Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - alper

Sayfa: [1]
1
Gediksavaşları Efsanesi / Aal Kâhini
« : 19 Ocak 2011, 05:24:26 »
Evet, isminden de anlaşılmayacağı gibi bu başlıkta bilmediklerinizi ve dolayısıyla merak ettiklerinizi yada okuyup da anlamadıklarınızı, hatırlamadıklarınızı aydınlığa kavuşturuyor, bir başka deyişle spoiler tutkusuyla yanıp tutuşanlara kucak açıyoruz. İkilemde kaldığımız konuları yumuşak bir biçimde tartışıyoruz.

Bildiğimiz yada öğreneceğiniz üzere Aal soyu tükenmiş bir ırktır. Bu ırktan geriye tek bir dişi, bir kâhin kalmıştır. Bu kâhin, isteğini yerine getiren kişiye geleceği yada bilmek istediği şeyi bahşetmektedir. Biz, sevgili Aal Kâhinini sizler için KayıpRıhtım'a getirdik. Kendisine, yaşadığı evrenle ilgili, dilediğinizi sorabileceksiniz, üstelik kontratımız gereği Aal için bir şey yapmanızda gerekmeyecek.


Spoiler: Göster
Aal Kâhini: Şimdiden söyleyeyim, Pug'ın annesi ve babası birer melektir yavrum.


Buyrun !

2
Gediksavaşları Efsanesi / Bölüm Kuralları
« : 19 Ocak 2011, 05:02:59 »
Arkadaşlar forum kuralları dahil olmak üzere;
Sizin bu bölümden keyif alabilmeniz adına izlemenizi tavsiye edeceğim birkaç yol olacak.

1- Güç kıyaslayabiliyoruz fakat bunu Action Man çarpıştırır gibi karakterleri harcayarak değil de, neden öyle düşündüğümüzü, dayanak noktalarını belirterek edebi yönünü yok etmeden yapıyoruz.

2- Yanında "lamba" işareti olan konuların yüksek dozda "spoiler" içerdiğinin bilincinde oluyoruz.

3- Yazımızı yazdıktan sonra soluklanıp, baştan okuyarak gerekli yerleri düzenliyor ve foruma faydası olup olmadığını anlamak adına kısa bir süre kafa patlatıyoruz.

3
Gediksavaşları Efsanesi / Eliuzun Jimmy
« : 18 Ocak 2011, 03:41:35 »
Eliuzun Jimmy yada resmi adı ile James, Krondor şehrinde bir öksüzdür. Hırsızlar loncası tarafından yetiştirilir ve hırsızlıkta az rastlanır türden bir yeteneği olduğu keşfedilir. Prens Arutha’ nın hayatını kurtardıktan sonra güvenilir ve Prens’ e tavsiye veren kişi konumuna gelmiştir. Daha sonra Toprak Beyi ünvanı verilmiş ve Rillanon’ da Kral’ ın sarayına göreve çağırılmıştır. Bir erkek kardeşi olduğunu öğrenir, Pug ile tanıştıktan sonra Pug’ ın kızı Gamina ile evlenir.



Biyografi:

Eliuzun Jimmy Krondor’ un karanlık sokaklarında bir fahişenin bedeninden doğmuştur. Daha sonradan babasının Hırsızlar Loncası’ nın lideri Dürüst Adam olduğunu öğrenir.  Genelev’ de yetişmiş ufak bir çocukken annesi bir sarhoş tarafından öldürülür. Jimmy intikam için adamı takip eder ve hayatını geçireceği karanlık sokaklardan birinde annesinin katilinin hayatı ile birlikte intikamını alır. Hırsızlar Loncası tarafından keşfedilir.

Laurie ile Kasumi’ nin Gediksavaşları sırasında Krondor’ dan kaçmalarına , sıkı yönetim zamanında ise Prens Arutha ve Prenses Anita’ nın, Guy du Bas-Tyra’ nın gizli polislerinden saklanmalarına yardım etmiştir. Saklanmaları sırasında Arutha-Anita çiftiyle yakınlaşmış ve Anita’ ya olan hayranlığı biraz ileriye giderek aşka dönüşmüştür. Gediksavaşları’ nın ardından Anita ve Arutha Krondor’ a döndüğünde Geceşahinleri tarafından planlanan suikast girişimini engelleyerek Prens’ i ölümden kurtarmıştır.

Ancak Jimmy bu hareketi ile kendi hayatını tehlikeye atar. Hırsızlar Loncası’ nı uyarmadığı için ceza bellidir, idam! Arutha, hayatını kurtaran bu hırsız için Dürüst Adam ile anlaşma yapmaya karar verir. Jimmy’ nin hayatı bağışlanır, ancak bir daha Krondor’ da hırsızlık yapamayacak ve de Lonca’ nın işlerini engelleyecek herhangi bir işe karışamayacaktı. Öte yandan Prens Arutha, Jimmy’ e toprak vermiş ve onu Toprak Beyi ilan etmişti. Sıkıcı saray hayatını benimsemeye çalışan Jimmy eski günlerini özlüyordu.

Krondor serisinde artık büyüyen Jimmy, James adıyla anılıyor ve Prens Arutha için gizli görevlerde çalışıyordu; Moredhel ordusunu engelleme, Geceşahinleri’ nin yuvasını keşfedip, temizlemek, bu sırada İblislere kurban gitmemek, Tanrıların Gözyaşına “Ayı”nın ulaşmasını engellemek.

Yıldızlimanını ziyaretinde James, Pug ve Katala’ nın evlatlık edindiği Gamina ile tanışır. Birbirlerine aşık olur ve evlenirler. James ve Gamina, Prens Arutha’ nın iki oğlu Borric ve Erland ile birlikte Kesh İmparatorluğu Topraklarını ziyarete giderler.

Arutha için görevleri bittikten sonra Rillalon’ a Kral’ ın yanına hizmet için çağırılır. Bir süre sonra Rillanon Dükü olarak, soyu belli olmayan birinin de asil olabileceğinin yegane kanıtı olarak karşımıza çıkacaktır.

Gamina ile evliliklerinden olan erkek çocuğa, James kendisi için çok değerli olan Prens Arutha’ nın adını verir. James oğlu Arutha ise kendi çocuklarına Jimmy ve Dashel ismini uygun görür.

Yılansavaşları sırasında James çocukluk hayali olan Krondor Dük’ ü mevkisine ulaşmıştır. Ancak Zümrüt Kraliçe’ nin yılan ordusu şehrin kapılarına dayanmıştır. James’ in Krondor üzerindeki hükmü çok uzun sürmez, şehir istila edildiğinde kanalizasyonlara inerek avucunun içi gibi bildiği yollarda Gamina ile beklemektedir. Şehirden kaçmanın türlü yolunu bilse de hayatını geçirdiği, uğruna öleceği Krondor’ u sefil bir şekilde terketmeyecektir. Şehrin altı patlayıcılarla doldurulur ve istila ordusunun tamamen şehre girmesi beklenmektedir. Patlama zinciri Krondor’ u yerle bir ederken Eliuzun Jimmy son anını Gamina ile telepatik bağ kurarak geçirmiştir...

Adının geçtiği kitaplar:

Büyücü
Eliuzun Jimmy
Gümüşdiken
Sethanon' da Karanlık
Krondor: İhanet
Krondor: Kiralık Katiller
Krondor' a Dönüş
Krondor: Tanrıların Gözyaşı
Asilkan Prens
Kralın Korsanı
Karanlık Kraliçe' nin Gölgesi
Tüccar Prens' in Yükselişi
İblis Kral' ın Öfkesi



4
Gediksavaşları Efsanesi / Irklar
« : 18 Ocak 2011, 02:30:45 »
Valherular (Ejderha Lordları)

Midkemia üzerindeki ilk ırk ve evrende bilinen en güçlü ırktır. Ejderhalara hükmetmiş, gezegenleri yakıp yıkmış, diğer ırkları yağmalamış ve onlara da hükmetmişlerdir.
Kendilerine Tanrı gözüyle bakan bu ırk, hizmet etmeleri amacıyla küçük ırklar yaratmış ve onları köleleri yapmıştır.

Spoiler: Göster
Ashen-Shugar: Kartal Bakışının Hakimi, en güçlü Valheru, Hali-Marmora' nın oğlu, Alma-Lodaka' nın babası ve kocası, Draken-Korin' in babası, Valheruların sonuncusu.

Draken-Korin: Kaplanların Lordu, Ashen-Shugar ve Alma-Lodaka' nın oğlu, Kaos Savaşları sırasında Ashen-Shugar tarafından öldürülmüştür.

Alma-Lodaka: Pantathialıların Zümrüt Kraliçesi, Ashen-Shugar' ın karısı ve kızı, Draken-Korin' in annesi.

Algon-Kokoon: Rüzgar Vadisinin Tiranı, "Algon-Kokoon' un boynuzu" adındaki büyülü boynuz ile üfleyen kişi, savaşta kendisine yardım etmek üzere iki devasa vahşi hayvan çağırır. Algon-Kokoon Ashen-Shugar tarafından öldürülmüştür.

Alrin-Stolda: Kara Gölün Hükümdarı

Hali-Marmora: Ashen-Shugar' ın annesi. Ashen-Shugar tarafından öldürülmüştür.

Lowris-Takara: Yarasa Kral, Ashen-Shugar' ın öldürüğü ilk Ejderha Lordu

Lyron-Baktos: Ejderha Lordu, Aal Kâhinini etkisiz kılan tılsımın sahibi

Kindo-Raber: Yılanların Efendisi, Dasatiler tarafından, 2. boyut gediği açıldığında parçalanmıştır.



Ejderhalar

Ejderha Lordları’ ndan sonra bilinen en eski ırktır. Valherulara binek olarak hizmet etmişlerdir. Kaos Savaşları’ nda Valheruların yenilgisiyle kendilerini dış dünyaya kapatmış ve diğer ırklarla iletişime geçmemişlerdir.
Spoiler: Göster
Örneğin Ashen Shugar’ ın bineği altın renkli ejderha Rhuagh, asırlardır MacMordainCadal madeninin derinliklerinde yaşamaktadır.



Elfler (Edhel)

Valheruların hizmetkarları olarak yaratılmış, Valheruların düşmesi ile serbest kalmışlardır.

