Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - ses

Sayfa: [1]
1
Düşler Limanı / Öyle İşte
« : 02 Kasım 2017, 01:10:46 »
"ÖYLE İŞTE
Küf kokulu sokaklarda yaşar bazıları,mermer değil de ucuz beton dökülü kaldırımlarda yürürler.Paslanmış tabelalara bakarak bulurlar yönlerini.Kahvaltıda kaçak çay içer teneke peynir yerler.Ve yatakları yün dolu döşeklerdir.Uykularıysa geceden askıya alınmış,eksik bölük pörçük.Bir de ağlamaları vardır,arka sokaklarda ev damlarında.Gülüşleriyse anlıktır,bir rüzgar gibi gelir geçer suratlarından.Öyle yaşar bazıları,dokunsan ürperirler,unutsan fark etmezler.Canları pektir,durmadan yandığı için.Budur işte, bu kadar.Ucuz değil de hesapsız.Yaşamak nedir düşünmeden.Nefes almak, hissetmeden.Öyle işte.
   "Hey baksana buraya,nereye gittiğini sanıyorsun ulan?"bağırdı simit satan adam.Koşturdu tırısa giden delikanlının ardından.Çıkmaz bir sokakta ucu açık sorularla kıstırdı genci.Genç nefes nefeseydi,utanmasa haykıracaktı ciğerlerini genişletmek için.Ama bunun yerine duvara yapıştırılmış sırtının sızısını dinledi ve duymadı simitçiyi.Sessizce çıkarttı cebinden tozla doldurulmuş simitleri.Yalvarmadı adama.Günlerdir bağımlılığın o sancılı kıskacında kıvrandığını anlatmadı.Gözlerinin altında çöreklenmiş mor halkaları göstermedi.Hırıltılı çıkan nefesinden söz etmedi.Yalnızca boyun eğdi sahibine.Zira biliyordu ki kendisi sevimli bir ilkokul çocuğu değildi ve daha da iyi biliyordu ki karşısındaki al yanaklı helal süt emmiş bir simitçiden başka her şeydi.Kabullendi parayla olan alerjik ilişkisini ve bağlandı bağımlılığına.Ölürüm belki diye umut etti yatarken lağım kokulu çıplak sokakta.Titredi kolları sonra göğsüne uzandı hali havleti.Sarsılırken zayıf bedeni, gülümsedi ağlatıp nefret ettirdiği güzel yüzlü sevgilisinin hayaliyle.
   "Ne bu hal?Yine hangi köşede sızdın?"dedi ağzındaki sigarayı hoplatarak sarı bıyıklı adam.Olsa olsa kırklarındaydı.Beyazla karışık kırçıl sakalları yıllardan başka bir sebepten bu haldeydi.Belertti gözlerini karşısında titreyen çamur boyalı gence.Genç sessizdi.Yıllardır olduğu gibi.Ve yıllar geçse de değişmeyeceği gibi.Kaltı ayağa bir hışımla bıyıklı adam.Kir yüklü gömleğinin önü sonuna kadar açılmış, ondan da kirli olan ve eskiden beyaz görünen atletini ortaya koymuştu.Her hareket edişinde etrafı vahşi kokularla dolduruyordu.Geçti bir kez daha gencin karşısına.İki eliyle sertçe kavradı zayıf hatlı suratı.Önce nazik nazik konuştu.Bilirdi ki tanıyan herkes bu adamı,naziklik onun en korkutan silahıydı.Doğrulttuğunda size bu canice namluyu,kaçış yoktur.Yahut bir affolunma.Razı olun geleceğinize ve kaydırın geçmişinizi gözlerinizin önünden.Öyle yaptı genç.Annesini düşündü.Bir klinikte kendi kanında boğulurken veda edişini.Bir tutanak dahi tutulmayışını kollarındaki yanık izlerine rağmen.Ve elindeyken sarı saçları anasının,hakkını veremeyişi baba dediği adama.Şimdi titreyişi bu adamın makamında.Baba denilen yanılgıda,aldanışı her seferinde.Ve şimdi yüzüne inen her darbede inlemeden can çekişmesi.Hissederken midesinde yemek niyetine yediği tekmeleri tek çıt çıkaramayışı.Ve kanın o demir yüklü tadı.Ağzından damlarken sıvı soğuk betonlara üşümeye bile güç bulamayışı.Kavruluşu soğuk bir şubat gecesinde.
