Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Dumrul

Sayfa: [1]
1
Gezginler Kamarası / Avcının Masalları
« : 15 Mayıs 2013, 17:36:45 »
AVCININ MASALLARI


Birkaç sefer buzdan bir cehennem hayal etmeye çalıştım. Öncekilerde pek başarılı olduğumu söyleyemem, ama bugünkü denememde biraz daha yaklaştığımı hissettim. Dikkatimin dağılmaması için çok çaba harcamam gerekmişti.
Bir şeyi sıfırdan hayal edebilmek güç gelse de bana farklı düşünmeyi öğretiyordu. Gerçeklikten çıkabildiğim vakit, kendimi tamamen özgür hissediyordum. Belki delinin teki olduğum için böyle yapıyordum, belki de bunu yapmak için kendime mantıklı sebepler üretiyorum. En azından bir süre başka hiçbir şeyi düşünmem gerekmiyordu.
Böyle bir hayale dalmadan önce mutlaka bir başlangıç noktasına ihtiyacım olur. Başlangıç noktası olarak şu an içinde bulunduğum Kale Şehri’ni seçmiştim. Bir dağın üzerinde uzanan ıssız bir şehirdi. Buna rağmen etrafının surlarla çevrili olması tuhaf bir durumdu. Geçmişte bunun mantıklı bir açıklaması olmalıydı. Şehir maceraperestlerin ilgisini çekiyordu.
Kale’nin merkezinde büyük yuvarlak bir havuz vardı. Çoğu zaman havuzun üzerinde kalın bir buz tabakası olurdu. Havuzun mistik havası şu an kurduğum hayale esin kaynağı olmuştu. Hayalimdeki cehennemin merkezinde de buna benzer bir havuz duruyordu. Etrafına masmavi ışıltılar saçıyordu. Bu uğursuz havuz zamanı bile donduracak kadar soğuktu. Etrafındaki kristal insan siluetleri soğuk bir azaba mahkûm olmuşlardı.
“Selçuk Bey!” Doğan’ın bir süredir yanımda olduğunu fark ettim. Şu an Sığınak isimli hanın giriş katındaki bir şöminenin başında dizlerimi ısıtıyorum. Doğan’ın yanıma geldiğini fark etmeyecek kadar dalmıştım. Kurduğum hayali bir süredir onun da gördüğü gibi bir kuruntuya kapıldığımdan bir an mahcup oldum. Hayalime kaldığım yerden devam etmek istesem de artık mümkün olmadığını fark ettim.
“Size bir mektup geldi. Üzerinde hiçbir şey yazmıyor, büyük ihtimalle kardeşinizden gelmiştir.” Zarfı almak için uzandım. Abim sıklıkla şehre yolumun düştüğünü bildiği için bana ulaşmak istediğinde hana mektup yolluyordu. Şükür ki Doğan unutkan biri değildi. Hana adımımı atmamla, mektubu avucumun içinde bulmam bir olurdu.
Zarfın abimden geldiğine emin oldum. Çünkü üzerinde hiçbir şey yazmıyordu.

“Sana ihtiyacım var. Acele köye gelmelisin. Detayları verecek zaman yok. Bu konu şu an her şeyden daha önemli.
“Bir an evvel gelmeni bekliyordum.”

Beş cümle için yeni bir zarfı ve boş bir kâğıdı ziyan etmişti. Yine de dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Başka biri abime isimsiz bir mektup yollasaydı onu kızdıracağından emindim, fakat abimin başka birine isimsiz bir mektup yollaması doğal bir durumdu. Yine önemsiz bir şey için çağırıyor olmalıydı. Fakat benim önemsiz bulduğum şeyler abim için ölüm kalım meselesi oluyordu. Her defasında saçma sapan bir nedenden ötürü Dişbudak Köyü’ne gidiyordum. Çoğu zaman onun boğazına yapışmaktan kendimi alamıyordum.
Bir defasında eve koca bir yılanın girdiğini söylemişti. Başka bir gün köye gittiğimde hem abimin, hem de onu tehdit eden komşusunun canına okumuştum. Köye hırsız girmesinin işimle bir alakası yoktu. Dişbudak’a gidip gelmek dört günün ziyan olması manasına geliyordu.
Onun bir hanım evladı olması beni pek de üzmüyordu. Beni kızdıran fazla takıntılı bir adam olmasıydı. Annemle babamın gurur duydukları kişi ben değildim. Zengin biri olduğu söylenebilirdi. Huzurlu bir hayatı vardı ve çocuklarının hepsini evlendirmişti. Servetini hassas ellerine borçluydu. Şehirdeyken işinin en iyisiydi.
Birbirimize kıyasla zıt insanlardık. Onun hassas eliyle benim mengene gibi elim yan yana durduğunda bile bu durum açıkça anlaşılıyordu. Ben tarlada çalışmak ya da bir şeyleri kırıp dökmek konusunda iyiydim.
Abimden hiç dayak yememiştim, hep sakin biriydi. Aramızda yedi yaş fark vardı. Şu an altmış iki yaşında olmalıydı. Onun yarısı kadar olduğum zamanları hatırlıyordum. Bir gün köyün gençleri onu köşeye sıkıştırmışlardı. O gün yanına koşup çocukları hakladığımda aramızdaki ilişki farklı bir boyuta geçmişti. Kavgacı biriydim ve köydeki en güçlü çocuktum. Abimse sessizce kendi dünyasında yaşıyordu. Sinirlendiğimde hep alttan alırdı. İnsanlara yardım etmeyi severdi. Ayrıca bir hayırseverdi. Çoğu zaman insanların saygı gösterdikleri kişi ben olmuştum. Bilmiyorum, belki de arkamı döndüğümde daha farklı düşünüyorlardı. Abimi sevmeyen bir insana rastlayamazdınız ama benim için aynı şey geçerli değildi.
 “Doğan, acilen toparlanmam gerekiyor.” Acil kelimesini kullanmak biraz tuhafıma gitmişti.
“Ama daha dün gelmiştiniz.” Doğan benim gibi iri yarı bir adamdı. Koca bir göbeği kel bir kafası, sert bir çehresi vardı. Bana karşı başkalarına olduğundan daha kibar ve saygılıydı. Bana kalırsa böyle bir hanı işletmek için ideal biriydi.
“Buraya geleli bir gün bile olmadı. Ben de gitmek istemiyorum. Fakat abimi bir ziyaret etsem fena olmayacak.”
“Öyleyse sizin için yolluk hazırlattırayım.”
Büyük ihtimalle köye vardıktan çok kısa bir süre sonra dönüş yolunu tutacaktım. Bu sefer abimin gözüne bir tane patlatmayacak kadar sakin olduğumu zannetmiyordum

***

Dişbudak gözlerden uzakta bir köydü. Büyük bir tepenin güney yamacındaki taştan evleri uzaktan bakınca kolaylıkla seçilirdi. Köyü hilal gibi kesen yolun iki ucu alçalıp büyük yolla birleşiyordu.
O sabah hilal şeklindeki yolun batı ucundan iki adam aşağıya doğru yürüyordu. Genelde sabahın bu erken vaktinde köylüler tarlalarına giderlerdi. İki adam karşılarında yabancısı oldukları birini gördüler. Yabancının bıyığının uçları keskin hançerler gibi alt dudağının kenarlarına uzanıyordu. Omuzlarını geçen siyah saçları hafif kırlaşmıştı. Uzun, sivri bir burnu ve geniş, sağlam bir çenesi vardı. Köylüler uzun saçlı bir erkek görmeye pek alışkın değillerdi.  Ayrıca üzerinde dizlerinin altına kadar uzanan etkileyici bir kışlık vardı. Yabancının belindeki kılıcı görmemek içinse kör olmak gerekirdi. Gümüş kaplamalı sapı parlıyordu. Köylülerden biri soru sorma cesareti gösterdi
“Aradığınız biri var mı?” Selçuk Bey gözlerini kaldırıp adama dik dik baktı. Bu cevap yeterli olmuştu. Adam bakışlarını kaçırdı. Köylüler başka bir şey sormadan yollarına devam ettiler.
Selçuk Bey uzun bir süredir mola vermemişti. Bu sayede yolculuk iki günden daha kısa sürmüştü. Soğuğa ve karanlığa aldırmamıştı. Saatlerdir yolda olmasına rağmen hala dimdik duruyordu. Daha fazla yormak istemediği için sırtından indiği Fısıltı isimli atı peşinden sakin bir şekilde geliyordu.
Rauf Bey ise kısa bir süre önce kahvaltısını yapmıştı. Mektubu gönderdiğinden beri sabırsız bir bekleyiş içerisindeydi.
Her şeye sebep olan kendisiydi. Bu tarz bir olayla daha önceden karşılaşmadığı için ne yapması gerektiğini de bilmiyordu. Olsa olsa Selçuk böyle bir konuda ne yapılabileceğini bilirdi. Şu an yalnız başınayken yapabileceği en iyi şeyin dua etmek olduğunu düşünüyordu.
Kapının çaldığını duydu. Rauf Bey yaşından beklenmeyen bir hızla odasından çıkıp merdivene koşturdu. Basamakları indikten sonra, kapıya doğru hızlı adımlarla ilerledi. Kilidi çevirmeden önce içinden bir ses hayal kırıklığına uğrayacağını söylüyordu. Selçuk’un bu kadar kısa sürede gelmesini beklemiyordu.
Kapı açıldığında Selçuk Bey kardeşinin karşısında hareketsiz bir şekilde dikiliyordu. Sanki kapının önünü tamamen kaplamıştı.
“Hoş geldin Selçuk!”
“Atı ahıra yerleştirdim. Yem ve su vermeyi unutma.” Ardından Selçuk Bey kardeşini ittirip geçti. Mutfaktan başını uzatan Yeşim Hanım da Rauf Bey gibi şaşkındı.
“Hoş geldin Selçuk.” Selçuk Bey bir şeyler homurdanıp üst kata çıktı. Rauf Bey onu takip etti. Selçuk Bey eve geldiğinde önce merdivenlerin sağında kalan boş odaya girerdi. Odada eski iskemleye oturup bir süre sessizce durdu. Rauf Bey şu an konuşmaması gerektiğini iyi biliyordu. Selçuk Bey sessizliği bozdu:
“Şimdi zıbaracağım. Beni birkaç saat sonra uyandırıp her şeyi başından adam akıllı anlatacaksın. Anlaşıldı mı?”
“Evet.”
“Öyleyse çık dışarı, tepemde dikilme!”

***

Aradan birkaç saat geçtiğinde Selçuk Bey uyandı ve abisine seslendi. O sırada Rauf Bey hanımıyla alt kattaki mutfaktaydı. Hızlıca basamakları çıkan Rauf Bey usulca odaya girdi. Kardeşi kınında duran gümüş saplı kılıcıyla oynuyordu.
“Şimdi bana her şeyi doğru düzgün anlat.”
2

Dışarda sıcak güzel bir hava vardı. Henüz öğle olmamıştı. Rauf Bey devamlı evinin önünde duran grileşmiş sandalyeye oturmuştu. Köyün yüksek bir tepede olması sayesinde geniş bir alan görülüyordu. Önünde yemyeşil bir manzara vardı. Ansızın yolun doğu tarafından nal sesleri gelmeye başladı. Tek başına gelen yabancı bir atlıyı gördü. Dişbudak’a pek fazla kişinin yolu düşmezdi.
Atlı, Rauf Bey’in evinin dibine kadar geldi. Belli ki etrafı bilmediğinden bir şeyler soracaktı. “Rauf Bey siz misiniz?” Tuhaftı. Adam en aşağı yarım günlük mesafeden geliyor olmalıydı. Neden yabancı, ihtiyar bir adam için kıyıda köşede kalmış bir köye gelmişti?
“Evet, benim.” Belki mesele Selçuk’la ilgiliydi. Kardeşinin başına kötü bir şey gelmemiş olmasını diledi.
Adam atından indi. Hava sıcak olmasına rağmen siyah giysiler içerisindeydi. Birinin yaz ayında bu şekilde giyinmesi aptallıktı.  Elini yeleğinin iç cebine uzattığında Rauf Bey ürktü. Adam birkaç zarf çıkartıp içlerinden birini Rauf Bey’e uzattı.
“Bu zarfı size göndermemi istediler.”
Sanki bunu anlamadım. “Kim tarafından gönderildi?”
“Bilmiyorum, ben sadece aracıyım. Mektubu okuduktan sonra evet ya da hayır cevabı verecekmişsiniz. İçinde yazanları benimle paylaşmamanız gerekiyor.” Adam eğilip sesini kıstı. “Mektuptaki bilgilerin gizli olduğunu söylediler.”
Adamın etrafta ikisinden başka kimse olmamasına böyle davranmasına anlam veremedi. Yine de Rauf Bey bu durumdan biraz işkillenmişti. Adamın uzattığı parlak renkli zarfı açmadan önce biraz inceledi. Üzerinde simli bir mühür vardı. İki tarafında da herhangi bir yazı ve sembol yoktu. Bu yaz aylarında siyah giysiler giyen birini görmekten daha tuhaf bir durumdu. Adamın isim yazmamasına rağmen mektupları karıştırmıyor olmasının sebebi mektupların mühürlerinin farklı renklerde olmasıydı. Büyük ihtimale yabancı okuma yazma bilmiyor olmalıydı. Yine de Rauf Bey mektubu rahat rahat okusun diye birkaç adım öteye gidip etrafa göz gezdirdi.  Rauf Bey kötü bir şey olacağı bir hissine kapılmıştı. Cebinden bir çakı çıkarıp güzelce mührün altını kesti.
Kâğıtta kısa bir yazı vardı. Fakat mektubun kısa ya da uzun olması, neyden bahsettiği bir an önemini yitirmişti. Daha önce böyle büyüleyici bir el yazısı görmemişti. Yazının ince uzun parmakları olan zarif birine ait olduğuna emindi. Kelimeler arasındaki mesafeler sanki hep eşit uzaklıktaydı. Harflerse matbaadan çıkmış kadar düzgündüler.