-Eldar, Bilge Elfler
-Eledhel, Işık Elfleri
-Moredhel, Kara Elfler
-Glamredhel, Deli/Vahşi Elfler
-Ocedhel, Denizin ötesindeki elfler, Novindus kıtası
-Anoredhel, Güneş Elfleri, Quor ve Sven’gar-ri’ nin koruyucuları
-Taredhel, Yıldız Elfleri

Gediksavaşlarından asırlar önce, Kara Elf lideri Murmandamus, Moredhel klanlarını Büyük İsyan adı altında toplayarak Glamredhelleri yok etmeye çağırmıştır. Ancak Murmandamus öldürülür ve bu girişim başarısız olur, Kara Elfler Kuzey Dağlarının arkasına saklanır ve asırlar boyunca gerçek bir lider çıkıpta tüm klanları bir araya getiremez.

Taredheller Kaos Savaşları sırasında Andcardia gezegenine kaçmış ve burada Elvandarın Yedi Yüce Ağacına (Yıldızına) atıfta bulunarak Yedi Yıldız Klanını kurmuşlardır.


İnsanlar

Valherular Tanrılar ile savaşırken insanlar Midkemia’ ya kaçmış ve kendi düzenlerini kurmuşlardır. Midkemia gezegenindeki insanlar dünyamızdaki insanlara benzerdirler.


Cüceler

Yüzlerce yıl yaşayabilen uzun ömürlü cüce ırkı genel olarak Batıda yaşamaktadır.
Gri Kuleler’ deki Dolgan’ ın lideri olduğu Caldara köyünden Tholin cüceleri.
Harthorn liderliğindeki Delmoria köyünden Hogar’ın Taşdağı Cüceleri.
Doğuda ise cüceler, Kral Halfdan’ ın sancağı altında Dorgin’ de yaşamaktadırlar.
Ayrıca Novindus kıtasında, Ratn’ gary Dağlarında Sarakan adındaki Cüce Şehrine rastlanmıştır.


Pantathialılar (Yılan Adamlar)

Yaratıcıları Valheru’ yu tekrar hayata getirmek için yaşamtaşını ele geçirmeye çalışan, derileri pul pul, hem yılanı hem insanı andıran saf kötü ırk.


Devler

Normal bir insanın iki katı uzunluktaki devlerin, herhangi bir modern şehri bulunmamaktadır. Northlands’ de küçük gruplar halinde dolaşırlar ve vahşi hayvanlardan farksızdırlar. Moredheller, Devleri paralı asker olarak kullanmaktadır.

5
Gediksavaşları Efsanesi / Midkemia' da Teknoloji ve Büyü
« : 18 Ocak 2011, 01:43:18 »
Midkemia gezegeninin teknolojik gelişim süreci, birkaç fark ile 14-15. yüzyıl Avrupa teknolojisine benzetilebilir. “Birkaç fark” a örnek olarak; gemiler kare armadorlu, üç direkli yapısı ile barut ve ateşli top bulundurmaması sebebiyle 17.yüzyıl teknolojisine benzetilebilir. Bir başka deyişle hikayemizin geçtiği gezegen Endüstriyel devrim öncesi tarım dönemindedir.

Midkemia’ da büyü ile uğraşan ve büyü uygulayıcısı çok az insan vardır. Büyücü olmayanların mantıklarına sığmayan, doğaüstü her hareket ve bu hareketlerin kaynağı olan insanlar büyülü damgası yiyerek yakalanıyor, aşağılanıyor yada görüldüğü yerde öldürülüyorlardı. Bu anlayış Dük Borric’in de çabalarıyla çok daha sonra kırılıyor. Dük’ün güvenini kazanmış ve evlat edinilmiş olan Pug, Yıldızlimanı’ nda, büyücülerin korkmadan alıştırma yapabilecekleri, toplumda hor görülmeyecekleri, komşunun hastalanan ineğinin ölümünün sebebini üstlenmeyecekleri bir büyücü akademisi kuruyor.

Pug’ın Kelawan gezegenindeki eğitiminde öğrendiğine göre, Midkemia’ daki büyücüler “Küçük Yol”, Kelawan’ daki Yüceler ise “Büyük Yol” büyücüleridir. Küçük Yol sanatı büyünün ilkel hali, doğada var olan gücü yönlendirme, örneğin sis yaratma, havayı yoğunlaştırıp su elde etme iken, Büyük Yol ustalarından gördüğümüz kadarıyla kendileri, istedikleri yere vücutlarını taşıyabiliyor, yoktan enerji üretiyor ve bu enerjiyle sağı solu parçalayabiliyor, muazzam patlamalar yaratabiliyorlar. Bknz. Pug’ın arenadaki “küçük” çaplı gösterisi. Bildiğimiz kadarıyla ise normalde Küçük Yol büyücüsü Küçük Yol büyüleri, Büyük Yol büyücüsü ise Büyük Yol büyüleri çağırabiliyor ve diğer yol ile herhangi bir bağlantıları bulunmuyor. Birkaç kişi hariç...

O birkaç kişi :

Kara Macros
Pug conDoin (Milamber)
Nakor (Mavi Binici)
Miranda
Magnus (Pug ve Miranda’nın oğlu)


Macros’un geleneksel Büyü Yol’u kurallarına bağlı kalmamasının nedeni, Büyü Tanrısı Sarig’ in avatarı ve bir gün onun yerine geçecek kişi olmasından dolayı Sarig tarafından verilmiş bir hediye olabilir yada Pug gibi sadece doğuştan gelen yetenek olabilir. Çünkü Macros, kızı Miranda, Miranda ile Pug’ın çocukları Magnus da bu yeteneğin görülmesi rastlantı olmayabilir.

Nakor ise “Büyü yoktur” “Sadece gözün göremeyeceği hileler vardır” diyerek klasik Büyük Yol-Küçük Yol mantığını baştan reddeder. Ona göre her insan büyü yapabilir, sadece dünyada bulunan elementlerle etkileşime girmesini öğrenmek gereklidir.

Pug Kelawan’da, Elflerin yanında ve birçok kütüphanede kendi başına, olayların içinde keşfettikleriyle eğitimini büyük ölçüde tamamladıktan sonra Nakor’ un doğru söylediğini anlamaya başlar. Büyünün sınırı olmadığını aslında bu sınırın kendini kısıtlayan büyücülerin zihinlerinde olduğu keşfeder. Gediğin iki tarafındaki Midkemia ve Kelawan halkı yüzlerce yoldan sadece Büyük Yol ve Küçük Yol’u keşfetmiştir. Ancak Nakor’ un dediği gibi büyünün sınırı yoktur çünkü büyü diye bir şey yoktur. Bunu anlayanlar Pug’ ın yanında gidecekler, daha sonra anlayanlar ise peşlerinden geleceklerdir...


6
Gediksavaşları Efsanesi / Midkemia
« : 05 Aralık 2010, 16:32:37 »
Büyücü: Çırak isimli ilk kitapta insanların yaşadığı dünyadır. Bu dünya kadim zamanlarda Valherular (Ejderha Lordları) tarafından yönetilmiş, fakat Kaos Savaşlarında bütün Valheruların Tanrılar tarafından farklı bir boyuta sürülmesiyle, Midkemia üzerinde Valheruların hizmetkarları olan Kara elfler (moredhel) ve bir zamanlar hizmet etmeye zorlanmış olan köleler (insanlar,cüceler,elfler) serbest kalmıştır. Tanrılar tarafından serbest bırakılan kara elflere kuzeyde dağların ardında, cücelere dağların içinde madenlerde, elflere(eledhel) ormanlarda, hızla yayılan insanlara ise her yerde rastlamak mümkündür.

Spoiler: Göster

(Devasa boyut alarmı!)

Kitaplarda bulunan (ki zaten kitaplardan taratıldığı açıkça belli olan) yukarıdaki haritaya ek olarak Raymond Feist'in onayladığı, birincisi Midkemia Gezegenine ait ikincisi ise Gedik Savaşlarının geçtiği Adalar Krallığı'nın ve Yüce Kesh İmparatorluğu'nun bulunduğu kıtanın tamamına ait haritalar aşağıda bulunmaktadır.

Midkemia
Spoiler: Göster


Triagia
Spoiler: Göster


Gediksavaşları'ndan sonraki kitaplarda bahsi geçen Novindus Kıtası.




7
Eğlence & Mizah / WinRAR ekibi İstanbul'da
« : 04 Aralık 2010, 22:19:57 »
WinZip ile birlikte dünyanın en önemli sıkıştırma tekniklerinden olan WinRAR’ın ekibi, uzun süredir yeni bir sıkıştırma tekniği bulamadıkları için sıkıntılıydı. Diğer firmaların da yeni algoritmalarla piyasaya girmesi, RARLAB’i yeni arayışlara itti.
Baş yazılımcı Jonathan Livingston, moral bozukluğu ile Youtube’da gezerken tesadüfen Metrobüs videolarından birini görmüş ve hemen ekibi toplayıp İstanbul’a gitme kararı almış.
Oldukça heyecanlanan Livingston, takım arkadaşlarına durumu şöyle açıklamış: “Arkadaşlar, bildiğiniz gibi son on senedir aynı tas aynı hamam. Çok bi değişiklik yok. Web sitemiz bile iğrenç. Ufak ufak şirketler de adam olmaya başladı. Çılgın şeyler yapıyorlar ama bizde tık yok. Hepinizi kovmak üzereydim ki Youtube’da Türkiye’den bir videoya rastladım. ‘Metrobüs’ adında bir alet var. İnanılmaz! 10 saniyede 200 kişi alıyor. Adamlar yüzyılın buluşunu yapmışlar. Gidip yerinde incelemeliyiz.”
İstanbul’da Kadir Topbaş tarafından karşılanan RARLAB ekibi, otellerine yerleşmeden önce Metrobüs’leri görmek istediklerini söylediler. Söğütlüçeşme’deki muhteşem sıkıştırma tekneğini hayranlıkla izleyip notlar alan mühendis ekibi, Topbaş’ın “Bi’ de Mecidiyeköy’e gidelim isterseniz” demesi üzerine Metrobüs ile Mecidiyeköy’e gitti.
Yol boyunca ağzına kadar dolu olan Metrobüs’ün her durakta yeni insanlar aldığına şahit olan yazılım mühendisleri, bu sonsuz sıkıştırma kapasitesi karşısında şaşkınlıklarını gizleyemediler. Ne kadar çok insan binerse sıkıştırma oranının o kadar çok arttığını gören mühendisler kelime-i şahadet getirerek müslüman oldular. Bu kutlu gelişme üzerine Topbaş da hediye olarak ağaçtan kendi elleriyle yaptığı düdüğü ekibe hediye etti.
Tövbe edip ülkelerine dönen mühendisler, yeni algoritma çalışmalarında iman gücü kullanacaklarını bildirdiler.
Alıntı

Spoiler: Göster




8
Güncel / Haydarpaşa - Tarihin Yanışı
« : 28 Kasım 2010, 19:49:00 »


İstanbul Haydarpaşa Tren Garı'nda çıkan yangın, yaklaşık 2.5 saat sonra tamamen söndürüldü. Çıkış nedeni henüz netleşmeyen yangında, tarihi binanın çatı ile 4. katının yandığı belirtiliyor.

