Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Ropinie Hystria

Sayfa: [1] 2 3
1
Eğlence & Mizah / Dumurdan Teyyare
« : 02 Haziran 2010, 09:33:00 »
İnsanlar genelde iyi niyetli yaklaşımları farklı algılanınca, ‘’atar’’ yaparmış. Tabi insanın ‘’canina’’ yandığım bu fantastik style atarı cevapsız kalmaz, karşılık ‘’döşenirmiş’’, ya da öyle sanılırmış. Çünkü bir cevaptan çok, demogoji niyetini taşırmış. İnsanlarmış ki, üste çıkmayı haz olarak nitelendirmişler.

Biri dermiş ki bu fikir zıtlığı değil, hassas mevzular. İçlerinden en sıcakkanlısı da oymuş zaten. Nitekim bastırılmak istenen de o olmuş her zaman. Klavye silahşörleri ‘’eleştirilmeyi öğrensin de gelsin’’ der keza… Aman bir şey söylemeyin. Zira onlar ‘’tartışmayı’’, ders vermek psikolojisine dayandırırlar.

İnsanı eleştirmek kolaydır. Kırmadan eleştirmek zordur, doğru olan da odur zaten. Biri size gelip de derse ki ‘’ben yüzüne de söylerim.’’, üstünde baskı hissettiğindendir-miş. Krallık bu ya, topraklar geniş elbet, hangi akıntıda denk geleceksin ona? Teknoloji hele, güvercin gönderiyorlarmış , özel mesaj icat edilmedi daha. Nasıl gelsin ‘’yüzüne de söylesin.’’

---Halbuki ‘’o’’ insana göre, tüm kulislerin canı cehennemeydi.

‘’Keyfi bilir’’ insanın bazen. Artık dert etmek istemez, öyle ya, hangi birini benzeteceksin kendine ki öyle bir niyet de yok. Acele etmeden hızlı koşmak derdindeyken o, ‘’cevabı yedi oturdu.’’ diye söylenir işte. İçine oturasıcalar, yedi cüceler… ‘’Ben çekip gidiyor muyum?!’’

Sonra bir de, biraz daha ağır başlılar varmış. Belki içten içe aksiyon hoşlarına gitmesine rağmen, ağırdan alırlarmış. Biraz daha barışçıl ve biraz daha iyi niyetli. Onlar da her zaman eğer bir yanlış anlaşılmaya müsait ise ortam,  art niyetli olunmadığını öğrenip, özürleri toplarlarmış. Excuse sending!

Ve lakin ne kadar gülüp geçmek istese de, aman kaale alınır mı bu silahşörler dese de, noktayı koymak gerekir her zaman. Kral ne kadar ‘’onlar olumlu, boşver sen’’ dese de, bir log-parşömen vardır saklanmayan. Kımız içerken de iyi gider hani…

-Lan ne diyo olm bu?

-Ne biliiim ya canı sıkılmış konuşuyo, magazin yapiyo

-Yedi cücelerden güvercinlerden falan bahsediyo ?

-Hı hım ‘’canı cehennemeydi’’ demiş.

-‘’canı cehennemeydi’’ diye tamlama mı olur lan, filmlerde duymadım ben sonunda –dı falan.

-Döşediler gitti abi, boşver sen.

-Harbi ya, yüklediniz mi oyunu?!



*İçlerinizdeki fantastik insanın ve edebiyatın ölmemesi dileğiyle, Kalın sağlıcakla…

2
Tartışma Platformu / Kişisel Kuruntum
« : 27 Mayıs 2010, 08:52:22 »
Hiçbir zaman, ‘’yazılar’’ konusunda insanlara tavsiye verebilecek kadar birikimli olduğumu düşünmedim. Çünkü daha kendimi de oturtamamıştım bir yere. Çok beğenerek yazdığım bir yazıyı, ‘’Vay be, en iyi makelem-öyküm-şiirim bu oldu’’ dediğim satırları bir sonraki gün tekrar okuduğumda, saçma gelebiliyordu bana. O yüzden, biraz sonra okuyacağınız satırları kendini beğenmiş biri vaaz veriyormuşçasına değil de, paylaşmaya ve tartışmaya meraklı bir insanın anlık cesaretine yormanızı diliyorum.

Benim çok dikkat ettiğim bir konu var hikayelerle ilgili, özellikle de biz fantastik edebiyata kafa yoranların üzerinde düşünmesi gereken bir mevzu bu; ‘’hikayelerin isimleri!’’ Sıradan bir vatandaş, birkaç hikaye okumak üzere foruma gelir ve okumak istediği şeyi isimlerinden seçer. Raflarda uzun zamandır yatan harika dünyaların bir çoğunun, sırf verildikleri ismin gazabına uğrayıp, hiç keşfedilmeden yok olduğunu görüyorum. Belki de okuyabileceğimiz en iyi satırları, sırf isimleri cazip gelmediği için arka plana atıyoruz.

Bazıları şunu söyleyebilir, ‘’benim okunma gibi bir derdim yok, keyfim için yazıyorum.’’ Ben bunu kabul etmiyorum. Eğer o ‘’keyif’’ için yazılan şey, ortak bir havuzda sergileniyorsa, ilgi bekliyordur. Yazan değil, yazılan hikaye bunu bekler. Ayrıca iyi satırlar yazmaya çalışan kişi, övgünün yanında kötü eleştiri de bekler sırf kendini düzeltebilmek için. ‘’Yazım, gelişime açık bir olgudur.’’

Geçtiğimiz günlerde bence forumda hak ettiği ilgiyi görmediğini düşündüğüm bir olay gerçekleşti. Mit abinin hikayesi, ‘’Yemin ve Öç’’ romanlaştı. Daha kendisini tanımasam da, şahsım adına ben çok sevinmiştim bu olaya. Hem içinde bulunduğum forumun bu tip aktivitelerde bulunması, hem gelecek vaat eden insanlarla bir arada bulunmak beni keyiflendirmişti. Fakat bu kendimce ‘’büyük’’ olarak gördüğüm olayın, beni üzen bir tarafı oldu, tahmin edebileceğiniz gibi, ismi. Biraz daha geniş düşündüm, bu kitabın basıldığını ve kitapevlerinde yerini aldığını hayal ettim. Sadece ismine bakarak, kaç kişini eline alıp sayfalarını karıştırabileceği konusu ise bende bir muamma yarattı. Halbuki o isme burun kıvıran insanların bir çoğu, daha kalem tutmaktan bihaber.  Keşke daha çarpıcı olsaydı diye tasalandım kendi kendime…

Yine geçtiğimiz günlerde Kurgu İskelesinden bir sitem yükseldi. Okunmama yahut beğenilmeme kaygısı, ufak da olsa birini kırmış gibi görünüyordu. Yine hayıflandım kendi kendime, keşke biraz daha insanı kendine odaklayacak bir isim olsaydı diye.

Bizler daha, her gün eleştirdiğimiz bir J.K Rowling’in tırnağı bile olamadık. Bir kere tutulduktan sonra, ‘’Sünger’’ isimli saçma bir kitap da çıkarsanız, sırf daha önceki kabiliyetinizden dolayı herkes o kitabı alır okur.  Fakat bizim daha öyle bir lüksümüz maalesef yok.

Kısaca, bir dilek diliyorum. Üzerinde zaman harcadığımız, emek sarfederek kafa yorduğumuz hikayelere hakkettikleri sıfatı verelim.  Ya da siz bana, sen işine bak diyin, konu burada kapansın. :)

3
Mitolojiler / Noel Baba Efsanesi
« : 22 Mayıs 2010, 10:54:32 »
Noel Baba yaşayan bir efsane olmasının yanısıra dünyada en çok tanınan on isimden birisi. Onun hayal kişiliğinin çevresinde oluşan öyküler ister istemez bazı araştırmacıları harekete geçirdi ve hatta bilimsel analizler yapıldı. Bazı araştırmacılar Noel Baba´nın pedagojik açıdan bir dert olduğu görüşündeler.

Klasik görünümünde Noel Baba yerçekimine meydan okur göksel geyiklerin çektiği kızağı ile sonik sesler çıkararak atmosferde koşturur. Milyonlarca çocuk Noel sabahında uyandıklarında onun getireceği hediyelerin umudunu paylaşırlar. Çağdaş çizgide Noel Baba Batman Süpermen veya Örümcek Adam gibi bir süper-kahramandır. Göklerde uçmasıKutupda yaşaması oyuncak fabrikası bir yana milyarlarca evi ziyaret etmesi bacalardan içeri girip çoraplara hediyeler doldurması veya Noel ağaçlarının altına paketler koyması süper gücünün tanımı anlamına gelir. Spy Dergisi tarafından yayınlanan bir araştırmada dünyada 18 yaşın altında iki milyar çocuğun Noel Baba´ya inandığı belirtilmektedir. Kaynakwh: 

Noel Baba Süpermen´den hızlıdır

Noel Baba Müslüman Hindu Musevi ve Budist geleneklerinde yoktur yani bu dinlerin çocukları ona inanmayarak büyürler. Buna karşın ABD´de 378 milyonluk nüfusun % 15´i olan çocuk nüfusu yaklaşık 91.8 milyon evde yaşamaktadır. Geleneksel olarak her bir evde bir tane iyi çocuk varsa (Çünkü Noel Baba iyi çocuklara hediye getirir.) Noel Baba´nın 31 saatlik Noel süresi içinde işinin ne kadar zor olduğu anlaşılır. Bu saat hesabı doğudan batıya saat farkları çıkarılarak belirlenir. Sonuç olarak Noel Baba saniyede 822.6 evi ziyaret eder ve bunun için ortalama 128 milyon kilometrelik bir yolculuk yapar ve saniyede 110.000 km´lik bir hızla ses hızını 3000 kez aşar. İnsanoğlunun ürettiği en hızlı araç olan Ulysses uydusunun hızı saniyede 50 km´dir. Bu arada Noel Baba´nın kızağında taşıdığı hediyeler ortalama 320 tonun üzerindedir bilimsel araştırma dedik ya; uzay bilimcilere göre Noel Baba´nın kızağının atmosferdeki hızı sonucunda 14.3 quintilyon jül biriminde enerji yakmaktadır (Bir quintilyon 18 sıfırla yazılır). Böyle bir enerji tüm dünya atmosferini yakabilir veya alevlerle doldururayrıca oluşacak olan sonik patlama sonucunda herkes sağır olacaktır. Bilim adamları Noel eğlencesine devam ederek Noel Baba´nın kızağının oluşturduğu çekim alanının dünyamızın çekim gücünden 17 milyon kez daha fazla olduğunu bile hesaplamışlar. Peki ama kim bu Noel Baba? Fantastik yaklaşımlar bir yana Noel Baba aslında gerçekten yaşamış birisi; Noel Baba ya da gerçek adıyla Aziz Nikola Antalya yakınındaki Demre´de yaşadı.


Anadolu´lu Aziz Nikola

Aziz Nikola 3. yüzyılda Patara´da doğdu ve orada dini eğitim alıp rahip olduktan sonra MS 345 veya 351 tarihinde bir Cuma gününde 6 Aralık´da Demre de öldüğü görüşü ilgili tarihçiler tarafından artık kabul edilmektedir. Yaşadığı dönemde iyilik severliği çocuk sevgisi batı-doğu ayrımına karşı düşünceleri ve denizcilerin de kurtarıcısı olmasıyla tanınıyordu. Aziz Nikola´nın 325 yılında yapılan İznik Konsül´üne Myra Başpiskoposu olarak katılıp Ariusçular´la tartışması ve tavır alması onun daha çok tanınmasına neden olmuştu. Hıristiyanlık yüzyıllar boyunca Tanrı oğul ve kutsal ruh (Teslis) tartışmalarını yaşadı. Bu konuda ilk tartışma İznik Konsül´ünde yapılmıştı ve konsülde Ariusçular´a Aziz Nikola Tanrı oğul ve kutsal ruhun birlikte olabileceğini idda eder ve bir tuğlayı örnek gösterir. "Ateş toprak ve su nasıl bir tuğlada toplanmış ise Tanrı bir ve üç özellikli olabilir" der. Bunlar azize duyulan ilginin artmasına neden olur. Ünü ölümünden sonra da devam etti.

