Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Müstehzi

Sayfa: [1] 2 3
1
Düşler Limanı / Ynt: Son Akşam Yemeği
« : 02 Temmuz 2016, 18:54:57 »
Masaya birilerinin doluştuğu an, karakterin çoklu kişilik bozukluğu yaşadığını sanıp ellerimi ovuşturmaya başladım. Severim psikolojik zımbırtıları. Tabii olay pek beklediğim gibi değilmiş, bir nihayete kavuştu mu kavuşmadı mı ondan da emin değilim. Güzel cümlelerle bezenmiş yarım bir öykü gibi geldi bana. Benden önce eleştirenler de belirtmiş, tekrarlamakta fayda yok cevabını vermişsin. Sevdiğim kısımları vardı, eline sağlık.

2
Düşler Limanı / Ynt: Tımarhane Şaheseri
« : 12 Haziran 2016, 20:59:52 »
Teşekkür ederim okuyup yorumladığınız için. Sizi tavlayabilmek gurur verici hakikaten :)

3
Düşler Limanı / Ynt: Tımarhane Şaheseri
« : 11 Haziran 2016, 22:57:48 »
Teşekkür ederim Mavi, beğenmene sevindim :)

4
Sinema / Ynt: En Son İzlediğiniz Film?
« : 11 Haziran 2016, 18:51:49 »
Mustang

Gerçeklikle bağdaşmayan ancak ülke gerçekliğini anlatmaya çalışan, son derece yetersiz bulduğum bir film oldu. Cannes'da ödül aldığını öğrenince şaşırdım. Ülkemizde kadınların yaşadıklarını biliyorum elbette ve durum asabımı bozuyor. Ancak böylesine vasat, gediklerle dolu, "Ah yazık" dedirtmek için çekilen bir filmi bu sebeple alkışlamak doğru değil. Filmdeki yan rollerin hikayeye renk katması ve oyunculukların göz doyurması haricinde övülecek bir şey bulamıyorum. "Cannes'da ödül alan bir film varmış bakalım neymiş" dediğiniz bir boş zamanda izleyebilirsiniz. Bunun harici dikkate değer bir eser değil.

5
Düşler Limanı / Ynt: Acı Çay
« : 11 Haziran 2016, 16:56:39 »
Teşekkür ederim eleştirileriniz için.

6
Düşler Limanı / Tımarhane Şaheseri
« : 11 Haziran 2016, 16:54:21 »
        Merhaba doktor,

        Bu mektupları neden yazmamı istediğinizi biliyorum. Kafamın içinde kendimle konuşurken deliliğimden kaçamayacağımı düşünüyorsunuz. Sizi rahatlatacağım doktor, hepsini anlatabilirim. Artık sıkıldım.

        İyileşmenin manasını kavrayamıyorum. Neden iyileşmem gerektiğini de bunca zaman anlamadım. Anladığım tek şey, o tımarhaneden kurtulmak için iyileşmiş gibi davranmam gerektiğiydi. Siz sıradan insanlar gibi rol yapmalıydım. Toplum artık beni ben olarak kabul etmeyecekti. Oysa herkesin idrak etmesi gereken bir şeyi idrak etmiştim, farklı olan tek şey ise verdiğim tepkiydi. Size neden bu kadar enteresan geldiğini bilmiyorum.

        Dünya’daki her ölümlü bana vahşeti çağrıştırıyor. Sefaleti ve karanlık sonu. Onları uyarmak istiyorum. Ölüm basit kelimelerle anlatılamıyor. Yahut birisine bir gün öleceğini söylediğinizde sizi tam manasıyla anlayamıyor. Bu yüzden çığlıklarıma sığındım. Gördüğüm her ölümlünün karşısında çığlık attım. Tımarhanede bana Ambulans Metin diyorlardı bu yüzden. Kendimi cidden ambulans sanmadığımı bildiğinizi varsayıyorum.

        Tımarhaneniz bana yok saymayı öğretti. Canlıları umursamamayı ve onları kendi haline bırakmayı. Bu sebeple artık çığlık atmıyorum. Gülüp geçmekle yetiniyorum. İnsanların yüzlerine güldüğüm için bana o gömleği giydiremeyeceğinizi biliyorum. Ancak dileğiniz buysa, vicdanım rahat bir şekilde itiraf edebilirim: “Ben bir deliyim.”

        Birisi canlılara ölümü anlatmalı. Birisi bir yolunu bulmalı. Buna yürekten inanıyorum. Elimden çığlık atmaktan başka bir şey gelseydi emin olun yapardım. Fotoğraf Makinesi gibi. Yani oda arkadaşımdan bahsediyorum, kendini fotoğraf makinesi sanan Yakup’tan.

        Yakup insanlara zamanı anlatmak istiyordu. Zamanın durması gerektiğine inanıyordu. Zamanı durdurmaya karar verdi ve bir fotoğraf makinesi olmayı seçti. Bunun için neden toplumun onu yargıladığını anlamıyorum. Ressam olmak istediğinde ve olduğunda ona kimse deli gömleği giydirmemişti. Ancak bir fotoğraf makinesi olmak istediğinde ve olduğunu söylediğinde onu tımarhaneye tıktılar.

        Yakup’un Fotoğraf Makinesi’ne dönüşmesine rağmen, herhangi bir ressamdan on kat iyi resim çizdiğini düşünüyorum. Yine de durumu üzücüydü. Bir fotoğraf makinesiydiniz ama kadrajınız hapsolduğunuz otuz metrekareden ibaretti ve o tımarhaneden. Ona nasıl eziyet ettiğinizi bilmeniz gerek. Eğer odadaki küçük penceremiz olmasaydı Yakup gerçekten delirebilirdi.

