek ödüyor. Milton’ın Paradise Lost’u tarihlerde seküler/materyalist düşünceler hızla yayılıyordu. Dolayısıyla dinin toplum üzerindeki etkisi de yavaş yavaş azalmaktaydı. Şeytan ile özgür düşünce arasındaki ilişkiyi ve Milton’ın bunu eserinde yansıtmasını buradan anlamak mümkün.

            Goethe’nin Faust eseri eski bir Avrupa söylencesine dayanıyor. Faust, Orta Çağ ile Yeni Çağ arasındaki döneme tarihlenen bir söylence. Dr.Faust, felsefe, tıp, doğa bilimleri alanında araştırmalar yapan ve akademik dereceler alan bir öğretmendir ve sahip oldukları ona asla yetmeyecektir. Bir insanın ulaşabileceği en son sınırlara ulaşmasına rağmen sahip olduğu bilgi kendisine yetmez ve büyük bir bunalıma düşer. Bu bunalımdan kurtulmak için tek çaresi de Şeytan’a ruhunu satmaktır. Şeytan, yaptığı anlaşma karşılığında Faust’u içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtaracak, ona gençliğini ve hayatının aşkını verecektir ancak tüm bunlar elinde sonunda Faust’u bir felâkete sürükler.

            Faust ve Paradise Lost, Şeytan’ın neden romantik bir karakter hâline getirildiğini anlamak için oldukça önemli. Zira iki eserde de şeytan akıl, bilgi ve özgür düşünce ile özdeşleştiriliyor. Paradise Lost’ta özgür düşünce şeytani bir icat ve ilk günahın kaynağı olarak gösterilirken Dr.Faust’un bilgiye olan tutkusu yüzünden Şeytan’ın ağına düştüğüne inanılıyor. İki kurgunun da dinin tartışmalı hâle geldiği zamanlara tarihlendiğini düşününce imgedeki değişimin kökenlerini anlamak mümkün.

Kaynakça:
*  Jeffrey Burton Russell, Mephistopheles Modern Dünyada Şeytan, Kabalcı Yayınları, Çeviren: Nuri Plümer, 1999 İstanbul
* Gerard Massadie, Şeytan’ın Genel Tarihi, Çeviren: Işık Ergüden, Kabalcı Yayınları, 1998 İstanbul
*John Milton, Kayıp Cennet, Çeviren: Enver Günsel, Pegasus Yayınları, 2007 İstanbul

15
I. Bölüm

   Rainsford ailesinin evinde geceyi sona erdiren güneşin doğuşu değil Roxanne’ın çığlıklarıydı. Ailenin küçük kızı Roxanne, uyanınca başkalarına anlatmaya cesaret edemediği kâbuslar görüyordu. İki yıldır gördüğü kâbuslar hem Roxanne hem de ailesi için bitmek bilmeyen bir ızdıraba dönüşmüştü.
Bay Rainsford, büyük oğlu Maximillian’ı rahip Benjamin Hathaway’i getirmesi için kasabaya yolladı. Hathaway’in geldiği gecenin son kâbus gecesi olacağını umut ediyorlardı. Benjamin uykulu ve telaşlı gözlerle içeri girdiğinde Roxanne’ın bilinci henüz yerine gelmişti ancak korku içindeki derin nefesleri durmuyordu ve gördüklerinin dehşetinden kurtulamamıştı.

   Benjamin’i odasında görmek Roxanne’ı rahatlatmadı. Aksine onun kızıl sakalları ardındaki sert yüz hatlarını ve keskin bakışlarını gördükçe daha büyük bir korku hissediyordu. Benjamin’in öfkeli mizacı Roxanne’ı korkutuyor ve rahip onun bu korkusuna ruhunu ele geçirmeye çalışan karanlık ruhların sebep olduğunu söylüyordu.  