İSTANBUL - Tarihi Haydarpaşa Tren Garı'nda çıkan yangın tamamen söndürüldü.

Yangın, garın çatısında saat 15.30 sularında çıktı. 1 saat içinde kontrol altına alınan ve ardından da tamamen söndürülen yangının çıkış nedeninin çatıdaki tadilat olduğu iddia edilirken, itfaiye ve sahil güvenlik ekipleri yangına müdahale etti.

Söndürme çalışmalaında yüksek su kuleleri ve 52 metrelik merdivenler kullanılırken, yangına denizden de müdahale edildi. Ölen ya da yaralananın olmadığı yangın sırasında gar binası tamamen tahliye edildi, patlama riskine karşı geniş güvenlik önlemleri alındı; trafik tamamen kilitlendi.

Kaynak

‎Mutlaka havadan müdahale olanağını kullanması gerekiyor Orman Bakanlığı'nın. İstanbul'da normalde çıkan yangınlarda 15 dakika içinde havadan müdahale edilebiliyorken, 1 saatlik süre içerisinde neden helikopterle havadan müdahale yapılamadığını anlamak mümkün değil.

Tarihi gar binası Türkiye için önemli bir miras. 1. grup korunması gerek yapı. Yangın başladığında İstanbul Belediyesi İtfaiye Müdürlüğü'nü aradım. Helikopterle havadan müdahale gerektiğini, aksi takdirde sönmeyeceğini, taşıyıcı temellerin ahşap direkler üzerinde oturduğunu belirttim. "

Türkiye Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhçu

Neden havadan müdahelenin bu kadar geciktiği açık değil mi? 3 kuruşa tarihini satan üçkağıtçı köpekler yüzünden elimizden bir bir alınan eserler daha ne kadar külleşecek acaba. Kaza? Hiç sanmıyorum. 2-3 sene önce otel yapılması planlanan bölgede 100 sene çıkmamış yangının bu tarihleri bulması Allah'ın bir hikmeti demekki ! Kaderci koyun milletimiz yine unutur, yine vurulur duymaz...

Spoiler: Göster


Bu manzara vapur bacasından tüten dumanlara, vapur seslerinin, tren raylarından çınlamasına, aşıkların buluşmasına, teknelere balıkçılara alışıktı, panikle kaçışan martılara, vapurdan tütmesi gereken dumanın yerine kendini bilmezin çıkardığı yangın sebebiyle tüten tarihin acıyla haykırışına değil. Elleriniz kırılsın. Kılıf uyduran diliniz kopsun...



9
Müzik / Brazzaville
« : 07 Ekim 2010, 19:35:46 »
Müzikleri sakinleştirir, hüzünlendirir, neşelendirir, iç burkabilir, coşturabilir veya hepsini aynı anda yapabilir. İlginçtir;
Yarınki projeyi düşünürken, geçim sıkıntısı çekerken veya aşk acısıyla bükülürken, birden başka yerlerde başka şeyler yaparken hayal edebilirsiniz kendinizi. Sahil kenarında klişe ateşin etrafında toplanan kalabalık bir gruba veya iki kişiye inelim, sevgilinizle romantik dakikalarınıza, olmadı dağ başında bulutların kuşattığı ahşap bir evde şömine başında okunmayı bekleyen kitaplarınıza eşlik edebilir. Denemediyseniz deneyin derim.


Erkek olmama rağmen vokalin (David Brown) sesine hayranım, belirtmek istiyorum. Hayat hikayesi de bir o kadar hayranlık uyandırıcı olan David'imiz sanatsal hayatına 15 yaşında şiir yazarak, günlük tutarak başlamış. 18 yaşına geldiğinde sanattan bedenen uzaklaşan ergen David, PunkRock/Gay bar tarzı nahoş bir mekanda bulaşık yıkamaya girişmiş. (Hayır eşcinsel değil, evli ve iki çocuk babası) Neredeyse "Dede" ünvanı alacak kadar çile çektikten sonra saksafon alacak parayı biriktirip kapağı bir gruba atsam güzel olacak demeye başlamış olacakki, Loser şarkısıyla yükselen Beck grubunda saksafoncu olarak tanımışız kendilerini. Daha sonra dur ben kendi grubumu kurayım diyerek 1998 yılında Brazzaville'i kurmuş. (L.A.).

Mış-muş'u bırakırsak; Bizim ona hayran olduğumuz gibi kendisi de İstanbul'a ve Türkiye'ye hayran oluyor. Kendi grubunu getirip, Türkiye'den de müzisyenleri topluyor, sazla sözle eşlik edip Türk ezgileriyle yeni şarkıları harmanlıyor. 2005 yılındaki Caz festivalinde filizleniyor yani aşk. Grup, bundan sonraki albümlerinde Türk hayranlığını biraz/bariz bir şekilde hissettiriyor. Geçtiğimiz "2009" yılında ise ilan-ı aşk ederek "Brazzaville in Istanbul" albümünü piyasaya sürüyorlar. Biraz daha profesyonel çalışmayla albüm, Türk müzisyenlerin, şarkıları kemanla ve divan sazıyla yeniden yorumlamasıyla, Brazzaville tarzından uzaklaşmadan piyasada yer ediniyor.

Ülkeleri, şehirleri gezmeye seven Brazzaville bir çok şehrin, semtin ismini ödünç alıp albümlerine dahil ediyor. Hatta Taksim ve Bosphorus adında iki şarkıları var. Önemsiz bir ayrıntı: Kongo Cumhuriyeti'nin başkenti olan Brazzaville ile isim benzerliği de taşıyorlar.

Buraya kadar her şey iyi hoş ise en yakın zamanda şarkılarını dinlemenizi tavsiye ediyorum. Güzel bir afişle de yazıma veda ediyorum. Indie pop/rock, post rock sevenlerdenseniz ya da "O ne ola ki" diyip cehalete son vermek isteyenlerdenseniz, ben de, bileti kaçırmayın derim. :)

Albümler

2002 - 1998
Spoiler: Göster


01 - Deng Xioping
02 - Caldo De Cana
03 - Sewers Of Bangkok
04 - Pablo's Lament
05 - Ocean
06 - Voce
07 - Oi
08 - IMF
09 - Shioda
10 - Shams
11 - 1963


Somnambulista - 2000
Spoiler: Göster


01 - Air Mail
02 - Foreign Disaster Days
03 - Sandman
04 - Boeing
05 - Casa Batllo
06 - Lazy, Flawed And Hopeless
07 - Jane
08 - Super Gizi
09 - 4 A.M. Osaka
10 - Old Man Dub
11 - 3rd And Broadway


Rouge On Pockmarked Cheeks - 2002
Spoiler: Göster


01 - Motel Room
02 - Samurai
03 - Queenie
04 - 1980
05 - Rainy Night
06 - Genoa
07 - Trona
08 - And Three Hours On TV
09 - High Life
10 - N. Koreatown
11 - Late Night Lullaby


Hastings Street - 2004
Spoiler: Göster


01 - Intro
02 - Londres
03 - Love Is The Answer
04 - Old Folks
05 - Hong Kong Cafe
06 - Hastings Street
07 - Single Apartment
08 - Night Train To Moscow
09 - Interlude
10 - Lagos Slums
11 - 17
12 - L.A. River Lady
13 - Left Out
14 - Asteroid Fields
15 - Dark Eyes


Welcome To...Brazzaville - 2004
Spoiler: Göster


01 - Last Days
02 - Hotel Ukraina
03 - Super Gizi
04 - Foreign Disaster Days
05 - Night Train To Moscow
06 - Casa Batllo
07 - Queenie
08 - Londres
09 - Genoa
10 - Motel Room
11 - Lagos Slums
12 - Voce
13 - Sewers Of Bangkok
14 - Christmas In E.C.
15 - Love Sky
16 - Rollin Easy


East L.A. Breeze - 2006
Spoiler: Göster


01 - Peach Tree
02 - Star Called Sun
03 - East L.A. Breeze
04 - Mr. Suicide
05 - 1983
06 - Jesse James
07 - Madalena
08 - Bosphorus
09 - Ugly Babylon
10 - Taksim
11 - Blue Candles
12 - Morning Light


21st Century Girl - 2008
Spoiler: Göster


01 - Lax
02 - 21st Century Girl
03 - Baltic Sea
04 - The Sun
05 - Leo
06 - Anabel
07 - The Clouds in Camarillo
08 - Aging Queens
09 - Hoover St.
10 - Up All Night
11 - Baby Blue
12 - The Hills of Anatolia
13 - The Clouds in Camarillo (with Minerva)
14 - Aquamarine



kaynak: Beyin Bedava !

10
Düşler Limanı / Aşk Konçertosu
« : 25 Eylül 2010, 01:48:02 »
Hani herkesin aşka dair benzetmeleri vardır ya; “Kuştur, uçar tutamazsın.”, “Böcektir, ezer kurtulamazsın.”, “Çiçektir, koparırsın, solmaktan kurtaramazsın.”, “Platoniktir, ağlar, kudurur, ulaşamazsın.”, “Ansızın bir deli çaydan içersin de, kanamazsın.” gibi. [*]cem karaca evet[/*]

Duygusal telleri titreten manevi piyanomun tuşlarıdır, yukarıda saydıklarım.
“Bana göre aşk” a gelince sevgili okuyucularım,
Yaz akşamında Rachmaninoff’dan üçüncü konçertoydu sanırım.

Madem buraya kadar okudunuz, sizden küçükçe bir ricam olacak;
Plağın narin iğnesini üçüncü konçertonun üzerine hafifçe bırakın,
Madem aşk, hayatın monotonluğunu ertelemek, işinizi gücünüzü de bırakın.
Geçmiş aşklarınızı düşünüp, arkanıza yaslanın,
Tasvip etmemekle beraber içiyorsanız bir dal da sigara yakın.
Bir de sonu çirkin güzel hikayeme bakın, ama sakın
Müziği unutmayın !


Derler ya, kadınlar önce kendileri için süslenirler. Büyük bir yalan bu. En azından, erkeksi düşünceme bir adet kadın şahidim var.
Erkek tarafı için amaç karizmatik görünmektir yahu. Eh, kısıtlı zihnimize göre bu durum kadın için de aynı olmalı diye düşünüyorum. Şahsen, evde tek başına, makyaj yapıpta oturan bir kadın görmedim henüz. :) Herkes birilerini etkilemek için güzel giyinir, hoş kokular sıkar diyerek önsözümü de bitiriyorum.