        Durmasına izin verdiğiniz sürece o pencerenin önünde durur, hiç konuşmaz akşam olunca da gördüklerini çizmeye başlardı. Onun sessizliğine imrenirdim. Onunla konuşmaya çalıştığımda bana sadece “Şıkırt” derdi. Karşılığında o gece kendisinin yorumladığı bir portre alırdım.

        Onun çizdikleri üzerinden para kazanmaktan geri durmadınız. Duyduğuma göre şaheseri de bana çizdiği portreymiş. Açılan sergiye kimsenin olmayacağı bir vakitte gidip baktım. Görevlinize neden bu resmin öne çıktığını sordum. Yakup beni o kadar illüstre etmişti ki görevliniz resimdekinin ben olduğumu anlamamıştı bile. Bana şöyle cevap verdi:

        “Yakup bey çizdiklerine bariz bir imza attı, imzası her resme sıkıştırdığı fotoğraf makineleriydi. Tıpkı Dali’nin filleri gibi. Bu kompozisyonun öne çıkmasının sebebi de fotoğraf makineleriyle dolu olması. Bakın, gülen adamın dişlerinin her biri bir fotoğraf makinesi. Gözlerinden yayılan parlaklık flaşı, diliyse dikkatli bakıldığında filmi temsil ediyor. Resmin neredeyse her köşesi onun imzasıyla dolu. Bu yüzden özel.”

        Adam tatmin olmuş bir şekilde başını sallarken sırıtmadan edememiştim. Yakup’a şaheserinin benim portrem olduğumu söyleseydiniz, size kıçıyla gülerdi. Yani en azından eski Yakup öyle yapardı tahminimce.

        Bu resmin şaheser olmadığına adım gibi eminim. Çünkü Yakup benden nefret ederdi. Sürekli onunla konuşmaya çalıştığım, yemek yemesi konusunda uyardığım için bana kızardı. Portremin her yerini fotoğraf makinesiyle doldurmuştu çünkü bu agresif bir kompozisyondu. Anlamamı istediği şey barizdi: “Yakup bir fotoğraf makinesiydi.”

        Yakup bir şeyi ne kadar çok severse, tablosundaki fotoğraf makinesi o denli küçük olurdu. Örneğin bahçedeki ağacı resmettiğinde onca yaprak içinde sadece bir tanesini fotoğraf makinesi biçimine sokmuştu. Çünkü o ağacın karşısında bir yaprak kadar küçük ve savrulgan olduğunu düşünüyordu.

        Sizi ise odanın kapısından girerken resmetmişti, kapı fotoğraf makinesi biçimindeydi. Bunun anlamı doktor; Yakup sizi cebinden çıkaracağını düşünüyordu. Kalbinin orta yerinde olduğunuzu falan ima etmiyordu. Yanılıyorsunuz.

        Yakup’un şaheserinin hangisi olduğunu biliyorum. Bunu eski Yakup’a söyleseydiniz size kalaylı bir küfür savururdu eminim. Çünkü bu, Fotoğraf Makinesi’ni bile öfkelendirmişti.

        Yakup’un nasıl delirdiğini tımarhanedeki söylentiler sayesinde öğrenmiştim. Ağzı gevşek hemşireleriniz delilere her şeyi anlatmakta bir beis görmüyordu. Yakup bir gün eve geldiğinde karısını intihar etmiş şekilde bulmuştu. Zamanı bu yüzden durdurmak istedi. Bu yüzden bir fotoğraf makinesine dönüştü.

        Odaya döndüğümde Yakup’u görmeme rağmen çığlık atmadığım akşamı hatırlıyor musunuz? O akşam bu gerçeği öğrenmiştim. Yakup’un durumuna öylesine üzülmüştüm ki onun bir makine olmak isteyişini anlayışla karşıladım.

        Siz gittikten sonra olanları az çok biliyorsunuz. Ancak tamamını anlatacak cesareti ancak şimdi bulabiliyorum. Belki inanmayacaksınız ama çığlık atmadığım için Yakup da şaşırmıştı. Yatağıma oturup ona sessizce baktım. O da bana baktı. Siz odanın kapısını dışarıdan kapatır kapatmaz:

        “Neden çığlık atmadın?” diye sordu.

        “Sen bir fotoğraf makinesisin. Ben canlıları uyarmak için çığlık atıyorum.” dedim.

        Keyfi inanılmaz yerine gelmişti. Neşeyle Pelin hemşirenin tablosuna kaydı gözleri. O an daha fazla konuşma cesareti buldum kendimde:

        “Pelin’in resmine hiç fotoğraf makinesi koymamışsın.” dedim. Aniden durgunlaştı. Yüzündeki gülümseme solunca yanlış yaptığımı anladım. Hatamı telafi etmek yerine daha fazla üstüne gittim. “Karını çok seviyordun Yakup” dedim, “Zamanı durduracak kadar çok. Ama işte bak, Pelin hemşireden hoşlanıyorsun. Hayatın devam ettiğine bir kanıt bu. Fotoğraf makinesi olmayan o resmin bunu ifade ettiğini biliyorum. Ona hepimizden, gökyüzünden bile çok saygı duyuyorsun.”

        Yakup karşılığında tıslayarak güldü. “Haklısın onu seviyorum” dedi. “Ama yanılıyorsun.”

        O gece, camla karnını yarıp bağırsaklarını yavaş yavaş dışarı çıkarışı hala gözümün önünde. “Ne yapıyorsun!?” diye haykırdığımda istifini bile bozmamıştı.

        “Filmleri yakıyorum” demişti. Ne bir acı belirtisi gösterdi ne de başka bir şey. Ben kafamı toplayıp size haber verene kadar ölmüştü çoktan.