Benjamin, derin nefesler içindeki Roxanne’ı bıraktı ve telaşlı gözlerle kızına bakan Elliot’a dönerek “Bana olanları anlattığınızda bunun kötü bir ruhun işi olduğuna karar verdim” dedi “Ancak emin olmam gerekiyordu. Bu gecikme için özür dilerim. Kızınızın karanlık ruhlardan kurtulması için size yardımcı olacağım.
Roxanne’ın ruhuna ızdırap çektiren kötü ruh bir cadı tarafından musallat edilmiş. Onu kurtarmak için tılsımı bulmamız ve onu oraya koyan cadıyı cezalandırmamız gerekiyor. Yarın ilk işim soruşturma açılması için belediye başkanı ve kasaba konseyi ile konuşmak olacak. Ama bu gece gitmeden tılsımı bulmayı umuyorum. Evinize veya arazinize yerleştirilmiş olduğundan eminim.”

   


   Güneş tepedeyken Salem sokaklarında bir sessizlik hâkimdi. Bütün dükkânlar kapanmış, balıkçılar sandallarını bağlamıştı. Sokaklarda devriye gezen askerler dışında neredeyse hiç kimse yoktu. Ancak kiliseye yaklaşıldığında bir kalabalığın uğultusu duyuluyordu. İçerisi hınca hınç dolu olan kilisedeki vaazı izleyebilmek için pencerelerin önünde yer tutanları görmek mümkündü. Aylardır kente inmeyen çiftçiler bile oradaydı. Kilisenin içindeki boğucu hava kimsenin ilgisini çekmiyordu çünkü insanların yüzlerinde bir korku ve öfke hâkimdi.

Rainsford ailesi cemaatin en önünde, kürsünün hemen karşısındaki sırada oturuyordu. Bütün cemaati yakan öfke ateşi çocukları ısıtmıyordu. Roxanne’ın yüzünde yalnızca korku vardı. Korku, onun bedeninde doğmuş gibi gözlerinden bakıyordu. Kardeşleri Samantha, Maximillian ve Joshua’nın yüzlerinde ise bir şaşkınlık ve telaş hâkimdi.


Benjamin, ağır adımlarla kürsüye çıktı. Yüzündeki öfke cemaate bir coşku veriyordu.
“Tanrı’nın merhameti bu kentin üzerinde olsun” diye bir öfke çığlığıyla başladı vaazına
“Tam iki yıl önce, felâketlerin sona erdiğini ve Şeytan’ın karanlık ellerini bu şehrin üzerinden çektiğini zannettik. Yedi cadıyı kent meydanında infaz ettiğimizde, onun artık korktuğunu ve bizi rahat bırakacağını düşündük. Ama Tanrı bizi rehavetimiz için bir kez daha cezalandırdı.
Geçen hafta ilkel ve vahşi Watanabe Kızılderilileri, şehrin dışındaki bir müfrezeye saldırdı ve bu şehirde doğup büyümüş yirmi beş genci katletti. Yüce Tanrı, aileleri şu an aramızda olan bu cesur gençlerin ruhlarına merhamet etsin. Ancak karşılaştığımız tek felâket bu değil.
Balıkçılar şu an arka sıralarda beni dinliyor. Vaazı dinlemek için teknelerini bırakıp geldiler. Çünkü gelmemiş olsalardı tek bir balık tutamadan evlerine döneceklerdi. Çiftçiler, tarlalarını bırakıp buraya geldiler, çünkü iki aydır yağmur yağmıyor ve bu bereketli topraklar üzerinde ekinler kuruyup gidiyor.
Kentimizin iyi kalpli tüccarı Dustin McCawley’i iki gün önce acı dolu titremeler içinde kaybettik.
Tüm bunların başımıza gelmesinin sebebi kentimizin insanlarını Tanrı’nın buyruğundan koparmak ve cehennemin dibine itmek için ellerinden gelen her şeyi yapan cadılardır.
Ancak, tüm bu başımıza gelenlerin suçlusu cadılar değil. Şeytan da değil! Biziz! Şeytan’ın esiri olmuş birkaç kadından kurtulduğumuz için mücadelenin bittiğini zannettik. Üzerimize düşen bütün görevleri yaptığımızı ve Tanrı’nın bize şefaat etmemesi için hiçbir sebep olmadığını düşündük. Tanrı, bu tembelliğimizi bize felâketler yaşatarak cezalandırdı. Başımıza gelenlerin sebebi cadılar olsa da sorumlusu biziz!

