Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Victoria

Sayfa: [1] 2 3
1
Düşler Limanı / Salome
« : 16 Haziran 2011, 13:58:25 »
Ay'ın yuvarlak çehresi çok hüzünlüydü o akşam. Her zaman ışıklar saçan göz çukurlarından bu kez karanlık damlıyordu. Dudak kenarları da korkunç bir yaratıkla karşılaşan bir insanınki gibi dehşetin izlerini taşıyordu.
Uzak diyarlardan misafir olarak gelen rüzgar bile susturamadı kurtların ulumalarını...

Avcı avının kafasını kesip koydu gümüş tepsiye. Uzaktan onu izleyen siyah saçlı, beyaz tenli kızın önüne koydu tepsiyi. Kızın kan kırmızısı dudaklarında beliren gülümseme avcının kanını dondurdu.

Kimdi bu kız? Onun gibisini görmemişti bu gözler. Beyaz teni, kapkara uğursuz gözleri onun varlığından şüphe etmesine neden oluyordu. Ay'ın parlak ışığı bile aydınlatmıyordu yüzünü.

Bu korkunç sahneye tanıklık eden gece, rüzgar, ay ve ağaçlar suskunlaşmıştı iyice. Hepsi içinden lanet ediyordu böyle bir anı yaşadıkları için.

Avcı son görevini yerine getirip kızı öldürdüğü zaman, kan kapladı her tarafı. Sıçradı tüm ağaçların üzerine kan damlaları. Rüzgar kaçmak istedi damlalardan. Ama kaçamadı onuda mühürledi olduğu yere.

Ay'ın dehşetten büyümüş gözlerine kırmızı bir gölge vurdu. Onu da mühürledi kan damlaları.

Aşkın, ölümün ve şehvetin prensesi Salome! Duy sesimi, uğursuzlaştırdın lanetledin bu günü.

Spoiler: Göster
Oscar Wilde'a sevgilerle. Yeni ilham kaynağım.


2
Başka Kurgular / Düşüş - Albert Camus
« : 06 Haziran 2011, 20:56:26 »

Yazar:Albert Camus
Çevirmen:Hüseyin Demirhan

Sayfa Sayısı: 99
Baskı Yılı: 1999
Dili: Türkçe
Yayınevi: Can Yayınları

Özeti:
Albert Camus çağdaş düşün ve yazın dünyasındaki saygın yerini yalnızca oyunlarıyla da, yalnızca "Sisifos Söyleni" ve "Başkaldıran İnsan"la da alırdı belki. Ama Camus'yü Camus yapan öncelikle anlatı yapıtlarıdır. "Yabancı" (1942), "Veba" (1947) ve "Düşüş"se (1956) bu yapıtlar arasında üç büyük doruktur. Ancak, kimi yazınseverler bu üç başyapıt arasında daha çok "Düşüş"ü yeğlerler. Bu kitap, herhangi bir düşünce ya da savı özellikle öne çıkarmaya çalışmadan, yalın bir anlatım ve özgün bir kurgu içinde, zengin bir düşünce duygu yüküyle, çağdaş dünyayı ve insanlarını derinlemesine sorgulayıp yargılar, çirkinliklerini ve düşkünlüklerini sergiler. Ama, aynı zamanda, bu dünyada yaşayan, dolayısıyla şu ya da bu biçimde, şu ya da bu ölçüde onun sorumluluğunu taşıyan bireyler olarak tek tek her birimize bir ayna tutar, eski avukat Jean-Baptiste Clamence'ın öyküsü aracılığıyla, bize kendini tehlikeye atmadan yaşayanların, yani hepimizin ve her birimizin benzersiz öyküsünü anlatır. "Düşüş"ün yayımlanmasından bir yıl sonra Camus'nün Nobel Ödülünü kazanması bir rastlantı olmasa gerek.

Hikaye baş karakter, eski bir avukat olan Jean Baptiste Clamence kendi hakkında ki anılarını barda tanıştığı birine anlatmasıyla başlar. İşim ilginç yanı  Jean Baptiste karşısında her zaman aynı insanla olması. Yani hem soruları hem cevapları Jean Baptiste Clamence’ in ağzından duyuyorsunuz. Karşısında konuştuğu kişinin duygu ve düşüncelerinin hepsi bize Jean Baptiste’ in ağzından iletiliyor.  
 



3
Düşler Limanı / Die another day
« : 06 Haziran 2011, 14:42:07 »


Hepimiz öleceğimize göre, ne zaman ve nasıl olduğunun önemsizliği meydandadır.
Albert Camus


Şu anda ölüyüm! Yani şu yerde yatan beden bana ait. İnsandan ayrıştım. Ne yapacağımı bilemiyorum. Yani bir ruh bedenden ayrıldıktan sonra neler yapabilir? Ayrışma gerçekleşmeden önce bedeni devindirmek gibi, ciddi bir işle yükümlüydüm. Birkaç saat önce pek çok şey yapabileceğimi söylerdim. Daha doğrusu söyletebilirdim.

Beden garip bir mekanizmadır. Tüm teknik işi organlar gerçekleştirir. Bizler biraz daha farklı çalışırız. Coşku ve heyecan yaratmak gibi kavramsal görevlerimiz vardır. Bunu teknik işler sorumlusu beyinle ilişkilendirerek yaparız. Acemi bir ruh beyni yorabilir.

Bu tarafa doğru yaklaşan insanlar sanırım bedenimi yattığı yerden kaldırıp götürecekler. İşte kollar, bacaklar, diğer ikisi de ellerini belimden dolayıp yerden kaldırdılar.

''Hey durun nereye götürüyorsunuz?''

Bir terslik var. Bu.. bu benim bedenim değil. Ben cesaretli bir insan değilim. Yani ölmek için.

''Tanrım! Ne yaptım ben?''

'' Madam Blanj! Sizi öldürdüğüm için üzgünüm. Kalemim sizi nasıl yarattıysa şimdi de öldürdü.
Bana kızdığınızı biliyorum. Ama unutmayın ki ben sizi yaratan kişiyim. Ben sizin Tanrınızım. Ve bu romanım da ölmeniz gerekti. ''

''Belki başka bir gün  kendimi öldürme cesaretini gösterebilirim. Ama bugün değil, bugün sizin ölmeniz gerekti.''

''Bana ne dediğinizi tahmin edebiliyorum.  Neden kendimi öldürmediğimide biliyorsunuz. Durun, durun! Ben söyleyeyim size; korkaklık.''

''Korkak olduğumu söylemiştim. Ama tek ben korkmuyorum Madam Blanj! Az önce sizi öldürmemem için bana yalvaran sizdiniz. Gerçekçi olalım lütfen!''

''Biliyor musunuz madam,  ben hep bilmediğim şeyden korkarım. Bildiğim şeyler bana zarar vermez çünkü.

Beni yoldan sapmayan insan olarak adlandırabilirsiniz. Ama inanın daha önce istedim. Bildiğim yoldan çıkmayı, ormanın derinliklerine girmeyi istedim.

Orası… orası  karanlık. Yolda ki ışıklar  bile aydınlatmıyor karanlığını.

 İşte bu bilinmezlik.

İntihar ettikten sonra neler olacağını bilemediğim için sizi öldürdüm. Ve hala buradayız. Birlikte konuşuyoruz.

Bir açıklama istiyorsunuz öyle mi?

Sizi öldürdüm çünkü;

Öldükten sonra değerli ruhunuzun çöpe gidip gitmediğini anlamak için.

Başka bir hayatın olup olmadığını anlamak için.