Rauf Bey’e merhaba,
Ben eski müşteriniz Akasya. Uzun bir süre önce köyünüze yerleştiğinizi duydum. Elimde işlenmesi gereken çok kıymetli taşlar vardı. Çevrede güvenebileceğim tecrübeli bir kuyumcu yoktu. Ben de bir süre araştırıp köyünüzün adresine ulaştım. Mümkünse bu işle sizin ilgilenmenizi rica ediyorum.

Şimdi her şey anlaşılıyordu. Akasya, sözcüğü bir şeyler çağrıştırmıştı, ama nasıl bir şey olduğu hakkında bir fikri yoktu. Sonraki satırlarda detaylar yazıyordu. Taşların cinsi, sayısı, boyutları ve ödenecek ücret. Daha önce Peri Elması ve Kedi Gözü isminde taşlar duymamıştı. Fakat çok da önemli değildi. Her türlü değerli taşı rahatlıkla işleyebilirdi.

İşi olduğu gibi kabul ettiğiniz takdirde, zarfı getiren kişiye “evet” demeniz yeterlidir. Eğer bazı şartlarınız varsa mektubu teslim eden kişiden yeni bir zarf isteyin. Zarfı mühürlemenize yardımcı olacaktır, fakat mektupların içeriğini bilmemesi gerekiyor. Bu yüzden zarfı mühürlerken bu detaya özen göstermenizi rica ederim.

Her şey kısa ve öz yazılmıştı. İşle ilgili hiçbir soru işaretine yer bırakmıyordu. Asıl sorular işi veren kimseyle ilgiliydi. Bu kişi kimdi ve neden böyle bir şeye kalkışmıştı? Rauf Bey’in işinde iyi olduğu doğruydu, ama yaşlı bir adamı kimsenin köyüne kadar takip etmesi için bir sebep yoktu. Bu kadar uzakta olmasına rağmen Akasya isimli kadın kendisini nasıl bulmuştu? Gerçi kadın bile olduğuna emin değildi. Akasya rumuzu falan olmalıydı. Rauf Bey gizemli teklife şaşırarak vakit kaybetmedi. Bazen zenginler kıymetli eşyalarının korumak için tuhaf yollara başvururlardı. Parasını aldığı sürece bir problem çıkmazdı. Ayrıca daha önceleri bin bir çeşit müşteriyle karşılaşmıştı. Bu da çok farklı sayılmazdı.
Rauf Bey düşünmeden evet dedi. Bu işte çalışmamak için herhangi neden yoktu. Yabancı adam başını sallayıp vedalaştıktan sonra havalı bir şekilde atına atladı. Önce gözden kayboldu, sonra nal sesleri kesildi. Adam gerçekten de zarfın içinde ne yazdığını bilmiyor olmalıydı.

***

Rauf Bey çoktandır bir hazırlık içerisindeydi. Bir iki hafta sürecek işi başlamadan kendisini şartlandırmıştı.
İlk gün, bir zamanlar işe yarayabilir diye sakladığı eski iş aletlerini ve malzemelerini alt kattaki kilitli duran odada hazır etmişti. İkinci gün hiç düşünmeden eksiklerin olduğu bir liste tutmaya kalkmış, ama hiçbir eksik bulamamıştı. Çünkü iki yıl önce taşınırken köyüne döneceği sıra ne var, ne yoksa yanında getirmişti.
Beklemekten giderek sıkıldığı üçüncü günde hangi modellerden istifade ederek taşları işleyebileceğini düşünmüş, hatta yeni modeller çizmişti. Fakat taşları görmeden model çizmeye kalkmanın ne işe yarayacağını bilmiyordu.
Asıl mesele köye kimsenin gelip gitmemesiydi. Rauf Bey ara ara üst kattaki boş odalardan birinin penceresinden başını çıkartıp etrafa bakıyor, fakat köy yolunun üzerinde tek bir kum tanesinin bile kımıldamadığını görüyordu.
Rauf Bey’in yeni iş macerası beklediğinden daha hızlı bir şekilde bitmişti. Üçüncü günün akşamında artık kimsenin gelip gitmeyeceğinden, hiçbir aptalın da ücra bir köye değerli taşlar göndermeyeceğinden emin olmuştu. Büyük ihtimalle mektubu gönderen geri zekâlı da düşündüğü şeyin mantıksız olduğunu anlamıştı.

***
 
İhtiyar bir süredir hareketsizce duruyordu. Masasının üzerine koyduğu kitap ilgisini çekmiyordu. Gündüz kitap okumak için planlar yapmasına rağmen, akşam olduğunda zorla masaya oturtulan bir çocuk gibi hissediyordu. Belki de bütün sorun bu Dişbudak denen köyde olmakla ilgiliydi. Bazı zamanlar bu köyde bir tane aklı başında adam olmadığını düşünüyordu. İki yıl önce köyüne döndüğü için pişmanlık duyuyordu.
Şehir bazen fazla hareketli olsa da hiçbir konuda eksiği yoktu. Dostları akşamları toplanıp sohbet etmek için uygun kimselerdi. Elbette bunları şehirdeki güzelim evini ve küçük şirin dükkânını satmadan önce düşünmesi gerekirdi.
“Taş kafam!”
Rauf Bey’in canı sıkıldığı zamanlarda diğer insanların yanına gidip kafa dağıtmak gibi bir huyu yoktu. Bunun yerine uyumayı tercih ederdi. Fakat her zaman uyumak mümkün olmazdı. Böyle zamanlarda sıkıntısını içinde biriktirir, yüzü turp gibi kızarır, en sonunda kaynayan bir tencere gibi tepesinden buharlar çıkarırdı. Şimdi de aynısı oluyordu. Ne yazık ki akşamın bu vaktinde Rauf Bey’in yanında kızıp bağıracağı bir kimse yoktu.
Yeşim Hanım aşağıda bir işle meşguldü. Diğer kadınların aksine daha az konuşurdu. Güleç yüzlüydü ve her denileni çabucak yerine getirirdi. Bu yüzden Rauf Bey eşine karşı kolay kolay kızacak bir şey bulamıyordu.
Rauf Bey karamsar ruh haliyle uzun bir süre masasının başında kitap okumaya çalıştı. Çok geçmeden kafasını meşgul edecek başka şeyler buldu. Raflardaki kitapları kurcalamaya başladı. Bir kısmı tozlu duruyordu. Küçük kitaplığını alfabetik sıraya göre dizmesi gerekiyordu. Fakat akşamın bir vakti bu işle meşgul olmanın doğru olmayacağını düşündüğünden, düzenlemeyi yarına bıraktı.  Belki de yatıp uyumalıydı, fakat ya birisi evine gelirse ne olacaktı? Akşamın bu vakti köylülerden biri aniden Rauf Bey’in kapısını çalabilirdi. Ne de olsa buradaki insanlar davet beklemezlerdi. Bir yandan hayali bir davetsiz misafire kızıp bağırarak öfkesini ondan çıkarttı, bir yandan da bu akşam evine kimsenin gelmemesini diledi.
Rauf Bey bir vakit evin kapısının gıcırtısını duyduğunu sandı. Bir süre önce birisi kapıya vurmuş olmalıydı. Yeşim Hanım’ın sesini duydu. Artık eve birinin geldiğine emindi. Bu yüzden iyice sinirlendi. Aslında yeni gelen misafir Rauf Bey’in bir süredir öfkesini tattırmak için bekleyip durduğu kimse oluyordu. Gaz lambasını masanın üzerinden aldı, odadan çıkıp merdivenlere doğru yürüdü. Merdivenlerden ayaklarını vura vura indi. Belki de biraz daha sinirlense bu karanlıkta yüzü kırmızı kırmızı parlayabilirdi. Mutfağın kapısının önünde gaz lambasının ışığı görülüyordu. Her kim geldiyse Yeşim Hanım onu mutfağa almış olmalıydı.
Daha içeri girmeden homurdanmaya başladı. Zamansız gelen misafir birazdan duyacağı şeylerden sonra, bir daha buraya adım atamayacaktı.
“Yeşim, akşamın köründe kiminle konuşuyorsun?” Bu cümleyi söylediği sırada henüz içeri girmemişti. Yeşim Hanım’ın karşısındaki kişiyi görür görmez dili tutuldu.
Mutfakta upuzun siyah saçları olan, bembeyaz tenli, erkek gibi pantolon giyen genç bir kız vardı. Rauf Bey’in sert ifadesine rağmen sakince gülümsüyordu.
“İşte bizimki de geldi. Arada böyle çatacak yer arıyor. Sen üzerine alınma Özlem. Nasıl sakinleştiğini bile anlamazsın.” Yeşim Hanım’ın sözleri Rauf Bey’i daha da utandırdı. İyi de genç kızın bu akşam vakti evinde işi neydi? Yeşim Hanım’ın bu tarz bir akrabası olduğunu sanmıyordu.   
“Affedersiniz, sizi tanıyamadım.” Özlem güldü. Bembeyaz dişleri vardı. Gülümsemesi gamzeli yanakları olan geniş yüzüne çok yakışıyordu. İri gözleri, hilal şeklinde kaşları ve minik sivri bir burnu vardı.
Özlem konuşmaya başladığında Rauf Bey bir kez daha şaşkınlık yaşadı. Yıllar önce şehirdeyken gittiği bir tiyatrodaki oyuncular kadar düzgün konuşuyordu.
“Sanırım dört gün önceki mektubu almış olmalısınız.” Rauf Bey’in beyninde şimşekler çaktı. Sanki üç gündür gece gündüz bekleyen o değildi. Nasıl bu kadar çabuk unutabilmişti?
“Akasya siz misiniz?” Özlem kibarca güldü.
“Hayır, ben Akasya’nın dostuyum. Elmasları benim getirmemi istemişti. Bu sıralar çok meşgul. Aslında böyle bir şeye hazırlıklı değildim. Bir arkadaşımla ayrılmak durumunda kaldım.”
“Neyse ki ahır atların kalması için yeterince geniş.” Rauf Bey hiçbir şey anlamamıştı. Yeşim Hanım’ın atlardan kastettiği neydi? Başka biri daha mı vardı?
“Anlaşılan yalnız gelmediniz?”
“Hayır, yalnız geldim. Demin arkadaşımı kasabada bıraktığımı söylemiştim. Diğer ata o biniyordu. Değerli hayvanlar oldukları için ikisini de yanıma aldım.”
Bu kız neyden bahsediyordu? “Anlamadım, iki atı da kendi başına mı getirdin?”
“Fazla zor olmadı. Beş yaşından beri ata biniyorum.” Rauf Bey’in bu cümleyi duyduğu sırada ağzı açık kalmıştı. “Aklımdayken söylememde yarar var, atlarla yalnızca benim ilgilenmem gerekiyor. Birbirlerine ayırt edilemeyecek kadar çok benzeseler de bir tanesi vahşi bir hayvandır.”
“Peki Özlem. Atlarla dilediğin gibi ilgilenirsin. Beni bir an çok şaşırttın.” Özlem atlarıyla ilgili başka bir şey söylemeye gerek duymadı.
“Size getirdiğim taşlar bu kutuda duruyor. Bu on iki taşı da işlemeniz gerekiyor. Akasya bu süre içerisinde köyde kalmamın daha doğru olacağını söyledi.”
Yeşim Hanım, Özlem’i misafir etmek için bir an bile duraksamadı. “Tabi kızım istediğin kadar kalabilirsin.”
Rauf Bey on iki taşın bir anda işlenmeyeceğini adı gibi biliyordu. “Özlem bu uzun sürebilir. Köyde sıkılmazsın değil mi?”
“Kendime uğraşacak bir şeyler bulurum efendim. Burada kalmamın sebebini yanlış anlamayın lütfen. Daha önceki yıllar kuyumcuların soyulduğu olmuştu. Etrafta şüpheli biri olmadığı sürece bir sorun çıkacağını zannetmiyorum. Yine de temkinli olmanın bir zararı olmaz.” Ne yani bir de muhafızlık mı yapacaktı? Tamam, ata binmeyi iyi biliyor olabilirdi, ama ikisi çok farklı şeylerdi.
Elmasların işleneceği süre boyunca genç kızın burada yapabileceği pek fazla şey yoktu. “Yukarda küçük bir kitaplığım var. İlgini çeker mi bilmiyorum. Dilediğin zaman istediğin kitabı okuyabilirsin.”
“Rauf, şimdi bunun sırası değil! Bu eve bir deli yetiyor zaten.” Özlem kahkaha attı.
“Sabah kitaplarınıza bakacağım. Şu an bir şey okuyamayacak kadar yorgunum.”
Rauf Bey ve Yeşim Hanım, Özlem’le kısa bir süre daha konuştular. Ardından Rauf Bey yanlarından ayrıldı. İhtiyar yukarı çıktığında bir avcunda duran kutuyu aşağıda unuttuğunu zannetti. Özlem’in varlığı elmasları bile unutturmuştu. Böyle güzel bir kızın sebebi ne olursa olsun yalnız başına dolaşması normal değildi.
Kutuyu açtığında deminki şaşkınlıklarına bir yenisi eklendi. Taşlardan birisi karanlıkta hafif bir ışıltı saçıyordu. Mesleğinde şu ana kadar böyle tuhaf bir şey görmemişti. Acaba mektupta geçen kedigözü isimli taş bu muydu? Özlem’e bunu sormak istiyordu, fakat vakit geç olmuştu.