   Kardeşlerim, Tanrı için yapacaklarımız Pazar günleri kiliseye gitmekten ve yemeklerimizden önce ona dua etmekten ibaret değildir. Mücadele etmemiz gerekir. İsa’nın ve azizlerin hayatlarını örnek almalıyız. Yüce İsa biz inananlar için çarmıha gerilmeyi göze almışken biz sadece Pazar günleri kiliseye gidip Tanrı’nın bizlere şefaat etmesini mi bekleyeceğiz?


   Tanrı hepimize merhamet gösterecektir kardeşlerim. Tanrı merhametlidir. Ancak aynı zamanda adildir. Merhameti sadece adil bir şekilde hak ederek kazanabiliriz. Bunun için Şeytan ve onun uşaklarıyla mücadele etmeyi öğrenmemiz, zafer sarhoşluğuna kapılarak tembelleşmekten vazgeçmemiz gerekir.
Bugün neden burada olduğumuzu hepimiz biliyoruz. Saygıdeğer bay Eliot Rainsford’un küçük kızı Roxanne Rainsford, iki yıldır korkunç kâbuslar görüyor. Bu kâbusları görmesini sağlayan kötü ruh ona bir cadı tarafından musallat edildi. Dün Rainsford ailesinin mülkünde arama yaptım ve tüm bunlara sebep olan cadının kim olduğunu buldum. Şeytan’ın uşaklığını yapmaya, Rainsford ailesine ve Salem kentine lanet saçmaya yemin etmiş bu cadı yarın mahkemeye çıkarılacak ve Tanrı’nın adaletiyle tanışacak!”


   Kiliseyi coşku ve öfke çığlıkları doldurdu. Yaşlı bir çiftçi histeri nöbeti geçirdiğinin farkında olmaksızın “Yakın onu!” diye bağırıyordu. Kalabalığın sesi kilisenin duvarlarına çarparak büyüyor ve içeride kimsenin tek kelimesini anlamadığı bir uğultu yankılanıyordu. Benjamin, cemaatinden sessizlik istedi ve tüm bu hengameyi korkulu gözlerle izleyen Roxanne’ı sahneye çağırdı. Roxanne, ağır ve telaşlı adımlarla kürsüye çıktı.
“Bize ne gördüğünü anlat Roxanne.”


II.Bölüm

“Roxanne, mahkemeye ve jüriye üç yıldır gördüğün kâbuslardan bahseder misin?”
Roxanne, sanık sandalyesindeki Oriana’ya mahçup bir biçimde bakıyor ve onun gözlerindeki ifadeyi gördükçe korku çığlıkları için pişmanlık duyuyordu. “Keşke çığlık atmayı hiç öğrenmeseydim” diye geçirdi içinden. Bu genç kadının başına gelecekler için kendini sorumlu tutuyordu.

“Onun gözlerine bakma Roxanne” diye uyardı Benjamin “Seni etkileyebilir. Lütfen bakışlarını jüriye çevir ve gördüğün kâbusu anlat.”

Roxanne bakışlarını jüriye çevirse de bir süre hiç konuşamadı. Vücudunda derin bir titreme hissediyordu. Duyduğu pişmanlık vücudunu kâbuslardan daha kötü bir biçimde esir alıyordu. Öyle ki bir an düşüncelerinin sert bir cisme dönüşüp vücudunda dolaştığını hissetti.
“Korkma Roxanne” dedi hâkim “Hepsi sona erecek. Senden kimseyi suçlamanı ve bize herhangi bir isim söylemeni istemiyoruz. Sadece üç yıldır yaşadığın kötü deneyimi bizimle paylaşmanı istiyoruz. Rüyalarında seni rahatsız edenin ne olduğundan bize bahseder misin?”