Ve anladım ki sadece kalemim akıttığı siyah mürekkep lekesinden oluşmuşsunuz. Bir ruhunuz yok.

Neden diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Bende çok sordum kendime.

Neden hala koşuyorum? Taşlara takılıp düşmeme rağmen?

Çünkü bir korkağım.

Bu kadar mazeret yeterli sanırım.

I guess I’ll die another day. ''

4
Düşler Limanı / Çamaşırlar
« : 29 Mayıs 2011, 21:33:13 »
 Sabah aralık kalan pencereden rüzgarla gelen çamaşır kokusu balkona taşıdı beni. Karşı balkonda hiç alışık olmadığım-sadece benim değil, tüm mahallenin- bir görüntü vardı. Pembe, yeşil, mor, turuncu çamaşırlar dizilmişti, çamaşır iplerine.

Bizim mahallenin kadınları iki renkten başka renk bilmez, giymezler. Mahalle ben bildim bileli hiç böyle renklenmemişti. Meraklı birkaç kadın kafalarını camdan uzatıp elbiselere bakıyor. Beş çayına katık yapacaklar bu giysileri. Biliyorum.

Sevinsem mi üzülsem mi bilemiyorum. Gerçi etliye sütlüye karışmayan tembel herifin tekiyim.

Artık her çarşamba sabahı evimin karşısı rengarenk oluyor. Ona içimden, "çocukluğumda ellerimden kayan, yakalamak için koştuğum bilyelerin tüm rengini, her çarşamba sabahı balkonuna asıyorsun," diyebilmeyi istiyorum.

Mahallenin kadınları onun yaptıklarına akıl erdiremiyorlar. Sokağı her izlediğimde ya da ara sıra yaptığım akşam yürüyüşlerinden eve dönüşlerimde üç beş kadının gözlerini onun balkonuna çevrilmiş buluyorum. O çamaşırları toplar toplamaz, kadınlar iplere gözlerini mandallıyorlar.
Gözlerinde garip bir ifade, fısıldayarak bir şeyler konuşuyorlar.

O mahalleye taşındı taşınalı pek çok kişininde yaşamı değişti. Kadınların çoğu üzerlerindeki o koyu renkli, çirkin elbiseyi çıkarttılar. Şimdi daha ince giyiniyorlar.

Kadınlardaki bu değişimin nedenini biliyorum. Onu kıskanıyorlar.
Onların ne yapmak istediklerini çoktan cözmüş olmalı. Ne kadar eğlendiğini tahmin edebiliyorum.

Alt kattaki kadın daha doğrusu şişko domuz bana sesleniyor. Çok uzun zamandan sonra, ismim kulaklarıma akıyor.
"Görüyor musunuz rezaleti? Kadın don, kilot ne varsa mahallenin önüne sermiş, bu kadarı fazla. Bu kadarį rezalet!" diyor. Bunun neresi rezalet, diye düşünüyorum. Yaşlı bir adama kaybettiği aşklarını tekrar yaşatması mı? Yoksa beş çaylarıyla, kalçalarını bereket tanrıçaları heykelcikleri gibi şişkince yapan bu kadınlara kilo vermeleri gerektiğini hatırlatması mı? Yanıt vermememde susturmuyor domuzu:
"Tabi... Siz eski İstanbul beyefendisinin böyle bir manzara karşısįnda söyleyecek söz bulamamasını anlıyorum," diye konuşmaya devam ediyor. Ne söylersem söyleyeyim bu domuzun anlamayacağınį biliyorum...

Havaların serine döndüğü günler başladı. Böyle bir günde kapı zili çalıyor. Kapıyı açtığımda alt katta oturan yaşlı dişi ayıyı görüyorum, pençesindeki beyaz kağıt buruş buruş, heyecanlı gözleriyle bana bakıyor.
"İmza topluyoruz."
"Ne için?"
" Mahallemize yeni taşınan şu ahlaksız kadını mahalleden atmak için."
"Ne ahlaksızlığını gördünüz bu kadının?"
"Daha neyini görücez? Her şeyini tüm mahalle gördü zaten. Kağıdı imzalıyor musunuz?"
Kağıdı ayının gözünün içine bakarak yırttım. Ayının sanki dili tutuldu. Hızla arkasını dönüp gitti.
Daha dikkatli olmalı. Hiç değilse bir süre için, farklı birisi o... Ve farklı olanı aralarında barındırmayı, küçük insanlar beceremez.

Güneş odaya girip yaramaz elleriyle göz kapaklarımı araladı. Kolumu yorulmadan kaldırabildim. Yataktan kalkıp balkona çıktığımda kaskatı kesildim.

Gitmişti.
Aşağı kattan gelen ayının sesi beni kendime getirdi.
"Sizin haberiniz yok tabi... O ahlaksız kadın için topladığımız imza kağıdını yırtsanızda savaşı biz kazandık."

Mahalleli zafer kazanmıştı öyle mi? Üstelik o kesinlikle ahlaksız değildi. Onlardan farklıydı hepsi bu! Farklı olması onu yok etmeleri için geçerli sebepti. Onlara kendine benzetip tüketeceksin ya da tamamen kökten söküp atacaksın denmişti. Öyle öğretilmiş, õyle öğrenilmişti.

5
Müzik / Muddy Waters
« : 17 Mayıs 2011, 17:01:13 »


Muddy Waters, gerçek adıyla McKinley Morganfield.

4 Nisan 1915’te, Rolling Fork, Mississippi’de dünyaya gelen McKinley Morganfield yine bir bahar günü, 30 Nisan 1983’te Chicago’da ölünceye değin, blues müziğinin temellerini attı ve blues kavramının oturmasını sağlayan ilk isimlerden oldu... Savaş öncesi blues müziğinin en önemli seslerinden olmayı başarmasına rağmen fazla tanınamadı. Muddy Waters Mississippi’nin köylerinden Clarksdale’da başladı, orada efsanevi "Evlatlar Evi"ni tanıdı. Gitar ile zaten içli dışlı olduğundan, Waters doğrudan sahnelerde gösteri yapmaya başladı. O zamanlar yaptıkları daha sonra Alan Lomax tarafından toplandı ve bir araya getirildi. Kongre Kütüphanesi için kayıtlar yapıyor, bir yandan da güneyde turnelere çıkıyordu...

Lomax, bu saygıdeğer koleksiyoncu ve arşivci, Waters’ın 1941-42 arasında yaptığı üç çalışmayı kayda alıp saklamayı başardı. Ertesi sene Waters hayata gözlerini yumacağı Chicago’ya taşındı, Bill Broonzy ile de orada tanışacaktı. Broonzy’nin etkisi ve yardımı ile Muddy Waters çok şey kazandı. Onun en büyük eksiği deneyim idi, son derece yetenekli olmasına rağmen tam verim elde edemiyordu. Waters çok geçmeden elektrikli aletleri de kullanmakta sakınca görmedi...

Ses yükselticiler, gitarlar... 1948’de yeni kurulan Aristocrat ile anlaşma imzaladı. Daha sonra firmanın ismi Chess Records olarak değişti. Waters’ın kayıt çalışması "I Feel Like Goin’ Home"/"I Can’t Be Satisfied", küçük bir hit oldu, basta kendisine eşlik eden Big Crawford ile de uzun yıllar devam edecek olan bir işbirliğinin de müjdecisi... Birlikte "Rollin’ And Tumblin’", "Rollin’ Stone" ve "Walking Blues"u da içeren çok sayıda çalışma yaptılar... 1951’e gelindiğinde artık adamımız yalnız değildi, arkasında yıllardır özlemini çektiği bir topluluk vardı. Bu topluluktan gelip geçenler arasında kimler yoktu ki...