        İyileşmeye o gece karar verdim. Yakup’u öldürdüğüm o odadan o iğrenç tımarhaneden kurtulmalıydım. Evet, onu ben öldürdüm. Başkasını sevdiğini biliyordu ancak kendisini kandırıyordu. Karısına ölse dahi ihanet edemeyecek kadar çok aşıktı. Bu gerçek yüzüne vurulduğunda yani ben yüzüne vurduğumda “filmleri yaktı”. Suçlu olduğumu biliyorum. Dünya’da yaptığım her şeyden çok yaktı canımı bu yaptığım. Ama zamanı geri alamayız. Tıpkı durduramadığımız gibi.

        Tımarhaneden çıkmaya karar verdiğim o geceden beri aklımdaydı Yakup. Hep onu ve son cümlesini düşündüm. “Ama yanılıyorsun.” O kadar düşündüm ki bu cümlenin beni delirteceğine inanmaya başladım. Odada “değersiz” olduğu için bıraktığınız Pelin hemşirenin portresinden başka dert ortağım kalmamıştı uzun bir süre.

        O resme gerçeği görecek kadar çok baktım. Pelin hemşirenin gözlerinin içinden küçücük bir fotoğraf makinesi silueti yansıyordu. Yakup’u anladım. Pelin’i neden sevdiğini anladım. Çünkü o, Yakup’u olduğu gibi görüyordu. Bana “Yanılıyorsun” deyişini anladım, resimde fotoğraf makinesi vardı. Öylesine iyi gizlenmişti ki aylardır baktığım halde ben bile zar zor görebilmiştim.

        Fotoğraf Makinesi aylar sonra fark edilen bir resmin Yakup’un şaheseri olduğuna adım gibi eminim. Bu yüzden ayrılırken o resmi almak istedim. Odamın en güzel yerinde ben ölene dek asılı kalacak. Korkmayın, bu gerçekten başka yerde söz etmeyeceğim. Yakup’tan çaldığınız resimler üzerinden para kazanmaya devam edebilir ve tımarhanenizi yeni paralarınızla süsleyebilirsiniz. Umrumda değil.

        İnsanlar delilerin hiçbir şeyi umursamadığını düşünür. Oysa tam tersi. İsterseniz beni o odaya tıkabilirsiniz. İnanın artık umrumda değil. Belki de iyileşmek böyle bir şeydir. Belki siz hiçbir şeyi umursamamaya sağlıklı olmak diyorsunuzdur, bilmiyorum. Size katılmıyorum doktor. İyileşmek dediğiniz şey buysa, gururla yineleyebilirim: “Ben bir deliyim.”

        Sağlıcakla kalın,

        Metin.

7
Düşler Limanı / Ynt: Hikayecinin Plağı
« : 13 Nisan 2016, 16:02:15 »
Anlatımın kapalı olduğunu kabul ediyorum. Sanırım hikayedeki her plakçı ve hikayeciden uzun uzun bahsedilebilir, hikaye açılabilirdi. Eleştirinde haklısın.

Bu şekilde okur için daha eğlenceli olacağını düşündüm. Sanırım bilmecedeki ayarı kaçırmışım.

Söz konusu cümlede Leyla'dan bahsediyor karakter. "Leyla'nın ne zamandır istediği plak." "n" koymak gerekmiyor burada.

8
Düşler Limanı / Acı Çay
« : 12 Nisan 2016, 22:28:16 »
   İyi bir mühendis ve iyi bir insandı. Belediyeye gelen birinin eğer onunla işi varsa binadan mutsuz ayrılması pek muhtemel değildi. Benim canımı sıkan onun bu iyilikseverliği ve hoş sohbeti değil, gelenlerin ricası olurdu: “Bir çay içelim” dediler mi kafam atar, kaynar suyla baştan aşağı yakmak isterdim onları. Onun çaycısı bendim. Orada, benim demlediğim çayı içip de başka bir yerde çay içmeyi önerdiklerinde bana hakaret etmiş olurlardı. “Bu da çay mı azizim, sen bizim kahveninkini gör” derler ancak bunu benden başkası duymazdı.
   
        Meslek hayatımda da bunun dışında canımı sıkan pek bir şey olmaz. Zaten canımı sıkan her mevzu, dış dünyadan ziyade şu kafamın içinde bulunur. Ben bedenimi çaydanlığa benzetirim. Üst kısmı, yani kafam, asıl yaprağı bulundurup lezzeti barındırır, altı da onu taşıyıp pişirir. Lakin gelin görün ki bu demliğin yirmi altı yıldır kaynamasından olsa gerek çay pek acı hale geldi. Hele son zamanlar içilmez oldu. Ne zaman dudaklarımı düşüncelerime değdirsem yanar, yutkunsam tiksinir oldum.
   
        Tüm bu olanların bir başlangıcı vardı elbet. Ancak nerede başladığını da bu acı çay yüzünden araştırmaz oldum. Suçu tanrıya atmak aklıma geldiğinden beri öyle yapıyorum. Toyluk zamanımda hep yalnız öleceğimi düşünür, biraz da bunu dilerdim. Hatta bu benim acizane duam haline gelmişti.
   
        İşte bu yüzden tanrıyı suçlama hakkını kendimde buluyordum. Bu duayı, öyle olmadık bir zamanda öyle istediğim bir hayatın içine düşmüşken kabul etti ki neyi isteyip neyi istemediğimi, neyi sevip neyi sevmediğimi ayırt edemez oldum.
   
        “Neden?” diye sormasını bekliyorum birisinin uzun zamandır. “Çünkü yalnızlığın en çok bu huyunu sevmiyorum” diyeceğim. Merak edecek, “Hangi huyunu?” diyecek... “Tam yalnızlığı tüm çaresizliğinle kabullendiğinde kafanın içindeki o kişinin seni yalnız bırakmamasından.”
   