3

Sabah kahvaltısında Rauf Bey genç misafirine aklına takılan her soruyu sormuştu. Bu sorular arasında ışık saçan mücevher de vardı. Özlem kedi gözü ismi verilen karanlıkta parlayan mücevherlerle ilgili basit bir açıklama yapmıştı. Aldığı yanıt Rauf Bey açısından tam bir hayal kırıklığı olmuştu. Gece saatlerce bunu düşünüp uyuyamadığını hatırlayınca daha da sinir bozucu oluyordu. Taşın, gündüz emdiği ışığı karanlıkta yansıtmak dışında bir özelliği yoktu.
Sıra genç kızın gizemine gelmişti. Özlem doğudaki bir beyin kızıydı ve Rauf Bey bu beyin adını hiç duymamıştı. Beyler şehirlerden uzaklardaki bölgelerin kontrolünü sağlayan nüfuzlu kişilerdi. Sıradan bir günde bir beyin kızını misafir etmek son derece tuhaf bir durum olabilirdi. Fakat kahvaltı boyunca bir sürü tuhaf hikâye dinlemişti. Özlem ise bu tuhaf hikâyelerin merkezinde yer alıyormuş gibi bir hava veriyordu. Bu yüzden anlattığı birçok esrarengiz hikâye bir süre sonra sıradan gelmeye başlıyordu. Elbette ki meraklı biri olan Rauf Bey’in soracağı oldukça fazla soru vardı.
Rauf Bey, Akasya isimli kişinin neden Özlem’i yolladığı sorusunu tekrar sormuştu. Özlem’in anlattığına göre Akasya takıntılı bir kadındı ve erkeklere güvenmiyordu. Özlem, Akasya’nın en yakın arkadaşıydı. Akasya arada güzel bir ücret karşılığında Özlem’in elmaslarla ilgilenmesini istiyordu. Her zaman iyi bir kuyumcu bulmak mümkün olmuyordu. Ayrıca bu kadar uzun bir süre boyunca çalışmak için ustanın tek bir müşteriye ayıracağı uzunca bir zaman olmalıydı.
Rauf Bey kahvaltıda Özlem’e köyde istediği kadar kalabileceğini, bu işin ne kadar kısa sürede biteceğine ilişkin kesin bir şey olmadığını söyledi.
“Burada olduğun süre boyunca inşallah köyü beğenmeni umuyorum. Ben bu konuda pek başarılı olamadım.” Yeşim Hanım, Rauf Bey’in köy hakkındaki şikâyetlerine alışkın gibiydi.
“Rauf hiçbir şeyden memnun kalmaz. Böyle güzel bir köye her insanın yolu düşmez. Emin ol etrafın güzelliklerle dolu. Buradan sıkılmayacaksın.”
Özlem gülümseyip “Sürekli oturan, canı sıkılınca da şikâyet eden insanlardan değilim. Genelde uğraşacak bir şey bulurum.” dedi.
Sohbetin sürdüğü esnada biri kapıya sert bir şekilde vurdu. Rauf Bey irkildi. “Ne oluyor kapıya öküz mü tosladı?” Bir süre sessiz kalan Yeşim Hanım imalı bir şekilde Rauf Bey’in gözlerinin içine baktı.
“Ahırın kapısını açmadın değil mi?” Mahcup olan Rauf Bey bu soruya yanıt vermedi.
“Rauf Amca!” Sesin sahibinin genç biri olduğu anlaşılıyordu. Belki de bir çocuktu. Yeşim Hanım üstü örtülü bir sepetin içinden elma aldı. “Kenan’a bu elmayı ver.”
Rauf Bey kapıyı açtığı sırada Kenan çekiç gibi savurduğu yumruğuyla dengesini kaybedip bir adım içeri girdi. Rauf Bey bu durum karşısında biraz dehşete kapılmıştı. Kenan sanki hiçbir şey olmamış gibi adımını geriye alıp sakince bekledi.
Koyunların her biri Rauf Bey’in yüzüne bakıyordu. Sanki oradan geçerken uğramış bir kalabalıkla karşı karşıya gelmek gibiydi. Ardından koyunlar selam verircesine melediler.
“Evladım sesini rahatça duyuyoruz. Bir daha şu kapıyı daha hafif şekilde çalar mısın?”
“Peki.” Öylesine sakin ve kibar bir şekilde verilen bir cevaptı ki Rauf Bey demin kapıya vuranın Kenan olduğundan şüphe etti.
“Al bakalım, elma senin.” Rauf Bey daha elini indirmeden bir hatırtı duyuldu. Kenan’ın elmayı ısırdığı kısımda koca bir boşluk vardı. Ağzındaki elma parçası yüzünden ince yüzü komik ve tatlı bir hal almıştı. Son derece iştahlı gözüküyordu. Rauf Bey şaşkınca bakakaldı.
“Beğendin mi?” Kenan iri elmayı iki eliyle tutup ağzındakini çiğnemeye devam ederken başını salladı. Halinden çok memnun gözüküyordu. Rauf Bey ahırın kapısını açar açmaz koyunlar dışarı çıktılar. Kenan koyunların başını okşadı, ardından Kenan ve sürü batı tarafına doğru ilerlediler.
***
Rauf Bey düzgün ve sade bir görüntüye sahipti. Çoktandır beyazlamış ince telli düz saçlarının düzenli bir şekilde tarandığı belli oluyordu. Yakasız bir gömlek üzerine kahverengi bir yelek giyiyordu. Kısa düzeltilmiş sakalları da saçına tamamen uyum sağlıyordu. Üzerinde yeniymiş gibi duran bir pantolonu vardı.
Alt katta iş için kullanmak maksadıyla düzenlediği odada Rauf Bey, Özlem’e kısaca yapacağı şeyleri anlattı. Oyalanmadan işe koyuldu. Özlem, Rauf Bey’in yanından ayrılıp kısa bir süre mutfakta Yeşim Hanım ile sohbet etti. Ardından Rauf Bey’in gece bahsettiği kitaplığın bulunduğu odada uzunca bir süre zaman geçirdi. Kitap okumaktan sıkıldığını hissettiğinde dışarı çıkmaya karar verdi.
Neredeyse öğle olmuştu. Özlem rastgele yürümek istiyordu. Akşam buraya gelirken gördüğü ağaçların gündüz nasıl gözüktüğünü çok merak ediyordu. Etraf sessiz ve boştu. Evin elli adım kadar ötesindeydi. Karşıdan uzun boylu birinin geldiğini fark etti. Karşıdan gelen kişi yaklaştıkça Özlem’in daha çok dikkatini çekiyordu. Sanki karşısında köylü kılığına girmiş genç bir prens vardı. Prens demek daha uygun düşerdi çünkü zarif ve yakışıklı birine benziyordu. Açık kahverengi saçları, beyaz ince pürüzsüz bir yüzü vardı. Kendi cüssesine kıyasla oldukça bol gelen kıyafetlerinin rengi solmuştu. Fakat halinden hiç de şikâyetçi değildi. Sağ elinde tuttuğu bir elmayı bir anda ısırdı. Özlem hiç kimsenin bir elmayı böyle iştahla yediğini görmemişti. Delikanlının o an sanki elindeki elmayı yemek dışında hiçbir şey umurunda değilmiş gibiydi. Özlem kendini tutamayıp güldü.
O sırada genç adam başını kaldırıp Özlem’in yüzüne baktı. Özlem dikkatsiz davrandığı için kendine kızdı. Genç adamın şaşkınlığı yüzüne iyice yansımıştı. Duyguları ve düşünceleri sanki tamamen yüzüne yansıyordu. Bakışları “İlk kez bu köyde böyle birini görüyorum.” der gibiydi.
Özlem hatasını telafi etmek için yanından geçerken kibarca “Merhaba.” dedi. Delikanlı aynı şekilde karşılık verdi. Fakat Özlem çoğu genç kızınkine kıyasla kalın ve çirkin olduğunu düşündüğü ses tonuyla genç adamın ince ses tonunu kıyasladığında kendisini kaba saba biriymiş gibi hissetti. Fakat tuhaf bir şey vardı, genç adamın tavırları biraz çocuksuydu. Bir insan aynı anda hem yakışıklı bir prens, hem de küçük bir çocuk olabilir miydi?
***
Özlem, köyü sevmişti. Hatta daha önce hiç gelmemesine rağmen kendisini buraya aitmiş gibi hissediyordu. Öğlenki ufak gezintisinden sonra eve dönüp Yeşim Hanım ile sohbet etti. Köyün çevresini çok beğendiğini söyledi. Elma yiyen uzun boylu genç adamdan bahsetti.
“Demek sabah kapımızı yumruklayan kişiyi buldun.” Özlem küçük bir şaşkınlık yaşadı, Yeşim Hanım ise gülüyordu. “Kenan tatlı bir çocuktur. Arada arkadaşıyla buraya gelip giderler.”
“Yani o çoban mı?” Bu soru Yeşim Hanım’ı daha da eğlendirmiş gibiydi.
“Koyunların arkadaşı desek daha doğru olur. Ben hiçbir çobanın bu kadar şefkatli olduğunu görmedim.”
“Nasıl bir şefkatten bahsediyorsunuz?”
“Kenan koyunlara bakarken onu biraz izlersen ne demek istediğimi anlarsın. Aslında bir gün onunla etrafı dolaşabilirsin. O da bazen yanında konuşacak birini arıyordur.”
Özlem öğleden sonra uzun bir süre vaktini kitap okuyarak geçirdi. Akşam uzun bir süre Rauf Bey ve Yeşim Hanım ile sohbet etti. Ertesi gün kahvaltının ardından kitap okumaya devam etti. Mutfakta yardım etmeyi istese de Yeşim Hanım buna fırsat vermedi. Atlarla biraz ilgilendikten sonra evin önündeki grileşmiş sandalyeye oturdu.
Yine Kenan’ı görmüştü. Bu sefer Kenan dünküne zıt yönde yürüyordu. Özlem heyecanlandığını hissetti. Kenan ise her zamanki gibi oldukça sakindi ve neşesinden hiçbir şey eksik değildi. Bu sefer elinde bir sopa tutuyordu. Arada sopasını yere sürtüp uzun çizgiler bırakıyordu.
“Merhaba Kenan.”
Kenan’ın yüzünde dünküne benzer şaşkın bir ifade oluştu. Sonra bu ifade kaybolup yerini rahat yüz ifadesi aldı. Canlı bir şekilde “Merhaba!” dedi. Sanki her gün gördüğü birine selam veriyormuş gibiydi.
“Ben Özlem, Rauf Bey’in misafiriyim. Nereye gidiyorsun?” Kenan başını kaşıyıp düşünmeye başladı. Sanki çok zor bir soru sorulmuş gibiydi. Bir anda işaret parmağını kaldırıp tam karşısını gösterdi. “O tarafa!”
“Sana eşlik edebilir miyim?”
“Olur.” Kenan, Özlem’in diğer sorusu karşısında hiç düşünmemişti. Kenan’dan evet cevabı almak bu kadar kolay mıydı? Genç adam elindeki sopanın ucunu sürterek yürümeye devam etti. Özlem, Kenan’ın sakin adımlarına ayak uydurdu. Her şeyin bu kadar hızlı olması tuhaftı.
***
Aşağı indikten bir süre sonra ağaçların arasında yemyeşil otlara basarak yürümeye başladılar. Kenan taşımaktan sıkıldığı sopasını gelişi güzel bir şekilde yere attı. Bugün Özlem’in dünkü yürüyüşünden farklıydı. Asıl şimdi etrafı keşfettiğini hissediyordu. Bu güzel yerleri ilk defa görüyordu. Serin ve güzel bir hava vardı. Biraz ilerde bir koyun sürüsü duruyordu. Şapkalı biri ufak bir tepenin yamacından sürüyü izliyordu.
İlerledikçe şapkalı gence daha da yaklaştılar. Sarı saçlı ve kısa boylu biri olduğu anlaşılıyordu. Tıpkı Kenan gibi masum ve sevimli bir görüntüsü vardı. Kenan “Merhaba!” dedi.
“Merhaba. Bu kim?”
“Özlem.” İkisi de Özlem orada değilmiş gibi rahattılar.