Piyanoda Otis Spann, gitarda JimmyRogers, mızıkada Little Walter, Walter "Shakey" Horton ve James Cotton. Bu yetenek denizinden iyi işler çıkarmak elbette kolay olmadı. Çok geçmeden blues’un kalbinin attığı Chicago’nun en önemli müzik topluluğu oluverdiler. Ünlü "Hoochie Coochie Man", "I’ve Got My Mojo Working", "Mannish Boy", "You Need Love" ve "I’m Ready" önderlerinin ileri gitar tekniklerinin ve arkasındaki güçlü kadronun becerilerinin haritası idiler adeta... "Hoochie Coochie Man", üzerinde özellikle durulması gereken bir çalışmaydı. Kitlelere blues sevgisi aşılamak adına çok önemli bir eserdi bu.

1958’de caz tromboncusu Chris Barber’ın isteği üzerine birlikte İngiltere’yi turlayınca Waters’ın uluslararası ünü pekiştirilmiş oldu. Kimi zaman elektrikli aletler kullandığı için eleştirilse de Waters’ın blues’a olan ilgiyi kat kat arttırdığı bir gerçek. Cyril Davies ve Alexis Korner’ın geride bıraktığı eserler, Blues Incorporated, bir çok grubun temelini oluşturdu. Muddy Waters’ın blues müziğine yaptığı katkıyı kimse yapamadı. En büyük müzisyenler her zaman ustalarını saygıyla andılar. Gelmiş geçmiş en büyük gitarist olarak da gösterilen Jimi Hendrix’ten, kimilerinin rock’ın babası dediği Led Zeppelin’e, Rolling Stones’a bütün büyük müzisyenler, Muddy Waters’ı, Howlin’ Wolf’u her zaman büyük bir minnet ile anmışlardır. Waters biraz daha gecikseydi, müziğin bugün geldiği yere belki de onlarca yıl sonra gelecektik. Graham Bond Organisation, Long John Baldry ve genel anlamıyla R&B da Waters’tan çok şey öğrendi.

Yaşamı boyunca maddi sıkıntılar çeken Muddy Waters, kamyon şöförlüğü, boyacılık gibi işlerde çalışarak bir yandan geçimini sağladı ve birçok albüm üretti.

30 Nisan 1983’te Chicago’da kalp yetmezliği nedeniyle yaşamını yitirdi.

Muddy Waters, müziğin belki de taçsız kralı. Kendisi için düzenlenen konserler, anma törenleri hiçbir zaman onun hakettiği kadar gösterişli ve etkileyici, ses getirecek şekilde olmadı. Müziğin büyük isimleri her fırsatta örnek aldıkları isimler arasında onu da saydılar.

Onsuz asla olmazdı...



''İnsanı iki şey blues'a iter; ya açsındır, ya da aşık..'' Muddy Waters

Spoiler: Göster
(En beğendiğim) Albüm kapakları:



Albüm:

The Best of Muddy Waters (1958), Chess
At Newport 1960 (1960), Chess
Muddy Waters Sings Big Bill Broonzy (1960), Chess
Folk Singer (1964), Chess
The Real Folk Blues (1966), Chess
Muddy, Brass and the Blues (1966), Chess
More Real Folk Blues (1967), Chess
Super Blues: Muddy Waters, Bo Diddley, Little Walter (1967), Checker
The Super Super Blues Band: Muddy Waters, Bo Diddley, Howlin' Wolf (1967), Checker
Electric Mud (1968), MCA/Chess
After the Rain (1969), Chess
Fathers and Sons (1969), MCA/Chess
Sail On (1969), Wolf
They Call Me Muddy Waters (1971), Chess
A.K.A. McKinley Morganfield (1971), Chess
Live (at Mr. Kelly's) (1971), Chess
The London Muddy Waters Sessions (1972), MCA/Chess
Can't Get No Grindin' (1973), Chess
London Revisted with Howlin' Wolf (1974), Chess
'Unk' In Funk (1974), Chess
The Muddy Waters Woodstock Album (1975), MCA/Chess
Live at Jazz Jamboree '76 (1976), Polljazz
His Best 1947-1955 (1976)
Hard Again (1977), Blue Sky
I'm Ready (1978), Blue Sky
Muddy "Mississippi" Waters - Live (1979)
King Bee (album) (1981), Blue Sky
Rolling Stone (1982), Chess
Rare and Unissued (1982), MCA/Chess
Muddy & The Wolf (1983)
Trouble No More (1989)
The Complete Plantation Recordings (1993)
Paris, 1972 (1997)
Goin' Way Back (1997), Just A Memory
One More Mile (1998)
A Tribute To Muddy Waters King Of The Blues (1999)
Hoochie Coochie Man (1999)
The Golden Anniversary Collection (2000)
The Anthology (1947-1972) (2001), MCA/Chess

Single:

1941 "Country Blues" (Recorded By Alan Lomax)
1941 "I Be's Troubled" (Recorded By Alan Lomax)
1942 "Ramblin' Kid Blues"
1947 "Little Anna Mae"
1948 "Hard Days"
1948 "Down South Blues"
1949 "Screamin' And Cryin'"
1949 "Last Time I Fool Around With You"
1950 "Rollin' Stone" aka "Catfish Blues"
1950 "Rollin' and Tumblin'"
1950 "Walkin' Blues"
1951 "Howlin' Wolf"
1951 "Lonesome Day"
1951 "They Call Me Muddy Waters"
1951 "Still A Fool"
1951 "Long Distance Call"
1951 "Honey Bee"
1952 "Iodine In My Coffee"
1953 "Sad Sad Day"
1954 "I Just Want to Make Love to You"
1954 "I'm Your Hoochie Coochie Man"
1954 "I'm Ready"
1955 "Mannish Boy"
1955 "Trouble No More"
1955 "Sugar Sweet"
1956 "All Aboard"
1956 "Rock Me"
1956 "Forty Days and Forty Nights"
1957 "Got My Mojo Working"
1957 "Good Lookin' Woman"
1958 "Born Lover"
1959 "Goin' Down Louisiana" (aka "Louisiana Blues")
1960 "Deep Down In My Heart"
1961 "Messin' With The Man"
1962 "Going Home"
1962 "You Shook Me"
1963 "Let Me Hang Around"
1964 "My Home is on The Delta"
1965 "Early Morning Blues"
1966 "Canary Bird"
1967 "Trainfare Blues"
1968 "Mud In Your Ear"
1969 "Blues And Trouble"
1970 "Blues For Hippies"
1971 "Strange Woman"
1972 "My Pencil Won't Write No More"
1973 "Muddy Waters Shuffle"
1974 "Drive My Blues Away"
1975 "Born With Nothing"
1977 "Crosseyed Cat"
1978 "Copper Brown"
1979 "She's Nineteen Years Old"
1981 "Forever Lonely"

Spoiler: Göster
Kaynak: Wikipedia







6
Mitolojiler / Hypnos
« : 10 Mayıs 2011, 19:13:31 »



Eski Yunan ve Roma'da uyku tanrısı. Nyks'in (Gece) oğlu, Thanatos'un (Ölüm) ikiz kardeşidir.
İkiside Tartaros'ta otururlar.