   Roxanne, hâkim Maxwell’in soğukkanlı ifadesine katlanabilirdi ancak mahkeme salonunu dolduran insanların üzerinde gezdirdiği bakışlar ona dayanılmaz geliyordu. Maxwell, gün boyunca aynı ifadeyle aynı yere bakabilecek yeteneğe sahip gibi görünüyordu. Roxanne ise bir süre hiç kimseyle göz teması kurmamaya çalıştı. Gözlerini yer ve pencereler arasında gezdirirken buna dayanamadığını fark etti. Oriana’nın yaşayacaklarının kaçınılmaz olduğunu, bunu engelleyemeyeceğini biliyordu ve tüm bunları bir an önce bitirmek istedi.

“Bir geyik gördüm.”
“Bize gördüğün geyikten bahseder misin? Nasıl bir geyikti? Onu nerede gördün?”
“Ormanda, böğürtlen toplamak için gittiğimiz yerde… Onu vücuduna oklar saplanmış olarak görüyorum. Onun için endişelenip yanına gidiyorum. Daha sonra gözleri açılıyor ayağa kalkıyor. Bu beni korkutuyor. Kaçmaya başlıyorum. Üzerime geldikçe vücudu bir insanınkine dönüşüyor. Beni yakalıyor. Upuzun tırnaklarını ve bir köpeğinkine benzeyen dişlerini görüyorum. Beni öldürüyor.”
“Üç yıldır aynı rüyayı görüyorsun değil mi?”
“Bazen değişiyor. Onu bazen evimizin bahçesinde görüyorum. Bazen tamamen bir insana dönüştüğünü görüyorum.”
“Ama rüyan ölü bir geyiğin yanına gitmenle başlıyor değil mi? Her zaman böyle oluyor.”
“Evet.”

   Roxanne bunu söyledikten sonra hâkim önünde duran bir kâğıdı kaldırdı. Üzerinde divitle çizilmiş bir geyik resmi vardı. Roxanne bu çizimi gördüğünde başını büyük bir korkuyla öne eğdi ve gözlerini sımsıkı kapattı.
“Gördüğün kâbuslar göz önüne alındığında, Rahip Benjamin Hathaway’in hizmetçiniz Oriana’nın odasında bulduğu bu resim hakkında ne düşünüyorsun?”

Roxanne, kendini tutamadı ve ağlamaya başladı. Etrafındaki kimseyi görmemek için yüzünü elleriyle sımsıkı kapattı. Hâkim Maxwell, Catherine’den kızını dışarı çıkarmasını istedi. Onu karşısında ağlarken görmek dikkâtini dağıtıyordu. Roxanne’ın hıçkırıkları kaybolduğunda mahkeme salonundakilere sessiz olmalarını söyledi ve donuk gözlerini sanık sandalyesinde oturan Oriana’ya çevirdi.

“Bunun için bir açıklaman var mı?” diye sordu “Evlerinde çalıştığın ailenin küçük kızı bir geyiğin insan vücuduna bürünüp kendisini öldürdüğü kâbuslar görüyor ve senin odanda bir geyik resmi bulunuyor. Üstelik bu resmi Roxanne’ın odasından çaldığın divit ile çizmişsin.”
“Onu çalmadım, Roxanne’dan rica ettim ve bana verdi.”
“Pekalâ! Roxanne’ın aklına girerek onun divitini alıp bir geyik resmi çizmişsin. Bu sonucu değiştirmiyor. Bunu nasıl açıklıyorsun?”
“Bir şeyler çizmeyi seviyorum. Sadece bu. Çocukluğumdan beri bir şeyler çiziyorum. Yaşadığımız arazinin etrafında çok fazla geyik var, ben de gördüğüm her şeyi çizmeyi seviyorum.”