   Şişkindi suratı,morun yanına sarılar da eklenmişti gözlerinin çevresinde.Bir de kırmızıydı dudakları,ve kaşının kenarı.Karnında belirmişti mor menekşeler.Acı da süslüyordu yüreğini.Yürüdü sokaklarda.Her yer ıslak.Her yer sızlatıyor hiçbir yere ait olmayışıyla kavrulan benliğini.Yürürken çarpışmıyor hiçbir güzelle.Yahut kurtarmıyor kimseyi bir kapkaççının elinden.Yalnızca yürüyor yalnızlığında.Film seyretmez genç.Hele dizilerle hiç işi yoktur.Okumayı bilir ama kullanmaz.Sevmez de.Belki o eylemi bilmez bile.O yüzden hayal kurmaz genç.Ya da şaşırtan tesadüflere inanmaz.Güzelliği yaşamından çıkartışı az evvelden ötesine yaslanmıştır.Neyse ki yürür genç.En iyi yaptığı şeydir bu.Hele koşmak rüzgara karşı,rüzgarla birlikte.TAK!Tosladı tırtıklı bir duvara. Kanıyor kabuk bağlamamış yarası kaşının köşesindeki.Oturur genç duvarın dibine ve ağlar hıçkırıklar içinde.Gelen geçen duyar aldırmaz.Korkar birkaç genç kız üstüne bir de.Otururken içinde sayısız sorunun çığlığıyla bir bisikletli savrulur tam kıyısında bir yere.Kolu boydan boya yırtılmış pasaklı bir kız bağırır acı acı.Başını kaldırır bakar genç.Hiçbir çamurun kirletemeyeceği beyazlıkta elbiselerle süslü bir kız kıvranır sancılar içinde.Ve oturur kırık pedallı bisikletini atarak bir köşeye.Diz dize ağlaşırlar gençle birlikte.Ne birbirlerine bakarlar,ne seslerine kulak asarlar.Yalnız sızıları içinde can çekişir ve otururlar.
   Leylak kokulu sokaklarda yaşarlar bazıları,takıları güneşten alır ışıltısını.Saçları özenir şelale akıntılarına.Temiz ve yaşayan kıyafetler içinde ruhsuz birer bedendir onlar.Öylece hayata meftun öylece paraya müşkül.Nefesleri paradır,ölümleriyse yalnızca son bir nefes veriştir.Gülüşleri hakiki görünümlü oyuncaklardan ibarettir.Göz yaşları boya yüklüdür ve yüzlerideki makyaj en az üç kat geçilmiştir.Yürekleri derneklerde atar,hizmetlilerinin elleriyse her gün daha fazla su toplar.Tenis kortlarındaki yeşil çimlerde tazelerler ruhlarını ve satarlar onlara ruhlarını.Onlar işte bilirsiniz.Bizler ve sizler.Herkes hayrandır içten dışa.Herkes aşık bir atlıya.Ama aldanmak büyüsüne prensin yalnızca inanmaktır peri masallarına.Kuş sütünü aramayan midelerle ve yumuşak dokulu döşeklerle eskitirler bedenlerini.Acımaz canları,müsade yoktur buna.Anında bir serumla yahut tentürdiyot kokulu bir bandaj.Kapanır tüm yaralar.Lakin güpegündüz açık kalır yürekleri ve saçılır içindeki bölük pörçük duygular.Hissetmek yalnız onlardan olmayanlara mahsustur.Onların yüreklerine yapışan tek duygu ise siyah bir tutkudur.