Orada oturur kara Gece'nin çocukları,
Uyku'yla Ölüm, o korkunç tanrılar.
Güneş onlara hiç çevirmez ışıklarını
ne göklere çıkarken, ne inerken,
biri dolaşır sırtında toprağın ve denizin
tatlı bir huzur götürecek insanlara,
ötekinin demirdendir yüreği,
tunçtandır canı.
Yakaladığı insan kurtulamaz elinden
kin besler ölümsüz tanrılara bile.


Bir efsaneye göre, Hypnos Latmos dağlarının çobanı Endymion'a tutulmuş ve onun gözleri açık uyumasını sağlamış ki sevgilisini gecede doyasıya görebilsin diye.

7
Düşler Limanı / Saint-Germain des Pres Bulvarı
« : 10 Mayıs 2011, 17:18:17 »


Her zamanki gibi Saint-Germain Bulvarı üzerindeki Le Flore kahvesinin terasına oturmuşlardı. Ağustos sonlarında saat altıya geliyordu.

‘‘E söyle bakalım Nicole, ne oldu? Umarım beni çağırmana neden olan şey önemlidir…’’

‘‘Büyük bir sorunum var. Ama neyse asıl önemli olan bugün.’’
Uzun rahatsız edici bir sessizlik oldu.

‘‘Sana bir hediye aldım.’’ Dedi Nicole. O sırada bir garson gelip önlerinde duran boş içki bardaklarını alıp gitti.
‘‘Ah ne demiştim ben?’’
‘‘Hediye aldım dedin.’’
 
‘‘C’est ça!(Tamam!) Cumartesi gecesi sen yoktun. Vieux-Colombier’deydim. Sana oradan hediye aldım.’’ Nicole çantasının yanında duran gösterişli paketi ona doğru uzattı. Adam hiçbir tepki göstermedi. Hediyeyi açmadan masaya koydu.
 ‘‘Aç sana!’’
‘‘Ne önemi var. Daha sonra açarım.’’

‘‘Oh la la! Oh la la! Sen sinirlisin bugün Meli…’’ (Bütün Fransızlar gibi, Melih’in sonundaki  ‘‘h’’yı söyleyemezdi.)

‘‘Sinirli değilim. Sadece bana hediye alman çok saçma…’’

‘‘Zut alors!(Hoppala!) Ben gene diyeceğimi unuttum. Lafımı kesip durma!’’
‘‘Sana hediye alırken yanımda  Marcel vardı…’’

Nicole’ün bu her şeyi inceden inceye anlatma merakı Melih’in hoşuna giderdi. Gülümsedi. Nicole hemen fark etti.

‘‘Niye gülüyorsun öyle? Aklına ne geldiyse artık!’’
‘‘Hiiç sandığın gibi değil. Devam et sen.’’

‘‘Merci bien! Merci infiniment!’’(Çok teşekkür ederim. Sonsuz teşekkürler.)

‘‘E hadi anlat merak ettim şimdi.’’ Dedi Melih.

‘‘Mon vieux, tu vas vraiment tres vite, ta sais?’’ (Dostum, çok acelecisin, biliyor musun?)

Nicole etrafına baktı. Terasın bütün masaları dolmuştu. Amerikalılar, İngilizler, Japonlar, Almanlar ve daha türlü ırktan insanlar… Ve çoğu da ikide bir onlara bakıyorlardı.

Nicole sinirlendi.  ‘‘Buranın havası gene bozuldu, içeri girelim.’’ Diye teklif etti. İçeri girip bir köşeye çekildiler. Sonra kız: ‘‘Sözümü bir daha kesersen çıkıp giderim!’’ diye tehdit ettikten sonra devam etti;

‘‘Bu aralar canım çok sıkılıyor. Yapacak hiçbir şey yok. Sonsuz huzur ve sessizlik… Artık buna daha fazla dayanamıyorum. Tekrar yediğim her şeyin tadını alabilmek ve uyuyabilmek istiyorum…’’

‘‘Biliyor musun çok sıkıcısın. Marcel senin gibi değil. Onu rahatlıkla güldürebiliyorum. Oysa seni güldürebilmek… c’est la mer a boire!’’ (Denizi içmeye benzer bu!)

Melih gülümsedi. Hiç ses çıkarmıyordu. Nicole fark etti:

‘‘Bakıyorum çok ciddisin Eğer sessizliği bozmaktan korkuyorsan boşuna. Burada olduğumuzu hiç biri göremez. Biz belli etmedikçe.’’

Melih sensi çıkarmadı. Nicole: ‘‘Senin ahmak mı? Yoksa Zeki mi? Olduğuna bir türlü karar veremedim. Ve kalkıp kapıya yöneldi. Melih te arkasından kalktı. Bir birlerine bakıp güldüler. Kahkahaları diğerlerini rahatsız etti.

‘‘Biz ölmüş ruhlarız Nicole…’’ dedi Melih.

Birbirlerine bakıp gülümsediler. Saint-Germain des Pres bulvarına açılan dar sokaklardan birine saptılar.

Kendiliğinden açılan kapıya baktı garson…

8
Düşler Limanı / Sessizlik
« : 01 Mayıs 2011, 20:46:42 »
Sessizlik
‘‘Benden zaaf göstermemi beklemeyin.
İntikamımı aldım. Ölmeyi hak ettim, işte karşınızdayım.
Ruhum için dua edin.’’
Schiller

(1957- İstanbul)

İstihbarat Şefi, ‘‘Ben istersem, o çocuğu senin yanına takarım.’’ Dedi. ‘‘Tutup elinden bu işi öğretirsin!’’
Adamın başı zonkladı birden. Hep böyle olurdu. Herhangi bir şeye birden bozulduğu zaman, kafasının bir ucundan, burgu gibi bir ağrı sanki döne döne girip öte yandan çıkardı. Ellerini istihbarat şefinin masasına dayadı.

‘‘Arkadaşım’’ dedi, ‘‘Ben o dediğin işi yapmam. Ben gazeteciyim, çoban değilim!’’ Sonra ellerinin üstünde doğruldu. Arkadaşım dediği insanın yüzüne baktı. Karşısında duran, sanki yıllarca aynı yırtık pırtık duvarların içinde, aynı camı kırık masaya dirsek dayayarak,  birlikte çalıştığı o insan değildi. Omuzları geriye kaymış, alt dudağı hafifçe aşağı düşmüş bir adam vardı karşısında.

Duvarların, siyahlaşmış badanası örtünsün diye, astığı haritalara baktı. Kırmızı tren yolları, koyu mavi deniz hudutlarına; sararmış stepler, zeytin yeşili ovalara karışıp duruyordu. Kapıdan geçen kahveci İbrahim, ikisini bir arada görünce her zamanki gibi, ‘‘Çay getireyim mi?’’ dedi. İstihbarat Şefinin sesi çıkmadı. Adam güldü. ‘‘İstemez!’’ dedi. Hırsla odadan çıkıp, bitişikteki İstihbarat odadan çıkıp, bitişikteki İstihbarat odasına geçti. Kapıda, ‘‘İçeri girmek yasaktır!’’ levhası sırıtıyordu. Camın altına şiirlerini yerleştirdiği büyük masadaki köşesine geçti. Tam karşısında ‘‘Yüksek sesle konuşmayınız!’’ yazılıydı. Oysaki adam bağırmak, her şeyi yerle bir etmek istiyordu. Topuklarının takırtısı ile Beyoğlu muhabiri Türkan geldi. ‘‘Solgun görünüyorsun.’’  Dedi. ‘‘Bir şeyi mi sıkıldın?’ sustu. İstihbarat Şefi hızla odaya girdi. Masanın üstüne, kırmızı kaplı büyük İstihbarat defterini attı.