   Oriana, hâkimin emriyle zincirler ve prangalar içinde yerine oturdu. Ölüm korkusu gözlerindeki ve tenindeki bütün renkleri almıştı. Öyle ki yanındaki askerler zincir halkalarının birbirlerine vurduklarında çıkardıkları sesi duyabiliyordu. Maxwell, gözlerini Eliot’a çevirdi.
“Hizmetçinizi nerede bulduğunuzu anlatır mısınız bay Rainsford?”
“On iki yıl önce ormanda buldum. Ava çıkmıştım. Ormandaki başıboş Fransız askerlerinin ailesini öldürdüğünü söyledi. Günlerce yürümüştü, yorgun ve hasta görünüyordu. Gidecek bir yeri yoktu.”
“Ondan daha önce hiç şüphelendiniz mi?”
“Bir şeyler çizdiğini gördüğümde şüphelendim. İlk geldiği hafta, bahçede oturmuş bir ağacın dibindeki mantarları çiziyordu. Onu uyardım. Bunu yapmanın şeytanları çağıracağını söyledim. Çizmeye gizlice devam ettiğinden haberim yoktu.”

Maxwell, kâtibin yazdıklarını kontrol ettikten sonra kâğıttan başını bile kaldırmadan “Söz sizde Rahip Hathaway” dedi “İddia makamı olarak konuşmanız gerekiyor. Ancak eğer izin verirseniz öncesinde size bir soru sormak istiyorum.”
“Elbette!”
Hâkim, kâğıtları incelemeyi bıraktı ve gözlerini karşısında emir bekleyen bir asker gibi duran rahibe dikti.
“Son yıllardaki cadı olaylarında Reginald Scott tarafından yazılan kitabı rehber edindik. Deliller bu kitaba göre toplandı ve davalar buna dayandırıldı. Kitabı kaynak olarak kabul edebiliriz değil mi?”
“Evet, son yıllarda cadılarla ilgili en gelişmiş kaynak olduğunu söyleyebilirim.”
“Kitabı okudum ve cadıların resim çizerek tılsım hazırladıklarıyla ilgili bir bilgiye rastlayamadım. Birçok kişi bunun cadılar tarafından kullanılan bir metot olduğunu söylese de, kabul ettiğimiz kaynaklarda böyle bir bilgi söz konusu değil. Bunu nasıl açıklayacaksınız?”
“Dediğiniz gibi, Scott tarafından yazılan kitap ciddi ve gelişmiş bir kaynaktır. Ancak herhangi bir kitabın Şeytan ile ilgili bütün bilgileri içermesi imkânsız. Ayrıca biz nasıl mücadele ediyorsak şeytan da ediyor. Bizi alt etmek, yakalanmamak için yeni metotlar keşfediyor.
Eğer bu resmi gördüğümde küçük Roxanne’ın kâbusları olmasaydı, yapacağım tek şey sanık sandalyesinde oturan bu kadını dostça uyarmak olurdu. Doğadaki nesnelerin resmini çizmek paganların ve putperest Kızılderililerin uğraşıdır. Roxanne geyikler ile ilgili kâbuslar görürken ve bu kadının odasında bir geyik resmi bulunmuşken, şüphecilik gözlerimizi kör etmemeli. Şüphecilik Şeytan’ın son zamanlarda insan beynini zehirlemek için en çok kullandığı düşünceler arasındadır. Avrupa’nın imanı bugünlerde şüphecilik zehriyle can veriyor. Eğer biz de bu düşünceye kapılır ve kararlarımızı ona göre verirsek birkaç kuşak sonra kentimizi Şeytan’ın ellerine teslim etmiş oluruz.”


“Jürinin bu konudaki düşünceleri nedir?”
Yaşlı bir adam ayağa kalktı ve “Jüri üyelerinin tamamı, Roxanne Rainsford’un kâbuslarına onların evinde yaşayan cadının faaliyetlerinin sebep olduğuna karar vermiştir.”


Maxwell, elindeki kâğıtları inceledikten sonra, donuk ve yüksek bir sesle Oriana’nın idamına karar verdiğini açıkladı. Oriana’nın hayatı ertesi gün kent meydanında asılarak sona erecekti.