   Koştu kız yeni ayakkabılarının tabanlarını vura vura yumuşak parkelere.Dayanmıştı kursağına sırların getirdiği karanlık.Babasının çirkinliği ipekli çarşaflar içindeyken.Annesinin anlamazlığı otururken koca camlı pencereler önünde.Ve bilmesi her şeyi,bilmesi en bilmemesi gerekeni.Gözünden süzülür yaşlar.Arkasından bir erkek sesi,gel diye bağırır.Anlatacağım.Ama anlatamayacaktır ve kız da bu anlatılanların basitliğini çirkinliğini ihanet kokusunu anlayacak yaştadır.Kulak asmaz komutlara ve atar kendini güneşle yıkanmış sokaklara.Atladığı gibi bisikletine vurur kendini yollara.Beyninden vurulmak nedir anlar kız o gün.Küçük bedeni engel değildir kanamasına.Son sürat ilerler kız.Yokuş yukarı gitmeye mecali yoktur,vurur kendini kuyudiplerine.Zaten usanmıştır zirvedekilerin aşağılıklarından.İçinde öfkeyle gözünde kirlerle paslı sokaklara dalar.Lağım kokusuyla karışmış çöp arabaları yıkar ruhunu.Rahatladığını hisseder.Bu pasın tozun içinde yıkar hatıralarını.O lekeler de ancak bu eşleriyle çıkar.
   Son sürat giderken kız toslar bir duvara.Döner dünyası,karışır defne kokulu saçları.Oturur kalır duvarın dibine dizleri parçalı.Yanında bir serseri eli yüzü morluklarla boyalı.Hüngür hüngür ağlaşırlar birlikte.Birbirlerine dokunmazlar,çarpışmak şöyle dursun.Yalnızca yürekleri çarpışır o karanlık günde.Uzunca bir müddet kısalmayan sızılarını çekerler.Sonra akıllarına ağrıdan çökmüş başlarını yukarı kaldırmak gelir.Islanırken sokaklar çiseleyip hafiften sıklaşan yağmurun izleriyle gözlerini hiç kırpmadan dikerler semaya.Güneşin kızdırıcılığının ardından nemlenir sokaklar.Sıcak buharlar çıkar her köşeden.Ve sıcak bakışlarla yakalarlar birbirlerini.Biri mavi biri kahve.Kız kara oğlan sarı.Kız beyaz oğlan siyah.Bu belalı mahallede çarpışr hisleri ve konuşmazlar bir kere bile.Bakışmak anlatır tüm acıları.Öylece otururlar saatlerce.Öylece tükenirler saniyeler içinde.
   Bir daha görmez iki yabancı olan iki farklı insan birbirini.Yalnızca bir andır yaşanan.Oğlan kendi bataklığında çöktükçe çöker dibe.Kız parfüm kokularına karışır fütursuzca yeniden.Oğlan hep allı morlu kız ise grileşir günden güne.Yükseldiğini sandığı taşlı tepelerde ayağı takılır birden.Ve yuvarlanır bataklıklardan bile daha dibe.Böyle yaşanır böyle de unutulur bu karanlıklar.Ne oğlan hatırlar o bisikletli masum kızı ne de kız beyazdır o oğlanla ağlaştığı günki kadar.Ve geçer zaman,çok fazla geçmese dahi uzundur acı çekene.Saniyeler haramdır çukurlarda debelenene.Oğlan kolunda bir kablo,üç beş boş tüpün yanında kıvrana kıvrana kucaklar ölümü.Kız dilinde yanık bir türkü ve kutu kutu ilaç eşliğinde selam çakar ölüme.Ardından ikisi de girerler kapkara toprağın içine beyaz elbiseler eşliğinde.
   

2
Kurgu İskelesi / KİM ve KUM
« : 26 Ekim 2017, 15:45:59 »
Burada birileri yaşar, kahve çarıklı beyaz kabanlı birileri. Hepsi aynı terzide dokunmuş kılıkta, hepsi aynı elden çıkma. Burası kül kokar. Arada reyhan karışır zerreciklere. Ve ufak ufak tomurcuklar uçuşur gökyüzünde. Niceleri görmez, niceleri bir tekini bile kaybetmez. Taç yaprakları ufalanır kimi zaman. Bazen de olur tümden başı ayrılır gövdesinden menekşelerin. Burada mevsim hep dörttür.  Sabahı kış, öğlesi son bahar. İkindi ilk bahar vurur, gecesi kavurur. Belki bundandır dört kat giyinir çıkar insanlar. Yavaş yavaş incelir bedenleri. Erir giderler, biten güne yapışık, değişen mevsimle karışık. Öyle öyle bir uyuşukluk çöker gencine yaşlısına, karasına beyazına, cesuruna korkağına, mutlusuna yaslısına. Bir karaltı ve bir ılıman iklim. Sonra susar ulu tepeler, meşin çınarlar. İnce ırmaklar ve koyu bataklıklar. Ne bebekler ağlar, ne analar ahlar. Öyle başlar öyle solar.