Defterin açtı. İçinde ki yazılar karma karışıktı. ‘‘CHP il kongresi yaklaşıyor. Kulis faaliyeti. İnönü Ankara’dan geliyor. Yeşil köyde izahat alalım. Hür parti ve köylü partisi arasındaki birleşme çalışmaları ne yolda? Yeni gelen stajyer arkadaşı, sahanızdaki haber kaynakları ile tanıştırınız!.’’ Kalemini çıkartıp işlerini aldığını bildiren imzasını attı. Bir ara durakladı. En sondaki işi karalamak geçti içinden. ‘‘Sahanızdaki haber kaynaklarıyla tanıştırınız!:’’ Birden durdu. Onu karaladığı vakit istifasını da cebine koyması gerekirdi.

Oysaki; bu stajyer muhabirin elinden tutulacak durumu yoktu. Kıçını patrona dayamış, itin önde gideniydi. Yalnız bu gazetenin İstihbarat bölümünde çalıştığı beş yıl içinde böylelerinden yüzlerce gelmişti.

Bu sefer başkaydı. İşler karışıktı. Memleket haberlerini alan çocuğu kovmuşlardı. Servis şimdi boştu. Kim bilir, daha da kaç ay boş kalırdı. Patronlara her söylendiğinde, ‘‘Muhabirler idare ediversin.’’ Demişlerdi. Her nöbet bir muhabire, dışarıda yediği yemek için, gece yarısı evine dönerken bulduğu vasıtaya vereceği parayı bile vermiyorlardı. Gece nöbetçisi Selami desen, kaytarıcılık üzerine kitap yazacak duruma gelmişti. Yıllık iznine bir aylık allı pullu raporu eklemişti. Hergelenin kaçıncı rapor alışıydı bu? İşte İstihbarat Şefinin ‘‘Elinden tutup dadılığını yap.’’ Dediği züppe, böyle bir akşamda gelecekti. Hayır, bu kadarını kaldıramazdı.

Hızla Masadan kalkarken oturduğu sandalyeyi ve ona bağlı birkaç harita yere yuvarlandı. Kararını vermişti.
İstihbarat Şefinin odasına çat kapı girdi. Adam şaşkın bir şekilde yüzüne bakıyordu.
Artık geri dönüş yoktu. ‘‘Ya o stajyer gider ya da ben!’’ deyivermişti işte. Karşısındakinden üstün olduğunu düşündü. O küçük bir insandı. Küçük hesaplar, küçük insanların işiydi. Olan gazeteye olacaktı. Çark nasıl olsa dönerdi. Güç olan iktidar partisinin hoşuna gidecek sekiz sütunluk manşetleri  çekecek müdür mü bulmaktı?

İstihbarat Şefinin cevabını beklemeden odadan çıktı. Ne oluyordu? Her zaman akıllı bir insan olduğunu düşünürdü. Duygularıyla değil, mantığıyla hareket ederdi. Ya şimdi?

Odasına geçti. Masasının camındaki yansımasına takıldı gözleri. Bu adam huysuzdu, mutsuzdu ve yorgundu. Hep asık suratlı olduğunu fark etti. En son ne zaman gülmüştü?

Tabi ya, düşünmeden hareket etmesinin nedeni gürültüydü. Kulakları sağır eden rotatiflerin gürültüsü, iç tırmalayan entertipler, birbirlerine bağıran, küfür eden mürettipler, kapıdan, haberi olmadan yukarıya kuş uçurtmayan kapıcı Hasan efendi, aşağıdaki gazete dağıtan çocukların bağırışları hepsi birleşince ortaya karmaşa ve gürültü çıkıyordu. Hepsi sussun istiyordu.

Gürültü yüzünden tam üç gündür doğru dürüst uyuyamamıştı. Evde karısının horlamaları yüzünden uyuyamıyor, işte de bu sağır edici gürültü yüzünden uyuyamıyordu. Öyle ağır bir uykusu hiç olmamıştı. Uykusu hafif olanlardandı o. Gece karısı bir bardak su içmeye kalktığı zaman, ayak seslerine uyanıyordu. Bunun yanında geçim derdi vardı tabi. Karısının dırdırlarından bıkmıştı. Artık yorulmuştu. 

Artık gerçek hayatta mutlu olamıyordu. Gerçekler acıydı. Ona kalan tek şeyse düşleriydi. Tek dileği gerçekleşmesiydi düşlerinin.
Koyu bir yeşillik tasarlıyordu adam. Alabildiğine katmerli bir yeşillik. Deniz kenarı mı olurdu, Anadoluya giden yoların kenarında mı olurdu, yoksa dağlarda kıvrılıp kaybolan yolların ardında mı? Bunun üstüne hiçbir kaygısı, hiçbir dileği yoktu. Yalnız ve yalnız zeytin yeşili, insan eli değmemiş, gemi pervanesi dönmemiş ve üstüne martı pisliği düşmemiş bir deniz yeşili ile kıvranan bir çayırlık istiyordu. Huzur ve sessizlik…

Piposuna dolan nikotini temizlerken, ‘‘Bir gün sadece bir gün o dilediğim yerde olabilsem.’’ Dedi adam. ‘‘Yalnızca bir gün’’ Nikotinin karanlığında, İnönü’nün vapur köpüğü kadar beyaz saçlarını hatırladı. Bir basın toplantısında ikram ettiği sigara için, ‘‘İçmiyorum.’’ Diyince yüzü aydınlık içinde, nurlar içinde ışıldayan ihtiyar politikacı, ‘‘ Biliyorum sen pipo içiyorsun, haydi şunu da iç!’’ demişti. Öyle bir hayatın içindeydiler ki, piposuna tütün yerine nikotin koyup içebilirdi.

Odasına giren, İstihbarat Şefi kovulduğunu bildiren mektubu masaya fırlattı. Ukala bir tavırla burnunun ucuna düşen gözlüklerini düzeltti. Arkasını dönüp hızla odadan çıktı.

Bu kadarı fazlaydı. Düşlerini bile engellemişti.
Artık kaybedecek hiçbir şeyi yoktu. Mektubu açmaya bile gereksinim duymadı. İçinde ki azıcık para ve kovulduğunu bildiren belgeyi görmesine bile gerek yoktu. Hızla odasından çıktı. Pis koridorlardan geçerken aklında tek bir şey vardı. Sessizlik.

Tüm binanın elektriği birden bire kesildi. Makine gibi çalışan işçiler elektrik gidince fırsatı değerlendirip çil yavrusu gibi dağıldılar.
Koca bina bir anda bomboş kalıverdi.

Hiçbir şeyden haberi olmayan İstihbarat Şefi çekmecelerini karıştırıyordu. Evrakların arasında ki çakmağını bulmaya çalışıyordu.  Kapıda duran az önce kovduğu eski arkadaşını fark etmedi. Ta ki yüzüne yumruğu yiyene kadar. Savaşmaya çalıştı. Adam ondan iki kat daha güçlüydü. Kafası art arda cilalı cam kaplı masaya çarptı.  İstihbarat şefini duvara fırlattı.
Elini masaya vurdu. Defalarca. Ta ki cam parçalara ayrılana kadar. Büyük keskin sivri bir cam parçasını eline aldı. Elinin acısını hissetmiyordu. Büyük bir ihtimalle parçalanmıştı avucu. Gülümsedi.

İstihbarat Şefinin tam önünde durdu. Adam korkudan çakmak çakmak parlayan gözleriyle ona bakıyordu.
‘‘Delirdin mi sen? Ne yaptığını sanıyorsun? Dedi. Korkudan gözünü bile kırpmıyordu.