III.Bölüm


Oriana’nın elleri arkadan bağlanmış bedeni sallanırken kent meydanında büyük bir sevinç çığlığı koptu. Son nefesini ölümünü iştahlı bir canavarın avını beklediği gibi bekleyen bir kalabalığa bakarak verdi. Ön sıralarda oturan Roxanne’ın gözlerine bakmamaya çalıştı ve bedeni ipte sallanırken bakışlarının ona denk gelmemesi için gözlerini sımsıkı kapattı. “Cadılara ölüm!” sloganı ritmik bir şekilde yükselirken rahip Hathaway cesedin şafak vaktine kadar burada asılı kalacağını söylüyordu. “Bu kente gözlerini diken Şeytan’a ve onun aramızda sinsice dolaşan askerlerine ders olacak” diye haykırdığında kalabalık kazanılan kutsal zaferin çığlıklarını atıyordu.


O gün herkes Cadı’nın kent meydanında kancadaki bir et gibi çaresizce sallanan bedenini konuştu. Kimileri onun yakılmayı veya giyotini hak etmişken asılmasını fazlaca merhametli buluyor ve Tanrı’nın isteklerinin yeterince yerine getirilmediğinden bahsediyordu. Doğru olan onun birkaç gün hücrede işkence çekmesi ve daha çok acı çekerek can vermesiydi. Bazıları da rahip Hathaway’in vaazının etkisindeydi. Dostlarına zafer sarhoşluğuna kapılmamalarını ve bir cadı asıldığı için Yüce İsa’nın yolunda mücadele etmekten vazgeçmemeleri gerektiğini telkin ediyorlardı. Ancak bütün memnuniyetsizliklerine rağmen Cadı’nın ölü bedeni onları mutlu ediyor, dar ağacında sallanan bu et ve kemik yığını onlara İncil’deki zaferleri anımsatıyordu.

   Rahip Hathaway’in uykusu gece yarısı kapısının çalınmasıyla bölündü. Bu saatte onu rahatsız etmeye cüret eden kişinin kim olduğunu merak ederek üzerini giyindi ve merdivenlerden indi. Kapıya yaklaştıkça tavernadan gelen sesleri ve askerlerin adım seslerini işitiyordu.
Kapıyı açtığında tanıdık bir yüzle karşılaştı. Gözlerinde üzgün ve öfkeli bir ifade vardı. Gecenin bu saatinde uyandırıldığı için duyduğu öfke yerini sevecenliğe bıraktı ve bu davetsiz misafirin yüzüne gülümsedi. Elini onun omzuna yerleştirdi.
“Sizinle konuşmak istiyorum peder” dedi misafir.
“Anlıyorum. Sebebini tahmin edebiliyorum. Başından beri bu olayın seni kötü etkilendiğinin farkındayım. Ancak İsa’nın yolunda yürümek zordur. Bazen sevdiklerimizden fedâkarlık etmemiz gerekir. Şeytan bize her zaman kötü şekillerde görünmez. O bize sevgiyle görünme ustalığına da sahiptir. Şu an iyi hissetmediğinin farkındayım ama bunun üstesinden gelmen gerekiyor.”
“Üstesinden gelmeyi düşündüğüm başka bir şey var peder!”
“Nedir?”
   
   Misafir, cüppesinin altında gizlediği hançeri çıkardı ve pederin karnına sapladı. Benjamin, karnındaki kanı elleriyle durdurmaya çalışırken hançerin bu sefer göğsüne saplandığını hissetti. Vücudundaki bütün enerji çekiliyor ve gözleri kararıyordu. Karanlık tamamen bastırmadan önce gördüğü son şey imanına her zaman güvendiği bu genç adamın yüzüne öfkeyle bakan gözleri oldu. Bir dakika daha yaşayabilseydi olanları düşünüp pişmanlık duyabilirdi.

IV.Bölüm


Rahip Hathaway’in cenaze alayı geçerken darağacı ancak sökülüyordu. Askerler ise her yerde rahibin katilini arıyorlardı. Bir ölüm kalabalığı yerini başkasına bırakırken herkesin aklında aynı fikir vardı: Şeytan uğradığı hüsranın öfkesini hayatını Tanrı’ya adayan ve onu alt eden rahipten çıkarmıştı. Şimdi yapılması gereken ise Şeytan’ın emrinde veya etkisinde bu cinayeti işleyen kişiyi bulmak ve dün olduğu gibi cezalandırmaktı. Katil ile ilgili bildikleri tek şey üzerinde kafasını örten ve yüzünün görünmesini engelleyen kahverengi bir cüppe olduğuydu. Tavernadan çıkan biri kahverengi cüppeli bir adamın kiliseden çıktığını ve ormana doğru yürümeye başladığını görmüştü.