Reklamların dayanılmaz gücü


Aziz Nikola´nın Demre´deki mezarı MS 5.- 9. Yüzyıllar arasında Hac merkeziydi ziyaretlerin çokluğu İtalyan Bari´li tüccarların ilgisini çekti ve 9 Mayıs1087´de İtalyan korsanlar tarafından mezarı talan edilerek kemikleri Bari´ye kaçırıldı. Böylece Avrupa bu olaydan sonra Aziz Nikola´yı daha yakından tanıdı. Bu arada efsaneleşen Noel Baba´nın adı öncelikle Hollanda´da çocuklara yönelik söylentilerin de etkisiyle kuzey ülkelerine ve okyanus ötesine yayıldı. Piskoposluk harmaniyesi kürk mantoya piskoposların sivri külahı bir kapşona dönüştü. Hollandalı çocukların evlerine gitmek için bindiği beyaz at ren geyiklerinin çektikleri bir kızak halini aldı. Tüm ülkeler Aziz Nikola´yı sevgiyle kendi örf ve adetleri ile bütünleştirmeye çalıştılar. Doğal olarak Aziz´in adı da ülkeden ülkeye değişti. Vatanı Türkiye´de "Noel Baba" Amerika´da "Santa Claus" Almanya´da "Hl. Nikolaus" Fransa´da "Pere Noel" Hollanda´da "Sinter Klaas" Rusya´da "Saint Andrew" İtalya´da "Nicholas" İspanya´da "Papa Noel" adlarıyla ünlendi. Daha sonraları Aziz Nikola´nın çok tanınması ve sevilmesi reklamcıların ilgisini çekti. 1930 yılında giysisi günümüzde tüm dünyaca bilinen tipi bir meşrubat reklamında yani Coca Cola´da kullanıldı. 16. Yüzyıl´a kadar Avrupa´da "Nikola" adını taşıyan 60 kilise varken 20 Yüzyıl´da bu sayı 2000´e yaklaşmıştı. Aziz Nikola´nın Demre´de başlayan yaşam öyküsü Bari´ye kemiklerinin kaçırılması ile gelişip reklamların da etkisiyle tüm dünyaya yayıldı. Ama en önemlisi çocukların ilgisini çekmesiydi. İşte bu yüzden Noel Baba´nın evrenselleşmesi daha kolay oldu. Çünkü çocuk sevgisi her zaman öncelik taşıyordu… Kısacası Noel Baba veya Santa Claus´un dinlerle karıştırılması Hıristiyan kimliği nedeniyle reddedilmesi temeldeki iyilik sevinç çocuk sevgisi ve sevecenlik unsurlarının ön yargıyla reddedilmesinden başka birşey değildir.


O nerede nasıl yaşıyor?

Ortodoks kilisesi Aziz Nikola´nın mucizelerini tanıdığı için büyük saygınlık kazandırmıştı. Onun onuruna Rusya´nın en eski kilisesi kuruldu. Roma Katolik Kilisesi Aziz Nikola´yı çocukların ve denizcilerin azizi ilan ederek 6 Aralık gününü ona adadı. Kuzey Almanyalı Protestanlar ona "Weinachtsmann" adını verirken İngilizler "Father Christmas" dediler. Efsanenin ABD´ye Hollandalı göçmenler tarafından taşındığı ve adının "Santa Claus"a dönüştüğü biliniyor. Kuzey Amerika edebiyatında ve resimlerinde Santa Claus´un beyaz sakalkırmızı ceket ve ponponlu beyaz külahla tanımlandığı görülüyor. Daha sonralarda Noel gecesinde sekiz geyiğin çektiği bir kızakla dolaşarak bacalardan evlere girdiği ve şöminelerin önüne çocukların astığı çorapların içine hediyeler koyduğuna inanıldı. Çocuklar onun nereden geldiğini nerede yaşadığını ve hediyelerini nasıl yaptığını merak ediyorlardı. Bu merağın sonunda Santa Claus´un Kuzey Kutbu´nda yaşadığı ve oradaki atölyesinde yardımcıları olan cinlere oyuncaklarını yaptırdığı inancı doğdu. 1925´de basın yeni bir söylence geliştirdi; Santa Claus Kuzey Kutbu´nda değil Finlandiya´da Lapland´da "Markus Amca" adıyla yaşıyordu. 1927 yılında bir Fin radyosunda "Çocukların Saati" programında Santa´nın Lapland´daki Korvatunturi´de bulunan "Kulak Dağı"nda yaşadığı anlatıldı. Bu dağ Finlandiya´nın doğu sınırındaydı ve şekli bir kulağa benziyordu çünkü Santa bu şekilde tüm dünya çocuklarının sesini duyabiliyordu. Yanında bir grup elf yani elemental doğa cini çalışıyordu. Tüm efsanenin kökeninde İskandinav Mitolojisi´nin etkileri açıkça görülüyordu. Santa Claus yani Noel Baba zamansız ve ölümsüz olduğu için çocuklara hediye dağıtma işini insanlık varoldukça sürdürecek. 1985´de Napapiiri adlı Fin kentinde bir Santa Claus Bürosu kurulduSanta burada dünyanın her yerinden gelen çocuklarla konuşuyor ve onların isteklerini dinliyor. Ayrıca burada bulunan Santa Claus köyünün postanesi onun posta merkezidir ve her yılbaşı öncesinde buraya milyonlarca çocuğun mektupları gelir. Kaynakwh: 

Yeni Çağcılar´a göre Santa Claus enerjisi

Noel Ruhçuluğu kuantum kuramıyla yakından ilgilidir. Noel fenomeni bir enerji bütünlüğüdür veya Santalar bütünlüğü; standard enerjinin uzay-zaman ortamına dönüşmesi şeklinde düşünülebilir. Bu şekilde onun uçan geyiklerinin olanaksız hızı anlaşılabilir; böylece bir gecede dünyayı dolaşmaktadır. Santalar genelde ruhsal oluşumlardır; onlara Elf denir. Elfler tüm canlıların civarında yaşayan iyi huylu ve yardımcı canlılardırlar. Santalar genelde neşeli coşkulu ve mutludurlar. Biraraya gelen Elf kitleleri büyük bir enerji oluşturarak bu enerjiyi dönüştürebilirler Elf´lerin konsantrasyonu sonucunda dev bir Santa yani Noel Baba enerji alanı oluşur. İşte efsanelerimizin kökeni budur; soğuk ve kısa kış günlerinde küçük çocukların büyülenmişcesine beklemeleri Elfler´in etkileri nedeniyledir. Tabii ki bu kuram Batı´nın kültürel efsaneleriyle sınırlı değildir. Benzer sayısız efsane vardır ve gezegensel etkiler içerir. Santa Claus öyküsü bir peri masalı değildir ve kuantumla açıklanabilecek bir olaydır. En iyi kanıt Noel ve Yılbaşı´nda Elfler´in oluşturduğu barış ve huzur ortamıdır zira Efler barışçı sevecen ve yardımseverdirler. Noel´in ve Santa Claus´un en önemli ve yararlı yanı bir hafta boyunca çok güçlü bir şekilde oluşan sevgi ilgi ve barış ortamıdır…


-Alıntıdır.-

4
Genel Kültür / Padişah Hanımları
« : 21 Mayıs 2010, 14:24:02 »
   Osmanlı Tarihinin ve özellikle hanedanın en çok tartışılan konuları arasında padişahların aile hayatı gelmektedir. Bir kısım yazarlar padişahların harem hayatını bir sefahat ve gayr-i meşru eğlence hayatı gibi takdim etmeye çalışmaktadırlar. Ancak bunların dayandıkları mehazlar genelde Avrupalı gözlemcilerin, gezginlerin, düşünürlerin hayal ürünü eserleridir. Haremdeki aile hayatına dair tasvirler Osmanlılar hakkındaki kitapların satışına çok açık bir biçimde yardımcı oluyordu. Bu sebeple bu tip anlatım ve tasvirler eserlerde abartılı bir biçimde yer bulabiliyordu. Nitekim günümüzde de bir padişahın hanımını konu edinen ve cinsel fanteziler üzerine kurulu romanlar daha fazla rağbet görebilmektedir.

    Oysa meseleyi ciddi ve ilmi bir tarzda ele alan yerli ve yabancı yazarlar ve tarihçiler haremin içe işleyişi ve sakinlerinin yaşantısına dair pek az bir bilginin mevcut olduğuna vakıftırlar. Harem, isminin de gereği olarak yabancıların gözlerinden gizlendiği gibi içindeki hayata dair konuşmalar da yine başkalarının işitme alanı dışarısında kalmıştır. Haremde yaşayanlar ise bu durumu belki hayatlarının en büyük sırrı olarak kendileriyle birlikte mezara götürmüşlerdir.

    Saltanatın babadan oğula geçtiği bir hanedanın her hükümdarı gibi Osmanlı padişahı için de önemli bir siyasi anlam yüklü olan aile hayatı asla bir cinsel zevk olarak düşünülemezdi. Zira evliliğin sonuçları -evlatlar- tahta kimin geçeceğini yani bizzat hanedanın varoluşunu etkiliyordu.

İlk dönemde evlilikler

    Kuruluş döneminden II. Bayezid'e gelinceye kadar Osmanlı padişahları ve şehzadeleri ilk zamanlardan Müslümanlardan nüfuzlu kişilerin, Anadolu beylerinin, Bizans, Sırp ve Bulgar krallarının kızları ile evlendiler. Bu evliliklerde siyasi nüfuz elde etme, diplomatik faydalar veya kız babası öldüğünde toprak talep etmek gibi gayeler hedefleniyordu.

    Ertuğrul Bey'in oğlu Osman Gazi'yi Şeyh Edebali'nin kızı Bala Hatun ile evlendirilmesinde muhakkak ki ahilerin desteğini de temin etmek maksadı da yatmaktaydı. Nitekim Ertuğrul Bey'in vefatından sonra aşiretin başına amcası Dündar'ın muhalefetine rağmen ahilerinde desteğini temin eden Osman Gazi seçilmiştir. Osman Gazi ikinci evliliğini yine nüfuzlu bir şahsiyet olduğu tahmin edilen Ömer Bey'in kızı Mal Hatun ile yapmıştır.

    Bilecik tekfuru oğlunu, Yarhisar tekfurunun kızı ile evlendireceği zaman düğüne Osman Gazi'yi de davet etmişti. Tekfurlar Türk Beyi'ni düğüne katıldığı sırada ortadan kaldırmayı karalaştırmışlardı. Ancak tertipten dostu Harmankaya hakimi Köse Mihal'in ihtarıyla, zamanında haberdar olan Osman Gazi mükemmel bir plan tertip ederek tekfurları pusuya düşürdü. Bilecik ve Yarhisar'a sahip olurken Holofira isimli gelin de Osmanlılar eline geçmişti.

    Osman Gazi Holofira'yı oğlu Orhan'a nikahlayarak bir anlamda onun babasının topraklarına hakim olduğunu göstermiş oluyordu. Daha sonra Müslüman olarak Nilüfer adını alan Holofira, hayır ve hasenatıyla Bursalıların gönlünde taht kurmuştur. Nilüfer Hatun Bursa' da Kaplıca kapısı yanında bir tekke, Darülharp mahallesinde bir mescid ve Bursa ovasından geçen çay üzerine güzel bir köprü yaptırmıştır. Bu nedenle çaya Nilüfer adı verilmiştir.

    Orhan Gazi'nin önce Bizans İmparatoru III. Andronikus'un kızı Asporça Hatun ve Sonra VI. John Kantakuzen ile eşi İrene'den doğan Teodora (Maria) ile evlenmesi ise Rumeli'ye geçişin imkan dahiline alınması ve saltanata geçişi sağlamak hedeflerine matuftur. Kartakuzen Orhan Bey'in kuvvetleri sayesinde İstanbul'a girerek İmparatorluğa kavuşmuş, Trakya ve Makedonya'daki hakimiyetini kuvvetlendirmiştir. Bu yardımlarına karşılık Gelibolu yarım adasındaki Çimbi kalesini Osmanlılara vermiştir ki bu durum Orhan Gazi'nin Rumeli'ye geçişinin ilk adımı olacaktır.

    I. Murad Han'ın Bulgar Kralı Şişman'ın kız kardeşi Tamara (Maria) ile evlenmesi ise bu krallığın, tabiiyet altında tutulabilmesinin bir gereği olarak görülebilir. Zira Sultan Murad 1368'den sonra sırasıyla Bulgarlardan Aydos, Karinabad, Süzeboli, Pınarhisar ve Vize'yi zaptetmişti. Kral Şişman mukavemete muvaffak olamayınca sulh yaparak vergi vermeyi kabul ederek kız kardeşini de Osmablı hükümdarına vererek dostluğunu pekiştirmek istemişti.

    I. Murad döneminden itibaren Osmanlı Padişahları gayr-i müslim kralların kızlarının yanısıra Anadolu beylerinin kızları ile de şehzadelerini evlendirmeye başlamışlardır. Aslında Anadolu beyleri ile bu münasebet çift yönlü olarak devam etmiş Osmanlılar onlardan kız almalarının yanısıra, kızlarını da Anadolu beyleri veya oğullarına vermişlerdir. Osmanlıların bu yerinde ve fevkalade isabetli siyasetlerinin sonucu geç de olsa meyvelerini vermiş ve bu evlilikler neticesinde Anadolu aşiretleri ve beyleri arasında sağlam, köklü ve daimi akrabalıklar tesis olmuştur. Anadolu'da yüzlerce yıllık muhabbet, birlik ve beraberliğin temelinde, Osmanlıların bu siyasetinin rolü de unutulmamalıdır.

    I. Murad Han oğlu Yıldırım Bayezid'i Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın kızı devlet hatun ile evlendirdi. Devlet Hatun'un annesi Mevlana Celaleddin Rumi'nin oğlu Veled Çelebi'nin kızı Mutahhare Hatundur. Süleyman Şah kızının çeyizi olarak beyliğinin en güzel yerleri olan Kütahya, Tavşanlı, Emed ve Simav şehirlerini Osmanlılara vermiştir.