Efendim yazlık muhitteyiz, hoş bir temmuz akşamı. Bulunduğum yerin bir ada olmasından dolayı, yaz akşamları teninize deyen hafif meltem, günün boğucu sıcaklığını unutturuveriyor. Ama delikanlıyım ya, bana bir şey olmaz ya, şort-tişört-terlik modum sahile inince, kısa sürede, sevgilim olsa da sarılıp ısınsam moduna dönüşebiliyor.

Bir davet üzerine, duş alıp, sıcak bahanesiyle bizimkilerin tasvip etmeyen bakışları arasında ıslak saçlarımla evden dışarı çıkıyorum. Davet dediğime bakmayın, yazlık yerde ne daveti olacak, tabii ki de arkadaşlar tarafından sinema daveti. Dışarı çıkar çıkmaz belirli aralıklarla, bir metronom kusursuzluğunda hapşırmaya başlıyorum. Hem geç kaldığımdan, hem de hızlı yürürsem vücut ısım artar diyerekten, adımlarımı koşmanın bir kademe altındaki hıza yükseltiyorum. Tabii bu görüntüm bacağımın sakat olmasından dolayı aslan tarafından kovalanan yaralı bir ceylanı andırıyor.

Nihayet sinemanın önüne geldiğimde beni hoş bir kalabalık bekliyor. Zaten kalabalık olan arkadaş grubumuz, “kuzenim”, “kuzenim ve arkadaşı”, “lise arkadaşım” mazeretleriyle yirmi, yirmi beş kişiye varıyor. Biletlerin tükenmesi riskini almayarak arkadaşlarımla selamlaşmadan doğruca gişeye yöneliyorum. Gişede, kendine koca adayı aradığı için süslendiğini itiraf etmiş (demiştim :)) olan yakın arkadaşım Merve bilet almakla meşgul. Kuyrukta bekleyen insanlar gişeye yürüdüğüm için bana kızmasınlar amacıyla “Merve” diye bağırıyorum. “Telefonuna bak.” Merve dönüp gülümsüyor, her zamanki gibi ukala bir biçimde “Asıl sen bak.” diyor. Elimi cebime götürüyorken Merve’nin yanındaki kız dikkatimi çekiyor. Kız da gülümsediğine göre Merve’nin arkadaşı olduğunu tahmin ediyorum.

Beynim, “Bana da bilet almasını söylemiştim, muhtemelen onaylayan bir mesaj atmış olmalı.” diye düşünürken, kalbim narin piyanomun bütün duygu yüklü tellerine acımasızca vuruyor. Karnımdan başlayan derin soğukluk ellerime, ayaklarıma dalga dalga yayılıyor.

“İlk görüşte aşka inanıyor muyum?”,

“Evet, evet, evet kesinlikle inanıyorsun, sus şimdi.”


Kalbim beynime sessiz olmasını söylüyor. Merve, kalbimin beynimden daha hızlı çalıştığı o kutsal anlara şahit olmuş olacak ki, gülümsemesi daha da artıyor. Ben ise, bir eli hala cebinde telefonu arıyormuş gibi yaparak zaman kazanmaya çalışan, bir yandan sırıtmasına hakim olamayan, dışarıdan normal görünmeye uğraşan ama iç dünyasında fırtınalar kopan biri olarak, Merve’nin ve yanındaki kızın bana yaklaşmalarını izliyorum. Kalbim konçertonun en hareketli yerindeyken Merve elini uzatıp kolumu sıkıyor. Kahkaha atmanın eşiğine gelirken keyifle söze başıyor. “Tanıştırayım, kuzenim .......” Kızla gözgöze geliyoruz. Bir süre sonra kulak çınlamalarımın arasından, derinliklerden gelen ismimin söylendiğini duyuyorum. Kuzeni gülümsüyor, memnun olduğunu belirtmek adına elini uzatıyor. Gözümü kızdan ayırmadan boşlukta elini arıyorum. Merve’nin kolumu sıkan elinin yardımıyla tokalaşmayı başarıyoruz. Kış soğuğunda bile soba gibi olan elim, bu hareketli yaz gününde nedense buz kesiyor.

“Kıza belli mi ettim acaba?” diye söze başlayan beynim, kalbim tarafından son kez, sert bir şekilde uyarılıyor.

“Kapa çeneni, bu gece benim gecem! ”

Kalbim ve beynim iktidar savaşı verirken alana yavaş yavaş insanlar doluyor. Merve’ye “Bizden kimse gelmedi mi? ” diye soruyorum. Cevabını bildiğim halde gerginliğim geçsin diye acemice sorulmuş bir soru bu. Cevap gelmeyince arkamı dönüyorum, Merve’nin az önce durduğu yerde kuzeni duruyor. Arkaplanda ise gülmekten iki büklüm olmuş Merve, eliyle arkadaşlarıma beni gösteriyor, bir yandan da alaycı öpücükler yollayıp, diğer eliyle havaya kalpler çiziyor. Merve’nin bu şebekliğine gülmeden edemiyorum. Kuzeni neye güldüğümü görmek için arkasını dönüyor.
“Ah işte oradalar.” diye bağırıp, Merve’nin havaya çizdiği kalpleri kızın görmemiş olmasını umuyorum.
Dar koridorda “Önden buyurun.” diyerek centilmenliğimi konuşturuyorum, tabi asıl amacım kız bana bakmıyorken kendimi toparlayabilmek. Hemen arkasından takip ediyorken, uzun saçlarından burnuma, cennetten bir çiçek bahçesini andıran kokular geliyor. Tabii kokular kendimi toparlayamadan daha beter dağılmama sebep oluyor. Ayaklarımı güç bela sürüyerek Burak’ın yanına geliyorum. Bu sefer ustaca tokalaştıktan sonra kulağına, Merve’nin kuzeni hakkında ilan-ı aşkta bulunuyorum. Burak aniden kafasını kaldırıp “Merve, yanıma gelsene sana geçen akşamki olayı anlatayım.” diyerek bir şeyler zırvalıyor, abartılı bir de göz kırpması gönderiyor. Amacı Merve’yi yanına çağırarak Merve ile kızın arasına beni oturtmak. İşbirlikçi Merve durumu anında kavrayıp “Zevkle Burakcığım” diyerek sırtıma şaplakla teşvik eşliğinde bir kez daha kuzeniyle beni yalnız bırakıyor.

Boş kalan sandalyeye el mahkum oturuyoruz. Sıkıntıyla etrafıma göz gezdirmeye başlıyorum. Kızla konuşsam sesim hangi perdeden çıkacak bilmediğim için kalbimin yavaşlamasını bekliyorum. Soluma baktığımda, Merve’nin sandalyesinde tamamen bana arkasını dönmüş, Burakla derin sohbete dalmış numarası yaparak bize kulak kesildiğini görüyorum. Yani kısaca Merve'den "sırt çevirmek" deyiminin uygulamalı açıklamasını görüyorum. Sol tarafımda Merve’nin sırtından bir duvar olduğundan ve benim o duvarı seyretmek gibi bir fantezim olmadığından mecburen sağa dönüyorum. Kulağıma gelen ani hışırtıdan ve kızın önüne bakarak dik oturmasından az önce aynı doğrultuya baktığımızı kestiriyorum. Bu sefer zaman kazanma sırası kızda olacak ki, “Hangi film oynuyormuş, biliyor musun? ” gibi cevabı herkesçe bilinen bir soru sorarak gülümsememe sebep oluyor.

“The Shine”

Beynimi devreye sokuyor, ünlü bir piyanistin –David Helfgott- hayat hikayesi diyerek bildiklerimi anlatmaya başlıyorum. Rachmaninoff’un üçüncü konçertosunu hatasız çalan sayılı piyanistlerden diyip hafızasına sağlam bir de spoiler kazandırıyorum.

Film başlıyor. Karşıdan yüzüme vuran spotlar kapanıyor nihayet. Işıktan nefret ediyorum, zaten yüzüm yanıyor. Karanlıkta rahatlamanın etkisiyle yüzüme hücum etmiş olan kan, yavaş yavaş ellerime ve ayaklarıma yayılarak, beni “kangren olmuş” görüntümden kurtarıyor.

Filmin ortalarına doğru hafif rüzgar, ara ara şiddetlenerek, tepemizdeki çınar ağacını dans ettiriyor, benimse ıslak saç köklerimi donduruyor. Bunun doğal bir sonucu olarak tekrar hapşırmaya başlıyorum. İlk başta yirmi otuz kişi “Çok yaşa” diyor. Ben Guinness’in dikkatini çekmeye başladıkça, rekor hapşırıklarımdan sıkılanların arasına, ağzımı eliyle sıkı sıkı kapatan Merve de ekleniyor. Sağımda ise hayatımın potansiyel aşkı sabırla, sıkılmadan “İyi yaşa” diyor. Tatlı tatlı “Hepbirlikte! ” diyorum.
Sonra Merve’nin, nefes alamadığım için işe yarayan bu hareketine gülmeye başlıyoruz. Gülmemiz geçince kız kulağıma eğilip “Hırkamı verebilirim.” diyor. Hırkasına ilk defa göz attığımda kızın aşırı güzel giyindiğini farkediyorum. Sonra gözlerim kendi kıyafetime kayıyor, utanıyorum. Yanında güzel bir kızla geleceğini haber vermeyen Merve’yi tokatlayacağım anın huzurunu düşünerek kendimi rahatlatıyorum. Kızın teklifi, beynimde başka şeyleri kurcaladığım için havada kalıyor. Bir kendisine bir de kendime baktığımı gören kız “Bu hırkadan sana sanırım sekiz on tane anca yeter” diyerek ortamı daha da yumuşatmanın ötesine geçip, kıvama gelmiş gülme sinirlerimizi tetikleyerek, hem kendisini hem de beni kahkahaya boğuyor. Sessiz ortamda gülmemeye çalışmanın zorluğunu farkedip dışarı çıkmak için ayağa kalıyoruz. Aralarından iki gürültü makinesi ayrılacağından, ayağa kalkıp filmi bölmemiz seyircilerin pek de umurlarında değil.

Nefes nefese dışarı çıkıyoruz. İstemsiz gülüşlerimizin arasından fırsat bulup, kıza “Bu hırkaya başka neler ekleyebiliriz, bir bakalım” gibi bir şeyler söyleyip, yoldan geçenlerin hırkalarına abartılı şekilde göz dikmem, bizi gülmenin doruk noktalarına ulaştırıyor.