Cenaze alayı idam kalabalığı kadar fazla değildi. Çiftçiler ve balıkçılar Cadı’nın idamı sayesinde Tanrı’nın bereketi arttıracağını düşünerek işlerinin başına koyuldular. Denizin ufuklarında görünen yağmur bulutları balıkçıların umudunu arttırıyordu.


Tanrı’nın bereketine günler sonra şahit olan ilk kişinin balıkçı Wycliff Morgan olduğu düşünüldü. Ağına bir şeyin takıldığını fark ettiğinde bir sevinç çığlığı kopardı. Eğer alabora olacağını bilmeseydi sandalın üzerinde dans etmeye başlayacaktı.
Ağa yakalanan her neyse onu çekmesi çok zordu. Ancak bu Wycliff’i umutlandırıyordu çünkü büyük balıkların buraya gelmesinin tek sebebi diğer küçük balıkları avlamak olabilirdi. Denizler eskisi gibi bereketlenmişti.

   Wycliff, kıyılardan duyulabilen bir çığlık kopardı. Bütün kuvvetini verip ağa yakalanan şeyi denizin yüzeyine çekmeyi başardığında karşılaştığı şey bir cesetti. Diğer balıkçılar cesedi kıyıya taşımak için sandallarını getirdiklerinde aralarından biri bu ölenin Maximillian Rainsford olduğunu söyledi. Kâbusları sayesinde bir cadının yakalandığı Roxanne’ın ağabeyiydi. Üzerinde kahverengi bir cüppe vardı. Cüppenin etekleri açıldığında kuşağına iliştirdiği kanlı hançeri görmek zor olmuyordu.


   Ceset, askerler gelene kadar kumsalda bekletildi. Maximillian’ın bedeni soluklaşmaya başlamıştı. Yağmur bulutları denizlerin ufuklarından Salem’in göğüne ulaşmıştı ancak ne balıkçılar ne de askerler bunu fark edecek durumda değildi. Maxilimillan, kahverengi cüppesi ve belindeki hançeriyle önlerinde duruyordu. “Zavallı çocuk” dedi komutan Jebediah “Cadı onu da etkisi altına almış. Herhalde rahibi öldürdüğü için pişman oldu ve kendini denize attı. Tanrı ruhuna merhamet etsin. Kaldırın!”


Askerler, Maximillian’ın bedenini getirdikleri at arabasına taşırken Jebediah ona üzgün gözlerle bakıyordu. Rahip Hathaway, Maximillian’ın ne kadar imanlı bir çocuk olduğundan sık sık bahsederdi. En büyük arzusu rahip olabilmekti ve bir cadının büyüsü altında rahibi öldürüp intihar etmeseydi iki ay sonra kuzeydeki ruhban okuluna gidecekti.


Maximillian at arabasıyla mezarlığa doğru taşınırken askerlerden biri ailesine haber vermek için taburundan ayrıldı. Bedenini terk eden tek şey nefesleri değildi. Oriana’nın ölümüne sebep olan kıvılcım beyninde dolaşıp duruyordu ve ona son nefesini verene kadar eşlik etti. Kız kardeşinin kâbuslarından sorumlu olduğunu biliyordu ve unutmanın tek yolu ölmekti.


Son Bölüm


Kellesi evlerinin salonunda duran geyiğin ölümünü gördüğünde on bir yaşındaydı. Eliot, avlanmaya giderken onu da götürmeye başlamıştı. Babası avlanırken ona eşlik etmekten büyük bir heyecan duyuyordu. Yayı nasıl kullanacağını öğrenmişti –Eliot diğer hayvanları kaçırdığı için tüfeğe pek güvenmiyordu- ve ağaçlar yerine bir hayvanı vuracağı günü sabırsızlıkla bekliyordu.