    Yine Yıldırım Bayezid Kosova meydan muharebesinden sonra kendisine karşı ayaklanan Anadolu beylikleri üzerine yürüdüğünde, Aydınoğlu İsa Bey karşı duramayarak tabiiyetini arzetmişti. Buna karşılık Yıldırım Bayezid ise İsa Bey'e bir miktar toprak bırakırken onun Hafsa Hatun adındaki kızı ile de evlendirmiştir (1390).

    Kosova savaşında (1389) Sırp kralı Lazar ölmüş ve yerine oğlu Lazaroviç geçmişti. Yılıdırım Bayezid kendisi ile sulh anlaşması yaparken dostluğu pekiştirmek için kaz kardeşi Despine (bazı kaynaklarda Olivera) ile evlenmiştir.

    Osmanlılar doğuda kendilerine karşı en güçlü devletlerden olan Memluklerle aralarında tampon devlet konumundaki Karamanlılar ve Dulkadırlılar ile de evlilik yoluyla akrabalık kurmaya ve dostluklarını ilerletmeye çalışıyorlardı. Nitekim Çelebi Mehmed fetret dönemi sırasında Dulkadırlı Süli Bey'in kızı Emine Hatunla evlenmek istemiş ve bu arzusu hüsn-i kabul görmüştür. Çelebi Mehmed ile Emine Hatun 1403 yılında evlenmişler ve bu evlilikten ertesi yıl II. Murad doğmuştur.

    II. Murad Han'da Anadolu beylerinden Candaroğlu II. İbrahim Bey'in kızı Hatice Hatun, Amasyalı Şadgeldi Paşa'nın torunu Yeni Hatun ile evlilikler yapmıştır. II. Murad'ın siyasi evliliklerinden biri de Sırp Kralı Jori Brankoviç'in kızı Mara Hatun'dur. Brankoviç, Türk akınlarını önleyebilmek için kızı Mara'yı 1435 yılında II. Murad ile evlendirmiştir. Osmanlıların Balkanlarda zor duruma düştüğü bir dönemde Edirne-Segedin antlaşmasının imzalanmasında Mara Hatun'un büyük rolü olmuş böylece II. Murad toparlanma imkanı bulmuştur.

    Bazı yazarlar II. Mehmed (Fatih)'in annesi Mara hatun olduüunu ısrarla savunurlar. Oysa Fatih'in 1431 yılında doğduğu düşünülürse, 1435'de gerçekleşen bu evlilikten böyle bir doğumun ne kadr imkansız olacağı ortadadır. Buna rağmen bazı yazarlarda aynı gayretkeşliğin devam ettirilmesi akla, başka niyetler başka maksatlar olduğunu, çamur at izi kalsın prensibinin uygulandığını apaçık bir biçimde vermektedir.

    II. Murad bu arada II. Kosova zaferinden sonra Karamanoğullarının muhtemel bir hıyanetinden çekinerek, Dulkadıroğlu Süleyman Bey'le akrabalık kurmak istemiştir. Bu itibarla Süleyman Bey'in kızı Sitti Mükerreme Hatun'un oğlu Mehmed' istemiştir. Süleyman Bey'in de muvafık olmasıyla şehzade Mehmed ile Sitti Hatun Edirne'de üç ay süren muhteşem ve göz alıcı bir düğün merasimi ile evlenmişlerdir.

    Görüldüğü gibi Fatih Sultan Mehmed' e gelinceye kadar Osmanlı padişahları Bizans, Bulgar, Sırp krallarının ve Anadolu beylerinin kızları ile siyasi evlilikler kuruyorlardı. Bunun yanısıra saraya alınan ve burada yetiştirilen cariyeler ile az da olsa evlilikler görülüyordu.

    Nitekim I. Murad'ın Gülçiçek (Rum asıllı), Çelebi Mehmed'in Kumru Hatun, II. Murad'ın Hüma Hatun ile bu yolla evlendikleri bilinmektedir. Ancak Fatih'ten itibaren cariyelerle evlenme usulüne doğru sistemli bir geçiş süreci başlamıştır. II. Bayezid ve Yavuz dönemlerinin sonunda devşirme sistemi içerisinde evlilik Osmanlı sarayına hakim olmuştur.

    Fatih'in Dulkadırlı Süleyman Bey'in kızı Sitti Hatun'un dışında kalan eşlerinden Gülbahar Hatun aslen Arnavut, Çiçek Hatun Sırp, Venedik veya Rum ve Helene ise Rum'dur. Gülşah Hatun'un ise milliyeti bilinmemektedir.

    II. Bayezid Dulkadır oğlu Alaüddevle'nin kızı Ayşe Hatun ve Karamanoğullarından Nasuh Bey'in kızı Hüsnüşah Hatun'un yanısıra Bülbül Hatun, Ferahşad Hatun, Gülbahar Hatun, Gülruh Hatun ve Şirin Hatun adlı cariyeler ile de evlenmiştir.

    Yavuz Sultan Selim'in güzelliğiyle meşhur hanımı Hafsa Sultan'ı bazı tarihçiler Türk olarak gösterseler de aslen cariye olduğu vesikalardan anlaşılmaktadır.

    İşte Fatih'le beraber cariyeler ile evlenme usulü genişlemiş II. Bayezid devri sonunda ise umumi bir kaide şeklinde saray hayatına girmiştir. Bu usul pek az istisnası dışında hanedanın yıkılışına kadar da devam etmiştir.

Padişah Hanımları 
Niçin cariyelik sistemi
    Padişahların bu sistemdeki evliliklerinden İslamiyetin hükümlerine uyularak nikah yapılmamıştır. Zira İslamiyet'e göre cariyeler köle (kadın) statüsünde olduğundan sahipleri istedikleri gibi tasarruf hakkına sahip bulunuyordu.

    Bazı tarihçiler nikah ile evlenmeyi kaldırmayı Yıldırım Bayezid'in Ankara'da Timur'a esir düşmesinden sonra, hanımı Despina'nın da galiplerin eline geçmesi sebebiyle alındığını kaydederler. Hatta bazı yabancı yazarlar, Türk ve Osmanlı düşmanları daha da ileri giderek Timur'un Yılıdırım'ın hanımına içki dağıttırdığını kaydederler.

    Gerek Timur gerekse Osmanlı, ciddi hiç bir tarihte bu tip haber mevcut değildir. Oysa Osmanlı sarayında henüz İslamı seçmemiş olan Despina Hatun, Timurlu tarihçilerden Şerefeddin Yezdi'nin kaydına göre Timur Han'ın huzurunda Müslüman olmuştur.

   Ayrıca Osmanlıların bu sebeple cariyelerle evlendiği meselesi şuradan da yanlıştır ki, Yılıdırım'dan sonra Çelebi Mehmed Dulkadırlıoğlu Süli Bey'in kızı Emine Hatun'la II. Murad Candaroğlu İbrahim Bey'in kızı Hatice Halime Hatunla, II. Mehmed Dulkadıroğlu Süleyman Bey'in kızı Sitti Hatun'la, II. Bayezid de Dulkadıroğlu Alaüddevle'nin kızı Ayşe ve Karamanoğlu Nasuh Bey'in kızı Hüsnü Şah Hatunla hep nikahlanarak evlenmişlerdir.

    Oysa Osmanlıların Fatih'ten itibaren cariyelerle evlenme sistemine geçişte kendileri ve devletleri için yine pek çok faydaları vardır. Bunlar üzerinde dikkatle durmak gerekmektedir.

    Öncelikle Fatih' gelindiğinde Balkanlardaki prenslik ve krallıklar yıkılmış hepsi devletin sınırları içerisine alınmışlardı. Fatih'le beraber Bizans İmparatorluğu'da Tarihe karışmıştır. Ayrıca Anadolu beylikleri ortadan kaldırılmış ve Türk birliği temin olunmuştu.

    Zaferden zafere koşan Osmanlı hükümdarları kendilerini artık dünyanın en büyük ve güçlü padişahları saydıklarından, başka hanedanlarla akrabalık yoluyla dostluk kurmaya çalışmışlardır. Başlangıçtaki siyasi ve diplomatik yarar sağlama unsuru artık görülmemektedir.

    Yine genelde çok evli bulunan Osmanlı padişahlarının her aldıkları kadın için yapacakları şatafatlı düğünler, yapılacak masraflar ve verilecek hediyeler düşünüldüğünde devşirme sistemiyle devletin ne büyük bir masraftan kurtulduğu açıkça görülmektedir.

    Padişahların devşirme kadınlarla evlenmelerini tenkit eden bazı yazarlar ise, neden Türk ilim ve Devlet adamlarının kızlarını almadıklarını sorgularlar. Oysa bu düşünceleri uygulanmış olsaydı yapılacak masraflar bir tarafa her padişah döneminde bir kaç aile saraya nüfuz edecek devlet işlerine karışacak, parçalanma ve bölünme süreci içeriden daha çabuk bir şekilde gerçekleşecekti.

    Devşirme usulüyle kız almanın bir faydası ise küçük yaşta saraya getirilen bu kızların tam bir saray kültürü ve terbiyesi içerisinde yetiştirilmiş ve padişaha layık bir eş haline getirilmiş bulunmasıdır. Ayrıca bunların en seçilmişleri padişah hanımlığına namzet olurken diğerleri de enderun mektebinde yetişen diğer devlet görevlileri ile evlendirilmek üzere hazırlanıyordu. Enderun nasıl saray içerisinde padişaha kişisel hizmet yoluyla erkekleri saray dışında hanedana hizmete hazırlanıyorsa, harem de padişah ve annesine hizmet yoluyla dış dünyadaki rollerini almaya hazırlanıyordu. Böylece idareciler eş yoluyla devlete daha da sadık bir hale getirilmiş olurdu.
Devşirme sistemi ile padişah evlilikleri
    Saraya alınan cariyelerin büyük bölümü hizmet birimlerinde çalışırdı. Bunların en güzel ve kabiliyetli olanları padişahın hizmetinde, ona yakın olanlar da şehzadeler dairesine gönderilirdi. Bunlardan padişah hanımı olabilecek durumda olanlar Haznedar Usta'nın emrine verilirdi. O bunları yetiştirir ve efendisine yaraşır bir kadın olmasını sağlardı.

    Bunların dışındakiler ise padişah hiç bir bakımdan irtibatta bulunmadığı gibi belki kendilerini ne görür ne de tanırdı. Bu bakımdan padişahın zaman zaman bütün cariyeleri toplayıp içlerinden en güzelini seçmesi gibi konular artık fantazi masallar olarak tarihteki yerini almışlardır. Has odalık olarak yetiştirilen cariyelerle padişah münasebette bulunduğunda şayet bunlar gebe kalırlarsa İkbal ve haseki adını alırlardı. Bunlar derecelerine göre Baş İkbal, İkinci İkbal, Üçüncü İkbal... denirdi. Sayıları yediye kadar çıkabilirdi. İkballer hanım veya hanımefendi diye çağırılırlar ve artık azad edilip saraydan ihraç edilmekten kurtulurlardı. Haseki Sultan tabirinin yerini zamanla Kadın veya Kadın efendi almıştır.

    Hasekiliğe yükselen cariyeye samur kürk giydirilirdi. Hasekilerden erkek çocuk doğuranlara Haseki Sultan ünvanı verilir ve başına kıymetli taşlarla süslü bir altın taç takılırdı. Yine harem geleneği gereğince ona daire ayrılır, emrine kalfa ve cariyeler verilirdi.

    Haremde cümle kapısı holünden Kızlarağası Dairesi ile Kalfalar koğuşu arasında devam eden yoldan sola dönülerek girilen geniş ve uzun hole Cariyeler ve Kadın efendiler Taşlığı denilirdi. Taşlığın sağ tarafındaki birinci, ikinci ve üçüncü kapı sırasıyla Kadın efendi odalarıdır.

    Daireler zemin katta giriş bölümü, merdiven aralığı ve güzel bir manzara kazandırabilmek için iki kat yüksekliğinde yapılmış birer Başodaya sahiptir. Üst katta taşlığa bakan bir sahanlık ile birer odayla baş odalara açılan bir asma katı bulunmaktadır. Daireler 17 yüzyıl Osmanlı çinileriyle kaplı olup ocaklı ve tavanı kalem işli desenli boş odalar, zengin dekorları ve nefis manzarasıyla dikkat çekmektedir.

    Osmanlı padişahlarının ölümlerinden sonra onun çocuk doğurmamış yahut da erkek çocuk doğurmuş ve çocuğu vefat etmiş olan kadın ve hasekileri isterlerse devlet ricalinden biriyle evlendirilirdi. Bu uygulamaya ilk defa Fatih döneminde rastlanmaktadır. O babası II. Murad'ın dul eşi Hatice Hatun'u babasının adamlarından İshak ile evlendirmiştir. Kendisi de boşamış olduğu David Komnenos'un kızını Zağanos Mehmed Paşa ile evlendirmiştir. Yine III. Murad'ın ölümünden sonra çocuksuz olan ikballeri Eski Saraya gönderilmiş ve daha sonra derecelerine denk kimselerle evlendirilmişlerdir.