        Sonra durup düşüneceğiz. Kafamızın içindeki kimselerden dert yanıp konuşacağız. İstedim bunu, delicesine istedim. Geceler boyu karımın gözlerine boş boş bakıp bu soruyu sormasını bekledim. Ne o ne de kızım sormadılar bunu. Öyle ya bizim ufaklık sorsa da ona bahsedilmez bunlardan. Altı yaşında daha. Okula yeni başladı. Görseniz ne güzel, ne tatlı bir canlıdır. Hele eve girdiğimde attığı şu sevinç çığlığını kim hangi kitapta hangi şiirde anlatabilir?  Bazen kendime şaşıyorum. Benim gibi kendi dahil herkesi tiksindiren bir mahlukattan nasıl olur da böyle ay parçası gibi bir güzellik meydana gelir?
   
        Evet... Belki de bu canımı yakıyor. Tanrı işte... Başka kimi suçlayacağım ki? Hep bir kızım, beni sevecek bir eşim olmasını istedim. Küçüklükten beri istedim üstelik bir kızım olmasını. Tabi sonra şu yalnızlık duaları geldi. Bunların hikayesi ayrı elbette... İzninizle anlatacağım. Ancak şu heybeyi tanrının sırtına yüklemek konusunda anlaşalım. Bir ailem olduktan sonra, dizinde yatacak bir eş ve omzunda gezdireceğin bir ay parçası bulduktan sonra tanrı nasıl olur da insana yalnızlığı reva görür? Bu iki insanın içinde kendimi delicesine terk edilmiş ve biçare bulmam acımasızlık değil midir? Acımasızlıktır. Tanrıya acımasız demek ne kadar komik göründü birden şu boş kafama. Her şeyi boş verelim değil mi? Tanrıyı suçlayıp suçlamamak sonunda size kalsın. Size hikayemi anlatayım.
   
        Babam vaktinde hali vakti yerinde bir esnaftı. Nispeten işlek sayılacak bir caddede mütevazı bir kahvehanesi vardı. Bu çaycılık hassasiyeti nereden geliyor diye daha fazla merak etmeyin yani. Ben on bir yaşına kadar ilkokulda en pahalı kalemleri, en cafcaflı defter kaplamalarını, ışıklı pabuçları ilk alan çocuktum. Canım babam sayesinde hayli şımarık yetiştirildiğimde hısım akraba herkes hemfikirdi. Tabi bu durum hep böyle sürmedi. Her şey şu büyük mağazalar kurulmaya başladığında tersine gitmeye başladı. Babamın işleri ilk o zamanlar bozuldu. Kapitalist düzen, düşmanlığımı da böylece kazanmış ve yeryüzüne bir anti-emperyalist daha eklemişti. Babamın kahvesinde yazları çıraklık yaptığım dönemlerden, işler bozuldukça müşterilerin de bozulduğunu rahatlıkla görebiliyordum. Hoş sohbetli ihtiyarlar, eğlenceli kahkahalarıyla o zaman abi abla dediğim üniversiteli gençlik gitmiş, yerini ellerinde tuhaf bıçaklar ve tespihler sallayan, her konuda karşısındakini aşağılayan hükümler yürütüp küfrü dilinden eksik etmeyen bir güruh almıştı. Üstelik bu kesim içtiği çayın parasını ya masa arkadaşına ödetir ya da o güne kadar kahvemizin adeti olmayan “deftere” yazdırırdı. Bu defterin kapitalist düzende yeri olmadığını ta o günden beri öğrenmiş bulunuyorum. Bir kahveye yirmi lira bir çaya beş lira verdiğiniz mağazalarda bu defterlerden yoktu. Belki de sırf bu sebepten onların işleri aniden bozulmuyor, o patronların çocukları birden eski pantolonunun dizlerini elleriyle saklamaya çalışmıyordu.
   
        Babamı bir ağustos günü kaybettim. Babam, müşterisi demeye dilim varmadığı serserilerden birine “Defterin kabardı” deyince, serseri elindeki bıçağı gelişi güzel sallamış, benim evimin direği, canımın parçası, uzayınca okşamaya kıyamadığım yumuşacık sakalları olan o dağ gibi adamın boğazını kesivermişti. İşler kötü olduğundan ben de okuldan sonraları kahvede çalışırdım o sıralar. Elimde bir yığın paramparça defterle koşar adım girmeye çalıştığım kahvenin kapısını o zaman görmüştüm sarı bantlarla. Yerdeki kandan başka bir şey kalmamıştı kahvede. Etraftaki kalabalıktan biri beni omuzlarımdan yakalayıp çekmiş. Acı haberi umursamazca vermişti. “Metin ol evladım, başın sağolsun” demişti.
   
        “Ne?” demiştim. Anlamamıştım. “Baban” dedi herif inatla, “Kaybettik oğlum, iyi adamdı.”
   
        “Siktir git amca” dedim. Bir insanın gözleri nasıl bu kadar hızlı dolar o anda öğrendim. Öfkeli görünmeye, bu şakaya müsamaha göstermeyeceğimi belli etmeye çalışıyordum. Lakin bu işin şaka olmadığını da gördüğüm o kandan ve bantlardan maalesef anlıyordum. Adam bana sıkı sıkı sarılmış, onu hırpalamama küfürler savurup haykırmama rağmen beni bırakmamıştı. Bu adamın kim olduğunu bile öğrenmemiştim. Hala da bilmiyorum. Bana öyle sarılmasından acımı anladığını çıkarıyorum sadece. O da bugün. Oysa o gün ondan, babamın canını alan azrailmişçesine nefret ediyordum. Tabi babamın canını Azrail mi aldı sormak gerek tanrıya. Starbucks’u hangi meleğin açtı da biz bu serserilere muhtaç olduk tanrım? Ekmeğimizi kazandığımız şu çay parası mıydı babamın azraili yoksa? Bilemezdim. Şimdi de düşünmez oldum. İnsan en büyük acıları zaman denen şu şeyle unutuveriyor. O gün kopan fırtınalardan acı bir yutkunmadan başka bir şey kalmıyor.
   