Adam gülümsedi. ‘‘ Eski dostum. Bugün çok kötü bir günümdeyim. Çok kötü bir gün! Lanet olasıca sesini kes! Yeteri kadar başımı ağrıttın. Tek istediğim biraz saygı ve sessizlik.’’

‘‘Lütfen! İstediğin her şeyi yaparım. Seni geri işe alırım. Maaşına zam yaparım. Lütfen!’’ Çığlıkları tüm binada yankılandı.

Adam bir şey demedi. Sadece biran önce bitsin istiyordu bu iş. İstihbarat Şefini kollarından tutup ayağa kaldırdı. Adam artık yalvarmaktan vazgeçmiş, ümitsiz bir şekilde avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
Çam parçası boğazını kesinceye kadar haykırışları devam etti…

Sesler kesilmişti. Geriye sadece karanlığı delmeye çalışan yıldızlar ve gecenin sessizliğini bozmaya yeminli rüzgarın uğultusundan başka bir şey kalmamıştı.




9
Düşler Limanı / Düşler
« : 10 Nisan 2011, 20:24:46 »
Düşler




Yolumun üstü dikenli. Dikenlerle kaplı uzun  bir yol…
Dudaklarımda eskiden unuttuğum bir şarkının melodisi, yoldaki tavşanlar gibi ürkek olan gölgem ve ben.

Kendi düşümdeyim, tanıdıklarımın düşündeyim, ağacın altında uyuyan kedinin düşündeyim…
Eskiden kısa boyluydum. Ama artık çok uzunum. Öyle uzunum ki gözlerin altındaki pislikleri görebiliyorum.

Ah şu gözler… Her şeyi saklarlar.
İçine her şeyi hapsedebilirsiniz. Tutku, para, kıskançlık ve güç. Birde bakışlar var ki derin bir mevzu.

Yol kenarındaki otlar fazla karışık, birbirine geçmiş kelepçeler gibi. Ama sorun değil. O kadar uzunum ki onların arasındaki küçük insancıkları görebiliyorum. Bana el sallıyorlar.

Benim gibi uzun birkaç arkadaşım var. Onlar birer birer dağılır karanlıkta…

Ah şu yanımdan geçen adama bakın! Bir aslanı sırtına almış, iki büklüm olmuş bir şekilde gidiyor zavallı. Bilmiyor kendisinin hayvandan daha ağır olduğunu...
Şu karşından gelen adama ne demeli? Parmakları o kadar uzun ki. Kendisine sorduğumda daha iyi piyano çalmak için dedi. Kimi kandırdığını sanıyor bu deli? Daha iyi hırsızlık yapmak için uzatmış o parmakları. Vah vah bilmiyor paranın ne kadar değersiz olduğunu. Onla istediği şeyleri satın alabileceğini sanıyor. Aldığı şeyler ona sahip olunca anlayacak yaptığı hatayı. Ya  şu ağaçların arkasında saklanana ne demeli? Kendisini avcı zanneden korkak.  Bilmiyor kendisinin av olduğunu.

Uzak da ki koyun sürüsü yaklaşıyor. Çoban ve yardımcısı arkalarından ilerliyor. Beni aralarına katabileceklerini zannediyorlar.

Kaçma zamanı. Koşabildiğin kadar koş!
Tanrım! Gittikçe yaklaşıyorlar. Boyunlarında ki çanların sesini duyabiliyorum.
Çanlar kimin için çalıyor? Söyleyin bana!

Ayaklarım kayboldu. Artık dört ayağım var.
Bu kuyrukta nereden çıktı? Tanrım! Bu benim kuyruğum. Kulaklarımda gittikçe sivrileşti gibi. Hayır olamaz! Yüzüm benim zavallı yüzüm.
‘‘İmdat yardım- me me me!’’ Sesim tek varlığımın kanıtı. Onu da çaldı bu aptal koyunlar!

Bırakmadınız, düşlerimi elimden aldınız. Aptallar!




 


10
Düşler Limanı / Dedektif
« : 10 Mart 2011, 21:47:03 »
Dedektif

Neleri bilmediğini bilen çoktur, güçlük, neleri hiçbir zaman bilemeyeceğini bilmektir.
Cenap Şahabettin

 ‘‘Okulumuz yeni bölümünün ilk mezunlarını vermekten mutluluk duymaktadır. Dört yıl boyunca eğitmenlerinizden aldığınız profesyonel eğitim sizlere ömür boyu yardımcı olacak. Şimdi tüm mezunların sırayla isimlerini okuyacak ve diplomalarını almak üzere kürsüye davet edeceğim.’’

Konuşmacı isimleri okuyup bizi tek tek kürsüye çağırmaya başladı. Çok heyecanlıydım. Herkesin ailesi gelmiş çocuklarını tebrik etmek için bekliyordu. Bu yüzden herkes başını sürekli sağa sola, öne arkaya çevirip akrabalarını görmeye çalışıyordu.

Ben rahattım. Çünkü hiç akrabam yoktu. Sadece beni büyütmeye çalışan yaşlı kadını tanıdım. O da görevini yerine getiremeden ölüp gitti. Etrafa bakınmam için herhangi bir neden yoktu. Yakın arkadaşların ailelerinin de gençleri tebrik ettiğini gördüm. Fakat benim arkadaşımda olmadığı için böyle bir tebrik dahi alamayacaktım. Konuşmacı ismimi okuduğunda kürsüye çıktım. Beni diğerleri gibi alkışlayan olmadı. Bunu daha önce tahmin ettiğimden hayal kırıklığına uğramadım.

Diplomamı alıp kürsüden inerken bölüm başkanının beni işaret ettiğini gördüm. Yanına gittiğimde beni tebrik etti ve odasına çağırdı. İşte bu kez şaşırmıştım, böyle bir şeyi beklemiyordum. Bu adamın benimle ne konuşacağına dair hiçbir fikrim yoktu. Bu beklenmedik davet gün için planladığım programı altüst edebilirdi. Fazla uzatmayacağını umarak odaya girdim. Kutlama için bir kadeh içki içmeyi teklif etti. Beleş içki bulmak benim gibi parasız birine her zaman nasip olamadığı için gün içindeki planları ertesi güne iptal edebileceğimi düşünerek teklifi kabul ettim. Adam iki kadeh viski doldurdu ve birini bana uzattı. Kadehi elime aldığım anda adamın ne kadar konuşacağının önemi kalmadı. Hatta mümkünse konuşmayı uzatarak odadan sarhoş çıkmak istiyordum.

‘‘Öğrenim süresince sizi hep gözlemledim, başarılı bir gençsiniz.’’
‘‘Teşekkür ederim efendim.’’
‘‘Okul bitti. Şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz?’’

Hiç beklemediğim kadar keyifsiz bir soruyla karşı karşıya gelmiştim. Ne cevap vereceğimi bilmiyordum çünkü ne yapacağımı bilmiyordum. Büro açacak kadar param yoktu. Fakültede de kalamazdım çünkü akademisyenlik bana göre değildi. Mümkün olduğunca hızlı para kazanıp kendime özel bir dedektiflik bürosu açmalıydım. Benim bunu gerçekleştireceğim süreç içerisinde arkadaşlarım eminim ki, piyasayı çoktan ele geçirmiş olacaktı. Uzun zaman iş yapamayabilirim de. Ben bunları düşünürken adam, viskisinden bir yudum alarak:
‘‘Cevabınızı bekliyorum,’’ dedi.
‘‘Özel bir ofis açmak istiyorum efendim.’’
‘‘Bunun için maddi koşullarınız uygun mu?’’
‘‘Hayır efendim.’’
‘‘Peki nasıl açacaksınız?’’
Beni köşeye sıkıştırmıştı. Bu konuşmayı tamamen benimle eğlenmek amacıyla mı yapıyordu acaba?