“Ne oldu Kum? Suskunsun.”
“Öyleyim ya. Ben de bilemedim. Hoş, ne zaman cıvıldadım ki?”
“İki hafta önce, perşembeydi. O zaman ben bile durduramamıştım seni. Sahi ya anlatmadın hala. Neydi sebep?”
“Ah Kim. Nerden hatırlarsın tarihleri bilmem. Ben unutmuştum oysa. Bak demek ki o kadar da önemli değilmiş.”
“Hayır Kum hayır önemliydi, değiştirme lafı anlat çabuk. Bu günün gelmesini bekledim. Anlatman için tamamen susmanı bekledim. Bilirim ne zaman taş duvarlar örsen önüne o zaman beklersin kapının çalınmasını.”
“Kim, sen benden küçüksün değil mi? En son öyleydin. Ne ara bu denli bilge biri oldun, kaçırmışım.”
“Güldüğün araydı Kum, hadi dinliyorum.”
“Pekala başlıyorum. Bağla beyaz kemerini, hiç de aydınlık olmayan bir pencere açacağız. İki hafta önce Perşembe günüydü; bir rüyayla başladı. Hani Rufa’nın yumuşak döşekli tavan arasına sıkışmıştık, delicesine bir yağmur çatıyı delmeye çalışıyordu. Sen korkmuş kafanı göğsüme gömmüştün, öylece geçmişti içimiz. Orada oldu ne olduysa. Bir koltuk vardı, yepyeşil bir koltuk, sandım ki yosunlar çevrelemiş. Hatta bir ara yosun koktu ortalık ve hareketlendi koltuk. Ama sonra koltuğu önemsiz kılacak bir ayrıntı ilişti gözüme. Bir bebek. Kapkara bir bebek, gözleri koltuktan bile yeşil. Bir bebeğe göre fazla sakindi. Sıkıca sarıldığı, kendi kadar kara kundağı hareket ettirmiyor, arada bir dudaklarını hafifçe aralamakla yetiniyordu. Sonra onu yapmayı da bıraktı ve donup kaldı. Ama gözleri canlıydı. Bundan emindim. Bir süre bakıştık ve ne olduysa ben gözlerimi hafifçe yumdum. O sırada yanımda belirdi. Kundağından kurtulmuştu ve tüm benliğiyle yanımda oturuyordu. Ağır aksak ama bir o kadar da dinç hareketlerle üzerime tırmandı. Çok geçmeden boynuma kollarını doladı ve saniyeler içinde gözlerinin yeşili, teninin karası benim bedenimde birbirine karıştı ve oturduğum yeşil koltuk bir platoya dönüştü. Uçsuz bucaksız bir ovaya… Orada o halimle kendimi sonsuz hissettim. Gerçekler zihnime boca etti. Ama önceden duymadığın yalanları nasıl anlarsın Kim? Ben anladım. Biraz korkmadım değil. Yine de kaçmadım. Ama bir an olsun kıpırdamadım. Birkaç saniye ağladım yine de anladım. Ve uyandım.”
Nefessiz kalmıştı Kim. İrisleri saydamlaşmıştı, yanakları heyecandan al al olmuştu. Yerinde kıpırdandı, göğsüne çektiği çırpı bacaklarını altına kıvırdı. Ellerini dolaşık saçlarına geçirdi ve tarak niyetine kullandı. Sonra baktı daha çok karıştı. Gözlerini kısıp abisini yokladı.