        Bir ağustos günü kalktı canım babamın cenazesi. Salya sümük ağlayarak üzerine toprak attım o koskoca adamın. Bir gün önce “Şu çukura koyacaklar” deseler gülüp geçerdim oysa. Her şey biraz da o cenazede başladı. Herkes ellerini kaldırmış yakarıp dua ederken, ben gökyüzüne bakıp ana avrat sövdüm tanrıya. Hısım akraba şımarıklığımı unutup, delirdiğime karar vermişti.
   
        Çok sürmedi elimizdekileri söküp almaları. Babam o zorlukta bize hissettirmemek için çok insanın önünde eğilip bükülmüş, çok borç almıştı. Bizim kahve böylece yitip gitmişti. Bir evimizden başka bir şey kalmamıştı.
   
        Kardeşim yoktu. Garip anamla ben başbaşaydık artık hayatta. Elinden ne iş gelirdi ne de bir tahsili vardı kadıncağızın. Artık on yedi yaşında bir delikanlıydım. Anamı bu yaştan sonra böyle şeylerle uğraştırmak gururuma dokunurdu. Okulu öyle böyle bitirip üniversite hayali dahi kurmadan eğitim hayatımı noktaladım.
   
        Orada burada çıraklık yapıp az çok kazanıyor, çok şükür kimseye el açmıyordum. Zaten el açacak da kimsemiz kalmamıştı. Ben herkesin gözünde deli Hakan, anam da derdimi çeken bir garipti. Bize üç kuruş borç vermek parayı havaya savurmaktı. Bunları biliyorum, çünkü burada gururla söylediğim o “kimseye el açmadım” sözleri sadece zamanlamayla alakalıydı. Çırak olarak bir yerde iş bulana kadar kapı kapı gezmişliğim de vardı. Varlıklı günlerimizde misafir odamızdan düşmeyen bu kalabalığın, aç yatmamızı hiç umursamadığını da o günlerde görmüştüm.
   
        Bu böyle gidecek sanıyordum. Lakin gitmedi, o zamanlar garsonluk yapıyordum. Üstelik o zamanlar şimdikinden çok farklıydım. Ne önceki ne de sonraki ben öyle olmamıştı ve olmayacaktı. İnsanları öylesine atmışım ki hayatımdan, artık kaldırımda yanımdan geçenler kaldırımın taşlarından, yemeğini önüne koyduğum müşteriler de aç aç bir parça ekmek bekleyen sokak köpeklerinden farksızdı benim için. O zamanlar Dünya’da kendimden başka düşünebilen bir insan olacağına ihtimal vermiyordum. Bu fikir, öyle bir anda yer etmemişti tabi kafamda. Tüm hali ortada olan iki garibandık biz anamla. Ama hayatımızdaki kimse, ne tanıdık ne de yabancı bizi o kadar umursamamıştı ki artık insanların hiçbir şey hissetmediğini, düşünemediğini, anlayamadığını farz eder olmuştum. Hatta onlar bu eylemleri gerçekleştiremedikleri için gözümde insan da değil, biraz önce bahsettiğim gibi sokak köpekleri ve kaldırım taşıydılar.
   
        İşte, demiştim ya bu böyle gitmedi diye... Bunun sonu da benim bir insanı fark etmem sayesinde olmuştu. Lokantadaki müşterilerden bir hanımdı. Ne kadar da sıradan bir gençlik ateşiydi içimdeki... Ama bana o zaman bu duygular bulunmaz bir nimet, dünyada bir daha eşi olmayacak şeyler gibi geliyordu. Sanki o kızı o an kaybedersem ömrümde bir daha asla mutlu olmayacaktım. Bu heyecanla da her şeyi boş verip gidip ona anlattım. Ne anlattığımı nasıl anlattığımı bugün tam hatırlamıyorum. Yine de “hayatta bir defa başa gelecek bir şey” olarak özetlenebilecek uzun bir gevelemeydi. Kız elindeki kitabı kapatıp söylediklerime hiç aldırmadan: “Rahatsız etmeyin lütfen işinize bakın, ilgilenmiyorum” deyivermişti bana. Ben ona bundan sonra var olabilecek yalnız bir hayatım olduğunu söyledikten sonra bu sözler çok tuhafıma gitmiş, böyle reddedilmeyi gururuma yedirememiştim.
   
        Belki bu olaydan sonra insanlara daha çok küsmeye başlamalıydım. Hayatını sundukların dahi seni elinin tersiyle itebiliyordu çünkü. Fakat hiç de öyle olmadı. Başka bir hırs kapladı içimi. Ben ömrümü sunarken rahatsız edilmemek istediği, uğruna beni itip kaktığı şu kitabı merak etmiştim. Maaşımı ilk defa fuzuli bir şeye harcayarak(ya da o zamanlar öyle düşünerek) gidip o kitabı almıştım. Bir evre de böyle başlamış oldu.
   
        Sonradan ne kadar önemli bir eser olduğunu anlayacağım bu “1984” isimli eserde, benim babamın kahvesini batırıp canını yitirmesine sebep olacak kapitalist sistem eleştiriliyordu. Bu kitabın içimde yarattığı heyecanı hiçbir kelimeyle burada sizlere açıklayamam. Bir zaman, öncelikle bu tarzda sonra da başka tarzlarda yüzlerce kitap almış, üç kuruş maaşımı kitapçılarda sıfırlar olmuş, belki de anamı ben sırf gamdan kanser etmiştim.