Şapkalı çocuk Özlem’e doğru yaklaşıp elini uzattı. “Merhaba Özlem. Ben Barış tanıştığımıza memnun oldum.”
“Merhaba Barış. Ben de tanıştığımıza memnun oldum.” Barış’ın nasırlı ellerinden ağır işlerde çalıştığı anlaşılıyordu. Fakat ince ruhlu birine benziyordu. O sırada Barış’ı izleyen Kenan onun yaptıklarını aynen taklit etmeye başladı. Özlem’e elini uzatıp “Tanıştığımıza memnun oldum Özlem.” derken görgü kurallarını uygulamaktan çok bir oyuna iştirak ediyor gibiydi. Kenan’ın elleri zayıf ve kemiksizdi. Umursamazca el sıkışıp biraz önce Barış’ın oturduğu geniş kayaya yerleşti.
“Özlem, köye ilk gelişin mi?”
“Evet Barış.”
“Kenan, Özlem’e Yılan Kayaları’yla ormanın içlerini gezdir.”
“Olur.”
“Görüşürüz Kenan.”
“Görüşürüz.” Barış oradan ayrılırken Kenan ayağa kalktı. “Gidelim Özlem, koyunları otlatacağız.”
***
Bir süre yürüdüler ve düz yeşil bir alana vardıklarında oturdular. Kenan omzuna astığı minik bez çantasını açtı. Çantayı tutan incecik bir ip vardı ve Kenan yürürken çanta arka tarafında kalıyordu. Bu yüzden Özlem’in pek dikkatini çekmemişti. Kenan içinden çıkarttığı küçük bir ekmeği hiç düşünmeden ikiye bölüp yarısını Özlem’e uzattı.
“Sağ ol Kenan, pek aç değilim.”
Kenan uzattığı ekmek parçasını Özlem almadığından dolayı üzüldü. “Ama aç kalırsan hasta olursun.” Belki de üzülmesinin sebebi yaptığı bu açıklamayla ilgiliydi. Aç kalan birinin hastalanacağına inanıyordu. Özlem, az önce Kenan’ın uzattığı yarımı elinden alıp birazını koparttı ve kalanı tekrar Kenan’a iade etti. Şimdi Kenan gerçekten de mutlu gözüküyordu. Önce Özlem’in uzattığı parçayı ardından elindeki yarımın bir kısmını yedi. Kalan parçayı tekrar çantasına koydu. Ardından minik çantasını otların arasına koyup koyunların arasına doğru yürüdü. Bir eliyle kopardığı otları yakınındaki bir koyuna yedirip bir eliyle de başka bir koyunun başını okşuyordu. Özlem bunu bulmuştu. Bir insanın her gün koyunlarıyla bu şekilde ilgilendiğini hayal edemiyordu.
“Her birine tek tek ot vermek zorunda değilsin Kenan. Kendileri yiyebilirler.”
Kenan mahcup bir ifadeyle baktı. İncecik ellerini birleştirip çaresizce durdu. “Ama böyle daha çok hoşlarına gidiyor Özlem.” Özlem bir hata yaptığını düşündü. Her zaman yaptığı şeyden hoşlanan bir insanın elinden mutluluğunu almaya çalışıyor gibi hissetti.
“Ben koyunlarla ilgilenmekten anlamam. Bence senin bu yaptığın daha doğru olmalı. Eğer hoşlarına gidiyor ve sen de böyle yapmaktan zevk alıyorsan buna devam et.” Kenan neşeli bir şekilde otları koparıp koyunlarını sevmeye devam etti. Bir süre sonra sıkılıp Özlem’in yanına oturdu. Kısa bir sessizliğin ardından birden ayağa kalktı.
“Gidelim Özlem, daha gezeceğimiz çok yer var.” Özlem gülümsedi ve ayağa kalktı. Kenan’ın kafasında tam olarak bir planın olmadığı belli oluyordu. Fakat bu durum Özlem’in hoşuna gidiyordu.
Köyden daha da uzaklaştılar. Artık dağlar daha yakın gözüküyordu. Kuş cıvıltıları sanki her zamankinden daha canlıydı. Kenan parmağıyla ilerdeki bir yükseltiyi gösterdi. “Orada uçurumlar var.”
“Neden oraya gitmiyoruz?”
“Koyunlar atlıyor Özlem. Boyları kısa olduğu için yüksek yerleri fark etmiyorlar.” Uzaklarda tepesi bulutlarla kaplı dağlar, yakınlardaysa büyük ağaçlar vardı. “Burada oturabiliriz Özlem.” Kenan böyle der demez yere oturdu. Özlem de aynını yaptı.
Kenan aniden kollarını birbirine kavuşturup sessizce durdu. Sanki yüzünde üzgün bir ifade vardı.
“Bir şey mi oldu?”
“Üşüdüm.”
Özlem tüylü başlığı olan kahverengi deri ceketini çıkartıp Kenan’a uzattı. “Bunu giy.” Kenan mahcup bir ifadeyle “Ama ceketin olmadığı için bu sefer de sen üşüyeceksin Özlem.” Kenan nezaketle dolup taşan saf bir kalbi vardı.
“Merak etme Kenan. Ben üşümem. Aslında ben insanların deli olduğumu düşünmemeleri için ceket giyerim. Bazen de ceplerime bir şeyler koymak için… Burada yalnız başımıza olduğumuza göre bu ceketi senin giymende bir sakınca yok.”
Kenan ceketi alıp giydi. Bilmiş bir şekilde “Aslında iki gün önce burası çok sıcaktı. Hava çok hızlı soğudu. Komik bir durum.” dedi. Ceketin başlığıyla kafasını örtmeyi ihmal etmedi. Ceketin kolları biraz kısa gelmişti ve başlık Kenan gibi ince yüzlü biri için fazla büyük gibiydi. Bir süre sonra ısınmaya başlayınca eski neşeli haline geri döndü
“Zayıf birisin, büyük ihtimalle bu yüzden üşüyorsun.” Özlem bunu söylediği sırada uzaklardan gelen bir havlama işitmişti. “Kenan, daha önce koyunlarla ilgilenmesi için köpek beslemiş miydin?”
“Daha önce köpeğim olmadı, ama Kuşçuk ücretini ödeyince koyunlarla ilgileniyordu.”
“Kuşçuk mu? Öldü mü?”
Kenan alıngan bir şekilde “Hayır! Kuşçuk daha çok küçük bir köpek. Bazen canı sıkıldığı için yalnız başına etrafı geziyor. Belki birazdan gelir.”
“İyi de köyün çok uzağındayız. Buralarda bizi bulmasına imkân yok.”
Kenan, Özlem’e dönüp şaşkın şaşkın baktı. “Özlem, bence Kuşçuk’u tanımadığın için böyle söylüyorsun. O istediğinde bizi hemencecik bulur.”
“Pek sanmıyorum. Köyün çevresinde olsaydık belki dediğin gibi olabilirdi.”
“Kuşçuk!” Kenan hızlıca ayağa kalktı. İlerden açık kahverengi tüyleri, tilkiye benzeyen bir kafası ve hafif tombul bir karnı olan minicik bir köpek geliyordu. Kuşçuk seyircilerinin önüne geldiğinde ufak bir gösteri yaptı. Yerde defalarca yuvarlandı, ardından minik daireler çizerek minik kuyruğunu kovaladı. Bu küçük gösteri esnasında Özlem minik köpekten çok hoşlandı. Kuşçuk sonunda oturup alkış istercesine onlara baktığında Özlem yanına gidip başını okşamak için elini uzattı. Kuşçuk ise bir anda yanlamasına kaçtı. İnleyerek oradan uzaklaştı. Özlem alıngan bir şekilde Kenan’ın yüzüne baktı.
“Bazen yabancılardan korkuyor.”
***
Kenan yeni arkadaşına biraz daha alışmıştı. Artık aklına bir şey geldiğinde Özlem ile paylaşmaktan çekinmiyordu. Bir vakit kollarını birleştirip bitkin bir şekilde durmaya başladı. Sanki yine bir şeyler genç prensi rahatsız etmeye başlamıştı.
“Ne oldu Kenan?”
Kenan biraz üzüntülü bir şekilde “Uykum geldi.” dedi.
“İstersen biraz uzan. Ben koyunlarla ilgilenirim.”
“Peki.”
***
Zaman sanki hem yavaş, hem de hızlı bir şekilde geçmişti. Ne olursa olsun Özlem hiç sıkılmamıştı. Kenan uyandığında bir süre sessizce bekledi. Ardından ceketin başlığını iyice kafasına çekip “Özlem sence komik gözüküyor muyum?” Özlem kahkaha attı.
“Evet, biraz komik gözüküyorsun.” Kenan da güldü. Ceketi çıkartıp Özlem’e geri verdi. İkindiye doğru Kuşçuk geri gelmişti. Dili dışarı çıkmış vaziyette hızlı hızlı soluk alıp veriyor, minik kuyruğunu sallayıp duruyordu. “Kuşçuk nerede kaldın? Ben seni gelmezsin sanıyordum.” Kenan minik çantasından çıkardığı küçük bir ekmek parçasını Kuşçuk’a verdi. Kuşçuk ekmek parçasını çabucak yiyip tekrar Kenan’ın yüzüne baktı. Kenan bir süre önce ekmeğin birazını daha yediğinden demin Kuşçuk’a verdiği parçadan başka bir şey kalmamıştı. “Ekmek bitti.” Bu duruma sinirlenen Kuşçuk hırıltılı bir homurdanmayla oradan uzaklaştı.
Kuşçuk’un uzaklaşmasından sonra Kenan sürüyü harekete geçirdi. Özlem’i Barış’ın bahsettiği Yılan Kayalıkları’na götürdü.
“Buraya neden Yılan Kayalıkları ismi verilmiş?”
“İsmini biz verdik Özlem.” Özlem bir kahkaha attı. Kenan alıngan tavrıyla “Özlem niye gülüyorsun?” dedi.
“Ben de bunun bir efsaneyle ilgili olduğunu düşünmüştüm. Normalde bu tarz şeylerin bir açıklaması olur.”
“Açıklaması var Özlem. Kayalara baksana, yılan gibi kıvrılıyor.”
“Haklı olabilirsin Kenan, ama genellikle benim söylediğim durum geçerlidir.
Köye yaklaştıklarında son molalarını verdiler. Aslında Özlem burasının son duraklama yeri olduğunu bilmiyordu. İçinden bir ses  Özlem’e bugünkü kır gezintisinin birazdan biteceğini söylüyordu.
“Burada olmamızın özel bir sebebi var mı?”
“Birazdan Barış gelecek.” Özlem’e içinden bir ses bu bekleyişin uzun sürebileceğini söyledi. Özlem burasının sabah Barış ile karşılaştıkları yer olduğunu fark etti. Barış koşa koşa neşeli bir şekilde geldi. Nasıl olduysa Kenan zamanlamayı iyi tutturmuştu. Kenan heyecanlı bir şekilde Barış’ın geldiği tarafa baktı. Ellerinde bir şeyler vardı.
“Yaşasın elma!” Barış hiç konuşmadan elmalardan ikisini Kenan’a uzattı. Kenan da birini hızlıca Özlem’e uzatıp diğerinden bir ısırık aldı. Yeşil renkli ve tatları ekşiydi. Kenan kadar iştahlı olmasa da Barış kendi elmasını büyük bir keyifle yiyordu.
“Elmalar vaktiyle benim ektiğim bir ağaca ait. Ekşi elmalar buralarda olmaz. Bir kere tesadüfen tohumunu buldum. Kenan ve ben çok seviyoruz.”
“Bana kalırsa Kenan bütün elmaları seviyor.” Bunu duyan Kenan “Evet!” diye onayladı. “Bugün Kuşçuk aç geldi. Bilsem ekmeği yemezdim.” Barış “Ben akşam eve gidince ona verecek bir şeyler bulurum, kafana takma.” dedi.
Uzun bir süre oturdular. Barış Dişbudak Köyü’nün yakınındaki köy ve kasabaları anlattı. Özlem, Barış’ın ailesine ait bir tarlada çalıştığını arada Kenan’a yardımcı olduğunu öğrendi. Sohbetten sonra evin yolunu tuttular. Evlerin önünden geçtikçe koyunlar da birer birer azalmaya başladılar. Rauf Bey’in evinin önünde geldiklerinde Kenan ve Barış, Özlem’le vedalaştılar.