“Devam etmen gerek Kum. Pi’nin tiyatrolarındaki gibi günlerce ara veremezsin. Hem onlar bu kadar renkli değildi hem de sonu tahmin edilir hikayelere sahipti. Ama seninki farklı. İçimden bir ses, anlatacakların içten gelen sesleri bile duyulur kılacak diyor. Çektiğim vay’ların kulak zarını titreştirmediğini söyleyemezsin.”
“Elbette söyleyemem ufaklık. Devam etmeyip yarıda kesmek korkaklara ve merhameti bollara mahsustur. İkisi de kendine güldürür ama biri kahkahayla biri büyüyen göz bebekleriyle. Ben ikisini de yapmayacağım, çünkü dilim kuruyana kadar konuşacağım:
Uyandım Kim. Suratımda kocaman ve safi bir gülümsemeyle uyandım. Göz pınarlarım dolu doluydu birkaç saniye boşalmalarını bekledim. Ama gözyaşımı kucaklayan his keder değildi, huzurdu. Uçuşan zerrecikleri bilirsin Kim, fark etmemi sen sağlamıştın. Her birinin umudu ve neşeyi taşıyan baloncuklara dönüştüğünü düşün ve o baloncukların birlik olup yüreğine dolduğunu. Sonundaysa topyekün patladıklarını ve o selin gövdeni kuşattığını. Bu histi, bu. Beni cıvıldatan buydu Kim. O günü sabahından akşamına kadar aynı halette geçirdim lakin takip eden günde işler biraz değişti. Hiçbir şey bir anda olmadı. Zaten neyin bodoslama evimize kurulduğu görülmüş ki, dobra cümleler, habersiz süzüşlerden başka. Fakat yaşananları anlatmak çok güç olacak izin ver sana izleteyim. Sorma nasıl yapacaksın diye cevabını izlersen göreceksin.” dedi Kum ve kardeşinin ufak ellerini avuçlarının içine aldı. Narince tutuyordu fakat oradan ayrılmaları imkansızdı. Ardından çekik kahve gözlerini kendininkinden bir tık koyu olan Kim’inkilere kenetledi. Saniyeler boyu bakıştılar. Kum acı çekiyora benziyordu. Yapmak istediği işe tam olarak vakıf değildi yine de pes etmedi ve zorluklarla girdiği yolda kardeşinin bakışlarıyla beraber usulca süzüldü.
Bir sarmalın içine girmişlerdi. Toz zerrelerinin gitgide büyüdüğü, ışığınsa hızla söndüğü. Korkulu saniyeler geçirdiler. Uğultu eklendi karmaşaya. Sakat kuşların, yaralı farelerin yakarışları… Yavaş yavaş oldu her biri. Acelesi yoktu kimsenin. Ne Kum’un ne Kim’in. Bir müddet geçti, ikiyi pençeledi ve nefes alan bir gerçeklik ikiliyi çevreledi. Olmuştu, tüm baş ağrılarına tüm göz sızlamalarına rağmen Kum başarmıştı geçmişe gitmeyi. Avucunda hala ufak kız kardeşinin elleri, sırılsıklam ter içindeydi. Nefesini verdi usulca ve gözlerini araladı. Kardeşi çoktan çevresini kayıt altına almaya başlamıştı. Tanıdıktı gördükleri. Yılgı Baba’nın armut bahçesindelerdi. Aylarca peşini kovalamışlardı bu sulu meyvelerin. Köteğe de küfüre de doymuşlardı da meyveye doyamamışlardı. Yine de vazgeçmeyi yedirememişler meyveler tükenip kuru dallar kalana dek savaşmışlardı. Neden buradayız diye düşündü Kim. Neden Kum’un kafasına bakınca arkasındaki ağaçların her bir ayrıntısını görebiliyorum? Neden bu denli şeffaflaştık? Ve geçmiş nasıl olur da farksızdır hazır zamandan?
“Başardım Kim. Nasıl oldu bilmiyorum ama başardım.”
“Ben biliyorum. Bakışlarını gördüm, daha doğrusu bakışlarının ötesini, tıpkı şimdi tüm vücudunun olduğu gibi gözüküyordu. Vardı ama orada değildi. En başından beri böyleydi Kum. Sana neden suskunsun diye sorduğumdan beri.”