        Yirmi yaşıma bastığımda bir öksüzdüm. Hayatta yalnızdım. Ancak ne hikmetse o aralar hiç öyle düşünmüyordum. Sanki beni evde bekleyen büyük bir kalabalık varmış gibi hissediyor, her işimi savsaklıyor sonunda da kendimi kitaplığımın önüne serilmiş bazen birkaç kitabı birden okurken buluyordum.

        Bu şehvetli okuma serüveni de böyle geçip gitmedi elbet. Nereden estiyse elime kalemi almak geldi aklıma. O günden beri de çalışamaz ve bir daha da okuyarak asla mutlu olamaz oldum. Kitaplar da dahil hiç kimsem kalmamış, inanılmaz bir yalnızlığa gömülmüştüm. Bu yalnızlığın içinde öylece ölmeyi de o sıralar dilemeye başladım. “Tamam”, diyordum “yaşadım ve gördüm, artık kimsesizim ve kimseyi de istemem. Dahasını da istemem tanrım. Ya öldür beni ya da yalnızlığım ilelebet sürsün. Hiçbir mutluluğun beni rahatsız etmesini istemiyorum.”

        Evet, aynen böyle diyordum. Çünkü bu yalnızlık her ne kadar canımı sıksa da öte yandan bir o kadar haz veriyordu bana. Bu yalnızlık yüzünden bir gün Dostoyevski olacağıma emindim. Bu yalnızlığın getirdiği kapkara fikirler beni muhteşemliğe götürecekti.  İşte tüm bu mazoşistliğim bu yüzdendi. Tamamen terk edilmiş, yüzlerce kitap okumuş ve eline kalem almaya niyetlenmiş herkesin Dostoyevski olabileceğini sanıyordum. Sizi meraklandırmadan açıklayayım. Ne Dostoyevski oldum ne de başka bir yazar. Komşularımızdan Sebahat teyzenin olanlar canına tak etmiş olacak ki bir gün kapıma dayanıp el attı hayatıma. Belediyeye bir tanıdığı aracılığıyla çaycı olarak soktu beni ilk. Biraz doğru düzgün çalıştığımı görüp adam olduğuma karar verince de eli ayağı düzgün terbiyeli bir aile kızıyla baş göz etti beni. Bunlara neden itiraz edemediğimi bilmiyorum. Uğursuz duamdan nasıl böyle kolay vazgeçtiğimi hatırlamıyorum bile. Sanki bir anda büyülü bir el beni başka bir kılığa sokmuştu da ben de gayriihtiyari kabul etmiştim. Uzun lafın kısası artık ailesi ve işi olan bir adamdım.
 
        Ölene kadar karım ve ben Sebahat teyzeyi annemiz bildik. Kapıma dayandığı o güne kadar varlığından dahi haberdar olmadığım bir insanı neredeyse annem kadar sevmiş olmama hala şaşıyorum. Demek ki çektiğiniz sefaletin samimiyetine inandıklarında en yabancınız bile herkesiniz olabiliyordu.

        Yani insanlar anladığım kadarıyla bir kaldırım taşı değildi. Hepsinin duyguları, hassasiyetleri, onurlu düşünceleri vardı. Ancak çoğunda bu hisler kapkalın duvarların içine hapsolmuştu. Dışarı çıkartmak içinse benimki kadar uyarıcı bir sefaletle o duvarları parçalamanız gerekiyordu. Sebahat anneye olan da işte buydu. Ya da ben pek bir üstün olduğunu tasavvur ettiğim aklımla bu hükmü verdim.

        İşte böyle geldim bu günlere. İlk zamanlar çaycılık mesleğimi de evliliğimi de yeni doğan çocuğumu da inanılmaz ciddiye alıyordum. Hepsini canım gibi sevdiğimi de size açıklamakla uğraşacak değilim. Öyleydi diyeyim, inanın. Ben buna inanıyorum çünkü. Aksini düşüncelerim dediğim çay acımadan önce çok düşündüm. İhtimal dahi veremedim.

        Gelin görün ki bugün bu haldeyim. Tam hayatım normal, seviyorum seviliyorum, kendimce mutluluğumu yaşıyorum derken o yalnızlık gelip buldu beni. Belki de ölümüm yakın kim bilir? Tanrı uğursuz duamı kabul etti ve bu yalnızlıkla öldürecek beni. Bilmiyorum. Dedim ya, tanrıyı suçluyorum işte.

        Mühendis bey iki çay istedi yine. İyi adam, bekletmek olmaz. Ona ayırdığım, pahalı çay olan demlikten bardakları doldurdum. Servisi yapayım hele. Siz de düşünedurun aklımdaki inciten soruyu: “Tanrı ne kadar suçlu?”

9
Düşler Limanı / Ynt: Hikayecinin Plağı
« : 12 Nisan 2016, 21:59:03 »
Çok samimi ve ilgi çekici geldi hikaye. Uzun uzun yorum yapmaya gerek yok, okuduğum için memnun oldum.


Teşekkür ederim Adige güzel yorumun için :)

Hikayenin özeti: Beynim yandı.