    Genellikle evlendirilenler odalık ve ikballer olup padişahların asıl kadınlarından evlenenler pek az görülmüştür. Zira kadın efendiler evlendikleri zaman bu durum hanedana ve padişaha karşı yapılan bir saygısızlık olarak kabul edilir ve tasvip edilmezdi.

    İktidardan düşen veya vefat eden padişahın kadınları harem dairesinden alınarak Eski Saray'a gönderilirlerdi. Bu kadınların eğer padişah olacak çocukları yoksa ölünceye kadar burada yaşarlar, oğlu padişah olanlar Valide Sultan sıfatıyla tekrar hareme dönerdi.

    Eski Saraydaki kadınlar genellikle kendilerini ibadete verirler, hayır ve hasenat işleriyle meşgul olurlardı.

    Osmanlı padişahları içinde çok kadınla evlenenlere karşılık pek az eşi olanlar da görülmektedir. I. Mustafa'nın hiç kadını tesbit edilmemiştir. Yavuz Sultan Selim, II. Selim, III. Mehmed, IV. Murad ve II. Ahmed'in birer; Osman Gazi, Çelebi Sultan Mehmed, III. Ahmed, II. Osman ve III. Osman'ın da ikişer kadını olduğu anlaşılmaktadır

Padişah Hanımları 
Hayırsever kadınlar

    Osmanlı tarihi ele alınırken padişah hanımları, gündeme ne yazık ki her defasında menfi bilgiler verilerek ve devleti yıkıma götüren bir rol biçilerek getirilmiştir. Oysa hanedan kadınları "Kadınlar saltanatı (1566-1656)" denilen kısa bir dönem hariç siyasi alanda fazla görülmemişlerdir. Bu dönem ise genelde padişahların küçük yaşta olmaları dolayısıyla ortaya çıkmıştır.

    Buna karşılık padişah hanımları ilk devirlerden itibaren saltanat törenleri ve alaylarına katılmakta, hayranları ve vakıfları ile sosyal hayatı güçlendirmekte, ihsan ve cömertlikleriyle fakir fukaranın hamiliğini üstlenmekte ve sosyal kültürü teşvik etmekte idiler.

    Aslında padişah hanımlarının belirgin özelliklerinin en dikkate değer yönleri cami, mescid, medrese, çeşme, hastahane ve imaret gibi imar faaliyetlerinde bulunmaları ve bu girişimleri desteklemeleridir.

    Nitekim Orhan Bey'in hanımı Nilüfer Hatun yaptırdığı hayır eserleri ile gönüllerde taht kurmuştu. Orhan Bey'in diğer hanımı Asporça Hatun da yaptırdığı binalara ve eserlere oğlu İbrahim'i mütevvelli tayin ettirmişti.

    I. Murad'ın hanımı Gülçiçek Hatun'un Bursa'da bir cami ile türbesi vardır. Yıldırım Bayezid'in hanımı Hafsa Hatun Tire'de bir çeşme, Bademiye' de bir zaviye yaptırmış ve zengin vakıflar bağışlamıştır. Fatih'in hanımı Sitti Hatun'un Edirne' de bir camii vardır.

    II. Bayezid'in eşi Bülbül Hatun'un Ladik'te bir camii, bir imaret, Amasya'da mescid, mektep ve çeşme Bursa'sa ise bir medrese yaptırarak vakıflarını tanzim ettirmiştir. Diğer hanımlarından Gülruh Hatun Akhisar ve Güzelhisar'da birer mescid yaptırmış ve zengin vakıflarda bulunmuştur. Şirin Hatun ise Bursa ve Mihaliç' te birer mektep ile Trabzon'da bir mescid yaptırmıştır.

    Yavuz Sultan Selim'in hanımı Hafsa Sultan yalnız hayırları ile değil iyi kalpliliği ile de büyük nam kazanmıştır. Manisa'da cami, medrese, tekke, sıbyan mektebi ve imaretten oluşan mükemmel bir külliye inşa ettirmiştir.

    Kanuni'nin çok sevdiği hanımı Hürrem Sultan'ın imar faaliyetleri ise o zaman kadar yapılanları gölgede bırakacak derecedeydi. Hürrem Sultan Aksaray'da kubbeli bir cami ile şadırvan, imaret, medrese darüşşifa ve mektepten meydana gelen bir külliye, Mekke ve Medine'de birer İmaret, Cisr-i Mustafapaşa'da bir kervansaray, cami ve imaret yaptırdı. Edirne'ye su getirterek, bunları muhtelif çeşmelerden akıttı. Kanuni'nin kendisine temlik ettiği emlakini yaptırdığı eserlere vakfederek adını tarihe maletti. Gülfem Hatun'un ise Üsküdar'da bir camii vardır.

    II. Selim'in hanımı Nurbanu Sultan Üsküdar Toptaşı tepesinde cami, medrese, darüşşifa , imaret, çifte hamam ve sıbyan mektebinden meydana gelen mükemmel bir külliye inşa ettirmiştir. Ayrıca külliyeye gelir getirmek üzere Cadid Valide Camii civarında Yeşil Direkli hamamı ve pek çok sebilleri yaptırmıştır.

    III. Murad'ın hanımı Safiye Sultan Eminönü'nde Yeni Caminin temelini attırmış ancak vefatıyla yarım kalmıştır. Safiye Sultan ayrıca kendi malından, cihad ve gaza yolunda yapılan hazırlıklara pek çok katkıda bulunuyordu.

    I. Ahmed'in hanımı Mahpeyker Kösem Sultan, bir takım siyasi olaylara karışmasının yanında pek çok hayır eserlere de imzasını atmıştır. Üsküdar'da Çinili Cami yanında mektep, darülhadis ve sebili, Anadolu kavağında medrese, mescid ve çeşmesi, Çakmakçılar yokuşunda meşhur Valide hanı en meşhur eserleridir. Halka karşı son derece müşfik olan ve iyilik yapmaktan zevk duyan Kösem Sultan her sene hapishaneleri dolaşarak, borcundan dolayı tutuklu olanları kurtarırdı. Ayrıca fakir kızları ve kendi yetiştirdiği cariyeleri zengin çeyizlerle evlendirirdi.

    I. İbrahim'in hasekisi Hatice Turhan Sultan, Safiye Sultan tarafından temeli atılan Eminönü'ndeki Yeni Cami, darülhadis, mektep, çarşı, sebil ve türbeden ibaret muazzam külliyeyi tamamlatarak adını tarihe maletmiştir. Ayrıca Çanakkale boğazı kaleleri ile yine bu şehirde bir cami inşa ettirmiştir.

    II. Mustafa'nın eşi Saliha; III. Ahmed'in hanımı Emetullah; I. Mahmud'un kadını Alicenab; III. Mustafa'nın kadını Mihrişah; I. Abdülhamid'in kadınlarından Ayşe Sineperver ile Nakşidil cami, mescid ve çeşmeleri ile ünlü hanım sultanlardır.

    I. Abdülhamid'in kadınlarından Binnaz Kadın bıraktığı vasiyetnamesinde öldüğü zaman cariyelerinin azat edilmesini ve ıskat ve devr için fukaraya yüklü miktarda para vakfı yaptığını, bunların harfiyen yerine getirilmesini belirtiyordu. Binnaz Kadın vasiyetnamesinin yerine getirilmesine kocasını memur ediyor ve ondan söz alıyordu..

    II. Murad'ın Hanımlarından Bezmialem Sultan ise ince ruhlu, duygulu bir kadın olup fakir ve yoksulları gözetmesi ile İstanbulluların sevgi ve saygısına mazhar olmuştu. Yaptırmış olduğu Guraba Hastanesi onun insanlık şefkatinin bir timsali olarak ayakta durmaktadır. Bunlardan başka Dolmabahçe Camii, mektebi ve çeşmesi ile Rami'de bir çeşmesi vardır.

    Abdülmecid Han'ın kadınlarından Tirimüjgan ve Perestü, Abdülaziz Han'ın kadınlarından Nesrin ve Hayrandil, ve II. Abdülhamid Han'ın kadınlarından Nazikeda ve Müşfika Kadınlar iyilik ve cömertlikleri ile meşhur olmuşlardır.