2
Düşler Limanı / Donu Kaybettik!
« : 01 Nisan 2013, 22:13:52 »
DONU KAYBETTİK!
[/b]

Yaşadığı dünyanın içinde kaybolup gitmiş, geleceği olmayan basit bir muhasebeci parçasıydım. Sanki başarısızlığa susamış biriydim. En kötüden daha kötü, en acınası olandan daha acınası bir durumdaydım. Bu arada mevcut durumum o kadar kötü olmamasına rağmen niye kendimi bu kadar çok aşağıladığımı bilmiyorum. Galiba zaman zaman kendimi ne kadar ezersem, sonradan gaza gelip ilerde çok başarılı olacağım gibi bir hisse kapılıyorum.
Uzatmayayım da öykünün konusuna gireyim, biraz uzattım mı çok uzun diye yazılarımı kimse okumuyor. Bu yüzden iki sayfadan uzun yazmamaya çalışıyorum.
Bu sabah yağmur yağmadığı halde, erken saatlerde yağmurluk giyen, şemsiye tutan bir adam eski Kent Sineması’nın önünden hızlı bir şekilde geçip Zafer tarafına doğru gidiyordu. Hikâyelerde ve romanlarda gerçeğe uzak karakterler sunulması hiç hoşuma gitmez. Yazarların gerçekçilik yönünden zayıf hayal güçleriyle bir de takdir edilişleri yok mudur? Ne kadar da iğrenç bir şey. Belirtmeliyim ki bu öyküye konu olan o yağmurluklu hıyar bendim. Neden böyle giyindiğimi bilmiyorum.
O sabah büyülü bir hikâyenin tam da ortasına düşmeyi beklemiyordum. Bir dükkânın vitrinindeki, heykelsi bir siluetin üzerinde krem rengini anımsatan sıra dışı bir parıltı görmüştüm. Vay canına, hayatımda hiç bu kadar güzel bir şey görmemiştim. O an bambaşka bir alemde, bambaşka şeyler düşünüyordum. Kendime sorduğum bazı sorular vardı. Ne kadar zamandır tutkularımı bir kenara atmıştım ve ne kadar zamandır hayallerimden vazgeçmiştim? Hiç düşünmeden içeri girdim.
Tesadüf bu ki dükkânda karşıma eski mahallemden tanıdığım, benden yaşça biraz küçük bir arkadaşımı görüyordum. Gördüğüm kişi mahallenin eski ayakkabıcısı Kerim Efendi’nin oğlu Mümtaz’dan başkası değildi. Mümtaz beni tanıdığını ifade eden bir bakış atıp, cana yakın bir şekilde hoş geldin, dedi.
“Buyur Sercan Abi, dükkân senindir, buradan istediğini al. Hiçbir şeye para ödemek zorunda değilsin.” Bir an hiç farkına varmadan bakışlarım dükkânda onun olduğu tarafa yöneldi. Mümtaz durumu anlamıştı. “Buraya neden geldiğini şimdi anladım Abi. Bulutların üzerinde uçuyorsun, sil o düşünceyi aklından ağabey. Davul bile dengi dengine çalarmış. Bu arada günlük hayatta ağabey lafını kullanmak ne kadar saçma oluyor değil mi? Neyse, bi de sabahın köründe felsefe yapıp milletin kafasını zambuldatmanın bir manası yok. Kısacası kafanızdan o düşünceyi silin. Yoksa bedelini ödeyemeyeceğiniz bir şeyi şimdiden sahiplenmenin getirdiği yükün ağır hayal kırıklıklarını yaşarsınız. O sizin ve benim gibilerin asla elde edemeyeceği bir şey.
“İpeksi görüntüsü, çocuksu hali sizi kandırmasın. Bizlere yakın gözüktüğü kadar uzaktır. İhtişamına kanmayın, hayallerinize girmesine asla izin vermeyin. Size zannettiğinizden çok pahalıya mal olur. Tutku ve hayallerin her zaman yükseklerde durmasına inanmama rağmen, böyle bir durumda gerçekten yana bir tavır takınmak gerektiğine inanırım. Çok konuştum sabahın köründe. Ben depoya inip eşyaları çıkartacaktım yav! Dükkânın sahibi tüm mal depoda kalıyor, diye kızıp duruyor. Aptal herif, ben mi sana küçücük dükkâna fabrika deposu tut, dedim? Neyse, sonra görüşürüz Sercan Bey.”
Mümtaz gittikten sonra ben de fazla durmadım, işler beni bekliyordu. Gün boyunca masa başında ne zaman boş bir anım olsa onu düşünmüştüm. Bir yandan da Mümtaz’ın sözleri kulaklarımda yankılanıyordu. Sonraki gün vitrinden geçerken ona baktım. Ertesi gün ve ondan sonraki gün aynı şeyi tekrarladım.
Bir akşam vakti eve geldiğimde başım gün boyu hesaplarla uğraştığım için ağrıyordu. Çok geçmeden yattım. Rüyamda Mümtaz’ın çalıştığı dükkândaydım. Aynı yere, aynı şeye bakarken buluyordum kendimi. Sonra Mümtaz karşıma çıkıyor, bu sisli rüyada benle konuşmaya başlıyordu.
“Sercan Abi, bugün patron dükkânı dandik diziler çeken bir yönetmene kiraladı. Bu beceriksizlerin sis makinesi bozulunca her tarafı duman basmış, bu sis yüzünden dükkânda sigara içirttiğimizi sanıyor herkes, sakın sen bizi yanlış anlama, bizlik bir durum yok. Anasını satıyım, sinemacılıkta çok gerideyiz! Ne olacak bu dükkanın hali? Pardon, ne olacak bu ülkenin hali, demek istemiştim.” Bu rüyayı hiç hayra alamet görmedim. Ertesi gün yolumun üstündeki dükkâna gelip, vitrine baktığımda rahatladım. İçeri girip Mümtaz’la konuşmak istedim.
Mümtaz birkaç malı yerleştirmekle meşguldü. İçimi rahatlatmak için bir anda konuya girdim. Rüyamı anlatıp aslı çıkmadığı için ne kadar rahatladığımı söyledikçe sanki Mümtaz’ın yüz ifadesi de bir o kadar karanlık bir hal alıyordu.
“Görüntüsü sizi aldatmasın, onu kaybettik.”
“Ne? Ne kaybetmesi lan? Dalga mı geçiyorsun, işte orda duruyor, nasıl onu kaybederiz?”
“Durun, önce bir sakin olun. Size her şeyi başından anlatacağım Sercan Bey. Birkaç ay önce bize yeni açılmış bir fabrikanın ürettiği, nano teknolojik kendi kendini temizleyen, daima parlak ve ışıltılı gözüken bir ürün tanıtım amacıyla verilmişti. Onu ilk gördüğümüzde o kadar güzeldi ki hepimizin hayallerini süslemişti. Sizin gibi bizde çok etkilenmiştik, sizin gibi biz de onu düşlerimizde sahiplenmiştik. Bunun yanında ilerde neler olacağını merakla bekliyorduk. Daha seri üretime geçmediği halde herkesin gözü bu ürünün üzerindeydi. Sanki düşlerden daha güzel, hayattan daha gerçekti. Ne gariptir ki fabrika bir türlü üretime geçemedi. Tüm bunlar olurken bu ürün başka mağazalara verildiğinde, müdürlerinden tutun da çalışanlara birçok kişi bu ürünü o kadar beğenmişti ki böyle bir hakları olmamasına rağmen vitrinde sergilemek yerine kendilerine saklamışlardı. Henüz böyle bir ürün piyasada olmadığından kimseye satmamak için yüksek bir etiket fiyatıyla malı vitrinde sergilemeye karar vermiştik. O paha biçilmez şey bir gece dükkâna gizlice giren bir eşşolueşşek tarafından çalındı. Hayvan herif, çalacaksan bir sürü şey var, ne yapacaksın vitrindeki donu? Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Yanlış anlama abi, sözlerim meclisten dışarı. Hayvan herif! Bu arada belirmeliyim ki senin onu ne kadar önemsediğini o ilk gün en başından anlamıştım. Bunların olacağını ilk günden bilseydim, hiç düşünmeden aranızdan çekilir, onu sana verirdim.
“Neler söylüyorsun Mümtaz? O maldan bir tane daha getirtemez misin? Gerekirse sana milyarlar veririm. Hem şu vitrindeki benim tam da aradığım şey değil mi?”
“Kusura bakma Sercan Abi. Daha firma seri üretime geçmeden bu Çinliler çakmasını piyasaya yaydı. Adamlarda nasıl bir sahtecilik, nasıl bir çakmacılık var anlamıyorum. Dikkat edersen mankenin üzerindeki senin aradığın şeyin yakınından geçemeyecek kadar kalitesiz bir ürün. Bizimkiler ertesi gün hem donun kaybolduğunu, hem de kasadaki paraların soyulduğunu patrona söyleyememişler. Şimdilik durumu idare ediyoruz, ama ilerde ne bok yiyecekler bilmiyorum. Bunlar bir kenara ben senin için üzülüyorum. İnan bana her şeyin bitmediğini bir şansın daha olduğunu söylemek isterdim. Sana bizzat fabrikaya gidip şansını denemeni önerirdim, fakat şu an için böyle bir şey de mümkün değil. Artık fabrikanın varlığından söz etmek de imkânsız. Henüz yeni kurulan bir iç giyim firmasıydı, çok büyük hedefleri vardı. Geçenlerde fabrikanın sahibinin damadı, fabrikanın kasalarını patlatıp kızla beraber yurt dışına kaçmış. Hayvan herif, bari kayınvalideni soy. Ne istiyorsun lan adamcağızdan? Eşşolueşşek! Abi, bilseydim o donu en başından sana verirdim. Her şey dün netliğe kavuştu. Dün gece adamcağız bir açıklama yapıp iflas ettiğini açıkladı. Daha öncesinde senin buraya sürekli geldiğini fark ettiğim bir gün fabrikayı arayıp, üründen bir tane daha istemiştim, ama bana bunun mümkün olmadığını söylediler. Bunun ne demek olduğunu biliyorsun. Sercan Abi, lütfen beni affet.”
Mümtaz her şeyi düzgün bir dille ve olabildiğince kara bir gerçeklikle izah etmişti. Hüzünlü bir şekilde boynumu bükmüştüm. “Senin yapabileceğin bir şey yoktu Mümtaz. Her şey benim suçumdu. Hiçbir zaman hayallerime yeterince değer vermemiş, onlara tam olarak inanmamıştım. Fakat bu yanlışımdan bir ders çıkardım. Bu olayı unutmaya çalışarak arkamda bırakmayacağım. Kendi hikâyemi bu akşam kâğıda döküp nerede yanlış yaptığımı yazacağım, aynı hatayı başka insanların yapmasına engel olacağım. Popülist kültür bizleri ne hale getiriyor? Bizleri yalanlarla, boş şeylerle oyalıyor. Zihnimize dayattıkları fikirlerle yıllarca ne kadar boş şeylerle uğraştık.”
Mümtaz sözlerimden etkilenmiş, o da benim gibi duygulanmıştı. “Sercan Abi, tamamen haklısın. Seni hep bir yazar olarak hayal etmiştim. Popülist kültüre bizler için de bir tokat vur ki basitliklerden ve kendimize söylediğimiz yalanlardan, her gün izlediğimiz Hollywood yapımı beş para etmez filmlerden, ardı arkası kesilmeyen dizilerden, hatta insanlara sürekli tükettiren modadan bir anlığına uzaklaşalım. Bak ne diyeceğim, bu hikâyeye vereceğin isim Donu Kaybettik, olsun. Bu kadar çıplak bir gerçeklik anlatmak istiyorsan insanların karşısına soyunup kendi doğrularınla çıkmasını bilmelisin. Gerçi bu isim son zamanlar piyasaya çıkan genç bir yazarın sürrealist bir tarzda yazdığı bir hikâyenin adına çok benziyor ama o herifi kimse tanımıyor. Zaten yazdığı hikâyeden bi bok anlamamıştım. Hikâyenin isminin sonuna da ünlem koy!” Mümtaz’la sarılıp vedalaştım. Ne kadar üzülsem de, ne kadar dayanılmaz olsa da acılarımı içime gömmeyecektim.
İşte Mümtaz’la konuşmamdan kısa bir süre sonra ofisime gidip bu hikâyeyi karaladım.

3
Düşler Limanı / Prizci Burak
« : 01 Mayıs 2012, 13:43:03 »
Prizci Burak

Bazı şeyler olduğu gibi durur. Veli toplantısı başladığında eski sıralara oturanlarda yedi yaş hatıraları canlanırdı. Güneşli bir günün sabahında, 1A sınıfında öğretmen neşe ile bütün velilere teşekkür ediyordu. Keyifli bir gündü. Anne babalar ilk veli toplantısında birinci sınıf öğrencilerinin sıralara oturdukları ilk gün gibi heyecanlıydılar.

Öğretmen, velilerin çocukları hakkındaki sorularını almadan önce genel bir konuşma yapıyordu. Eğitimin, öğretimin öneminden bahsediyor, öğrencilerin nasıl başarılı olmasının sağlanabileceğini anlatıyordu. Konuşmasında genel olarak küçükleri sevgi ile kucaklamanın önemine değiniyor, onların nasıl sıkmadan nasıl çalıştırılabileceğini anlatıyordu.

Geciken bir baba apar topar sınıfa girdi. Nazik ve sessiz bir şekilde kusurunun bağışlanmasını dileyen veli en yakındaki boş sıraya geçti. Öğretmen konuşmasının temposunu düşürmeden sözlerine devam etti.