Zamanda Yolculuk bilim kurgusu gibi durduğundan sanki Kurgu İskelesi'ne eklenebilir yöneticiler tarafından gibime geliyor. Hikayeyi okurken sonuna kadar kafam karıştı ve çözmeye çalışıp bşarısız oldum: Leyla, plakçının evlenme teklifini kabul ediyor mu? Kabul ediyorsa bu durumda plakçı niye geri gidip eski mutlu günleri tekrar yaşamak istiyor? Bir dolu soru, karışık

Bir de eğer bu Word dosyasında ki haliyse bir yere göndermeden önce '' ne zamadır istediği'' kısmına bir ''n'' eklersen sorun çözülür. Anlatım oldukça akıcıydı, konuyu neredeyse çözememe rağmen sıkılmadan okudum. Konuşmalarda - değil de '' kullanmak daha iyi bence de :)

Bahsettiğin "N" eklemeli kısmı bulamadım açıkçası :) "Tek yapmak istediği" diye bir kısım var ancak "n" koyunca cümle bozuluyor. Hikayeyi açarsam tadı kaçar diye düşünüyorum. Ancak şöyle bir soru sorulabilir: "Zamanda 30 yıl geriye gittiğinizde hayatınızın aşkıyla evlenmenizi izlemek mi isterdiniz yoksa onunla evlenen siz olmak mı?"
Ben hikayeci olsaydım, hikayeyi Leyla ile kavuşacağım şekilde yazardım herhalde :)

Kurgu iskelesi kesinlikle daha uygun.

Güzel bir hikaye idi, bozuk plak göndermesi zaman makinesiyle, pardon zaman plağıyla iyi bir şekilde harmanlanmış. Elinize sağlık.

Beğenmene sevindim teşekkür ederim :)

Öyküyü yanlış kısma atmışım sanırım. Acemiliğime verin, kusuruma bakmayın lütfen.

10
Şişedeki Mısralar / Guguklu Saat
« : 24 Mart 2016, 21:56:29 »
Acı-tatlı tam on iki kez.
Bitti gün,
Bitti ömür.
İnsan bir şiirde, böyle basitçe ölür.

11
Şişedeki Mısralar / Ynt: Turgut, Attila ve Cemal
« : 23 Mart 2016, 00:45:15 »
Buradakilerin de yorumlarını görmek istedim :) Teşekkür ederim beğenin için :)

12
Şişedeki Mısralar / Ynt: M&M
« : 22 Mart 2016, 22:14:01 »
Teşekkür ederim :)

13
Düşler Limanı / Hikayecinin Plağı
« : 22 Mart 2016, 21:17:59 »
        Hayatımın aşkıyla tanışalı bir yıl oldu. Bugün ona yıl dönümü hediyesi alacağım; çok istediği ama plakçının bir türlü satmaya yanaşmadığı hatta kabinlerde bile dinletmediği o plağı.
        
        Huysuzluğumun sebebini öğreneceksiniz.
        
        Öğlen parkta buluşacağız Leyla ile. Plağı o zaman hediye edeceğim, uzun zamandır iç cebimde sakladığım yüzüğü de akşam yemeğinden sonra önünde diz çöküp vereceğim.
        
        Evlenme teklifimi kabul etmeyecek.

        Bu yüzden bunların olmasına izin veremem. Eğer Leyla evlilik teklifimi kabul edecek olsaydı muhtemelen yapmazdım ama biliyorum, kabul etmeyecek.
   
        Sabah kalktığımda yaptığım ilk iş Leyla’nın her sabah ekmek aldığı fırına gitmek oldu. Burada yaşadığım uzun yıllar sayesinde çocukluğundan beri tanırım Leyla’yı. Küçük bir arkadaşlığımız da var üstelik. Bu sayede fırından taze ekmekler çıkmak üzereyken ayakta lafladık. Yurt dışından bir şirkete yaptığı iş başvurusunun sonunda kabul edildiğini söyledi. Ona sevgilisinin ne olacağını sordum. İçtenlikle cevap verdi, kendi yoluna gitmesini sevgilisinin anlayacağını söyledi. “Peki ya bugün sana evlenme teklifi ederse, ya seninle bir gelecek kuruyorsa?” diye sordum. Kararını vermişti. Dediğim gibi evlenme teklifimi kabul etmeyecekti.
   
        Usta bir hikayeci değilim. Asıl mesleğimin ne olduğunu bile bilmeyecek kadar kendime yabancılaştım. Şimdiye kadar anlattıklarımdan anlatmak istediklerimi anladınız mı bilmiyorum. Daha açık konuşmak gerekirse Leyla’ya evlenme teklifi edecek olan kişi ben değilim. Ben plakçıyım. Ancak plakçı olmadan önce, Leyla’ya evlenme teklifi etmeyi planlıyordum. Hayır, hayır... Meramımı yine anlatamayacağım. En iyisi her şeyi baştan anlatmak. En azından benim açımdan. Çünkü benim hikayemin başladığı yerde yine hikayem bitmiş olabilir. Neyse kafanızı karıştırmak gibi bir niyetim yok işte başlıyorum:
   
        Otuz yıl önce bugün Leyla’ya evlenme teklifi etmeyi düşünüyordum. O zamanlar Leyla’nın teklifimi kabul edip etmeyeceğini bilmiyordum. Yurt dışındaki birkaç şirkete iş başvurusu yapmıştı ama hiçbirinden aylardır cevap gelmemişti. Kendisi bile bu başvuruları unutup başka hayaller kurmaya başlamıştı, içinde benim de olduğum hayaller üstelik. Bu sebeple yıl dönümümüzde ona evlenme teklifi edecektim. Muhteşem bir gün planlamıştım. Öğlen parkta buluşacaktık, ne zamadır istediği plağı hediye edecektim ona buluşur buluşmaz. Planlarımı plakçıya anlatınca pek kıymetli plağını satmaya razı olmuştu sonunda. Tek şartı o güne kadar plağın elinde kalmasına izin vermemdi. Benim için bir sorun olmayacağından kabul ettim. Leyla ile buluşmadan önce gidip plağı alacaktım.
   