-Alıntıdır.-

5
Mitolojiler / Erinysler
« : 21 Mayıs 2010, 09:00:11 »
Kimi zaman bir, kimi zaman birçok, kimi zaman da üç olarak gösterilen öç alma tanrıçaları Erinys'lerin doğumunu Hesi-odos şöyle anlatır: Kronos anası Gaia'nın verdiği tırpanla Uranos'un hayalarını keser (Theog.276vd.):
Koca Uranos geldi kara geceyle, indi yere arzudan yanıp tutuşarak, yaklaşıp sardı toprağı boydan boya. Ama pusuda bekleyen oğlu uzattı sol elini ve sağ elindeki tırpanla koskoca, upuzun, sivri dişli tırpanla biranda kesti babasının hayalarını ve kaldırıp attı arkasından bir yere. Ama boş değildi elinden savrulup giden: Kanlar fışkırıp saçıldı içinden ve hepsi gömüldü kaldı toprağın bağrında, ve bunlardan gebe kalan toprak yıllar sonra
doğurdu yaman Erinysleri, öç tanrıçalarını.
Bu tanrıçalarla birlikte Devlet ve Orman perileri doğmuştur, der Hesiodos. Sayılarını ve isimlerini vermez. Sonraları Erinys'lerin üç kadın ve adlarının da Alekto, Tisiphone, M e -gaira olduğu kabul edilmiştir.
Erinys'ler suçu işleyenin ve özellikle adam öldürenin peşine takılan köpekler diye düşünülür; bu köpekler dişidir, kan kokusunu hemen alıp koşarlar ve peşine takıldıkları suçluyu sonsuzca kovalayarak çıldırtırlar. Erinys' lerin en çok rol oynadıkları şiir eseri Aiskhy-los'un "Agamemnon", "Khoephoroi" ve "Eu-menldes" trilogia'sıdır. Bu eşsiz tragedya anı-tinda son oyun Erinys'lerin adını taşımaktadır, ne var ki Yunanlıların sık sık başvurduğu "euphemismos" denilen bir dil çaresiyle Erinys'lere "Eumenides" yani "iyi niyetliler" adı takılmıştır. Bundan amaç, amansız tanrıçaları yatıştırmak, kötülüğü iyiliğe çevirmelerini sağlamaktır. Aynı görüşle, sert ve tehlikeli olarak bilinen Karadeniz'e "Pontos Euksei-nos" yani konuksever deniz denirdi. Eumeni-des tragedyasında babası Agamemnon'u öldüren anası Klytaimestra'dan öç alan Ores-tes'in peşine takılan Erinys'ler sonunda birer af tanrıçasına dönüşürler, Orestes de böylece suçundan ve çektiği vicdan azabından arınmış, kurtulmuş olur. Bu sürecin nasıl sahneye konduğu üzerinde durmadan "suç" kavramını incelememiz gerek.
İnsan ne zaman suç işler, yani adam öldürür? Yunan efsanesinde adam öldürme çokluk bir yanılgı sonucunda olur: Ate tanrıça insanı gaflete düşürür ve insan istemeyerek, kimi zaman bilmeyerek öldürür, kan döker. Bir de kan davası güderek, kısas kurallarını uygulayarak adam öldürür. Her iki halde de suçundan arınmak için çareler vardır, insan tanrılara yakarmak, kurbanlar kesmekle a f f ı -nı sağlayabilir. Zeus'un kızları sayılan Litai (Yalvan) tanrıçalar suçlular adına aracı olurlar, Zeus'tan bağışlamayı elde ederler (Yalvarırlar). Suçtan arınma yalnız tanrılar katında değil, insanlar arasında da mümkün olmalıydı; Homeros dünyasında bu suçun cezası bizim hak ve hukuk anlayışımıza göre hafiftir: Yurdunda adam öldüren yurdu için bir pislik, bir uğursuzluk sayılır, bu yüzden de sürülür, kendisi gidip sığınacak bir yer bulmalı, kendisini arındırmayı göze alan bir temiz adam bulmalı ve ona hizmet etmelidir. Homeros destanlarında adı geçen birçok ünlü yiğitler suç işlemiş kişilerdir. Sürgünde yaşarlar, ama konuklan seven ve koruyan Zeus tanrının kolu kanadı altında bulunduklarından sürgünleri tatlı gelir onlara. Bunlardan biri Patroklos, öbürü de AkhiUeus'un lalası Phoiniks'tir. Her ikisi de yurtlarından kovulmuş, Peleus'un yanına sığınmış kişilerdir (Patroklos, Phoiniks). Ne var ki işledikleri suçlar Erinys'lerin kovalamasını gerektirmez. Öç köpekleri herhangi bir adamı öldürenlerin peşine takılmaz, onlar babasını ve özellikle anasını öldüren suçluyu kovalarlar. Yunan mythos'unda ünlü bir baba, bir de ana katili vardır: Oidipus'la Orestes. Oidipus babası Laios'u bilmeyerek öldürür, gördüğü ceza korkunçtur, oysa Orestes bile bile öldürür anası Klytaimestra'yı. A l k -maion gibi o da babasının kanına giren anasını öldürür, ama suçu Alkmaion'unkinden daha da ağırdır, çünkü daha hesapb, daha bilinçlidir (Alkmaion).
Agamemnon tragedyasında Mykene kralıyla birlikte Troya'dan dönen bilici Kassandra, Aigisthos'la Klytaimestra'nın cinayet hazırladıklarını sezer ve bu sezgiyi şu sözlerle dile getirir (Ağam. 1186 vd.):
Bir koro var ki, hiç ayrılmıyor bu evden, tek sesli söylüyor ezgilerini, ama sesi kulağa hoş gelmiyor, övgü değil çünkü söyledikleri, insan kanı içmiş yüreklenmek için, evet, insan kanı içmiş bu evde oyalanan koro. Zoratarsm onu bu konaktan: Aynı s o y u n Erinys'leri bunlar. Piyesin sonunda sahnede Agamemnon'la Kassandra'nın yan yana yatırılmış ölüleri görülür. Mykene'de yönetimi ele alan çift kendi ölülerinin öcünü almak için kralı ve Troyalı tutsağını öldürmüşlerdir. Bunların öcünü alacak kuşak da yetişmekte, yedi yıl sonrasını gösteren "Khoephoroi" (Sunu taşıyan kızlar) adlı tragedyada Orestes öç alıcı olarak anasının karşısına dikilmektedir. Klytaimestra oğlunun ne amaçla geldiğini anlayınca, urbasını yırtıp memesini gösterir ve Orestes'in ayaklarına kapanarak yalvarır. Ana oğul arasında şöyle bir konuşma geçer (Khoe. 922 vd.):
Klyt .
-Ananı mı öldüreceksin, yavrum benim?
Or.
-Seni ben değil, kendin öldüreceksin.
Klyt .
-A m a bak, ananın kinli köpeklerinden sakın
Or.
-Ya babamınkilerden nasıl kaçarım senden sakınırsam?
Klyt .
-Diriyken boşuna mı yakarıyorum bir mezara karşı?
Or.
-Babamı öldürdün ya, senin de ölmen gerek.
Klyt .
-Demek bir yılan doğurmuş, büyütmüşüm ben.
Orestes anasını öldürür, daha önce Algis thos'u da vurmuştu, sahnedeki kapı açılıp ge ne ikisinin ölüsü görülür. Orestes eylemini haklı gösterir: Evet, der, anamı öldürdüm, ama o da babamı öldürmüştü, tanrıların tiksindiği pis bir kadındı anam, oysa benim elime güç katan, Pytho tanrısı Loksias'tır, yani Apollon'dur. Böyle konuşurken, birdenbire yanı başında kara urbalı kadınlar belirir, bakar ki Gorgo yüzlü, saçları yılanlarla örülmüş Erinys'ler bunlar. Ellerinden taptaze kan damlamakta. Orestes bağırır, çağırır ve deli gibi atar kendini dışarıya. Koro yakınır. Atreus' tan bu yana üçüncü ölüm kasırgasıdır bu. Sonu nereye varacak? Ate'nin öfkesi dinecek mi?
Üçüncü "Eumenides" tragedyası Delphoi tapınağının önündeki bir sahneye açılır: Apollon'a sığınmış olan Orestes evrenin göbeği sayılan taşın üstüne yıkılmış, yalvarmaktadır. Erinys'ler korkunç hırıltılarla dört dönmektedir çevresinde. Apollon gelir, onla rı uyutur, derken Klytaimestra'nın tayfı dürter, uyandırır köpekleri, Apollon oklarıyl.ı onları kovduktan sonra sahne değişir ve Ati-na'daki Akropolis görülür. Orestes'in davası Athena'nın tapınağı önünde görülecektir bu kez. Tam bir mahkeme sahnesidir bu. İ ki hak ve hukuk anlayışının çarpıştığı bir mahkeme: Geleneksel kısas kurallarını simgeleyen Erinys'ler, kendini ve eylemini savunan bir insanla karşı karşıya gelip tartışmaktadırlar, sonuç mahkemenin vereceği oylara bağlıdır. Orestes Athena tanrıçanın verdiği bir oy fazlasıyla beraat eder. Böylece tanrı kararı, kader ağırlığı yerine insanların mahkemesi, yani Areopagos kurulmuş olur. Tragedyanın sonunda yenilgiye uğrayan Erinys'ler korosu öfkeyle çekilmek üzeredir ki, Athena onları Atina'nın koruyucuları olarak şehirde kalmaya çağırır, buna karşılık Atina halkından sonsuz saygı göreceklerdir. Erinys'ler değişir, iyi niyetliler diye çıkarlar ortaya, bunun simgesi eski hukukla yeni hukuk anlayışının birleşmesi olsa gerek. Erinys'ler bundan böyle Atina'ya bet bereket saçacak tanrıçalar olarak intikamı değil, adaleti gerçekleştireceklerdir. Aiskhylos'un, Atina din ve devlet anlayışını yüceltmekte ve yeni yeni kavramlar kurup, onları canlandırmaktaki ustalığı bu üçlüde en yüksek zirvesine erişmiştir.
Zaman geçince, Erinys'ler, insanları yeraltında cezalandıran tanrıçalar olarak görülmeye başlar. Eski metinlerde beliren bu inanış Vergilius'un "Aeneis" destanında dile gelmektedir: Erinys'leri Tartaros'un dibinde ruhlara ellerindeki kamçılar ve yılanlarla korku salıp eziyet eder görürüz. Cehennem kavramına yaklaşan bu görüşler Roma mythos ve şiirinde Etrüsk etkisiyle gelişmiş olabilir.


-Alıntıdır.-

6
Genel Kültür / Tarihe Yön Veren Liderler
« : 20 Mayıs 2010, 16:26:22 »
Yaptıkları reformlar ve Dünya haritası üzerinde yarattıkları değişimler ile tarihin gidişatını ve insanlığın kaderini belirlediler.

İşte geçmişten günümüze tarihin en önemli liderleri;
Odysseus

Yunan mitolojisinde İthaka Adasının kralı olarak geçen Odysseus, Homeros’un adını verdiği kitabında elde ettiği büyük başarıları ile ölümsüzleştirildi. Odysseus’un en büyük özelliği savaşlardaki cesareti ve kurnaz zekâsıydı. Truvalılarla yapılan savaşta ahşap bir at inşa ederek şehre sızmak onun fikriydi. Odysseus, savaştayken İthaka’yı yönetmeye başlayan ve karısına koca olmak için her türlü yolu deneyen tiranları döndüğü zaman devirmiş ve krallığını korumuştu.

Büyük İskender
Acımasız ve efsanevi askeri taktikleri ile Büyük İskender, adını tarihe en iyi askeri kumandanlardan biri olarak yazdırdı. Darios’un barış teklifine rağmen Gaugamela Savaşında onun sonunu getiren Büyük İskender, Asya fethine başlaması ile ordusunun isyanları ile karşılaşmış, Anadolu’ya geçişinin ardından bir daha Makedonya’ya dönemeden, 27 yaşında ölmüştü.

Hannibal

M.Ö. 248 senesinde doğan, dünya tarihinin en büyük askeri dehalarından biri olan Kartacalı kumandan Hannibal, verdiği karar ile İkinci Pön Savaşları'nda neredeyse dize getirdiği Roma İmparatorluğu'nun yok olmasını önleyen insan oldu. Hannibal’in birçok farklı medeniyetten insanla mükemmel anlaşabilmek gibi bir yeteneği vardı. Ordularının neredeyse tamamı farklı dil ve kültüre sahip paralı askerlerden oluşuyordu. Hannibal, M.Ö 218 senesinde 50 bin kişilik ordusu ve savaş filleri ile Alpleri geçerek İtalya’ya ilerledi. Alpleri geçişi ordusunun yarısından fazlası yok etti ancak, Hannibal her geçtiği yerde diplomatik kabiliyetleri ile asker toplamayı başardı.

M.Ö. 216 baharında kazandığı zaferler ile Roma’ya iyice yaklaşan Hannibal, Cannae Savaşında 70 bin kişilik Roma ordusunu yok ederek şehrin surları arasındaki tüm engelleri ortadan kaldırdı. Hannibal, yapılması halinde yıllar sürecek Roma kuşatmasını komutanlarının tepkilerine rağmen reddetti ve 100 bin nüfuslu şehrin yanından geçip gitti. M.Ö. 206 senesindeki Zama Savaşında Scipio Africanus’a yenilen Hannibal, sonuna giden yolu başlatmış oldu.

Jül Sezar

Roma İmparatorluğu'nun ilk imparatoru olan Sezar, M.Ö 27 senesinde İmparator oldu. Gelecekte Sezar adı, kendisinden sonra gelen tüm imparatorlara verilen isim oldu. Ömrünün sekiz senesini geçirdiği Galya’yı Alesia savaşı ile dize getiren askeri taktik dehası Sezar, Roma’da patlak veren iç savaşta Pompey’e üstünlük sağlamaktan da geri kalmadı.

Şarlman
768’de krallık koltuğuna oturan Şarlman, Frank krallıklarını bir araya getirerek ülkesini bir bütün haline getirmiş olan isimdi. Şarlman yaptığı reformlar ile Avrupa’nın demokratik temellerini atan liderlerden biri olarak tarihe geçen bir isim oldu. Altına dayalı para sistemini gümüş üzerinde tekrar düzenleyen Şarlman, muhasebe kayıtları üzerine katı kurallar koyması ve yatırımlarda borcu yasaklaması ile ekonomide büyük atılımlar yaptı. Tüm Latin eserlerin çevrildiği, dini yazıların tekrar yorumlandığı dönemde edebiyat ve sanat alanındaki gelişmeler tarihe Şarlman Rönesansı olarak geçti.

Cengiz Han
Tarihe acımasızlığı kadar büyük başarıları ile geçen bir lider olan Cengiz Han, Orta Asya’da doğan en büyük güç, Moğol İmparatorluğu'nun kurucusuydu. Asya’daki Moğol kabilelerini bir araya getirerek kurduğu Moğol İmparatorluğu ile bitmek bilmeyen seferlere başlayan Cengiz Han, önüne çıkan tüm kentleri kılıçtan geçirerek Batı’ya kadar uzanan bir korku yaratmıştı.

Fatih Sultan Mehmet
Babası İkinci Murat’ın ölüm haberi üzerine atını Edirne’ye koşan ve hiçbir direnişle karşılaşmadan Sultanlığını ilan eden İkinci Mehmet, henüz 21 yaşında bir çağın ve bir İmparatorluğun sonunu getirerek dünya tarihine damgasını vurdu. Bizans İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinopoli'de gemileri karadan Haliç Körfezi'ne taşıyan Sultan, dönemin en büyük topunu döktürerek askeri kabiliyetlerini ortaya koydu. İki aydan daha kısa bir sürede yeni adıyla İstanbul’u ele geçirmek gibi inanılmaz bir başarı gösteren Fatih Sultan Mehmet, sadece askeri gücü ile var olan bir lider değildi. Çok iyi eğitim görmüş olan Sultan İkinci Mehmet, yedi dil konuşur, Arapça ve Farsça'dan çevrilmiş felsefi eserleri okumaktan hoşlanırdı. Bilime çok düşkün olan Sultan, özellikle astronomiye ilgi gösterirdi. Döneminde İstanbul’a birçok bilgin ve düşünür getirtmişti. 1480 yılında İtalya’yı işgal eden ve Roma’yı ele geçirmek istediği düşünülen Fatih Sultan Mehmet, bir yıl sonra halen nedeni tartışılan ölümüyle hayata gözlerini yumdu.
Birinci Elizabeth

İngiltere ve İrlanda’nın tahtına 1558 yılında oturan Birinci Elizabeth’in lakabı Bakire Kraliçeydi. Sebebi ise ömrü boyunca hiçbir krala bağımlı kalmamış olmasıydı. Kraliçe Elizabeth dünyanın kadınların yönetimini bilmediği bir dönemde en güçlü kadın olarak kendini göstermişti. Onun dönemine kadar kadınlar kralların eşleri olmaktan öteye gidemiyorlardı. Yaşadığı dönemde evliliği Avrupa’nın önemli konularından biri olan Elizabeth, İkinci Philip, Avusturya Arşidük’ü Charles, Fransız Anjou Dükü Henri ve kardeşi François’nın da aralarında bulunduğu birçok erkeği reddetmişti.
İkinci Joseph

Kutsal Roma İmparatorluğu'nu 1765’ten 1790’a kadar başında olan en ünlü imparatoruydu. İkinci Joseph, belki de tarihin gördüğü en fedakâr lider olması ile adını ölümsüzleştirdi. Mutlak gücün mutlak yolsuzluğa giden yol olduğunu düşünen İkinci Joseph, tarihin rastladığı hükümdarlara nazaran halkını ön planda tutan bir liderdi. En büyük reformlarından biri, derebeylik sisteminin ezdiği köleleri özgür kılmasıydı.