“Çocuklarımız bizim geleceğimiz. Bu yüzden onları çok iyi yetiştirmemiz gerekiyor. Aileler olarak yeterli zamanımızı çocuklara ayırmaktan çekinmemeliyiz Sayın Veliler.” Öğretmen bunları söylediği sırada, demin gelen ve dikkatli bir şekilde öğretmenin konuşmasını dinleyen veli öğretmenin söylediklerini bir kâğıda not alıyordu. Eğitimli bir görüntüsü ve sakin bir üslubu vardı.

“Efendim, çok haklısınız. Bu yüzden bizler çocuklarımıza kendimize verdiğimiz değerden daha fazlasını veriyor, onlar için daha çok çalışıyoruz. Onları sevgi ile yetiştirmeliyiz.”

“Çok güzel Beyefendi. Aynen bunları anlatmak istedim.”

“Rica ederim Hocanım.”

“Yalnız biliyorsunuz ki, bizler genellikle ‘öğretmen’ denmesini tercih ediyoruz.” Öğretmen Hanım bu latifenin ardından gülümsedi. Kibar veli kafasına bir şey dank etmişçesine “Ah! Affedersiniz.” dedi.

“Neyse Öğretmen Hanım, ben bizim oğlanın durumunu sormaya geldim.”

“Bekleyin beyefendi, şu an konuşmamız hala bitmedi.” Veli Neşe Hanım’ın uyarısını anlamamış gibiydi.

“Hocam dükkânda işler bekliyor. Benim oğlanın durumundan hızlıca bahsetseniz de ben gitsem…”

“Allah Allah! Hem geç geliyorsunuz, hem konuşmamı bölüyorsunuz, hem de erken gelen insanlardan daha fazla öncelik mi bekliyorsunuz?”

“Hocam!”

“Beyefendi, demin size ne dedim?” Az önce bu tatlı havanın bozulmasını kimse beklemiyordu. Hele biraz önceki cümleleri sarf eden veli yüzünden bunların olması bir hayli  garip bir durumdu.

“Öretmenim, dükan bugün kalabalık. Bana oğlanın durumunu söyleyin de gideyim.” Öğretmen, demin diğer velilere nazaran çok daha aklı başında ve bilinçli bir görüntü sergileyen adamın bir anlı hızlı değişimi yüzünden küplere binmişti.

Öğretmen kısa bir andan sonra veliyi başından savmayı istedi.  “Kim sizin oğlunuz beyefendi? Kim Allah aşkına?” Veli ise kendinden emin ve gururlu bir şekilde konuştu:

“Hocam, ben Burak Altuntaş’ın babasıyım.” Öğretmen bir an sessizce durdu.

“Aa! Siz o çocuğun babası mısınız beyefendi? Ben oğlunuzdan hiç memnun değilim. Ne dersleri dinliyor, ne ödevlerini yapıyor, ne de sınıftaki aktivitelere uyum sağlıyor.”

“Nasıl olur Öğretmen Hanım. Benim oğlumda bu dediklerinizin hiçbiri yok. Daha siz öğrencilerinizin ismini bilmiyorsunuz.” Bu tuhaf iddia kuşkusuz hiçbir veliden beklenemeyecek bir şeydi.

“Saçmalamayın beyefendi.” Neşe Hanım klasik bir öğretmen tiplemesinin sergileyeceği sabrı sergilerken isminin aksine artık hiç de neşeli değildi. Önündeki kâğıtları karıştırıp bir tanesini çıkartıp veliye gösterdi. “Bakın ara karneye de oğlunuz ne halde bi görün.” Halil Bey oğlunun karnesindeki satırları tek tek okumaya başladı.

Velilerden biri kendini tutamadı. “Hadi be kardeşim! Biz hepimiz seni beklemek zorunda mıyız?”

“Kes lan! Hocam burda bi yanlışlık var. Bi defa benim oğlanın matematiği beştir. Üstelik çok iyi resim yapar, hem sesi de çok güzeldir. Müzüğe üç vermişsiniz.”

“Hiç alakası yok beyefendi,  matematikte sorduğum hiçbir problemi yapamıyor. Üstelik sınıf şarkı söylerken koroya hiçbir zaman ayak uydurmuyor. İnatla ya baştan ya da sondan gidiyor?”

“Hocam olmaz öyle şey, bi kere dedesi müezzindi. Tasavvuf musikisini en iyi benim oğlum bilir.”

“Beyefendi lütfen toplantıyı daha fazla bölmeyin.”

Artık öğretmenin sabrı iyice taşıyordu, fakat tuhaf bir şekilde Halil Bey’in de sabrı taşıyordu.

“Kes laan!” Halil Bey ufak yapılı bir adamdı, fakat öyle gür bir sese sahipti ki her bağırdığında sınıf sanki bir gümbürtü eşliğinde sallanıyordu. “Ne acıdır ki, bu sistem çürük temeller altından çıkan, inanmış ama öğrenmemiş insan müspetteleriyle genç dimağların beynini kirleten, ideal öğretmen kutsiyetini taşımayan bozuk kalıplarla genç neslimize saldırıyor. Kendi ülkemizde evlatlarımızı taze çiçekler gibi saksıda durmak bir yana, tuzlu sularda ölüme terk ediliyor. Bu cinayet kendi gözümüzün önünde kendine öğretmen diyen beyni sulanmış zombiler tarafından işleniyor. Bu soysuz dinazorların çocuklarımıza saldırmalarına daha ne kadar izin vereceğiz?” Halil Bey kısa bir an bekledi. Fakat bu bir anlık sessizlik anında beklediği destek kimseden gelmeyince konuşmasına devam etti. “Bunlardan biri de şurada gördüğünüz sistemin zırhıyla kendini savunan iğrenç kadındır.” Halil Bey ‘şu kadın’ derken parmağıyla karşısına kimi aldığını vurguluyordu. Bir yandan da eski Türk filmlerinde mahkemelerde edebi cümleler kuran, duygusal tarzda savunma yapan avukat rolündeki aktörleri anımsatıyordu. “Ne öğretmen maksadıyla bu tahtanın önünde kendi saçının bir telini yıpratmak gibi derdi var, ne de sadece para kazanmak maksadıyla bugün burada karşımızda duruyor.” Halil Bey peş peşe lafları sıralıyor, konuşmasında gittikçe daha ağır ithamlarda bulunuyordu. “Size bu sistemin zırhını taşıdığınız için saygı göstermek zorunda olduğumu mu sandınız? Siz minik beyinlerin zihnini kirleten melek yüzlü bir şeytansınız hanımefendi!”

“Aaa!”

Halil Bey konuşmasını bir adım daha umursamaz bir noktaya taşımıştı “Bee! Salak karı! Alfabeyi yeni mi söküyorsun?” Hanımlar veliler ne diyeceklerini şaşırmış vaziyette ağızlarını kapatıyor, birçok velinin gözleri öyle kocamanca açılıyordu ki ateş almayı bekleyen toplar gibi sanki her an dışarı fırlamayı bekliyordu. Birkaç baba ise oturdukları yerden ellerini kollarını sallayıp Halil Bey’e bağırıyorlardı ama Halil Bey zerre kadar korkmuyordu. “Oturun lan siz de yerinize, kâğıt kahramanlar! Bundan sonra biricik oğlum Burak’ı kendi ellerimle yetiştirip içi boş kalıpların ve dogma düşüncelerin ötesine çıkartacağım. Onun taze zihnini ötesi olmayan saçmalıklar ve işlevsiz bilgiler doldurmayacak. Allah belasını versin, bu okulun da sizin de, bu Millî Eğitim Bakanı’nın da…” Halil Bey’in bela okuduklarının listesine ekledikleri uzadıkça birkaç dakika kadar geçmişti. Ardından Halil Bey esareti yırtan cesaretin verdiği asil yürüyüşüyle bir örnek baba olarak sınıfı terk etti. Arkasında şaşkın bir kalabalık bıraktı.


Bu korkunç günün ardından bir hafta geçmişti. Neşe Hanım sıradan bir şekilde başlayan o korkunç günde ağır bir sinir krizi geçirmişti. Temiz ve titiz görüntüsü ile akıllarda kalan Neşe Hanım saçını her topladığında kısa bir sürenin ardından topuzu sebepsizce dağıldığı için cadı gibi bir görünüyor, öğrencilerini eskiden olduğundan daha çok korkutuyordu. Diğer yandan sınıfta her defasında bir şeye kızacak olduğunda bu tepkisi bünyesine fazla geliyor, kendini kaybeder gibi oluyor, hemen masanın üzerinde duran su bardağına uzanıp ceketinin cebinden çıkardığı peçeteyi açıp hazırda beklettiği ilaçları içiyordu. Olayı etkisinde kaldığı bir hafta boyunca o günle ilgili herhangi bir şey aklına geldiğinde elleri ayakları titremeye başlıyor boş bir sandalyeye kendini atıyordu. Bu olayın tek iyi tarafı ise Burak denen o iğrenç çocuktan kurtulmuş olmasıydı. Neşe Hanım gibi idealist bir öğretmene göre öğrencilerinin en az yüzde altmışı iyi kolejlerde okumalıydı. Kalan öğrenciler iyi öğrencilerin sistemde yer bulabilmesi için hak ettiği konumlarda durması gerekiyordu. Fakat bu konumlar arasında şimdiye kadar hiçbir yeri doldurmayacak, hiçbir baltaya sap olamayacak, bu kadar iğrenç, bu kadar çirkin tek bir öğrenciyi hatırlamıyordu. Elbette ki Burak isimli bu çocuk Neşe Hanım’ın yirmi sekiz yıllık öğretmenlik hayatının tek istisnasıydı.

Neşe Hanım’ın vaktiyle dersi daha iyi dinlesin diye annesinin ön sıralara oturttuğu Burak isimli bir öğrencisi olmuştu. Diğer beceriksizce hareket eden öğretmenlerin aksine Neşe Hanım birkaç hafta öğrencilerinin oturduğu sıralar ile alakalı problemlere hem öğrencilerin gönlünü alarak, hem de velilerin arzularına kayıtsız kalmayarak ortak bir çözüm getiriyordu. Ayrıca öğrencilerinin dikkat eksikliği gibi bireysel yönlerini de göz önünde bulundurarak her öğrenciyi uygun bir sıraya oturtmaya dikkat ediyordu. Fakat tüm bunlar olurken annesinin okulun ilk günü ön sıraya oturmasını tembihlediği bir çocuk bir türlü yerinden kalkmıyordu. Annesinin bile ısrar etmesine rağmen kimse onu yerinden kaldıramıyordu.

“Üüüü... Benim yerim bura, önce geldim… Önce ben oturdum… Üüü… Virmem gızlara…” Burak ne zaman ağlamaya başlasa ağzı burnu akmaya başlıyor. Ağzındaki salyalar defterini ıslatıyordu. Neşe Hanım bu görüntüye pek dayanamıyordu. Ona göre her öğrencisi ilk kez açılmış beyaz bir kumaş gibi tertemiz olmalıydı. Burak’ın ise diğer öğrencilerin aksine mendil taşıması yasaktı. Neşe Hanım ne zaman çocuğa tatlı dille oturduğu sıranın kendisine uygun olmadığını anlatsa başarılı olamıyordu. Çocuğu yerinden zorla kaldırdığı vakit ise Burak neredeyse delirmişçesine ağlamaya başlıyordu. Çocuğun yerinde kalması bir şekilde idare edilebilirdi, ama bu farklı bir çocukla mümkün olabilirdi. Tahtaya ‘yumuşak g’ harfini çizmesini istenildiğinde süngerimsi bir ‘g’ harfi çizen bir çocuğa laf anlatmak mümkün değildi. Bir keresinde sınıfa evde bulduğu pilot kalemi getiren Burak açacak ile kalemi açmayı deneyince her tarafı masmavi yapmıştı. Sulu boya söz konusu olduğunda da Burak için aynı şey geçerliydi. Neşe Hanım şimdiye kadar derslerde burnu akıyor diye defterindeki sayfaları koparan başka bir öğrenci tanımamıştı. Tüm bunlar ön sırada olup biterken Öğretmen Hanım çıldırıyordu. Neşe Hanım her gün öğretmenler odasında Müdür Bey’e bir öğrencisinin sınıfının değiştirilmesini rica ettiğinde, müdürden çok fazla abarttığı cevabını almaktan bıkmıştı. Artık bunların hiçbiri olmayacaktı. Öğretmen Hanım aradan geçen bunca uzun zaman içerisinde en azından bir kâbustan ebediyen kurtulduğuna inanmak istiyordu.


Artık Halil Bey’in en önemli amacı biricik oğlu Burak’ı yetiştirmekti. Halil Bey bir öğretmenden hiçbir şekilde geri kalmaksızın oğluna gerekli özeni gösterecekti. Bu yüzden Halil Bey de bir öğrenci gibi Burak’a öğreteceklerini çalışmalı, bir öğretmenden kat kat daha iyi bir anlatıcı olmalıydı. İşi dışındaki bütün zamanını çocuğuna ayırmaktan çekinmeyen bir babanın mücadelesi başlıyordu.