“Fazla dikkatlisin ufaklık, kendimi kaybettiğim ara sokaklarda önümdeki duvarları kırıyorsun. Neyse fazla söze lüzum yok, takip et beni.”
Hızlı adımlarla ilerlediler. Birkaç dakika sonra armut bahçesini geçip, gittikçe kalabalıklaşan sokaklara dalmışlardı. Ama sokaklar ne kadar dolup taşsa da kimseye çarpmadan ilerleyebiliyorlardı. Ya da önlerine çıkanların içinden girip dışından yola devam ediyorlardı. Kim kendini hayaletlere benzetti. Bir keresinde gördüğüne emindi, uykunun kaçtığı korkunun selam çaktığı bir gecede yağmur söğüt dallarıyla bir olmuş penceresini hırpalarken bir silüet ilişmişti gözüne. İncecik bir beden, gerçi yüzü gözü belli değildi ama nedense birinin onu izlediğini hissetmişti. Belki de sadece hayaldi dedi Kim, ya da kim bilir gelen o ufaklık bendim.
Kalabalık sokaklarda hiçbir bakışın odak noktası olmadan ilerledikten sonra ıssız caddeler göz kırpmaya başladı. Hiçbir tehlike onlara dokunamayacak olmasına rağmen Kum kardeşinin elini kuvvetlice kavramış adımlarını da daha temkinli atmaya başlamıştı. Girdikleri mahalle aslında klasik Lian kentiydi, evler azami üç katlı asgari yer altı. Her biri gri taşlarla döşenmiş, sarı kiremitle çatıları işlenmiş. Pencereler ufak, kapılar haddinden büyük. Bir farklılık yoktu burada ama Kim hiçbir zaman bu sokağa adımını atmaya cesaret edememişti. Çünkü ne zaman ibresi bu yana kayacak olsa kolundan tutup geriye çeken biri çıkmıştı. Ve hep şu sözcükler ilişmişti kulağına “Orası bilmediğin, bilmek de istemeyeceğin işlerle dolu. Ne sana ne de bana göre bir yer değil.” Bir insan bilmekten neden korksundu ki? Bilgi korkuyu süpüren bir fırçaydı onun gözünde, ama evren var olduğundan beri korkaklığı işleyen bir şiş olarak kullanılmıştı. Daha doğrusu kullanmaktan şiddetle kaçınılmıştı. Ama abisi korkmamıştı, buraya adımını atmış ve cesaretini ortaya koymuştu. Bu bile başlı başına anlatılacak bir öyküydü. Fakat daha okunacak çok sayfa vardı.
“Çok az yolumuz kaldı, köşedeki hana gireceğiz. Orada benim bu zamandaki halimi göreceksin ama merak etme o bizi göremeyecek, tıpkı diğer kimsenin göremediği gibi.”
“Bence bu kadar emin olma Kum. Diğerleri senin gibi geçmişe gidemiyor.”
“Geçmişe gidebilmek büyük bir marifet değil ufaklık, arada bir gözlerini kapayıp hüzünlenirsen anlarsın.”
Çok geçmeden sokaktaki en ihtişamlı yapının önüne gelmişlerdi. Buranın duvarları gri değildi, kömürle boyanmıştı. Kapı da bakırdan dövülmüş, hafif hafif parlamaktaydı. Kapının tam üstünde ufak bir tente ve bir tabela asılıydı. ‘GECE HANI’. Kim büyülü gözlerle binayı izledi. Epey hoşlanmıştı bu karaltıdan. Hiçbir şeye dokunamadıkları için birinin gelip kapıyı açmasını beklediler. Kısa, kilolu bir adam zıplarcasına kapının önündeki iki alçak merdiveni tırmandı ve parıltılı kapıyı araladı. İkili hızla içeri süzüldü. Kapı da arkalarından gürültüyle kapandı.