Napolyon
Politika ve savaşa doymak bilmeyen bir lider olan Napolyon, Fransız Devrimi ardından Fransa’nın İmparatoru olmuştu. Osmanlı’yı müttefik yapmak için uzun süre uğraşan Napolyon’un, III. Selim’e yazdığı mektup ünlüdür. Devrimin ardından tek öğün yemekle geçinmeye çalışan Fransa’da birçok reform yapan Napolyon, merkezi yönetim ve vergi, eğitim sistemi gibi birçok alanda gelişim sağlamasının yanında; ülkenin yol ve kanalizasyon sistemleri gibi altyapı çalışmalarını da başlattı. Kamu alanında Napolyon yasaları, askeri alanda ise Napolyon taktikleri ile ülkesini yönlendiren Napolyon, 1812’de Rusya işgali ile gücünü yitirmeye başlamış, son şansı Waterloo’da aldığı yenilgi ile Avrupa sahnesinden çekilmişti.

Abraham Lincoln
ABD’nin 16’ıncı başkanı olan Abraham Lincoln, ülkesinin en zor döneminde, İç Savaş esnasında başkanlık yapmıştı. Ülkesinin en bunalımlı döneminde tek parça halinde kalabilmesi için büyük uğraş veren Lincoln, köleliği kaldırması ile dünyanın kaderini değiştiren insanlardan biri oldu. Amerika’nın ilk vergi gelirini düzenleyen ve ulusal bankacılık sistemini oluşturan Lincoln, Şükran Günü’nü ilk uygulayan insan olarak Amerika’nın ekonomik ve sosyal hayatına önemli etkide bulunmuştu. Yedi yüz binden fazla insanın öldüğü iç savaşın ardından ekonomi başta olmak üzere ülkesinin yaralarını sarmaya başlayan Lincoln, reformlarına fazla vakit bulamadan, Konfederasyon fanatiği tiyatrocu John Wilkes Booth tarafından öldürüldü.

Vladimir Lenin
Demokratik eğitim için mücadele veren bir fizik öğretmeninin oğlu olarak dünyaya gelen Vladimir Ilyich Ulyanov, babasını beyin kanamasından kaybetti, erkek kardeşi Çar Üçüncü Aleksandr’ın suikastına karıştığı gerekçesiyle idam edildi, kız kardeşi sürgüne gönderildi. Parçalanmış aile yapısı hayatını çok etkileyen Lenin, 1892’de St. Petersburg üniversitesinde hukuktan mezun oldu. Üniversite sonrası yıllarda Marksist hareketlere katılan Ilyich Ulyanov, yazdığı makale ve kitaplarda Lenin adını kullanmaya başladı. Rusya Sosyal Demokrat Partisine katılan Lenin, 1902 senesinde yayınlanan “Ne Yapmalı?” adlı eseriyle Çarlık Rusya’sında bir anda tanınan ve dinlenen bir kişi olmayı başardı.

Üç sene sonra Sosyal Demokrat Partinin başına geçen Lenin, Avrupa’daki faaliyetlerine başladı. Birinci Dünya Savaşı'ndaki barış hareketleri ile Almanya ile olan savaşın sona ermesini sağlayan Lenin, 1917 yılındaki Şubat Devrimi ardından Halk Komiserleri Konsey Başkanı seçilen Lenin, derhal eğitim, sağlık ve ekonomi alanlarındaki reform çalışmalarına başladı. Ülkesindeki iç savaşı 1920’de sonlandıran Lenin, 1922’deki suikast girişiminden sonra felç geçirdi. Lenin'in 1924 yılındaki ölüm nedeninin aynı neden olduğu ileri sürülse de, bu konuda kesin bir bilgi yok.

Churchill

İngiltere’de köklü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Churchill, gençliğinde asker üniforması altında Küba, Hindistan ve Afrika’da görevlerde bulundu ve önemli askeri tecrübe edindi. İngiltere’ye dönüşünde ise parlamentoya girdi. Churchill başarılı bir politikacı olmasına rağmen alkol sorunu ön plana çıkıyordu. Baskın karakteri ile ön planda kalmayı başaran Churchill, kendi planı olan ve sorumluluğu üzerine kalan Çanakkale felaketi ile kendi kendini bitirdi. İkinci Dünya Savaşı olmasaydı, belki de adı hatırlanmayacaktı.

Mustafa Kemal Atatürk
11 Ocak 1905 tarihinde Harp Akademisini bitiren Mustafa Kemal, orduya kurmay yüzbaşı olarak katıldı. İlk olarak Suriye’de, ardından 1911 senesinde tabur komutanı olarak Trablusgarp’ta savaştı. Çanakkale Savaşı'nda1915 yılında müttefiklere geçit vermeyen Mustafa Kemal, 1916’da Muş, Bitlis ve Van’ı Rus işgalinden kurtardı. Bir yıl sonra korgeneral rütbesine yükseldikten sonra Filistin cephesinde Arapları yanına alan İngilizlere karşı müdafaa yaptı.

Birinci Dünya Savaşı'nın ardından işgalci karıncalar gibi Anadolu’ya yayılan ittifak ülkelerine dur diyen yine Mustafa Kemal’di. Samsun’a 1919’da geçişinin ardından Erzurum ve Sivas kongrelerini düzenleyen Mustafa Kemal, milli mücadelenin planını çizdikten sonra Ankara’da TBMM’yi açtı. Sakarya ve Dumlupınar Medyan Muharebelerinde yenilen Yunanlıları Büyük Taarruz ile Anadolu’dan çıkaran Mustafa Kemal, İngiliz, Fransız, İtalyanlar dâhil olmak üzere tüm Anadolu’yu düşman kuvvetlerinden temizledi.

Mustafa Kemal 1923 yılında, Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. Ekonomik, politik ve sosyal alanda yaptığı reformlar ile Türkiye’nin kalkınmasında ilk adımı atan Atatürk, döneminde oldukça ünlü bir insandı. Birinci Dünya Savaşı'nda Bolşevik rejimini yıkan Çanakkale zaferi ve Suriye cephesinde dağılmakta üzere olan ordusu ile yaptığı müdafaa ününü tüm dünyaya yaymıştı.

Mussolini
Elinde güç olan fantezi düşkünlerinin ne kadar tehlikeli olabileceğine dair en iyi örneklerden biri olan Mussolini, kendini Roma İmparatoru Augustus’un reenkarnasyon ile dünyaya gelmiş hali zannediyordu. Nihai amacı da, tıpkı Augustus gibi tüm Akdeniz’i ele geçirmek ve Roma’nın eski ihtişamını tekrar yaratmaktı. Bu hayallerine rağmen en ilginç olan şey, 1922 yılında İtalya’nın Başbakanı olmuş olan Mussolini’nin, ne kadar iyi geçiniyor gözükmesine rağmen Hitler’i bir kaçık olarak görmesiydi. Düşünce düşmanı olan Mussolini, İtalya Komünist Partisinin bir dönem lideri ve en büyük düşünürlerinden Antonio Gramsci’yi 1926’da hapse attırmıştı.

İkinci Dünya Savaşı'na Hitler’in Fransa işgali ardından sırasının geldiğine inanarak giren Mussolini, Afrika cephelerinde alınan ağır yenilgilerin ardından itibarını hızla kaybetmiş, geri çekilen Alman güçleri arasında kaçarken yakalanarak idam edilmişti. Milano’daki Lareto Meydanı'nda, bir zamanlar kendini alkışlayan binlerin önünde cesedi teşhir edilmiştir.

Politikaları ile 10 milyonlarca insanın ölümüne neden olan İkinci Dünya Savaşını başlatan ve milyonlarca Yahudi’nin katledilmesine neden olan Hitler, politik ve liderlik yetenekleri ele alındığı zaman tarihte öne çıkan bir kişiydi.


-Alıntıdır.-

7
Müzik / Beirut
« : 20 Mayıs 2010, 11:52:49 »


Beirut, Santa Fe’li Zach Condon’ın öncülüğünü yaptığı grup. Santa Fe, New Mexico, Amerika doğumlu olan Zach Condon, 17 yaşında lise eğitimine ara vererek abisi Ryan ile birlikte 4 aylık bir Avrupa turuna çıkar. Bu süreçte, Condon zamanının çoğunu Paris’te geçirse de, yinede doğu Avrupa ve Balkan müziğiyle de tanışır, ve derinden etkilenir. Avrupa’dan dönüşünde Albuquerque, New Mexico’daki University of New Mexico’da Portekizce ve fotoğrafçılık okumaya başlar. Üniverstedeki yıllarında Condon yurt odasında, Beirut’un ilk albümü olacak Gulag Orkestar’ın demo kayıtlarını yapar, fakat bunlar çok kaba kayıtlardır. Condon çok geçmeden yine Albuquerque’li A Hack and a Hacksaw grubunun üyeleri Jeremy Barnes ve Heather Trost’un dikkatini çekmeyi başarır. Onlarında yardımıyla Gulag Orkestar kaydedilir. Balkan sounduna daha yakın duran Gulag Orkestar’ın büyük başarısından sonra, Zach Condon 2. albümde müzikal açıdan hayranlık duyduğu, Jacques Brel ve Serge Gainsbourg’un Fransız popuna yönelir. 2007’nin The Flying Club Cup’ı stil olarak Beirut’un temelini oluşturan Balkan tarzını bırakmasada Fransız «chanson» larından da öğeler barındırmasıyla dikkat çeker.

Tarz olarak Doğu Avrupa ve folk soundlarını harmanlayan grupta Condon vokallerin yanısıra zaman zaman ukulele ve trompet çalarakta katkıda bulunuyor. Sanatçının minyatür gitar şeklindeki ukulele adlı enstrümana yönelmesinin nedeni ise geçirdiği bir kaza; Condon sol bileğindeki problem nedeniyle gitar çalarken zorluk çekmektedir. Zach Condon çağımızın önde gelen genç bestecilerinden olarak görülmektedir.

Zach Condon’un liderliğindeki Beirut’un kalabalık kadrosu şöyledir:
-Perri Cloutier
-Hari Ziznewski
-Jason Poranski
-Nick Petree
-Kristin Ferebee
-Paul Collins
-Jon Natchez
-Kelly Pratt
-Tracy Pratt
-Lucy Blyth

Albümler:

* Gulag Orkestar (2006)
* The Flying Club Cup (2007)

EP’ler:

* Lon Gisland (2007)
* Pompeii EP (2007)
* Elephant Gun EP (2007)
*March of the Zapotec and Realpeople Holland (2009)

-Alıntıdır-

8
Liman Kütüphanesi / İlk Romanda On Sayfa Kuralı
« : 20 Mayıs 2010, 08:54:21 »
Yazan: Cem Şancı


Genç yazarlardan (ben çok yaşlandım) çok soru alıyorum. Nasıl yazacaklarına, nasıl dosya hazırlayacaklarına, yazdıkları metinleri nasıl kitap haline getireceklerine dair sorular bunlar. Ama ilk kitabını yazan yazar adayımızın bilmesi gereken ilk kural bence, "İlk Roman'da On Sayfa Kuralı"dır.

Bu, yazar olacak adamı belli eden ve, 15 yıllık deneyimlerime, gözlemlerime, edebiyatın içindeki pek çok insanla istişareye ve bu 15 yılda yaşanmış yüzlerce vakaya dayanarak, yıllar içinde kendi kendine yavaşça belirginleşmeye başlamış bir kural.

Buna göre, ilk romanını yazmaya başlamış birinin, gerçekten bir yazar olup olamayacağını, kendini, derdini, öyküsünü yazarak anlatabilecek biri olup olamayacağını anlamak için, yazdığı romanın ilk on sayfasını sorgulamak gerekmektedir.

Ki bu sorgu iki aşamada gerçekleşir.

1- Zotrilyorlarca insan, "ben kitap yazıcam aabi yeaaa," diye heveslenerek gazlanma potansiyeline sahiptir. Bu şevke sahip insanların en belirgin özelliği, ilk çıkış noktasındaki müthiş coşku ve kararlılık belirtileridir. "Şöyle olacak, böyle olacak, şunu yazıcam, bunu yazıcam, şöyle planladım, böyle hesapladım, üşenmedim storyboard'unu bile yaptım," gibi bir milyon tane güzel şey duyabilirsiniz. Ama heyecanlanmayın, tüm bu şevke sahip yazar adayları, ilk sayfayı yazmaya başladıklarında yorulur, ikinci sayfaya geçtiklerinde çoktan pes ederler. Üçüncü sayfaya geçebileni azdır, dördüncü sayfaya ulaşanı nadirdir. Beşinci sayfasını yazabilenler kararlı azınlık, altıncı sayfasını görebilenler savaşçı ruhlu, yedinci sayfasını kaleme alabilenler lider karakterli, sekizinci sayfayı yazabilenler peygamber sabırlı, dokuzuncu sayfayı yazabilenler insan üstü varlıklar ve onuncu sayfasını bitirebilenler tanrıdır. On birinci sayfayı yazabilenler ise artık yazar adayıdır.