Halil Bey geçen zaman içerisinde Burak’la beraber yeni yeni şeyler öğreniyor, başarılı bir öğretmene kıyasla oğluna verebildikleriyle daha başarılı bir baba oluyordu. Belki de takvim yaprakları bir bir yırtılırken ülkenin makûs talihiyle yüzleşmesi için kendini ortaya atacak olan cesur bir adamın geleceğinin kapıları açılıyordu.

Burak’la Halil Bey’in ders çalıştıkları günlerden biriydi. Sessiz bir akşam vakti Halil Bey, deftere yazı yazan Burak’ı kontrol etmekle meşguldü. “O sünger gibi olan şey yumuşak ‘g’ değil oğlum. Bana kafasında silikon olan yumuşak g’den çiz.” Halil Bey dersleri Burak’ın anlayabileceği tarzda anlatıyordu.

“Tamam buba.”

“Aferin oğlum, bak işte böyle. Çok güzel çizdin.”

“Ben yaparım zaten yav!”

“Elbette yaparsın aslan oğlum.” Bir yandan da Halil Bey şimdiye kadar o öğretmen olacak kadının birçok yanlış şeyi öğrencilere öğrettiğini düşünüyor. Sınıftaki diğer öğrencilerin Burak gibi şanslı olmadığını düşünüp üzülüyordu.

Yumuşak g harfinin ardından diğer harflerle ilgili bir problem çıkmaması okuma sürecini hızlandırdı. Bugüne kadar ailesi tarafından özel olarak yetişen birçok deha gibi Burak’ın da özel bir eğitime ihtiyacı olmalıydı. Bu durum ancak daha fedakar anlayışlı öğretmenle mümkün olabilirdi. Halil Bey daha önceden yazıcıdan kendisinin çıkarttığı fişleri getirdi. Bunlarda ne yazdığını biliyor musun, diye sordu.

“Bilmiyorum.”

“Eğer ne yazdıklarını okuyabilseydin, bundan keyif alırdın Burak.”

“Bu ne?”

“Örümcek adam ağı fırlat.”

“Peki bu?”

“Süpermen telefon kulübesine git.” Gerçekten de sıra dışı cümleler Burak’ın ilgisini çekmişti.

İşler Halil Bey’in düşündüğü gibi gidiyordu. Öğrencinin ilgi alanlarına odaklanmak etkin öğrenmeyi güdülüyordu. Tam da klasik eğitim kitaplarının yazdığı günlük hayatta pek de uygulanmayan bilgilerin ifade ettiği gibi. Burak babasının söylediği cümleleri anlamaya çalıştı. Birkaç gün böyle devam etti. Burak iki hafta sonra okumayı öğrendi. Bir hafta daha geçince akıcı bir şekilde hikâye kitaplarını okuyabiliyordu.

Eğitim süreci belli bir başarı kazanmış olsa da Halil Bey’in hedefleri büyük olduğu için sıkı çalışmak gerekiyordu. Ama Halil Bey çok çalışmak konusundaki düşüncesinin hemen ardından bunun hatalı bir yaklaşım olacağı tahminine kapılıyordu. Bugüne kadar birçok veliden hiçbir şeyin değişmediğini ya da daha kötüye gittiğini duymuştu. Daha doğrusu veliler hatalarının farkında değillerdi. Öğrenci psikolojisini anlamaya çalışan Halil Bey olayın arka planını biraz araştırmış, eğitim psikolojisi konusunda kitaplar okumaya başlamıştı. Burak’ın ilerleyen hayatında mutlu bir adam olabilmesi için kendi iç huzurunu yakalaması gerekiyordu. Evet, anahtar cümle buydu. Çok başarılı bir adam yerine çok mutlu bir adam olmak önemliydi. Bu yüzden Burak’ın ilgi alanını bulup mutlu bir yaşantıya ulaşmasını sağlamak gerekiyordu. Mutlu bir adamın çok başarılı olmaması için bir sebep yoktu. Önce mutluluk.

Halil Bey kimse bilmese de çok derin bir bakış açısıyla eğitim konusuna odaklanıyordu. Bu konuda gerekirse her kalıbı kıracaktı. Eğitim kitaplarını okurken önemli bir şeyin farkına vardı. Bütün bu klasik kitaplar bir noktadan sonra içi boş, insanları hiçbir hedefe ulaştırmayan teori yığınlarından ibaretti. Bu kitapları okuyup öğretmen olmaya çalışanlar ise günümüzün eğitim insanlarıydı. Halil Bey’e göre onların bugüne kadar çok başarılı işler çıkardığı söylenemezdi. Artık farklı bir sayfa açmak gerekiyordu.

Halil Bey artık tam manasıyla bir öğretmendi. İş yerinde zaman bulabildiği vakit ilkokul kitaplarından ders çalışmaya başlıyordu. Birkaç kişi okulda yaşananları duyup bu olaydan ötürü epey eğlenmişlerdi. Çevresindekilerin kendisi hakkında ne düşündükleri pek umurunda olmasa da Halil Bey tepesi biraz üzerine gelindiği vakit tepesi kolay atan biriydi. Zaman zaman şakalaşmak için yakınına gelen tanıdık kimseler oluyordu.

Güzel bir öğle vakti boş bir anı yakalayan oto tamiri dükkânının sahibi matematik çalışmaya başladı. Kendisine bir eğlence arayan karşı mobilya mağazasının sahibinin zibidi oğlu Muhsin, Halil Bey’in dalgın halini görüp yanına vardığında kahkahayı bastı.

“Hayrola Halil Abi? İlkokul kitabıyla ne işin var? Bunca zaman lise mezunuyum diye yedin bizi.”

“Sana ne oluyor salak Muhsin? Defol başımdan!”

“Gitmesine giderim de seni bu halde kimse görmesin.”

“Sen bunca yıl baba parası yiyip yatarken seni herkes gördü de ne oldu?”

“Kızma yav Halil Abi, sordum sadece. Ne yapıyorsun anlatsana” Muhsin alttan alıyordu ama Halil Bey bir kez öfkelenmişti.

“Oğlum okusun da, baban gibi eşek olmasın diye uğraşıyorum Muhsin.” Bu cümleyi duyan Muhsin hiçbir şey söylemeden sert adımlarla çekip gitti. Halil Bey matematik çalışmaya devam edeyim, dedi. Bir an aklı Muhsin’e söylediği cümleye gitti. “Lan acaba demin virgülü doğru yerde kullandım mı?”

Halil Bey’in oğlunu okuldan aldırıp akşamdan geceye onunla ders çalışması çevresi tarafından onaylanmıyordu. Halil Bey akşama kadar çalışıp çabalarken akşam eve geldiğinde sanki hiç yorulmamış gibi Burak’la ilgileniyordu. Çoğu kimsenin delilikle nitelendirebileceği bu durum hakkında çevreden olumlu düşünen kimse yoktu. Burak ise son zamanlarda belirgin bir şekilde değişiyordu. Babası ile oturma odasında ders çalışırken bazı zamanlar ara verip babasıyla maç izliyordu. Çevresi geniş olan Halil Bey böyle zamanlarda oturduğu yerde sinir krizleri geçirir, takımı tutmamasına rağmen varsa o takımın kulüp yönetiminden tanıdığı birkaç arkadaşını arayıp teknik direktörün taktiksel konularda yetersiz olduğunu savunup, nelerin yapılması gerektiği konusunda maçın hemen sonrasında fikirlerini belirtirdi. Halil Bey’i o sırada arkadaşları pek dinlemese de oğlu Burak maç günlerinde babasının telefon konuşmalarını ilgiyle dinlemeye başlamıştı. Tuhaftır ki bu geçen zaman içerisinde maçlara alınmayan, oturduğu yerden arkadaşlarını izleyen çocuk artık arkadaşları tarafından her zaman aranan adam olmuştu. Maçlarda nasıl oluyorsa bir yandan koşup bir yandan takım arkadaşlarına komutlar verebiliyordu.

Akşam dersleri bazen açık oturumlarının hareketli anlarına denk düşebiliyordu. Ertesi gün Burak okula gitmeyeceği için erkenden yatmak gibi bir zorunluluğu yoktu, bu yüzden akşam vakitlerinin tadını çıkartıyordu. Halil Bey tartışma programlarını izlerken de kendi kendine bir şeyler geveliyor, programdaki heriflerin hiçbir naneden anlamadığını söylüyordu. Mahallenin çocukları hangi ülke daha güçlü diye konuşmaya başladıklarında yine Burak ortaya çıkıp şaşırtıcı cümleler kuruyordu. Psikolojik üstünlük kimdeyse savaşın galibinin o olacağını söylediğinde çocukların hiçbiri ne dediğini anlamadıkları için Burak’a karşı çıkamamışlardı.

Burak artık babası ne izlerse onu izliyordu. Bir gün ekonomi programını izlerken arz ve talep dengesi diye bir şeyden bahsedildiğini duymuştu. Ona babası bu sözcüğün ne manaya geldiğini olabildiğince açık bir şekilde anlatmıştı. Bir ürünün piyasada az ya da fazla oluşu alınıp alınmaması fiyatları etkiliyordu. Bunu öğrenen Burak merak edip apartmanın arka bahçesindeki sebzeleri toplayıp satmayı denemişti. Başarılı da olmuştu. O yıl az ekilen etrafta pek bulunmayan sebzeler pazarda daha yüksek fiyattan alıcı buluyordu. Yedi yaşında bir çocuğun aklından gelecekte nasıl para kazanabileceğinin hayallerinin geçtiği anlatılsa kimse inanamazdı. Burak şimdilik hayallerini kendine saklıyordu.

Halil Bey ev iş derken iki ay gibi bir süreyi yoğun bir tempoyla geçirmişti. Fakat alınan mesafe şaşırtıcıydı. Bu akşam evine dönerken bunları düşündüğü için keyfi yerindeydi. Eve vardığında kendisini eşi Hatice Hanım karşıladı.

“Halil, komşular, dün bağıra bağıra şarkı söylüyorlar, diye şikâyete geldiler.”

“Hatice, bu insanlar eğitim düşmanı. Oğlumla müzik dersi işleyemeyecek miyim ben? Bir sürü öğretmen okullarda güzel sesli öğrencilere yüksek notlar verip, bu dersi çarpıtıp, öğrencilerin müzikten hoşlanmamalarına neden oluyorlar. Hâlbuki müzik bir düzen ve koordinasyondur. Bir çocuğun beyninin iki yarım küresinin uyum içerisinde çalışması için okul şarkılarını öğrenilmesi gerekiyor. Bu ders kızların yüksek not aldığı sıradan derslerden ibaret bir ders değil. Babalarının şarap çanağından başlatmasınlar, onların serseri çocukları her akşam dışarıda gürültü yapıyor kimse rahatsız olmuyor da baba oğul şarkı söyleyince bi taraflarına mı batıyor bunların?”

“Sakin ol Halil” Hatice Hanım sakin kendi halinde bir kadındı. Komşularla inatçılığıyla nam salmış eşinin arasında kalmak istemiyordu. “Bilmiyorum Halil. Sesler çok kötü geliyor dedi komşular.”

“Hadi oradan be! Sanki detone mi olmuşuz? Onların öküz çocukları millî takım maçından sonra dışarıda marş söylediklerinde, sesleri bir taraflarında bozuk egzoz takılıymış gibi çıkıyor. Onların geç vakitlerde iğrenç motorlarıyla çıkardıkları gürültüden kimse rahatsız olmuyor.” Halil Bey bir elinde tuttuğu ders kitaplarının bulunduğu poşet ile hızlı oturma odasının yolunu tuttu. “Hasbinallah! Bi müzik dersimize karışmadıkları kalmıştı.” Halil Bey mutfakta olduğunu tahmin ettiği eşine seslendi:

“Hatice bana bir tabak elma getir, Burak’la bugün kesirler konusunu çalışacağız. Bu zamana kadar inanılmayacak kadar hızlı bir yol aldık. Bundan sonra kimse bizim başarımıza engel olamaz.” Yarım saat geçtiğinde Halil Bey tüm kızgınlığını unutmuştu. Sanki oğluna ders anlatırken başka bir adam oluyordu.

Halil Bey elmalardan birini ikiye böldü. “Bu her parça bir yarım.” Sonra Halil Bey yarımların her birini ikiye böldü. 

“Burak bu elmalardan her biri çeyrek elma oluyor.”

“Evet”

“Anladın mı?”

“I-ıh!”

“Dur evladım, bi daha anlatayım.” Halil Bey ve Burak kesilmiş elmaları yediler. Ardından Halil Bey öğrencisinin dersi daha iyi anlaması için en başa dönüp bir elmayı yeniden kesti. Fakat bu da sonuç vermedi. Aradan biraz zaman geçince tabaktaki elmalar bitmiş, Halil Bey biraz sinirlense de durumu oğluna belli etmemişti.

“Tahsin! Tahsin! Eşek sıpası nerdesin!” Burak’ın iki yaş büyük kardeşi içeri girdi.