İçerisi de dışarısı gibi siyahlara boyanmıştı ama bu sefer duvarlara bir de minik parıltılar serpiştirilmişti. Her biri bakırdan küçük küçük taşlar.. Bakana gece göğünü anımsatıyordu. Hanın tepesinde dolunay sembolü olan lamba geniş salonu aydınlatan tek ışık kaynağıydı. Bu nedenle loş bir atmosfer hem gözleri hem gönülleri kaplamıştı. Odadaki masalar ufak tfekti ve neredeyse hepsi doluydu. Genç bir garson çevik hareketlerle herkesin isteklerini alıyor ve elindeki tepsi yeşil çaylarla dolup dolup boşalıyordu. İçilen tek şey çaydı burada. Çeşit çeşit çaylar, rezeneli, kuşburnulu, papatyalı. Herkes çayların etkisiyle sakinleşmiş gibiydi. Arka fondan kulağa ilişen arp sesi de dinginliği katmerlemişti. Kim’in gözüne odanın en dibinde bir başına oturan genç bir oğlan ilişti. Kahve çekik gözleri gerginlikle etrafını tarıyor, oturduğu sandalyede telaşla kıpırdanıyordu. Kum’du bu. Bir farklılık vardı ama neydi bilmiyordu.
“Seni gördüm Kum. Söylesene biz hangi gündeyiz?”
“Güldüğümün ertesi, rüyanın ahiri.Gel benimle, beni izleyeceğiz.”
Kimseye dokunmadan, içinden de geçmeden Kum’un oturduğu masanın başına geldiler. Birinin içinden geçmek çok da güzel hissettirmiyordu. Baştan ayağa vücudu bir soğukluk sarıyor, insana ölümü düşündürüyordu. Kim halen geçmişteki Kum’un onları fark edebileceği korkusundaydı ama bu olmadı. Geçmiş Kum kafasını hızla kaldırdı ve masasına gelen yaşlı adamın kendisini fark etmesini sağladı.
“Neler oluyor Kum? Bu kim?”
“Bekle kardeşim, göreceksin.”
Yaşlı adama dikkatle bakan Kim, adamın yaşlılığa çok da yakın olmadığını gördü. Adamın saçları beyazdı ama bunu bile isteye yapmıştı ve suratında tek bir kırışıklık dahi yoktu. Aksine mavi gözleri çakmak çakmaktı. Masaya ulaştığında
“Siz Kum denen genç olmalısınız. Ben Teh’li.Memnun oldum.” dedi ve Kum’un uzattığı eli sıkmadan olduğu yere oturdu. Havanın sıcaklığına rağmen üzerindeki dört katı muhafaza etmişti ve bir buz kütlesi edasıyla olduğu yere çöktü.
“Evet benim. Görüşme isteğimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim.” dedi Kum. Teh’li elini sağa sola sallayıp
“Bu kısımları geçelim lütfen, sizin için gelmedim. Duyduklarım beni buraya getirdi. Rüyanızı bir daha anlatır mısınız, görenden dinlemek her zaman için yorumu daha doğru kılar. Çünkü sadece olaylar değil duygular da bana geçecek ve size en gerçek tabiri yapabileceğim.”
“Pekala anlatayım. Bir koltukta oturuyordum..” diye başladı ve Kim’e anlattığından çok da farklı olmayan bir versiyonu Teh’li ye anlattı. Ama yine de bir şeylerdeğişmişti. Kim abisini dinlerken yüzünde tek bir korku ifadesi görmemişti. Sadece heyecanlıydı. Şu anda ise çekik gözler bilinmezliğin endişesiyle kıpırdanıyordu.
“İşte böyle. Umarım her şeyi eksiksiz anlatabilmişimdir.” Dedi Kum. Teh’li nin yüz kasları gerilmişti. Birbirine kenetleyip masanın üzerine yasladığı elleri şimdi alnında birleşmiş ve algılarını dış dünyaya kapamıştı. Geçmiş Kum yere vurduğu ayağını sabitledi. Adamın düşünürken rahatsız olmasını istemiyordu. Teh’li yıllar gibi gelen birkaç dakikanın ardından başını kaldırdı ve
“Bitti evlat. Düzen yakında tarih olacak. Sen tarihe geçeceksin ve tüm yazılmışlar yeniden okunacak. Bir kişiyle başladı alışkanlıklar, sonra kitleler halinde yayıldı ama zincir ne kadar uzun olursa olsun tek bir noktadan ikiye ayrılabilir. Dinle beni sen o kırık noktasın. Ama işler sandığın kadar kolay ilerlemeyecek. Eğer yolundan saparsan kırılan yer kolayca tamir edilebilir. Dikkatli olursan başladığın yerden tüm zinciri adım adım parçalayabilirsin.” dedi. Kum irileşmiş gözlerini adama kenetlemişti. Kuruyan ağzını birkaç kez açmaya çalıştı ama dili ağırlaşmış konuşmasını engelliyordu.