Eliot, çalılıkların ardında sinsice pusu kurdu ve en ufak bir hışırtıyı bile fark eden geyiğin dikkatini çekmeden onu menziline almayı başardı. Geyik yorgun görünüyordu. Vahşi bir hayvandan veya başka bir avcıdan kaçmış olacaktı ki, göletten su içer içmez bir ağacın gölgesinde oturup dinlenmeye başladı. Bu onu daha kolay bir av hâline getiriyordu çünkü avcıyı fark etse bile ayağa kalkıp kaçana kadar avlanması zor olmayacaktı.


   Eliot’un attığı ok geyiğin gövdesine saplandı. Ayağa kalkıp kaçmaya çalıştıysa da birkaç adım sonra sendeledi ve yere düştü. Maximillian neredeyse etrafta başka hayvanların olabileceğini unutarak bir zafer çığlığı koparacaktı. Geyiğe bir ip bağlayıp sürükleyerek arabaya taşıdıklarında Eliot kellesinin salonda güzel duracağından bahsediyordu.
Catherine ve Oriana mutfağı saatler öncesinden hazırlamıştı. Geyiğin derisinin yüzülmesi ve etinin pişirilir hâle gelmesi zahmetli bir işti. Roxanne henüz yedi yaşındaydı ama Catherine mutfak işlerini şimdiden öğrenmesi için onu yanında tutuyordu.


   Eliot, geyiğin bedenini eşine ve hizmetçisine teslim etmeden önce kafasını bir baltayla kopardı. Roxanne ise tüm bunları soğukkanlılıkla izleyen abisinin yanına geldi ve büyük bir üzüntü ve korku içinde geyiğin kafasını neden kopardıklarını sordu. Annesinin onu yanında tutmak istemesinin sebebi ölü hayvanlar görmekten korkmasıydı. Buna alışması gerektiğini düşünüyordu ancak Roxanne ölü geyiği görünce benliğini saran korkudan kurtulamıyordu. Maximillian, kız kardeşini korkutmaktan büyük bir zevk alırdı. Geyiğinin kafasının onu korumak için kesildiğini söyledi.
“Bir geyik öldüğünde ruhu kötü bir canavara dönüşür ve ölüsünün olduğu evde küçük bir kız varsa geceleri onu yemek için odasına gelir. Bu yüzden kafasını kesmemiz gerekir. Kafasını kesmezsek insan vücutlu geyik kafalı bir canavar gelip seni yer.”

 
Roxanne, bunu duyduğunda ağlayarak mutfağa koştu ve annesine sarıldı. Catherine, bir yandan kızını sakinleştirmeye çalışıyor, diğer yandan birkaç yıl sonra yemek yaparken ona yardım etmesi gerekeceğini, bu yüzden ölü hayvan görmeye alışmasını söylüyordu. Maximillian ise kardeşini korkutmanın verdiği çocuksu zevkle kahkahalar atıyordu. Oriana, birkaç yıl sonra ölümüne sebep olacağını bilmeyen bu kahkahaları tebessüm ile izliyordu.


Roxanne, bu duyduklarının etkisinden hiçbir zaman kurtulamadı. O günden sonra yatağa korkarak girmeye başladı. Salonun duvarında asılı olan geyiği görmemek için odasından çıkmıyor, çıkması gerektiğinde de gözlerini ona iliştirmemek için elinden geleni yapıyordu. Geceleri yatağa girdiğinde onu almak isteyen bir canavarın korkusunu yaşıyordu.

   
   Maximillan’ın toprağa verildiği günün akşamında, aylar sonra ilk defa yağmur yağdı. Sokaklarda düşen yağmur damlalarının sesi tavernadaki sevinç haykırışlarıyla karışıyordu. Şeytan ile girişilen savaş rahibin ve Maximillian’ın ölümüne sebep olsa da bereketin tekrar kente dönmesini sağlamıştı. Zafer mutluluğu ölümlerin acılarını unutturuyor, Rainsford ailesi dışındaki herkes Şeytan’a karşı kazanılan büyük zaferi kutluyordu.


Sayfa: [1] 2 3 4