Evet, bu altın kural gereği, bir yazar adayını değerlendirmek için, başlangıçtaki tüm coşkusu ve kararlığı sizi ikna etse, inandırsa bile, ilk on sayfayı bitirmesini beklemelisiniz. Bunu başarabiliyorsa, ikinci safhaya geçebiliriz.

2. Bu aşamada, artık kıçını yırtıp ilk romanın ilk on sayfasını yazmış yazar adayımızın metnine eleştri getirmek için kıçımızı kaldırıp emek sarf edebiliriz. O ilk on sayfa, okuru sürüklüyorsa, dikkatli, özenli, imlası düzgün, tashihi az, okunması keyif veren, cümleleri okuru alıp götüren bir metinse, karşınızdaki arkadaşın gelecek için umut veren bir yazar adayı olduğunu gözlerinin içine bakarak dile getirmekte sakınca yoktur. Bırakın çocuk mutlu olsun. O biraz önce tanrı bile olmaktan daha zor bir işi başardı.

9
Eğlence & Mizah / Kayıp Rıhtım Fanzin 2. Sayı!
« : 17 Mayıs 2010, 10:12:26 »



-Nihbrin Kimden Biri?

Kayıp Rıhtım’ın mistik şahsı Nihbrin, idüğünün belirlenmesi amacıyla zorla hastaneye götürülüldü. Yapılacak DNA testiyle erkek ya da dişi, insan ya da uzaylı olup olmadığı ortaya çıkacak. Yakın çevresinden edinilen bilgiye göre, hepsi de olabilirmiş.

‘’Duyguları olan bir uzaylı…

Uzayda yaşayan bir insan…

İnsan olmayan bir dişi…

Dişi olan bir erkek…

O bir gladyatör…’’

Hastaneye götürülmeden önce muhabirlerin sorduğu ‘’Kimsiniz?’’ sorusuna ‘’I’m an idea’’ yanıtını veren Nihbrin’in test  sonuçları haftaya açıklanacak.


-Amras Ringeril’in Yeni Filmi
Oscar aday aday adaylığı beklentisiyle yola çıkan, Amras Ringeril’in hem yönetmenliğini, hem başrol oyunculuğunu, hem ses koordinatörlüğünü, hem kılık kıyafet yönetmeliğini, hem de senaryosunu üstendiği ‘’Ekmek Arası Ekmek’’ filmi izleyicilerin beğenisine sunuldu.

Sorularımıza çikolatalı purosuyla yanıt veren Amras, şunları söyledi:

‘’Arkadaşlar..arkadaşlar…Lütfen sakin olalım. Hepinizin sorularına cevap vereceğim, herkese vereceğim. İçimde tutmayı sevmiyorum biliyorsunuz, ben dışa yansıtan bir insanım. Filmde de öyle yaptım fark ettiyseniz, ne var ne yok hepsini size yansıttım. Hatta sütçü çocuk vardı filmde, cep telefonuyla satıyordu sütlerini, bildiniz mi? Nasıl yansıtmışım ama? O benim küçüklüğüm.’’

Yapılan Gala gecesine karla karışık ünlü yağmuru yağdı. Uzun süren toplaşmanın ardından kalabalık, olaysız şekilde dağıldı.


-Son Kitap Darly Opus’tan

Yazdığı 14 milyon 832 bin 612 sayfalık dev roman ile guiness rekorlar kitabına adaylığını koyan Darly Opus’un kitabı, incelemeye alındı. Kitabın bitmesi için İstanbul seferberlik ilan etti. Nüfusa orantılı şekilde, her eve bir sayfa kampanyası başlatan belediye, daha sonra bir özet çıkartılmasını isteyecek. Kitabın neden bu kadar uzun olduğu sorusuna,

‘’Kitap yazmak kolay değil. Aslında o kitap daha bitmemişti, ama bizim kırtasiyede kalem bitti. Devam edemedim. Dünya yaratmak zor azizim.’’ Yanıtını verdi.


-Antiseptik Kaza Yaptı!

Tren şoförlüğü yaparak geçimini sağlayan Antiseptik, şok bir kazaya imza attı. Kullandığı tren, raydan çıkarak denize uçtu ve o esnada trans geçiş yapan gemiyle çarpıştı. Şans eseri hiç kimse yaralanmadı fakat yolcuların tepkileri şaşırtıcı oldu.

‘’Roller Coaster gibiydi.’’

‘’Keşke herkes böyle çarpışsa..’’

‘’Hayat gözlerimin önünden ray şeridi gibi geçti..’’

Olay yerine gelen polisler suçlu buldukları Antiseptiği karakola götürmek istediler fakat yolcular buna şiddetle karşı çıktı. Eğer Antiseptiği polis aracına bindirirlerse yüzme eylemi yapacağını belirten yolcuların karşısında polis, işlem yapmadan geri dönmek zorunda kaldı.

-Sürpriz Soru

Geçen haftanın cevabı: SALI olacaktı. Şöyle ki,

Bu haftanın sorusu ise şöyle,
Need for speed 2 oyununda yer alan Ferrari marka arabalar hangileriydi?



10
Oyunlar / Counter Terrorist Win!
« : 13 Mayıs 2010, 19:33:47 »
2000’li yılların vazgeçilmez oyunu Half-Life ve paketi Counter-Strike ile büyüdü bir nesil. Internet kafelerde saatlerce sıra bekleyip yine saatlerce sıra beklettiler. Büyük küçük herkes yaptı bunu, hatta daha ileri gidenler oldu. Oyunu ciddiye alıp hırs yapanlar, birbirlerine eline ilk geçirdikleri şeyleri –ki genellikle klavye ve mouse oldu- fırlattılar. Olan caaaanım Microsoft klavyelere oldu.

Çok iş aştı bu oyun insanımızın başına. Internet kafe sahipleri zabıtalardan az ceza yemediler. Ama kazançlarını etkilememiş olacak ki, tınlamadılar bile! Bir çok çocuk okuldan kaçıp derslerini bir kenara attı sırf bu yüzden.  Harçlıklar hep Half-Life’a gitti… Peki suç oyunda mı?

Kesinlikle hayır.

Oyun oynamayı bile beceremiyoruz. Her şeyin b.kunu çıkarttığımız gibi, bilgisayarın da cılkını çıkartıyoruz. Ne kontrol edebiliyoruz, ne denetleyebiliyoruz ne de yeri geldiğinde engelleyebiliyoruz. Bir baba çocuğunun okuldan kaçıp internet kafeye gittiğini nasıl bilmez? Yahut okul idaresi buna nasıl tepkisiz kalır? Hele kafe sahibi çocuğu nasıl kapısından içeri alır?



Yazının başında bunları dile getirmek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Zevkli bir oyun olduğundan ya da ne bileyim, multiplayer fps’nin ender ve güzel örneklerinden biri olduğundan bahsedecektim. Ama içimden gelmedi bir an.
İnsan bazen isyan bayraklarını çeker ya kendi kendine, ‘’Yeter Ulan!’’ der; ben de içimden çığlıklar atıyorum şu an öyle. Radikal ve saçma sapan düşünceleri geçiriyorum aklımdan. ‘’Yok size oyun moyun, siz hiçbir şeyi hak etmiyorsunuz, ot gibi yaşayın ölün gidin’’ diyorum. Abartıp bilgisayarı hayatımıza sokanlara da laf edebilirim ama, WoW’a kıyamıyorum şimdi… İşin ‘’iş’’ tarafından çoktan geçtim.

Geçen gün Serious Sam oynadım yine. Yok böyle bir oyun yahu. Başına oturup, bitirmeden kalkmak mümkün değil. İlk oynadığımda da öyle yapmıştım. Başına geçtim ve bitti. Daha sonra kuzenimle beraber de multiplayer şeklinde bitirdik. Beraber oynamak da zevkli oluyor, takım olmak çoğu insanın hoşuna gider ya, oyun oynarken de öyle.

Kafamı dağıtmak için yazdığım şu bir-iki paragraftan sonra konuyu toplamak gerekirse eğer, neyse ki diyorum, Half-Life furyası geldi geçti ve bitti. Ondan sonra da hastalık derecesinde bir durum söz konusu olmadı, şükretmek lazım.

Yine de dikkatli olmak gerek..

11
Eğlence & Mizah / Kayıp Rıhtım Fanzin!
« : 13 Mayıs 2010, 15:57:47 »
*Tamamen eğlence amaçlıdır. Samimiyetinize sığınarak hazırlanmıştır. Kusrumuz olduysa affola :)



Kayıp Rıhtım, meçhul aralıklı magazin dergisinin ilk sayısına hoş geldiniz. Bakalım bu ay, dergimizde neler var.
-Magicalbronze’dan Yatırım Sözü
-Baal Adramelech Alkollü Yakalandı
-Arlinon’dan Şok İtiraflar
-Mit’in Bilinmeyen Yüzü
-Sürpriz Ödüllü Soru

Magicalbronze’dan Yatırım Sözü

Akşam geç saatlerde, hobbit köyünden şen şakrak tavırlarla ayrılan magicalbronze, samimi sözleriyle izleyenlerini kendisine hayran bıraktı. Ünlü iş adamı, şu sözleri sarfetti;

‘’İlk olarak, köyün ortasından beş kat asfalt geçireceğiz. Mümkün mertebe kız erkek ayrı WC umumi hela borcumu unutmadım. Bunların hepsi için Gandalf’ın istifasını bekliyorduk. Oldu çok şükür. Hobbit gökdelenleri tüm Orta Dünya’yı saracak.’’

Baal Adramelech Alkollü Yakalandı

Meşhur FRP barlardan birinde düzenli oyun oynatarak geçimini sağlayan eski paladin, yeni DM Baal Adramelech, oynattığı oyun esnasında alkollü olması sebebiyle izleyenlerin tepkisini topladı. Alkolün etkisinden olsa gerek, oynattığı karakterleri de zorunlu olarak sarhoş eden DM, durumdan rahatsız görünmüyordu.

Oyuncuların onun hakkında yorumları ise, geçirdikleri zor gecenin göstergeleriydi. İsmini vermek istemeyen bir oyuncu,

‘’Eğer 10 kutu extra bira içmezsem, beni ejderhalara yem yapacağını söyledi. Kabus gibi bir geceydi.’’ dedi.

Oynanan oyunun sonunda tüm oyuncuları, şarap fıçılarında boğan Baal Adramelech, tutuklanarak cezaevine götürüldü.

Arlinon’dan Şok İtiraflar

Anarşist tavırlarıyla bilinen Arlinon Bey, yine yerinde durmadı. Ortalığı kasıp kavuracak sözler etti. Dün sabah kuşluk vakti, genel ofisimize hırçın bir şekilde gelen Arlinon, isim vermeyerek büyük eleştirilerde bulundu. İşte Arlinon’un sarf ettiği cümlelerden bazıları…

‘’… Ben daha önce söylemiştim zaten. Böyle olmaz demiştim. Yok arkadaş. O onun videosunu çekecek, bu bunun üstünden nemalanacak, kim kim napıyorlar ben hiç anlamıyorum ki? Elimde dosyalar var neler var. Ama biz her zaman buradayız. Kayıp Rıhtım’ın komplolarla tecavüz edilmesine izin vermeyiz. Biz neyiz yahu… Ben onlara gösteririm. Gerekirse döverim. Ama gösteririm. Ben göstermekten çekinmem.’’

Bu sözlerden sonra, geldiği gibi hırçın bir şekilde ofisi terk eden Arlinon Bey’e halktan yorum gecikmedi.

‘’Yeni çıkacak kitabının reklamını yapıyor. Kitabı çıkmıyorsa da seçimlere girecektir onun reklamını yapıyordur. Yoksa niye gösteririm desin.’’

Mit’in Bilinmeyen Yüzü

Ozan Mit, kameralar karşısında göz yaşlarını tutamadı.  Son dönemlerde yaşanan talihsiz krizler neticesinde Mit, bizlere dert yandı.

‘’Ne güzel ormanlarımız var idi.
İçlerinden entler yaşar idi.
Bir orc geldi, hepsini yedi
Nolacak şimdi, beni beni…’’

Her ne kadar sarfettiği bu sözler akıllarda soru işareti bıraksa da, üzgün olduğu her halinden belli oluyordu.

Sürpriz Ödüllü Soru

Sayımız her çıktığında, bu köşede size bir soru sorulacak, ve bilenler o kadar büyük ödüllere sahip olacaklar ki, çok sevinecekler. İşte bu haftanın sorusu:
Dün yarın olsaydı, bugün Perşembe olurdu diyen biri, bunu hangi gün söylemiştir?

12
Başka Kurgular / Sofi'nin Dünyası - Jostein Gaarder
« : 12 Mayıs 2010, 09:51:41 »
Sofi’nin Dünyası


 

Benzer insanların, yüzeysel bilgilerin geçerli olduğu çağımızda, “ 3000 yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günübirlik yaşayan insandır “diyen Goethe’nin günübirlik  insanlarından olmama yolunda ciddi bir adım.