‘‘Önce para kazanmalıyım efendim.’’
‘‘Bende öyle düşünmüştüm.’’
İkimiz de aynı şeyi düşünüyorduk fakat bunun benim yararıma olan kısmını hala çözemleyebilmiş değildim. Muhtemelen konuşmanın ilerleyen kısmında buna dair bir şey söyleyecekti.

‘‘Size yardım etmek isterim.’’
‘‘Bunu nasıl yapacaksınız?’’
‘‘Genç atılımcıları destekleyen bir kuruluş var. Sahibi dostumdur. Size onun adresini vereceğim. Büronuz için gerekli parayı oradan temin edebilirsiniz. Yalnız aldığınız ödeneği altı ay içinde kuruma ödemeniz gerekiyor.’’

Oldukça iyi bir teklif sunmuştu. Öneriyi kabul edecektim fakat, ilk viski kadehini henüz bitirmiştim. Bir tane daha içmeden asla cevap vermek istemiyordum. Sanırım o da bunu anladı.

‘‘Size bir kadeh daha doldurayım,’’ diyerek kadehi elimden alıp enfes içecekle bir kez daha doldurdu. Kadehi alır almaz hemen bir yudumda yuvarladım.
‘‘Oldukça hızlı içiyorsunuz’’ diyerek kadehi bir kez daha doldurdu. Artık konuşabilirdim.
‘‘Bu teklife oldukça sıcak bakıyorum. Kabul etmemem için bir neden yok’’
‘‘Ben de öyle düşünmüştüm. Size adresi vereyim.’’
Bu adamın ikide bir benimle aynı düşündüğünü söylemesi canımı sıkmaya başlamıştı. Benim düşündüklerimden başka bir şey düşünemiyor muydu sanki… Çekmeceyi açıp adresi uzattı. Kadehimde hala birkaç yudumluk içki kalmıştı. Adresi alır almaz kalkmam gerektiğini biliyordum. Aradaki zaman boşluğunu doldurmak için adrese uzun uzun baktım bu arada kadehteki içkiyi tamamen bitirdim. Adama teşekkür ederek odadan ayrıldım. Sanırım bu konuşmayı yapacağı tek kişi ben değildim. Yeterince zamanını ve içkisini almıştım. Yine de nezaketini bozmayarak beni kapıya kadar geçirip iyi şanslar diledi.

Ertesi gün verilen adrese gittim. Görüşme için uzun süre beklemem gerekti. Nihayet beni içeri aldılar. Anlaşma yapıldı. Öğleden sonra adıma yatırılan parayı bankadan çektim. Birkaç gün sonra aradığım gibi bir büro bulabildim. İçini mümkün olduğunca zevkli döşemeye çalıştım. Gazeteye ilan verdim. ‘‘Kayıplarınız bulunur.’’

İki gün hiç arayan olmadı. Üçüncü gün akşamüzeri kibar bir beyefendi büroya geldi. Onu rahat deri koltuklarımda oturttum. Naif ve çekingen birine benziyordu. Konuşması için aceleci davranmadım. Ürküp kaçmasından korkuyordum. Uzun süre ayakkabılarını izledikten sonra konuşmaya karar verdi.

‘‘Önce size kendimi tanıtayım. Adım Werther.’’
Onu tanıyordum. Daha önce birkaç kez parkın orada görmüştüm. Boşu boş dolan tiplerdendi.
‘‘Benden istediğiniz nedir?’’
‘‘Çok önemli birini kaybettim.’’
‘‘Ailenizden biri mi?’’
‘‘Hayır’’
‘‘Peki öyleyse kim?’’

Gözlerini gözlerime dikti. Yüzünde ki ürkmüş ifade yerini alaycı bir sırıtışa bıraktı.
‘‘Tanrı.’’
‘‘Anlamadım. Yani benden tanrıyı bulmamı istiyorsunuz?’’ Yanlış duymuştum. Kesinlikle yanlış duyduğuma kendime inandıramadan sözlerine devam etti.
‘‘Evet, onu bulmanızı ve bir şey sormanızı istiyorum.’’
Bu adam kesinlikle delirmişti. Şansıma tüküreyim. Beni de hep böyleleri bulur zaten.
‘‘Eğer onu bulup, söyleyeceğim şeyi sorarsanız size normal fiyatınızın iki katı ödeme yapacağım.’’
Ah evet söz konusu para olunca akan sular durur. Madem Tanrıyı bulmamı istiyordu, bulacaktım.
‘‘Eğer onu bulursam ne sormamı istiyorsunuz?’’
‘‘Neden beni yarattığını neden acı çektirdiğini sormanızı istiyorum. Eğer tahmin ettiğim gibi sadist çıkarsa üzülmeyeceğim.’’ Korkunç bir kahkaha attı. Tükürükleri yüzüme sıçramıştı. Tiksindiğimi belli etmeden yüzümü peçeteyle sildim.
‘‘Peki onu nasıl bulacağım?’’
‘‘Bu sizin işiniz, eğer kendim bulsaydım buraya gelmezdim.’’ Ayağa kalkıp kapıya yürüdü, kapıyı açıp dışarı çıkmadan önce bana iyi şanslar diledi.
Aslında benimde soracak birkaç sorum vardı. Bunu nasıl yapacağımı biliyordum. Eve gitmeme gerek yoktu.

Büromun dış kapsını açtım. Uzun zamandır uykusuzluk sorunum vardı. Masamın üstünde duran dört kutu uyku ilacını alabilmek için üç ay uğraşmıştım. Ve sonunda başarmıştım.
Harika bir planım vardı. Diğer tarafa gidip geri dönecektim.
Uyku ilaçlarının hepsini tek tek yuttum. Sonunda dört kutu ilacı bitirmiştim. Acısız bir ölüm olacaktı….

Çift kişilik deri koltuğa uzandım. Karşımda ki duvar saatine gözümü dikmiştim. Zamanlama çok önemliydi.
Gözlerimi kapattım. Başımda vızıldayan sineğin sesinden başka içeride hiç ses yoktu.

Kaç saat geçmişti bilmiyordum. Midem çok kötü bulanıyordu. Saplanan sancılar birer ok gibi midemi deşiyordu sanki… Kusmamalıydım. Kulaklarım uğulduyordu. Sineğin sesini duyamıyordum…

Gözlerimi açtığımda ışık gözümü alıyordu. Ölmemiştim. Anında başlayan sancı yaşadığımın kanıtıydı. Ağzımda ve burnumda ki plastik tüpümsü şeyler vardı.
‘‘Sonunda uyanabildin. Cehenneme hoş geldin. Acılar ülkesine…’’ Werther yanımdaydı.
‘‘Konuştun mu? Sordun mu ona tüm söyledikleri mi?’’ Ağzımdaki tüpü çıkarması için elimi kaldırmaya çalıştım. Ama yapamadım.
Ne istediğimi hemen anlamıştı. Tüpü çıkardı.
Hafifçe öksürdüm.
‘‘Ona sordum. Bana ne dedi biliyormusun?’’ Çok komik bir şey söylemişim gibi gülmeye çalıştım ama boğazımdan boğulur gibi bir ses çıkartabildim sadece.
Hayır anlamında başının  ileri geri salladı.
‘‘Bana dedi ki, seni canı sıkıldığı için yaratmış. Ve evine dönüp boklu yaşantını sürdürmeni söyledi. Beni anladın mı?’’ Tekrar gülmeye çalıştım. Ve ağzımdan ıslık çalar gibi bir ses çıktı.
Bana şapşal bir şekilde bakıyordu. İyice sinirlendim. Lanet herif. Canın cehenneme demeyi çok isterdim. Ama hayır çok daha güzel bir şey söyledim.
‘‘Bir şey daha dedi.’’
‘‘Ne dedi?’’
‘‘Gidip kendini becermeni söyledi, bok herif!’’