“Ne var baba yav?”

“Konuşma lan! Git şu paraya manavdan iki kilo elma al. Hemen getir, dersimiz aksıyor.” Elmalar gelince ders devam etti.

“Buba bir bölü dördü anlamadım. Çeyrek ne? Ühü ühüüü…”

“Sakin ol evladım, başaracağız.” Ama işler Halil Bey’in beklediğinden kötü gidiyordu. İki dev tabak kesilmiş elmalarla dolunca Halil Bey, Hatice Hanım’a elmaları komşulara dağıtmasını söyledi.

“Böyle olmayacak en iyisi bir ara verelim.” Aradan sonra Halil Bey neden böyle olduğunu uzun uzun düşündü.

“Hatice sen yarın git bi çuval elma al.”

“Saçmalama Halil!” Hatice Hanım bir detayın farkına vardı. “O kitap senin Burak’ı çalıştırdığın kitap değil.”

“Hadi yav!” Halil Bey kitabın arkasını çevirdi. Bir anda öfkelendi. “Tahsin! Tahsin!” Ardından Tahsin odaya geldi.

“Ne var baba yav?”

“Salak herif! Kitabını niye ortada bırakıyorsun?”

“Kitaplarımın hepsi kitaplıkta duruyor.”

“Konuşma edepsiz! Yıkıl karşımdan!”  Halil Bey, oğlu Tahsin’e kızmış gibi gözükse de problemi çözdüğü için mutluydu. Burak yediği elmalar yüzünden göbeğinde ufak bir şişkinlikle kanepede uyuya kalmıştı. Halil Bey, ben de yatayım bari, dedi.

***


4
Kurgu İskelesi / Fantastik Şehrin Serüveni
« : 21 Nisan 2011, 10:17:22 »
Fantastik Şehrin Serüveni



   Ulu Kilgarvan'ın Fantastik Şehir'i yönettiği günler geride kalmıştır. Devrimci Falas halkı kandırıp şehrin başına geçmiş, Fantastik şehrin adını Kilgarvan ve şehre duyduğu nefret yüzünden etrafında en küçük su birikintisi bile bulunmadığı halde Kuşum Aydın Adası olarak değiştirmiştir.

   Şehre yeni gelen yabancı Çerlobin onurlu temiz ve aç bir adamdır. Çerlobin Kuşum Aydın Adası'nı geçmişiyle yüzleştirip refah dolu günlerine geri götürmek için her şeyi yapacak, gerekirse şehrin başkanı, yüce hakimi ve üniversite rektörü Yüce Falas'la kanlı bir mücadeleye girişecektir.

   Okuyacağınız hikâye bizler için unutulmuş değerlerin geçmişin tablolarındaki kıymetini yansıtmaya çalışacaktır.



Büyük Umutlar - 1. BÖLÜM

   Henüz bu tek göz eve yeni yerleştim. Penceremi kapatacak herhangi bir şey olmadığından küçük yuvam püfür püfür esiyor. Odamda herhangi bir perde olmadığından dolayı kendimi çok şanslı hissediyorum. Perdeler her zaman baş belasıdır. Gereksiz biçimde dışardaki manzaraları kapatması hiç hoşuma gitmez. Hayatımın en büyük sorusu bu konu üzerine; İnsanlar perdeleri kirlendiğinde neden yıkarlar belki hiç anlayamayacağım. Bu soruyu yıllardır kendime soruyorum. İç içe geçmiş teoriler, farklı felsefeler bu sorunun hiçbir şekilde yanıtını veremedi. Bu sorunun artık bana daha uzak olacağını umuyorum.

   Odamın tabanında siyah, yumuşak bir nesne var. Biraz karardığı için bunun bir halı mı yoksa hayvan postu mu olduğunu asla öğrenemeyeceğim. Siyah nesnenin üzerinde minderim var. Minderimin içinde bolca pire yaşıyor. Eğer yaz olsaydı yeterince sivrisineğim olabilirdi. Sivrisinek ve pireler her zaman iyidir. Vücudu kaşındırıp derilerin soyulup yenilenmesini sağlar.

   Yorganımın yarısnı güveler yemiş, böylece kalan yarısını rahat rahat dizlerime örtüyorum.

   Böyle güzel bir başlangıçla umut ediyorum ki ilerde çok güzel vakitler beni bekliyor.

   Şimdilik kısaca bunları yazmak istedim. İlerde odamdan biraz daha bahsedeceğim.

Aç Adam Çerlobin


***


   Çerlobin Püfesen Tepesi'ndeki kulübesinden dışarı çıkıp serin havada kollarını iki yanına açtı. Mutluluğu taşıyamayacak kadar fazlaydı. Onurlu, temiz ve aç bir adamdı. Göklere seslenmek taşıyamadığı neşesini haykırmak istiyordu:

   "KUŞUM AYDIN ADASI! SEN BÜYÜKSEN BEN SENDEN DAHA BÜYÜĞÜM, BİR GÜN BENİM OLACAKSIN..."

   Kuşum Aydın Adası güzel kıvrımları, uzakta parlayan büyüleyici ışıkları ile  çekici bir kadındı.

   "KUŞUM AYDIN! GÖRELİM BAKALIM SEN Mİ BÜYÜKSÜN BEN Mİ BÜYÜK? ELBET BU SORUNUN CEVABINI BULMAMIZ YAKINDIR." Çerlobin'in gür sesi şehrin sarayından en uzak mekanlarına kadar her yerde yankılandı.



Büyülü Akşam Bozuluyor - 2. Bölüm


    Dışarda sahipsiz bir ses yankılanmaktaydı. Başlarda ufak gibi duran bu sorun kim bilir nelere yol açabilirdi?

    Büyülü parlak sarayın kuleleri sekiz tarafından yükselirdi. Sarayın üç büyük kapısını altın kaplamalı zırhlarıyla imparatorluk askerleri korurdu. Koridorlar kristal zeminin üzerinde atlas halılarla uzanırdı. Sarayın merkezindeki dev kubbenin altı her an en ferah haliyle tahtı sarmalar, güzelliklerin merkezi olurdu.

    Vakit geceye yaklaşırken imparatorun keyfi küçük bir pürüz yüzünden gölgelenmişti. Kaynağı belirsiz bir ses imparatorun kulağını hafifçe çınlatıyor, başının içinde küçük bir ağrı meydana getiriyordu.

    "PROMETHEUUUS! GEL BURAYA, ALLAH BELANI VERSİN! PROMETHEUUUUS! NE UZUN İSMİN VAR LAN? PROMETHEUUUS..."

    Soğukkanlı Prometheus sakin bir çabuklukla kralın karşısında belirdi.

    "Emredin efendim!"

    "Nerdesin lan? Dışdarda böğrüne kargı saplanmış öküz gibi bağıran bir yaratık var. Ne bu lan; insan mı, hayvan mı?

    "Hangi sesten bahsettiğinizden emin olamadım efendim". O anda dışardan belli belirsiz bir ses yankılanmaktaydı:

    "KUŞUMAYDIN KUŞUMAYDIN! GÖSTER BE GÜZELLİĞİNİ!"

    "İşte bu ses lan! Tövbe estağfirullah, nasıl bir yaratık bu? Allah'ın gücüne gitmesin bir ses nasıl bu kadar çirkin olabilir?

    "Çabuk bu sesin geldiği yerdeki yaratığı bulup öldürün, hatta yakın gitsin orayı."

    "Emredersiniz efendim!" Prometheus derhal emri yerine getirmek için uzaklaştı. Beş dakika ya geçmişti ya da geçmemişti ki çıkageldi.

    "Askerler sesin yerini tespit etmişler. Sesler Püfesen tepesinden geliyormuş."

    "Ohaa! Ta oradan buraya o ses nasıl geliyor? Ne biçim bi kozmik yaratık bu lan?"

    "Hiçbir fikrim yok efendim. Fakat izcilerimiz sesin o taraftan geldiğine eminler, biliyorsunuz ki izcilerimiz yanılmaz." Çok geçmeden kral eski dinginliğini kazanmıştı.

    "Farkındayım Prometheus, onların birçoğunu ben yetiştirdim."

    "Afedersiniz efendim, ukalalığımı bağışlayın."

    "Prometheus sen benim vazgeçilmez kardeşim ve yardımcımsın. Bu kadar küçük bir olayı hemen çözeceğine inanıyorum." Prometheus kralın güzel sözlerini her zamanki soğukkanlılığıyla karşıladı:

    "Tahminimce bu ses bir meczupa ait."

    "Şehirdeki meczuplar toplatılıp düşman krallık Keşmekeş'e sürülmemiş miydi? Onlarla ben değil, Hobbit adındaki götü yere değen herif uğraşacaktı." Yüce Falas'ın Kral Hobbit'e duyduğu nefreti herkes bilirdi, buna rağmen Falas, Hobbit'ten Ulu Kilgarvan'dan nefret ettiği kadar nefret etmezdi.

    "KUŞUMAYDIIN..."

    "Allah belanı versin!"



Çernobil Şehirde - 3. Bölüm

   Hayatından neşeyi eksik etmeyen Çernobil hafif bir ıslık temposuyla Püfesen Tepesi'nin patikasından aşağılara doğru iniyordu.

   Yolun üçte birini geride bıraktığında üç sıra halinde sert yürüyüşleriyle ilerleyen imparatorluk askerleri gördü.

   Sert bakışlı askerler gösterişli üniformaları ve kemerlerinden sarkan kılıçlarıyla çevreyi tarıyorlardı. Çernobil soru sorma ihtiyacı hissetti.

   "Ne oldu komutanım?" Bu soruya izcilerin lideri cevap verdi:

   "Yaralı bir hayvan olduğunu tahmin ettiğimiz bir şeyin iniltisi şehri rahatsız ediyor. Sen bir şey duymadın mı?"

   "Hayır komutanım."

   "İyi çekil yolumuzdan." Sert bakışlı askerlerin geçişinin ardından yoluna devam etti.

   Yarım saat sonra şehre inmiş, keyfince etrafta geziniyordu. Rasgele bir kapı seçip vurmaya başladı.
***
   Zamanın yavaş hareket ettiği bir mekanda küçük bir köyü tuhaf biçimde dikenli çalılar çevrelemişti. Şehirdeki yeşil minareli caminin müezzini Mat Cauthon Kuşumaydın Adası'nın bu taşra taraflarda kalan halkına nutuk çekmekteydi.

   Halk içeriye hapsolup şeytani bir güçle mücadele etmek zorunda kalmıştı.


   "Kardeşlerim anaların kınalı kuzuları,

   "Biliyorsunuz akarsuyun derin diplerinden bir deniz yaratığı peyda oldu. Bu varlık yarı insan yarı balık. Kendine Tiffany diyen bu yaratığı dün gece rüyamda gördüm. Belden altı pul üstü cırıl cıpıl olan bu yaratık ergenliğe yeni girmiş oğlanlarına ve bölgemizin genç erkeklerine tecavüz etmektedir. Dün gece şeytanla mücadele ettim ve ben kazandım." Yaratığın kabus olup rüyasına girdiği her adam kurtulmayı başaramazdı.

   "Bu acayip yaratık büyü gibi sinerjik güçlere sahip olup aklın doğasına zuhur etmektedir..."

   "Kreacher, hoca efendi zuhur dedi, zuhur ne demek?"

   "Bilmiyom, sus hoca efendiyi dinle."

   Müezzin Mat Cauthon kalbinden taşan gözyaşı dolu duyguları elinden geldiğince bastırıp coşkuyla konuşuyordu.

   Köyün imamı Darkmoon kabak yahnisi yüzünden midesini bozmuştu. İmam kısa bir süreliğine Mat Cauthon'du ve şimdiki asil görevin liderliğini kendisi üstlenecekti.

   "GÜM! GÜM! GÜM!"

   "Yürüyün kardeşlerim, gazanız mübarek olsun.

   "GÜM! GÜM! GÜM!"

   "Ne oluyor lan, ne gümü?"
***


   Mat Efendi gözlerini açtığında karanlığın içindeydi. Ne yazık ki bu bir rüyaydı. Kahramanlık belki de hep düşlerde kalacaktı.

   "Hayrolsun, hangi münasebetsizse rüyamı en güzel yerinde böldü." Gerçekten de çok güzel bir rüyaydı. İnsan pek az rüyada hayallerinin gerçek olduğunu görürdü.

   Mat Efendi oflayıp puflayıp merdivenlerden aşağı indi. Alt kattaki dış kapıyı sertçe açtı.

   "Ne var len? Kapımı açacak başka vakit bulamadın mı, kimsin sen?"

   "Açım Emmi!"
  
   "Be cühela bari tanrı misafiriyim de de düzgünce isteyeceğin şeyi istemiş ol!." Mat Efendi karanlıkta etrafı seçmeye çalışarak kilerden bir ekmek çıkarıp tanımadığı yabancıya verdi.

   "Saol Emmi!"

   "Bi daha gelme len gecenin köründe."

   "Ne oluyo Mat?"

   "Yat kız, bi şey yok."

   Aç Adam elindeki ekmeği kemire kemire yoluna devam etti.

Sayfa: [1]