 

15. yaşgününü kutlamaya hazırlanan Sofi, bir  gün posta kutusunda ‘kimsin ‘ yazılı bir not bulur.Bu sorudan hareketle, bütün bir felsefe tarihinden sorulmuş soruları ve cevapları, sürükleyici bir roman kurgusu içinde anlatıyor kitap.

 

Kitap 15 yaş gurubu için yazılmış olsa da felsefi birikim gerektirmektedir.Sabırla okuyacak, anlamaya çalışacak, anladıklarını tartışacak insanlar için...

Sen kimsin ? sorusuyla başlayan..

İnsan nedir  ?

Hayatta en önemli şey nedir ? sorusuyla devam eden..

Dünyayı hazır, verildiği gibi kabul edenlerden biri olmamak

Yüz yıllık uykudan uyanarak

Ben kimim ? sorusunu sormak....

“ En bilge kişi bilmediğini bilen kişidir.

  Gerçek bilgi içimizde mevcuttur

  Doğru bilgi, doğru eylemi gerçekleştirir. “

Bizler birer yıldız tozuyuz.

13
Genel Kültür / Gençliğe Hitabe
« : 12 Mayıs 2010, 09:09:42 »
Hele ki şu son dönemlerimize de baktığımda, artık gerçekten gençlerin sıkılmadan her gün Ata'nın kaleminden çıkan bu cümleleri okumaları gerektiğini düşünüyorum. Göz önünde kalmasını temenni ediyorum.


GENÇLİĞE HİTABE

         Ey Türk gençliği ! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

        Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

         Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

                                                                                                    Gazi Mustafa Kemâl ATATÜRK
20 Ekim 1927

14
Liman Kütüphanesi / Atatürk'ün Yazdığı Kitaplar
« : 12 Mayıs 2010, 08:57:21 »
Mustafa Kemal Atatürk, yaşamının her döneminde kitapla
bütünleşmiştir. Bu okuma sevgisinin kendisine sağladığı bilgi
birikimini zaman zaman yazmaya dönüştüren Atatürk, yaşamının farklı
dönemlerinde farklı konularda kitaplar yazmıştır. Yazdıkları gerek
güncelliği, gerekse yol göstericiliği açısından bu gün dahi
tartışmasız gerçekleri içermektedir. O'nun günümüzde hala
geçerliliğini koruması ileri görüşlülüğünün ve akılcılığının
göstergelerinden biridir. Mustafa Kemal, özellikle II. Meşrutiyet'in (23
Temmuz 1908) ilanından sonra tüm dikkat ve çalışmasını askerlik üzerine
yoğunlaştırılmıştır. O,mesleki bilgileri artıracak yayınların
yapılmasını gerekli görüyordu. Bu amaçla mesleğinin ilk yıllarından
itibaren askerlikle ilgili birikimlerini aşağıda isimleri belirtilen
kitaplarda toparlanmıştır. a) Takımın Muharebe Talimi b) Cumalı
Ordugahı c) Tabiye Tatbikat ve Seyahati d)
Bölüğün Muharebe Talimi e) Zabit ve Kumandan ile Hasbıhal (Subay ve
Komutan ile Konuşmalar) f) Tabiye Meselesinin Halli ve Emirlerin Sureti
Tahririne Dair Nesayih

NUTUK

Yurdumuzun parçalanıp, işgal edildiği
günlerden başlayarak, Türk tarihinde bir dönüm noktası olan İstiklal
Savaşı'nı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve inkılapların
yapılışını anlatan Nutuk, siyasi ve milli tarihimizin birinci elden,
değerli bir kaynak eseridir. Atatürk'ün kendi kaleminden çıkan bu eser,
yine Atatürk tarafından, Cumhuriyet Halk Partisi'nin 15-20 Ekim 1927
tarihleri arasında Ankara'da toplanan İkinci Kurultayı'nda 36,5 saat süren
ve altı günde okunan tarihi bir hitabeye dayandığı için Nutuk adını
almıştır. Nutuk yalnız geçmiş devrin bir hikayesi olarak dünümüzü
anlatmakla kalmayıp, yakın tarihimizden alınan ibret dolu tecrübelerle,
milli varlığımızın bugününe de yarınına da ışık tutabilen bir değer
taşımaktadır. Nutuk, milleti ülkenin geleceğini belirleyecek olan milli
birlik ilkesi etrafında bilinçlendirip, kenetlendirerek, milli irade ve milli
hakimiyet kavramlarının harekete dönüştürülmesi yoluyla, Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşundan Cumhuriyetin ilanına kadar uzanan
başarılı bir tarihi akışın hikayesidir. Nutuk ilk defa 1927 yılında,
biri asıl metin, diğeri belgeler olmak üzere Arap harfleriyle iki cilt
olarak yayınlanmıştır. Aynı yıl, tek cilt halinde lüks bir baskısı da
yapılmıştır. Yazı inkılabından sonra, bu ilk metnin okunması
güçleştiğinden, 1934 yılında, Milli Eğitim Bakanlığınca üç cilt
olarak yeniden basılmıştır. Nutuk, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu Atatürk Araştırma Merkezince yeniden basılmıştır.

BÖLÜĞÜN MUHAREBE EĞİTİMİ

"Bölük Muharebe Eğitimi" olarak yayınlanan eser,
meskun yerlerde muharebe, savunma ve taarruz konularını
kapsamaktadır. Meskun yerlerin sınırlayıcı durumlarının muharebeye
etkisi, savunma mevziinin seçimi, savunma mevziinin hazırlanması, ateş
sahalarının temizlenmesi, ateş taksimi, ateş tutmayan ölü bölgelerin
kapatılması ve mevziin işgali gibi savunmanın esasını oluşturan konular
işlenmiştir. Ayrıca taarruzda birliğin aldığı tertip ve düzen,
ilerleme, ateş üstünlüğü, ihtiyatların kullanılması gibi taarruz
harekatında her zaman karşılaşılacak konular ele alınmıştır. Genç
Kurmay Önyüzbaşı Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından, Almanca aslından
tercüme edilen ve bağlı olduğu ordunun eğitimine katkısı olan bu eserden
yeni nesillerin de faydalanabilmeleri için bugünkü Türkçeye
çevrilmiştir.

CUMALI ORDUGAHI

Cumalı Ordugahı; Makedonya bölgesinde,
Köprülü - İştip yolu üzerinde bulunmaktadır. Bu ordugahta, 3. Süvari
Tümen Komutanı Tuğgeneral Suphi Paşa'nın komutası altında kurulan bir
süvari tugayına eğitim ve manevra yaptırılmıştır. Bu manevraya
katılan Mustafa Kemal, "Cumalı Ordugahı" adlı eserini yazmış; süvari,
bölük, alay, tugay eğitim ve manevralarını anlatmıştır. Mustafa Kemal
bir kurmay subay olarak teorik bilgilere önem vermekte, ancak askeri tatbikat
ve manevralardan sadece katılanların yararlanmasını yeterli görmemektedir.
Bu yüzden, 10 gün süren bu tatbikat sırasında tuttuğu gözlem
notlarını, hazırlanan meseleleri ve komutanların yaptıkları eleştirileri
yazmış, bol kroki ile küçük bir broşür haline dönüştürmüştür. 12
Eylül 1909'da tamamladığı bu eseri, Selanik'te 1909 yılında matbaa
harfleriyle basılmıştır. Eser; 39 sayfa metin ve 7 adet krokiden
oluşmaktadır.

TAKIMIN MUHAREBE EĞİTİMİ

Bu kitap; Berlin Askeri Üniversitesi eski müdürlerinden General Litzmann'ın "Seferber Mevcudunda
Takım, Bölük ve Taburun Muharebe Talimleri" adlı eserinin ilk bölümünü
oluşturmakta olup, Selanik'te 3.Ordu Karargahı'nda görevli, Kurmay Kıdemli
Yüzbaşı Mustafa Kemal tarafından Almanca'dan Osmanlıca diline çevrilmiş
ve 1908 yılında Selanik Asır Matbaasında basılmıştır. Kitabın özü;
seferi tam mevcutlu bir takımın, değişik hava şartları ve çeşitli
arazide, basit bir mesele içinde muharebe yöntemlerinin uygulaması, avcı
hattı teşkiliyle bir avcı hattının ateş muharebesi üzerinde
toplanmaktadır. Mustafa Kemal Paşa, subayların arazide yetiştirilmesini
amaçlayan tatbikatın, önemini vurgulayan bu eserini, 1911 yılında 5.
Kolordu Harekat Şube Müdürü iken yazmıştır. Bu eserde, karşılıklı
olarak kırmızı ve mavi muharebe birliklerinin Selanik-Kılkış arasında
yaptıkları savunma ve taarruz uygulamalarının değerlendirilmesi
yapılmıştır.

TAKTİK VE TATBİKAT GEZİSİ

Bu eserinde, bir muharebeyi sevk ve idarede belirli kuralların olamadığını vurgulaması yanında,
komutan olan kişinin nitelikleri üzerinde de durmuştur. Bunlar ise;
birliğini barışta ve savaşta eğitmek, yönetmek ve gözetmekteki üstün
başarı, elindeki kuvvetin eksikliğini giderecek düşünce gücü ve
astlarından her konuda üstünlüğü sağlamaktır. Bunun yanında, kişisel
cesaret, başkalarının hareketini önceden seziş ve harekatını en uygun
zamanda yapabilme yeteneği olmalıdır. Ortak amacın gerçekleştirilebilmesi
için birliklerini başarılı bir şekilde yönetmeli, astları üzerinde
etkili olmalı ve otoritesini kurabilmelidir. Bu eserde ayrıca bir
komutanın başarılı olabilmesi için bu kuralları sadece okumuş ve
öğrenmiş olmanın yeterli olamadığı, bunların tatbikatının da önemi
belirtilmiştir

GEOMETRİ

Atatürk bu kitabı ölümünden bir buçuk yıl önce III. Türk Dil Kurultayından hemen sonra 1936-1937 yılı kış aylarında Dolmabahçe Sarayında kendi eliyle yazmıştır.

SUBAY VE KOMUTAN İLE KONUŞMALAR

"Subay ve Komutan ile Konuşmalar" Atatürk'ün askerliğe
ilişkin eserlerinin en önemlilerinden birisidir. Bu eser, Atatürk, 1914
yılında Kurmay Yarbay rütbesiyle Sofya askeri Ataşesi olarak bulunduğu
sırada, Nuri Conker'in "Zabit ve Kumandan (Subay ve Komutan)" adlı kitabına
karşılık olarak yazılmıştır. Genç subayın, içinde bulunduğu
ordudaki aksaklıkları, hataları nasıl sezdiğini; bunlara karşı tepkisiz
kalmayarak üst makamlara hatalar ve çözüm yollarını nasıl sunduğunu;
ülkenin içinde bulunduğu askeri ve siyasal durumdan duyduğu acıları
kitabın birinci bölümünde bulmaktayız. Atatürk, bir subayın
taşıması gereken özveri, ölümü göze alma, emri altındakileri sevk ve
idare edebilme, taarruz ruhu, inisiyatif özellikleri hakkında, Nuri Conker'in
görüşlerine
katılmış ve kendi düşüncelerini de çeşitli örneklerle destekleyerek
açıklamıştır. Bunların yanı sıra, Türk kadınının, aslında
toplumu yaratmada çok etkili olabilecekken, suskunluğu seçtiğini bütün
açıklığıyla ortaya koymaktan kendini alamamıştır. Türk ulusu hakkında
ise "kuşkusuz bizim ulusumuzun karakteri de bütün karakterler gibi
yükselmeye ve istenen şekle girmeye elverişlidir. Fakat kendi kendisine
olmak koşuluyla..."dedikten sonra, dışarıdan ulusumuzun karakterine yapılmak
istenen etkilerin amacına ulaşamayacağını vurgulamıştır. Subaylarda ve
erlerdeki inisiyatif özelliğine eserinde geniş bir bölüm ayıran Atatürk,
kendi dönemindeki ile daha önceki dönemlerde Osmanlı ordusunu
kıyaslamıştır. Özellikle Trablusgarp Savaşı'nda edindiği deneyimler ile
kendiliğinden hareket ve iş görme özelliğinin, olması gereken sınırını
göstermiştir. Atatürk, eserin son bölümünde, Kuzey
Afrika'da birlikte çarpıştığı korkusuz ve yiğit silah arkadaşlarını
anmış ve onları "yüksek askerlik niteliklerine" sahip insanlar olarak
tanımlamıştır. Bu davranışı O'nun diğer bütün üstünlüklerinin
yanı sıra insancıl yönüne de tanıklık eder.

Kaynak: Alıntı.

15
Genel Kültür / Hangi Edebiyat?
« : 10 Mayıs 2010, 17:45:32 »
Sorumuz basit :) Sizden ricam, seçtiğiniz edebiyatın hangi temsilcilerinin, hangi kitaplarının sizin kararlarınızı ve düşüncelerinizi etkilediğini belirtmenizdir. :)

Sayfa: [1] 2 3