“Sakin ol evlat. Eğer kontrolü kaybedersen, hele de bu noktada, hiçbir umut yeşermeyecek.”
“Ama, ama ben sadece bir rüya gördüm. Sadece basit bir rüya. Tüm bunlar ne demek oluyor, hangi düzeni bozacağım. Neden bozacağım ve lütfen söyle şu anda ne yapacağım?”
“Siyah giyin evlat.”
“Siyah mı? Nasıl olur, burada yalnızca beyaz satılır Teh’li. Kabanlar, gömlekler ve şalvarlar. Hepsi beyazdır. Siyah kıyafet bulunmaz.”
“Peki neden diye düşündün mü hiç Kum? Neden yalnızca beyaz diker terziler, ve herkes neden buna eyvallah der. Tüm uçuşan toza karşı neden ak kuşaklarla örter başını nineler?”.
“Düşünmedim, düşünülür mü böyle şeyler bilmem ki? Hem doğrusu bu diye bildim ben. Böyle doğdum. O yüzden ikiletmedim emirleri.”
Ben düşünüştüm dedi içinden Kim. Aklım erdiği günden beri bunu düşünürdüm. Ama cevapsız kaldı sorularım ve hiçbir rüyayla aydınlanmadım.
Teh’li elini kabanının geniş ceplerine soktu. Bir müddet arandıktan sonra ufak bir kağıt parçası çıkarttı. Kağıdın üzerinde kargacık burgacık harflerle bir adres yazılmıştı. Teh’li kağıdı Kum’un eline bıraktı ve
“Buraya git. Seffa bir çömlekçidir. Ama özünde kilden kase yapmaktan daha büyük cevherler saklıdır. O sana bilmen gerekenleri anlatacak ve siyahları verecek. Merak etme senin gelişini çoktandır bekliyordu.”
“Ne demek çoktandır? Bir kahine mi yolluyorsun beni Teh’li? Onlardan korkarım, hem Lian’da sevilmezler. Gelecek dokunulmaması gereken bir bölgedir.”
“Sizler kahinleri aptal kürelere bakıp büyülü sözler mırıldanan dolandırıcılar sanıyorsunuz. Oysa gerçek kahinler içinde bulunulan anı öyle iyi kavrarlar ki geçmiş de gelecek de onlar için farksız olur. Geçmişten yapılan çıkarımlarla geleceği dokuyabilirler. Çünkü her hareket birbirine kenetlidir. Sol bacağını ileri atarsan sağın da onu izleyeceğini bilmek gibi. Fakat sen ve ben yalnız bu kadarını kavrarız, kahinlerse her bir kasın işleyişini, damarda ilerleyen alyuvarların hızın,ı derideki hücrelerin yaptığı alış verişi görebilirler. Bu sayede dokudukları yorum gerçekçi ve mantıklı olur. Ama sadece bir yorum evlat, sözler geleceği inşa etmez. O yüzden duyduklarını heybene koy ve nasihat olarak al. Komut olarak değil. Şimdi hoşça kal elbet görüşeceğiz.”
Teh’li lafını ettikten sonra hızla ayaklandı ve arkasından gelen durlara rağmen hanın kapısından çıkıp geceye karıştı. Kum eli ilerde titreyen bacaklarla kalakalmıştı. Derin bir nefes aldı ve bakışlarını elindeki terden nemlenmiş kağıda çevirdi. İki kardeş birbirlerine ve masa başındaki çaresize baktılar. Yeniden yola düşmenin vakti gelmişti.

            …devam edecek

Sayfa: [1]