Ortalık durulduğunda kaldırıma oturuyoruz. Tekrar sinemaya giripte bu anı bozmak aklımın ucundan bile geçmiyor. Zaten açık hava sineması, film de müzikal tarzda olduğundan içeri girmeye çok da lüzum yok. Platonik olduğunu düşündüğüm aşkımı açıklığa kavuşturmanın merakıyla ve arkaplandan gelen piyano sesinin gazıyla deli cesaretimi kullanarak kıza kendisinden çok hoşlandığımı söylüyorum. Gözlerim kızaran bir yüz, kulaklarımsa kem-küm duymayı beklerken, aradan sıyrılan dudaklarım muhteşem ödülünü alıyor. Beynim “o an”ın etkisiyle duyularını kontrol etmeyi bırakıp sadece kendi aldığı zevkle meşgul oluyor. Kalbim bile yerinde değil, atardamardan fırlayıp bütün vücudumu turluyor, kılcal damarlarıma bile girerek sevinç içinde aşık olduğunu haykırıyor, adeta konçertonun her notasını tüm hücrelerime tek tek işliyor...

Ne kadar zaman geçtiğini kestiremiyorum. Telefonuma gelen mesaj hala dünyada olduğumu bana hatırlatıyor. Aşkımı bir kez daha öpüp elimi cebime götürüyorum. “2 mesaj alındı.” Biri Burak’tan “Bu ne hız oğlum, nerdesiniz? ” diğeri Merve’nin bilet gişesinde bakmamı söylediği eski mesajı: “Hızlı gel, nerdesin? ” Merve’nin tekil olan mesajı, ruhumun kayıp eşini bulmasıyla, Burak’ın çoğul mesajına dönüşüyor. Bu hoş tesadüf aslında her şeyi açıklıyor. “Aşk insanı tamamlar, gerekli hıza da ulaştırır.” :D

Hem yazı fazla uzadığından, hem de bu kısım beni üzdüğünden son kısmı hızlı geçeceğim.

Temmuz-Ağustos-Eylül derken, ilişkimizi sonlandıran bir haberle yıkılıyorum. Müstakbel kayınvalidem, müstakbel kayınpederimden boşanmış, kızını da yanına alıp Fransa’ya gidiyor.
Kendisinden bir daha haber alınamıyor.

Bu haberi bana aşık olduğum kız değil de kuzeni Merve veriyor. “Üzülmemek için veda etmedi.”, “Seni hala seviyor, perişan oldu kız.” gibi tesellilerle beni daha çok üzüyor ama bir yandan da aklımı yitirmeme engel oluyor. Peki ya kalbim? Kalbim olmadan aklımın ne önemi var ki? Derin düşüncelerimi Merve tekrar bölüyor, bana dönüp “Biliyor musun o gün kuzenim seni iskeleden eve giderken görmüştü, sinemaya gelecek mi diye bana sorduğunda, gelecek tabii demiştim. O gün o yüzden o kadar şık giyinmişti.” diyor. Merveden susmasını rica edip o ana kadar tuttuğum gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken, içten içe eriyorum. Teselli etmenin yollarını arayan Merve eliyle gözyaşlarımı silerek sıkı sıkı sarılıyor “Kardeşim” diyor.

Bana da geriye müstakbel kayınvalidemin narin piyanomdan tek celsede kopardığı bütün telleri tamir etmek kalıyor...

11
Kurgu İskelesi / Kutsal Şehir - Bölüm II
« : 22 Eylül 2010, 16:33:57 »
Önsöz


Kahkahası, delirmiş bir Tanrının zevk çığlıklarını andırıyordu. Tiz, yankılı ve keskin bir kahkaha. Kör düşmanını acımadan katletmişti. Kalbini yerinden söküp küçümser bir edayla inceledi.

“Tanrıymış!”

Dudaklarını kıvırarak söylediği sözcük, rüzgarın cılız sesini bastırarak kısa bir süre hüküm sürdü. Arkasında kırmızı çizgiler eşliğinde sonsuz bulutun içine bırakılan kalp hala canlı görünüyordu...


Giriş


Ateş yakmak için el ve ayaklarının da yardımıyla, yerde çatırdayan dallar, kurumuş kabuklar ve alevi kızdırmak için geniş yaprakları olan bir ağaç dalı arıyordu. Ateşi ısınmak için yakacaktı, zira etrafın aydınlatılmasına ihtiyacı yoktu. Homurdanan gökyüzü çok geçmeden yeryüzüne öfkesini kusacaktı. Hızlı hareket edip mağaraya dönmeliydi. Şans Tanrıçası Riksus’a dua ediyordu ki, yağmur başlayınca duasını yarıda kesip bağırarak küfür etti. Gökyüzü kahkahayı andıran bir gümbürtüyle karşılık verdi. Fırtına şiddetlenmişti, yılın bu zamanında bu hiç de adil değildi. Belli ki Şans Tanrıçası iltifatları kabul etmişti. Yere çakılan yıldırımı göremese de ensesindeki rahatsız edici his yakınına düştüğünü müjdeledi. Saçları dikilmişti. Kardeşi kahkaha atıyor,

“Çok yakıştı ama, bu şekli bir ara denemelisin”
diyerek eğlendiğini belli ediyordu.

Kardeşini göremiyor, fakat onun uzun boylu ve gece mavisi ten rengine sahip çekici bir kadın olduğunu biliyordu. Son zamanlarda yeryüzüne inmek gibi rahatsız edici huylar edinmişti.

“Ne var Syliza, sana değil de Şans Tanrıçasına dua etmem hoşuna gitmedi mi?” demişti kör adam.

Kulakları “Babamızı kızdırıyorsun, yaşamaya kör olarak devam etmek zorunda değil-”
cümlesini dinliyordu.
Ağzı itiraz edercesine lafa karışıp “Buna siz karar veremezsiniz, beni rahat bırakın” diyerek sözünü kesti mavi renkli kadının.

“Bu son uyarıydı kardeşim, ya Tanrı gibi yaşar ya da kör, sefil, yaşlı bir adam olarak buralarda sürünürsün” dedi kadın.

Kardeşinin etrafına tiksintiyle baktığını neredeyse görebiliyordu kör adam. Hırçın rüzgar sesini bastıran ani bir çatırdama, Şimşek Tanrıçası’nın gökyüzüne geri döndüğünü haber etti. Kör adam yağmurdan ıslanmış saçını düzeltip göz bandını çıkardı.

“Tanrıymış! Ben Tanrı değilim.” diye homurdandı kendine.

Duruşunu dikleştirdi ve aniden ortadan kayboldu. Gözleri kör edecek kadar parlak ama etrafına ışık saçmayan, tüm renklerin karışımı beyaz ışık adamın biraz önce doldurduğu boşlukta bir süre asılı kaldı...


Bölüm I


“Köleleri getirin!”

Ses, duyan herkesi yerine çivilemiş, emri anlayıp uygulamak isteyen hizmetkarlar ancak belirli bir süre sonra kendilerine gelip itaat edebilmişlerdi.

“Çabuk olun”

Sesini zorlanmadan çıkarıyor, fakat ürkütücü motiflere sahip, kanlı desenlerden oluşan katliam salonunu titretiyordu. Duvarlardan akan insan parçaları yavaş yavaş yerde birikmiş kemiklere kavuşarak sağlıklı bir insanın aklını yitirmesine neden olacak manzaralara yol açıyordu. Tavandan sarkan insan bağırsakları dekoru tamamlıyordu. Köleler arasında iki insan kadın, üç küçük çocuk ve altısı da hafif yaralı gözüken adamlar vardı. Ürkütücü sesin sahibi ayağa kalkıp, hızlı adımlarla kölelere yaklaşıyor, kadınlardan biri dışında tüm köleler umutsuzluğa kapılıyor, yere eğilip elleriyle başlarını korumaya çalışıyorlardı. Derken altı köle adam da titreyerek yerden yükseliyordu. Elleri, ayakları ve başları yer çekimine direnemiyor fakat bedenleri, göğüs kafesleri güçlü bir el tarafından yukarı çekiliyormuşçasına havada asılı kalıyordu. Ürkütücü adam yaklaştıkça çatırdayan kemikler, göğüs kafesleri yukarıda olan köle adamların boyunlarının kırıldığını söylüyordu. Aniden etrafa kanlar saçıldı ve adamlar, gözleri faltaşı gibi açılmış kadının ve küçük çocukların çığlıkları arasında yere düştüler. Bu dehşet verici andan geriye, havada asılı altı kalp kalmıştı. Görünürde adam adım atmaktan başka hiçbir şey yapmamıştı, ne elini kaldırmış ne de bir mekanizma kurmuştu. Ama kalan kölelerin, bu katliamın sahibinin başkası olabileceğine dair herhangi bir şüphesi yoktu, oldukları yerde kalakalmışlardı. Siyahlar giyinmiş adam son adımlarını da atarak iki kadının karşısında durup onları baştan aşağı süzdü. Aniden gülümseyerek, ona bakan herkese, olunabilecek en sempatik insan şeklinde gözüktü. Ellerini iki yana açarak kalın ve gür bir sesle,

“Hoşgeldiniz Sarayıma, ben Kral Zydar”
dedi.

İsmini söylerken keyif aldığını belli ediyordu. Gözleri mor ve kırmızı arasında gidip geliyordu. Gözbebekleri yoktu. Vücudunu örten ince pelerin gecenin kendisi kadar siyahtı. Konuşurken alnında anlaşılmayan imgeler bir beliriyor bir kayboluyordu. Korkunç görünümünü geri kazanarak,

“Dostlarını benimle tanıştırmayacak mısın Nylizar? Bu şerefi neye borçluyum?”
dedi.

Sesi samimiyetten yoksun, alaycıydı. Ayakta duran ve olan bitene tepki vermeyen kadın konuştu.

“Yanımda duran Şans Tanrıçası Riksus ve yanındakilerde onun çocukları olan yarı tanrılar. Öldürdüklerin ise insan kocaları, idi.”


Zydar kahkaha attı. Kral’ın kahkahasını desteklercesine salondaki Dehşet Lordlarından kaba çığlıklar yükseldi. Riksus ve çocukları kulaklarını kapatmak zorunda kaldı. Nylizar da ise bir değişiklik yoktu, yüzü ifadesizdi. Ölen insanlara üzülmüştü belki ama Dehşet Lordlarını özellikle de Kral’ı görecek kadar yakına gelmiş bir insanın yaşaması zaten olanaksız olduğundan durumu kabullenmiş olmalıydı. Kral konuşmaya isteksiz görünüyordu, ama bir açıklama borçluymuş havasına bürünerek Riksus’a dönüp sözlerine devam etti.

“Eh insanlar idi sonuçta değil mi Riksus, senin insanlarla ne işin olabilir?”