        Plakçıya gittiğimde adamın üzgün ve bıkkın haline aldırmadan plağı istedim hemen. Adam kafa salladı, plağı satmadan önce dinleyip denemem gerektiğini söyledi. Eğer bozuksa asla satmayacaktı. Herif plağı satmaktan vazgeçmesin diye her dediğini yapmaya hazırdım. Hemen kabinlerden birine gidip plağı yerleştirdik. Kulaklığı takmadan önce ceketimin iç cebine bir mektup yerleştirip “Şarkı bitince okursun” dedi. Ben kulaklığımı taktım o da perdeyi çekti. Herifin plağı neden satmak istemediğini o an anlamıştım. Şarkı muhteşemdi. Tabi bir kaide daha vardı. Şarkı bittiğinde zamanda otuz yıl geriye gitmiştim.
Elimde kalan tek şey iç cebimdeki mektup ve plaktı. Mektubu açıp baktığımda “Plakçıyı satın al” notunu ve bir tomar parayı görmüştüm. Ne yapacağımı bilemeden plakçının içinde elimde malum plak biraz dolandıktan sonra denileni yapmıştım. Plakçı tereddüt etmeden satmıştı dükkanını. Sanki beni bekliyor gibiydi. Tek yapmak istediği biraz önce dinlediğim plağı dinlemekti. Plakçıyı satın aldıktan sonra izin verdim. Plağı dinleyen adam ortadan bu şekilde kaybolmuştu. Ben de dükkanımla baş başa kalmıştım.
   
        Otuz yıldır bugünü bekliyordum. Leyla’nın evlenme teklifimi kabul etmeyeceğini öğrendiğime göre, en azından bir kez daha o muhteşem zamanları yaşamak için yapmam gereken tek şey kendimi kendi yerime geçirmemdi. Şahsen bu aşkı bir daha yaşayamıyor olsam da genç halim yaşıyordu. Bu da bir şeydi... Muhtemelen benden önce de böyle olmuştu. Tuhaftır, kendimi o zamanlar hiç tanımamıştım. Ben plakçıyı tanımıyordum, plakçı beni tanımıyordu. Oysa ikisi de bendim. Neyse durun, işte geldim. Genç halim yani, o geldi.
   
        Biraz önce plak dükkanımı sattım. Biraz sonra Leyla ile buluşacağım. Evlenme teklifimi kabul edeceğini biliyorum. Muhteşem bir gün planladım.
   
        Usta bir hikayeci olmadığımı biliyorum. Asıl mesleğimi unutacak kadar bu işle meşgul oldum. Uzun lafın kısası plakçı benim. Beni plakçı yapan plakçı da. Plakçıyı kendime ben sattım. Hayır, sanırım yine karıştıracağım. Usta bir hikayeci nasıl anlatır bilmiyorum, bildiğim tek şey Leyla’yı seviyorum. Bu sebeple hikayeyi kavuşacağımız şekilde yazıyorum. Yani ben acemi hikayeciyim. Pardon, bir dakika, size plakçı olduğumu söylemiştim...
   
        İzninizle size hikayemi en başından anlatayım. Ben yaşlı bir hikayeciyim. Bugün elime bir plak geçti. Leyla adında bir karım vardı...
   

14
Şişedeki Mısralar / M&M
« : 22 Mart 2016, 21:14:25 »
Gökyüzündeki mavi çiçekleri görmemek ayıbımızdı.

 

Ve üst geçitler…

Üst geçitlerde sevip

Okyanuslara sığmamak mümkündü.

 

Gömleklerimiz çözülebilirdi düğme düğme

Ve muhtemeldi

Parmak uçlarımızın farklı hisler yaşaması.

Belki de hiç hissetmemesi.

Bazen düğmeler işgüzardır

Bunu en iyi sen bilirsin.

 

Kirpiklerinle çağ açıp kapatman gibi

Mümkün ve muhtemeldi pek çok şey.

 

Sonbahardan nefret etmek harcımız değildi

Rüzgardan salalar…

Kahverengi tabutlar…

Dirilmeden önce ölmek gerekirdi

Bunu bana sen öğrettin.

 

Arabeskti,

Aynı bozuk paraya dokunmamız

Yine de mümkün ve muhtemeldi.

 

Aynı yıldızı izlemek gibi,

Aynı mehtabı yudumlarken,

Birbirimizin yüzlerini görmek gibi bir şeydi.

 

Mümkün ve muhtemeldi…

Nihayetinde acımasızca nihayetsiz

Nihayeti olasılıksız.

Gerçekte senin ve benim hikayemdi:

Biraz mümkün biraz muhtemel.

 

Bize şiir yazmayı sen öğrettin.

15
Şişedeki Mısralar / Tanrının Pazar Kahvaltısı
« : 22 Mart 2016, 21:12:41 »
Tanrı dünyayı altı günde yarattı.
Bir pazarı vardı, geç kalktı.
Aklına sen düştün kalktı seni yarattı.

Kahvaltıda güzelliğiyle doyurucu yüzünü yarattı mesela,
Bir sigara yakmış olmalı ellerinden önce:
Ellerin sıcacık.
Öğleden sonra ve tüm gece yarattı ayaklarını,
Özenle.

Bu yüzden çok güzel gidiyorsun sen.
Gözlerin bakmıyor bana,
Bir tebessüm bahşetmiyor cimri dudakların,
Adım diline dolanmıyor bilmem kaç asırdır.
Kulakların mısralarımı duymuyor
Ama gidiyorsun.

Çok güzel gidiyorsun,
Her seferinde bir şiirlik.
Tanrı dünyayı altı günde yarattı
Pazar günü öğleden sonra ve tüm gece,
Ayaklarını yarattı,
Özenle.

Elveda sevgili,
Yine çok güzel gidiyorsun.

Sayfa: [1] 2 3