Son sözcükleri öfkeyle söylemişti. Riksus’un burnundan ve kulaklarından kanlar fışkırdı. Zydar elini kaldırıp, parmağını küçük çocuklara doğrulttu. Nylizar el ile çocukların arasına girerek,
 
“Yapma, senden daha şerefli bir el ile ölmeyi hakediyorlar”
dedi.

Çocukların yanına gidip onlara son kez sarılarak üçünü de aniden küle çevirdi. Zydar durumdan memnun kalmıştı. Riksus konuşmaya cesaret edemiyor, bir Tanrıça olmasına rağmen burnundan ve kulaklarından gelen kana anlam veremiyordu. Aklını okumuşcasına Zydar söze başladı.

“Geri dön Riksus, geri dön ve sefil Tanrılara Kral Zydar’ın geldiğini söyle! İnanmayanlara, narin boynuna akan, ölümlülerin yaşam sıvısını gösterirsin. Kanına bulanmış titrek dudaklarını oynatabilirsen tabii! ”


Kötücül kahkahayı son kez dinleyen Riksus bembeyaz kesilmişti. Ayakta güçlükle duran Tanrıça, Nylizar tarafından insan ırkının olduğu gezegene yollandı.

“Riksus bugün şanslı gününde değil anlaşılan”
diye gürlüyordu Kral.

Aniden Nylizar’a dönerek “Sen de en az benim kadar kötülük içinde yüzüyorsun Nylizar. Karanlığın tohumlarını ekecek yeni bir varisimiz olmalı, ne dersin? ”

Nylizar konuşmamayı tercih etti. Günışığı girmeyen salonda rahatsız edici bir hava vardı. Daha önce hiç görmediği, orantısız vücutları olan iblisler yerdeki altı adamın cesedini yemekle meşguldü. Bu tiksindirici görüntü karşısında midesi bulandıysa da bir şey belli etmedi. Zydar’ın tahtına baktı, tahtın arkasındaki büyük küreye doğru kayan altı ruh dikkatini çekmişti.


12
Müzik / John Williams
« : 17 Eylül 2010, 00:54:48 »

John Towner Williams, ABD'li besteci, orkestra şefi, piyanist, müzik adamı. Modern çağın en önemli ve popüler senfonik film müziği bestecilerinden biridir. Beş Akademi Ödülü, on yedi Grammy, üç Altın Küre, iki Emmy Ödülü ve İngiltere Film ve Televizyon Sanatları Akademisi’nden beş BAFTA Ödülü sahibidir.



El attığı filmlerden bazıları :

Er Ryan'ı Kurtarmak (Saving Private Ryan), Amistad, Kayıp Dünya (The Lost World), Sabrina, Jurassic Park, Evde Tek Başına (Home Alone), Indiana Jones üçlemesi, Güneşin İmparatorluğu (Empire of the Sun), Eastwick Cadıları (The Witches of Eastwick), Star Wars üçlemesi, E.T., Superman, Jaws, Harry Potter'ın ilk üç filmi, Bir Geyşanın Anıları (Memoirs of a Geisha)... gibi uzayıp giden, seksenden fazla soundtrack kompozisyonunu kapsayan bir filmografisi vardır.

Kişisel görüşüm :

Star Wars, The Terminal, Seven Years in Tibet, Shindler'in Listesi gibi beni benden alan filmlere müzikler yapmış, kaybedilmemesi gereken, dondurulması veya genetik haritası çıkarılıp kopyalanması gereken bir Müzik Tanrısıdır. Sadece "Imperial March" desem yeterli aslında. :)


Detaylı Hayatı :
Spoiler: Göster


8 Şubat 1932’de New York’da doğdu. Küçük yaşlarda başlayan müzik aşkını, "Babam ve onun arkadaşları müzisyendi. Bir çocuk olarak müziği yetişkinlerden gördüm. Büyük bir ihtimalle sözcükleri okumadan önce notaları okuyabiliyordum." sözleri ile anlatmaktadır.

On dokuz yaşına geldiğinde ilk piyano sonatlarını besteleyen Williams, müzik eğitimine yedi yaşında piyano çalmayı öğrenerek başlamış, ardından trompet, trombon gibi nefesli çalgılarla devam etmiştir.

Bir caz davulcusu olan babası, New York CBS orkestrası ile çalışırken daha sözcükleri okumadan notaları okumaya başlayan John, orkestranın piyanisti çalamadığı zamanlarda onlara eşlik ederek, babasının bağlantıları sayesinde müzik işine girmiş oldu.

John Williams, ailesiyle birlikte 1948 yılında Los Angeles’a taşınarak, burada UCLA’ya kayıt olmuş ve özellikle ünlü bir İtalyan besteci olan Mario Castelnuovo-Tedesco kompozisyonları üzerinde eğitim görmüştür.

Babası, otuzlu yaşlarının sonlarında 20th Century Fox stüdyolarında iş aldığında, Williams da onun peşine takılarak film müziği için orkestra çalışmalarını izlemeye başlamıştır.

Bu durumun kendisini film müziği bestelemek anlamında nasıl eğittiğini, “Piyanoda oturup ekrana bakar ve aksiyonun orkestranın müziğiyle nasıl uyum sağladığını gözlerdim, nasıl yönetildiğini. Bu harika bir okuldu benim için, aslında bilinçli olarak istemedim ama bu orkestranın çaldığı okulda bulundum ve kendimi öğrenir halde buldum.” diyerek açıklayan Williams, böylece önüne çıkan her türlü fırsatı en iyi şekilde nasıl değerlendirmeyi bildiğini de bizlere göstermiş oluyor.

Hava Kuvvetlerindeki hizmetinden sonra, 20’li yaşlarının başında New York’a geri dönerek, Madame Rosina Lhevinne’den piyano dersleri aldığı prestijli bir okul olan Juilliard School’a kaydolmuştur.

Bir yandan okuluna devam ederken diğer yandan da hem klüplerde hem de kayıtlarda caz piyanisti olarak çalıştıktan sonra, sinema dünyasına girerek film müziği kariyerine başladığı Los Angeles’a dönmüştür. Dönüşünün ardından, 1960’larda Irvin Allen’ın “Lost of space”, “Time Tunnel” ve “Lord of the Giants” gibi televizyon programları için müzikler bestelemeye başlaması ile Hollywood ile ilk teması gerçekleşmiştir.

Los Angeles’e dönüşü sonrası şansı, Columbia Pictures’ın orkestrasında 1950’lerde piyanist olarak çalışan misafir orkestra şefi Dimitri Tiomkin ve Bernard Herrmann’ın Williams’ın yeteneğini keşfetmesi ile dönmüştür.

Hollywood sinemasının altın çağında, Alfred Newman, Franz Waxman, Bernard Hermann ve sonra Henry Mancini için piyanist ve müzik direktörü olarak çalıştığı bu dönemde, televizyon için yapmaya başladığı müzikler nedeniyle 1962 ile 2002 yılları arasında beş kez Emmy Ödülüne aday gösterilmiş, 1968 yılında Heidi ve 1971 yılında Jane Eyre ile iki kez Emmy Ödülünün sahibi olmuştur.

Alfred Newman’ın dikkatli yönlendirmesi ve sektörü keşfetmesi ile Williams film müziklerine geçiş yapmıştır. Allen, “The Poseidon Adventure” ve “The Towering Inferno’ yu” da içeren felaket konulu popüler film serilerini yapmaya geldiği zaman film müzikleri alanındaki ilk adımlarında kendini yeniden Allen için çalışırken bulmuştur.

Williams’ın film müziği alanında ilk özel ve önemli başarısı Jerry Bock adaptasyonu olan “Damdaki Kemancı” ile 1971 yılında ilk Oscar’ını almasıdır.

Müziğin dahi çocuğu Williams, Don Siegel’in “The Killers” filmine, Siegel'in caz hayranlığı ve filmin havası nedeniyle hazırladığı, zaten aşinası olduğu caz müzikleri ile adından iyice söz ettirmeyi başarmıştır.

Dönemimizin ünlü yönetmeni Steven Spielberg 1970’lerde sinema dünyasına adım atıp film işine ilk başladığında, bir stüdyo sahibi tarafından John Williams ile tanıştırıldı. Film müzikleri dünyasının dahi çocuğu Williams ile genç bir yönetmen olan Spielberg 1974’de “Sugarland Express” adlı filmde ilk kez bir araya gelip ortak bir çalışma yapmışlardır.

Birlikte ilk çalışmaya başladıkları andan itibaren çok iyi bir ikili ve arkadaş olan Spielberg ve Williams, Jaws filminin projesinde yine birlikte çalıştılar. Bu muhteşem filmdeki gerilim anlarının vazgeçilmez müziği olarak klasikler arasındaki yerini alan çalışması ile Williams ikinci Oscarına 1975 yılında uzanmıştır.

Spielberg, onu üçüncü Oscarına götürecek olan, sinema tarihine damgasını vuran ve tüm dünyada bu güne kadar benzeri görülmemiş bir hayran kitlesi edinen Star Wars destanının yaratıcısı George Lucas ile tanıştırmıştır. John Williams, Spielberg ve Lucas’ın filmlerini tamamlayan onlara benzersiz bir hava katan müziklerin değişmez bestecisi olarak halen bu iki yönetmen ve yapımcı ile birlikte çalışmaktadır.

Spielberg ile yakın ilişkisi ve yönetmenin sinema dünyasındaki çok özel kariyeri Williams’ı dönemin Superman, Starwars, E.T., Indiana Jones gibi pek çok önemli ve unutulmaz filminin bestecisi yapmıştır.

1982 yılında Spielberg’in uzaylılara, sevgiye ve dostluğa ilişkin sinema tarihine damgasını vuran E.T. filminin müzikleri ile 4. Oscarını kazanmıştır.

Spielberg ve Lucas gibi sinema dünyasının usta yönetmen ve yapımcıları ile çalışması, peş peşe aldığı oscar adaylıkları ve ödülleri Williams’ı hızla zamanın başta gelen film müzisyenleri arasına yerleştirmiştir. Hatta dönemin en iyi ve en başarılı tek film müziği bestecisi ve direktörü olduğu kabul edilmeye başlanmıştır.

Williams yine bir Spielberg filmi olan Schindler’in Listesi için yaptığı müzikler ile 1993 yılında 5. Oscarını da kazanmayı başarmıştır.

Çoğunlukla film müzikleri ve senfonik eserleri ile tanınan John Williams, sinemadan başka alanlarda da müzik çalışmaları olan, birçok konçerto ve senfoni de dahil olmak üzere pek çok konser çalışmasının yaratıcısı ve ünlü bir orkestra şefidir. Ayrıca 1984, 1988 ve 1996 yılı Olimpiyat oyunlarının müziğini bestelemiştir.

Ocak 1980’de Boston Senfoni Orkestrasının kurulduğu 1885’den bu yana on dokuzuncu Yönetici Şefi seçilerek, emekli olduğu 1993 yılına kadar Cleveland, Chicago, Dallas, Los Angeles ve Londra senfoni orkestralarında misafir şef olarak orkestra yönetmiştir.

Bu çalışmaları ile Ulusal Tiyatrocular Birliği tarafından yılın Orkestra Şefi unvanına layık görülen John Williams 2000 yılında ShoWest’in Maestro Ödülünü almıştır.

Söz konusu ödül, Las Vegas’ta gerçekleştirilen NATO’nun yıllık toplantısında George Lucas tarafından John Williams’a verilmiştir. Lucas pek çok filmine beste yapmış ve aynı zamanda yakın arkadaşı olan John Williams’a ödülünü verirken “ShoWest Ödülünü bugün John Williams’a takdim edebilmem benim için çok büyük bir onur” sözleri ile bunun kendisi için ne kadar gurur ve mutluluk verici bir olay olduğunu belirtmiştir.

Williams’a, Boston Berklee Müzik Okulu, Boston College, Northeastern Üniversitesi, Tufts Üniversitesi, Boston Üniversitesi, New England Müzik Konservatuarı ve Boston’daki Massachusetts Üniversitesi de dahil olmak üzere 14 Amerikan üniversitesi tarafından fahri doktora unvanı verilmiştir.

Sayısız adaylıkları ile 5 Akademi, 18 Grammy, 3 Altın Küre ve 2 Emmy ödülü sahibi olan Williams 43. kez Akademi Ödülüne aday gösterilmeyi başararak, yaşayan ve en çok akademi ödüllerine aday gösterilen kişi unvanına sahiptir.

Film müzisyeni olarak sinema dünyasına yaptığı ve yapmaya devam ettiği katkılardan dolayı 23 Haziran 2000’de Hollywood Şöhretler Bulvarı’nda ilk yıldızına sahip olmuştur.

Son yıllarda dünyaca üne kavuşan Harry Potter serisindeki ilk 3 filmin müziklerini bestelemiştir.

Kaynak: wikipedia

13
Düşler Limanı / En Değerli Varlığıma!
« : 13 Eylül 2010, 02:47:06 »
"Köpükler bu sefer çok az baba yaa!" teknenin demirlerinden aşağı sarkıp minik parmağıyla suyu gösteriyordu.
Okuduğum kitabı kapatıp yudumladığım kolayla birlikte sehpaya bırakarak ayağa kalktım, sırtımdaki ısıyı, güneşin yakışını yeni hissetmiştim. Gerindim, kahvaltıdan sonra kaç saat geçtiğini farketmemiş olacaktım ki tekrar acıktığımı hissettim. Hafif dalgalı suyla bir olan haylaz güneş, kızımın yüzünde ve benimkinde şekilli ışık oyunları oynuyor, bizimle alay edip kendini eğlendiriyordu. Kızımın yanına gittim sıkı sıkı sarılıp "Canım kızım" dedim.
"Burada bekle bakalım şimdi gelirim, sonra birlikte köpük sayacağız anlaştık mı?" Kafasını yukarı aşağı salladı, teknenin hızını arttırmak için güç ünitesine yöneldim. Motora bağlı olan, boğa boynuzunu andıran demir çubukları hızlıca ileri ittim ve istediğim tepkiyi anında aldı kulaklarım "Yuppiiiiii ! köpük köpük ! her yer köpük ! seni çok seviyorum babaaa hadi gel saya-" Gözlerim sabitlendi, kızımı görüyor, duyuyor ama herhangi bir tepki veremiyordum, beynim kilitlenmişti adeta.

Tanrı'ya her gün şükrediyordum, bu kusursuz meleğini bana göndermeye layık gördüğü için. Küçücük, savunmasız, ama cesur ve sevecen tam babasının kızı ! Biraz böbürlenmek iyidir dedim, insanların gözüne yaptıklarımı sokmazsam belki de hiç görmeyecekler düşüncesiyle. Zamanında ne kadar hata yapmışım "Keşke" dedim kendime, keşke mutluluğun burada küçük bir parçamda olduğunu daha önce görseymişim. Anılarım aklıma gelince gözlerim doldu, malum anılar her zaman mutlu etmez insanları.
 
Söz verdiğim gibi geri dönüp yanına oturmak için eğildiğim sırada, dokunmaya bile kıyamadığım şerbetli yanaklarına istemeden sevinç ve endişe dolu göz damlamı düşürüvermiştim. Bana baktı, gözlerimdeki endişeyi görmüş olacaktı ki "Baba üzülme ben ağlamadım, sanırım denizden geldi" dedi. Canımmm dedim içimden, "Çok seviyorum seni" annesine söyleyemediğim sözler ağzımdan biranda çıkıvermişti. "Birtanem sen iste ölürüm bile" gibi salakça bir erkek sözü diyecektim ki bunun gerçek olma ihtimali bile, meleğimi yalnız bırakma düşüncesi bile, ensemdeki tüylerimi ürpertti, dilimi tuttum. "Ben de seni baba" "Hadi köpükleri sayalım, ben on on ve sekiz tane saydım hihihihi geçtim senii" diyerek baş parmağım boyutundaki ellerini bana gösteriyordu. Karnımın üzerine yatıp köpüklere doğru elimi uzattım. Midemden  soğuk bir dalga yayıldı, sanırım bu kısım güneş almadığından teknenin arkası soğuktu, karnımı üşütmüş olmalıydım. Elimi uzatıp yer ile göbeğimin arasına soktum. Bir taraf aşırı sıcak diğer taraf ise buz gibiydi. "Tekne sıcakmış hayret!" Kitap okurken kolayı fazla kaçırdığımı düşündüm, sağlığıma daha çok önem- Ah!
"BABAAA !" "İyiyim ben aşkım" "BABAAAAA" "Canım iyiyim dedim ya merak etme"
"Aaah!" Tekne sert bir dalgaya gelmiş olmalıydı havaya uçmuştum. Kızım hala teknede güvendeydi, aferin bebeğime tutunmuş olmalıydı bir yerlere. Babası sert dalga yüzünden yukarı uçarken, o yine yerinde sapasağlam kalarak babasını alt etmişti. Yalnız anlam verememiştim, kızım yerdeki bir adama ağlayarak sarılıyordu, bir süre sonra sakinleşti. Aniden kafasını kaldırdı ve nasıl yaparsın bunu dercesine minik kolları yerdeki adama sarılıyken kılıç gibi keskin bakışlarını havada asılı kaldığım yere çevirdi. Bakışlar adeta gözlerimi delip geçiyordu. Konuşmasına, bağırmasına gerek yoktu o gözler her şeyi söylüyordu...

Ah dedim, canım parçam son bir kez sarılabilseydim sana ya. Görünmez bir el tarafından geri çekiliyordum, gözlerimi minik bedeninden alamadım meleğimin, gittikçe küçülüyor, engin denizin içinde kayboluyordu kocaman tekneyle birlikte. Ne yapacaktı şimdi kızım, "Tekne sıcakmış hayret!" söylediğim son söz bu mu yani, son bir kez endişelenmemesini tembihleyemedim mi bebeğime, onu ne kadar sevdiğimi. Ağlamaya çalıştım bu sefer derin bir korkuyla ama olmadı, sisli puslu bir hava hakim oldu etrafa, bilincim kaybol-

14
Düşler Limanı / Traum
« : 15 Ağustos 2010, 16:43:29 »


          Tüm gücüyle bir kez daha bastırdı pedala, neden çıkamıyordu ki alt tarafı bir basamaktı, son basamaktı, şampiyonluk basamağıydı. Terden sırılsıklam olmaya başlayan yumruk halini almış ellerini açamıyordu, bırakamıyordu bisikletinin demirini. Bir katilin kurşunlarıyla ölen babasının görüntüsü ve onu gören annesinin çığlıkları beynine bıçak gibi saplandı ansızın. Kulağına nereden geldiği belli olmayan basit bir sevinç çığlığıydı kalbini anılarla sızlatan ses, elleri üzüntüden yavaşça gevşedi, kafasını yukarıda tutmak için güç bulamadı ve halsizce boynunu büktü. Islatmak için dudaklarını yaladı, ağzına gelen tuzlu tattan hoşlanmadığı için yere tükürdü. Moralini diri tutmalıydı, bunlar yarışın ortasında akla gelecek şeyler değildi. Kendisine, on iki yıl önceki olayı hatırladığı için sessizce bir küfür armağan etti. Antrenörünün öğretilerini hatırladı, kendini rahatlattı, derin bir nefes alıp tüm gücüyle pedala asıldı, "Bir şeyler ters, lanet olsun!" kendine kurduğu son cümleler bunlardı.

          Ter içinde uyandı, kalbine iki kurşun isabet alan babasının kanlar içindeki görüntüsü hala gözünün önündeydi, hızlı hızlı nefes alarak kalp atışlarını düzenlemeye çalıştı. Babası güçlü bir adamdı, hastanede tam dört yıl boyunca hayata tutunmaya çalışmış, masrafları karşılayamayan annesi, bir hayalle yaşamaktansa çocuğuna bakmaya karar vererek fişin çekilmesini istemişti. Gözlerini kırpıştırdı önündeki görüntüyü netleştirmeye çalışıyordu, son kez göz kapaklarını bastırdı ve hızla açtı, annesinin endişeli yüzünü gördü, gözlerini açan çocuğunu görünce rahatlamışa benziyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışan bakışlar atınca, annesi açıklamaya başladı...
         
          Zil çaldı, kapının dışından kahkahalar duyuluyordu, ses babasına aitti, sevinçle kapıya koşup kapı koluna asılarak hızla geri çekti. Küçük elleriyle zıplayıp babasının beline sarıldı havada asılı kalarak maymunluk yapıyordu babasını görmesinin sevinciyle. Merakla "ne oldu baba ? neden gülüyorsun ?" sorularını bağırarak babasına yönelttiğinden orta yaşlarında olan adamın kafasını şişirmeye başarmıştı bizim on yaşlarındaki velet. Adam, çocuğu yere indirip poposuna bir şaplak atarak odasına yolladı ve karısını yanına çağırdı. İşi nasıl aldığını, kimlerin para verdiğini, tüm işlerin yolunda gideceğini ve hiç bir sorun çıkmayacağını bir bir anlatmaya başladı. Kadının içinde dile getiremediği bir sıkıntı vardı, ancak kocasının sevincini bozmamak için bir şey demedi. Gece oldu, kadın içini kemiren şeyi bulamıyordu sanki bir yerde hata vardı ama göremiyordu, derin bir ürperti hissetti hırkasını geceliğinin üstüne geçirerek mutfağa su içmeye yöneldi, gitmeden çocuğunu kontrol etmek istedi ve odasına parmak ucunda yürüyerek yavaşça kapıyı araladı. Odası boştu. Kalbi çarpmaya başlamıştı koridorda koşarak banyoya baktı orası da boştu. Salondan çığlıklar duydu, yatak odasına dönerek kocasını uyandıracaktı ki, kocası elinde tabancasıyla yatak odasının kapısında hazırdı bile. Kadın tabancayı görünce söylenmeye kalkışacaktı ki durumun ciddiyetinden dolayı susmayı tercih etti. Hızla salona yöneldiler, adam karısını durdurup koridorda beklemesini söyledi ve parmak ucunda salona doğru ilerlemeye başladı. Çocuğunun boğuk sesini duyan anne panikleyip salonun ışığını açarak çocuğuna doğru koşmaya başladı. Üç kişiydiler, ortadaki adam silahını ağzını kapattığı çocuğun başına doğrultmuş, adamın ortaya çıkmasını bekliyordu. Ortadaki adamın yanındaki iki adam, çocuğuna koşan karısına silah doğrulttuğu için bile ölmeyi hakediyordu. Öyle de oldu ve hızlı bir hamleyle iki adamı da başından vurarak karısını yakaladı ve arkasına iterek ona siper oldu. Ortadaki adama silahını doğrulttu, karısı ve çocuğu bilmiyordu ancak adam kiralık katildi, ailesine başka işler aldığını anlatarak paranın nerden geldiğini açıklamaya çalışıyor, onların güvenliğini tehlikeye atmak istemiyordu, ancak son işinde yaş tahtaya basmış olmalıydı, herneyse kendisine bunun için sonra küfür ederdi, önce çocuğunu tehlikeden kurtarmalıydı...

          Yarışta duyduğu çığlığın sevinç çığlığı olmadığını, seyirciler arasından birisinin onu uyarmak için heyecanla bağırdığını söyledi annesi. Zinciri kırılmıştı, çocuk farketmeden pedala basınca ayağı boşta kaymış burnunu direksiyona çarpıp kırmış ve geriye düşerek kafasını yarmıştı, hastanede babasının yıllarca yattığı yatakta yatmasının sebebini böyle açıklıyordu annesi. Psikolojik tedavi de görmelisin artık diyordu, yeniden çocuğunun kızmasına sebep olmuştu. Ancak durum ortadaydı, çocuk on iki senedir hangi işe elini atsa son adımda babası aklına geliyor duraksıyor ve başına kötü şeyler gelmesine izin verip başarısız oluyordu. Bisiklet yarışında da olan buydu...

          Derin bir nefes aldı ileriye doğru zıpladı su soğuktu vücudunu bir balık gibi kıvırarak su altında hız kazanmaya çalışıyor, rakiplerine fark atıyordu. Çocukluğundan beri spor yaptığından atletik bir yapısı vardı, antrenörü triatlon yarışlarına katılmadan önce her dalda ayrı ayrı birinci olması gerektiğini söylüyordu. Bisiklet yarışında yaralanmış ve yarış dışı kalmış, başarısız olmuştu. Yüzme bebekliğinden beri yaptığı, en iyi bildiği spordu ve bu konuda oldukça ukalaydı, haklıydı da... Silahını ortadaki adama doğrulttu, hayatında en iyi yaptığı şeydi hedef almak, keskin nişancıydı, tüm silahlarda ustaydı, ıskalaması imkansızdı bu konuda kendini beğenmişti ve haklıydı da... Kafasını çıkarıp nefes alıyor tüm gücünü kaslarına vererek inanılmaz güçlü kulaçlar atıyordu, etrafa sıçrayan sular bir çitanın suyun üstünde koştuğunu düşündürüyordu seyircilere... Silahını ustaca kaldırdı hedefini çoktan almıştı, gözleri çocuğunun gözlerine kitlenmişti, namlunun ucuna bakmasına gerek bile yoktu tetiği çektiği anda çocuğu serbest kalacaktı... Rakiplerine bakmasına gerek yoktu, onları çoktan geride bıraktığını biliyordu, eli su yüzeyini bıçak gibi yarıyor, suyun altına girdikten hemen sonra doksan derece dönen bileğin yardımıyla su altında palet görevi görüyor, güçlü kolları vücudunu ileri atıyordu... Ya ıskalarsam, ya çocuğumu vurursam, bir daha bu işi yapmayacağım bu son işim son bir kurşun daha ve bitti... Bu kez başaracağım diye düşündü son bir kulaç daha... Tereddüt etmişti, gömleği ıslanıyordu, karşısında çocuğunun kocaman açılmış gözleri, yerde biriken kırmızı bir göl gördüğü son görüntüler ve kulakları yırtan bir çığlık... Bu çığlık da nerden geliyor... Son bir kulaç daha !

15
Yazarlar / Raymond E. Feist
« : 11 Temmuz 2010, 14:27:01 »
Spoiler: Göster


Tam adı Raymond Elias Feist olan Amerikalı yazar 1945 senesinde Kaliforniya'da doğmuştur. Güney Kaliforniya Üniversitesi İletişim Sanatları bölümünü 1977 senesinde onur derecesiyle bitirmiştir.

Üniversite yıllarında bilgisayarda oynanan fantastik role-playing oyunları ile tanışmış ve fantastik dünyasının geçtiği yer olan Midkemia da bu yıllarda şekillenmiştir.

İlk romanı olan Büyücü 1982'de Doubleday Yayın Şirketi tarafından piyasaya sürülmüş ve bir milyondan fazla basılmıştır.

Feist şu an çocukları ile birlikte San Diego'da yaşamaktadır.


kaynak : wikipedia



 Gedik Savaşları Efsanesi (The Riftwar Saga)

       1. Büyücü : Çırak (Magician: Apprentice) (1986)
       2. Büyücü : Usta (Magician: Master) (1986)
       3. Gümüşdiken (Silverthorn) (1985)
       4. Sethanon'da Karanlık (A Darkness at Sethanon) (1986)

  İmparatorluk Üçlemesi (The Empire Trilogy)

    * İmparatorluğun Kızı (Daughter of the Empire (1987) with Janny Wurts)
    * İmparatorluğun Hizmetkarı (Servant of the Empire (1990) with Janny Wurts)
    * İmparatorluğun Hanımı (Mistress of the Empire (1992) with Janny Wurts)

 Gedik Savaşları Dünyasından, Krondor'un Prensleri (Krondor's Sons)

    * Asilkan Prens (Prince of the Blood) (1989)
    * Kralın Korsanı (The King's Buccaneer) (1992)

 Yılan Savaşları Efsanesi (The Serpentwar Saga)

    * Karanlık Kraliçenin Gölgesi (Shadow of a Dark Queen) (1994)
    * Tüccar Prensin Yükselişi (Rise of a Merchant Prince) (1995)
    * İblis Kralın Öfkesi (Rage of a Demon King) (1997)
    * Kırık Tacın Parçaları (Shards of a Broken Crown) (1998)

 Gedik Savaşlarının Ardından (The Riftwar Legacy)

    * Krondor Serisi : İhanet (Krondor: The Betrayal) (1998)
    * Krondor Serisi : Kiralık Katiller (Krondor: The Assassins) (1999)
    * Krondor Serisi : Tanrıların Gözyaşı (Krondor: Tear of the Gods) (2000)

Sıralama kronolojik sıralamadır. Okunması gereken sırayı buradan takip edebilirsiniz.



 Türkçeye Çevrilmemiş Kitapları :

 Legends of the Riftwar

    * Honoured Enemy (2001)
    * Murder in LaMut (2002)
    * Jimmy the Hand (2003)

Conclave of the Shadows

    * Talon of the Silver Hawk (2002)
    * King of Foxes (2003)
    * Exile's Return (2004)

Darkwar Saga

    * Flight Of The Nighthawks (2005)
    * Into a Dark Realm (2006)
    * Wrath of a Mad God (2008)

Demonwar Saga

    * Rides a Dread Legion (2009)
    * At the Gates of Darkness (2010)

Chaoswar Saga (Yayımlanma Tarihi 29 Mart 2011 olarak belirlendi.)

    * A Kingdom Besieged (TBA) Yayımlanmadı
    * A Crown Imperiled (TBA) Yayımlanmadı
    * Magician's End (TBA) Yayımlanmadı

İşin geyiksel bilgi kısmını atladıktan sonra gelelim yazarın olaylara bakışına, arkadaşlarıyla frp oynarken ortaya çıkan hikayeyi olaylar örgüsü içinde kitaplarına nasıl yansıttığına, tüm kitaplarını sonuna kadar nasıl okutmayı başardığına, kalemindeki ustalığın kimi zaman zayıflayan hafızasının açıklarını kapatmasına olanak sağlamasına, okuyucuyu aynı anda 30 karaktere hayran bırakmasına, hayran bıraktığı karakterlerden birinin ismini yazmak için artık kalemini mürekkebe batırmadığında okuyucusunu üzüntüye boğmasına, yazdığı olaylardaki        -fantastik olmasına rağmen- en ufak detayları bile mantık çerçevesine oturtup okuyucusunda sinir harbi yaşatmamasına, detaylı tasvirlerindeki akıcılıkla okuyucunun karakterler arası diyalog olmayan yerde bile ihtiyaç molası almasını engellemesine... aa gelmişiz :) tamam bu sıkıcı üslupla devam etmeyeceğim.

Arkadaşım yazarı benimle tanıştırdığında 15 yaşındaydım. İlk kitabını okumaya başladığımda (Büyücü) 16 yaşındaydım, bir kitabı bu kadar uzun bir süre nasıl bekletebildim hala anlayabilmiş değilim. Türkçeye çevrilmiş kitaplarını bitirdiğimde hala 16 yaşındaydım ve o zamanlar tek tük olan İngilizcem ile bir elimde sözlük çevrilmemiş kitaplarını okumaya başlamıştım.
Yazarın bilgeliğinin ışığında 15 ile 16 yaşlarım benim için çağ atlama niteliğinde olmuştu. Paraya ihtiyacı olan kimseler gibi arkadaşlarımın önünü kesip bu kitabı okudun mu diyebiliyordum. Daha sonra çevremde kitaplarını okuyan kişileri gördüğümde abartmamış olduğumu yazara hayran olmakta haklı olduğumu gördüm. Tamam Tolkien efsaneydi, ilkti fakat Feist kesinlikle arka plana atılacak gibi değildi. Kitaplarını kesinlikle okumanızı öneririm, boşa vakit kaybettiğinizi hissettirecek tek bir sayfa bile yok.

Sayfa: [1]