 





11
Düşler Limanı / Sıradan bir gün
« : 28 Şubat 2011, 21:47:04 »
Sıradan bir gün

Alarmın sesiyle uyandım. Saati kurduğumu her zaman ki gibi unutmuştum. Ciyak, ciyak bağıran saati duvara fırlattım. Duvarda ki iz komikti.  Saatin ayaklarından biri duvarda küçük bir çukur açmıştı. Sıradan bir günü değiştiren küçük bir çukur, farklılık yaratmıştı.  
Her zaman ki gibi Lavaboya gidip elimi ve yüzümü yıkadım. Ama ne ellerimi kuruladım nede yüzümü. Rutinleşmiş olan ayinimi ikinci sefer bozmuştum. Tuvaletten çıkıp mutfağa yöneldim. Tuvaletin ışığını kapatmadım. O kadar da aptal değilim. Bu gün değişik bir gündü. Bunu bozmamak için elimden geleni yapacaktım.

Tam kendime harika bir kahvaltı hazırlamayı düşünmüştüm ki bu asalak düşüncemden yine vazgeçtim. Ben tembel bir insanım. Her zaman yediğim çikolatalı mısır gevreğini yemeğe karar verdim. Mısır gevreğini geniş bir çorba kasesine döktüm, dolaptan çıkardığım soğuk sütü kaseye dökmek den önce birazını yere döktüm. Düzeni bozmak adına, her şeyi yapabileceğim bir gündü.
Üstüme okul formamı giyd
im. Ama saçımı at kuyruğu yapmadım. Bu harika bir oyundu. Satranç’ı kurallarına uymadan oynamak gibiydi. Bana zevk veriyordu. Düzeni bozmak….

Okulda dersleri dinledim. Uyumayı düşünmedim dersem yalan söylemiş olurum. Bir ara İngilizce dersinde neredeyse uyuyacaktım. Ömer sayesinde kıl payı kurtuldum. Tenefüste, yediğim çubuklu kırakerin paketini ilk defa yere atmayıp çöpe attım. Doğa anayı yeteri kadar kızdırmıştım. Ödül olarak soğuk bir rüzgar esti, rüzgar saçlarımı okşarcasına hafif bir şekilde havalandırdı. Alnımdaki ter damlacıklarını kuruttu…
Sıradan bir gündü. Her zamanki insanlar, aynı dersler, saatinde çalan zilin düzensiz ve kulak tırmalayan sesi…  Benim dışımda ki herkes aynıydı. Bende onlar gibi rutin işlerimi yapıyordum. Ama tek farkla, piyonu düz, kaleyi çapraz oynatıyordum.

Eve gidince hemen yemek yedim. Bu sefer patates kızarması yerine domates çorbası içtim. Yemek yedikten sonra her zaman televizyon izlerim. Sakın izlemediğimi düşünmeyin. Bugün yine televizyon izledim. Ama kapalı olarak. Sadece televizyon camından kendi yansımamı  izledim, o karanlık küçük kutuyu ayna olarak kullanmak güzeldi. Bundan sonra hep televizyonun önünde makyaj yapacağım. Sonunda bir işe yaradı. Bundan sonra aynaya bakmama gerek kalmadı. Televizyon bir nevi ayna görevini görecek.
 
Uykum geldi. Daha fazla yazamayacağım. ( Hep yazıyorum zaten, sıradan bir insanım sonuçta.)
İstediğim oldu. Çevremi saran kalkanı birazcık bile olsa kırabildim.

Spoiler: Göster
Bu sıkıcı ve salak yazıyla  ''Karanlığı parçalara ayırdığımı umuyorum.'' Ve bu aptal benzetmemle...

 

12
Düşler Limanı / Çiçek
« : 21 Şubat 2011, 20:23:28 »
Çiçek



‘‘ Ya o gider evden ya da ben! Seçimini yap Muhalif.’’ Hatice teyze kızgın ve nefret dolu bir şekilde bana baktı. Eğer bakışlar öldürebilseydi kesin bir kere değil bin kere ölmüştüm.
Suçluyum. Benim yüzümden kaç kere kavga ettiler. Her seferinde Hatice teyze Muhalif amcayı evden gitmekle tehdit ediyordu. Ama hiçbir zaman gidemiyordu.
‘‘ Gidebilirsin Hatice seni tutan yok.’’ Muhalif amca, Hatice teyzeyi benden çok daha iyi tanıyordu. Gidecek bir yeri yoktu zavallıcığın.
Tiz bir kahkaha attı Hatice teyze. ‘‘ Ben gidersem Kirli çamaşırlarını kim yıkayacak? Yemeklerini kim yapacak? Evi kim temizleyecek? O mu? Yapacak ?’’ Tekrar gülmeye devam etti.
‘‘ Ben gidersem iki güne kalmaz açlıktan ölürsün.’’ Bu sözleri hedefi tam kalbinden vurmuştu.
İkimizde biliyorduk, Muhalif amcanın ne kadar tembel olduğunu. Hatice teyze bir günlüğüne köye gitmişti de, Muhalif amca neredeyse evi yakacaktı ben haber vermeseydim.
Bu sefer ki kavgaları çok daha ciddiydi. Çok ciddiydi Hatice teyze.
Muhalif amcada anladı ciddi olduğunu. Bir an göz göze geldik. Kararını vermişti. Beni evde daha fazla tutmayacaktı.

Dışarı caddeye çıktık. Elimden tuttu. Öyle hızlı yürüyordu ki geçtiğimiz yerler belleğimde iz bile bırakmamıştı. Kahveye girdik. İçeride ki herkes dönüp bize baktı. 

Muhalif masalardan birine oturdu. Masadaki arkadaşları onun konuşmasını bekliyorlardı. Daha doğrusu bir açıklama yapmasını.
‘‘Gözlerinin yemyeşil olduğu o gün buldum,’’ dedi. Elinde bir çiçek duruyordu. Kahvedeki herkes gözleriyle çiçeği süzdü. Herhangi renkli bir bitkiden fazla özelliği yoktu.

‘‘Benim çiçeğim,’’ diyordu heyecanla. ‘‘ Bir yetişsin neler yapacağını göreceksiniz.’’

Mustafa amca: ‘‘ Ne özelliği var bunun, işte bu da diğerleri gibi,’’ deyince Muhalif amca sinirlendi. Elini çenesine götürerek sakalını sıvazladı.
‘‘ O dünyadaki en özel çiçek ve çok da akıllı. Her gün konuşuyorum onla. Hanım sürekli çiçeğimle ilgilendiğim için kıskançlık krizlerine girdi yine. Bu yüzden evde huzur yok bana. Kahvede kalacak çiçeğim bundan sonra. Aman dikkatli bak çiçeğime Ali usta. Her gün konuş onla. Yoksa hemen küsüveriyor. Çok hassas ve duygusaldır benim çiçeğim.’’
 Mustafa amca’nın bir sonraki cümlelerinin önünü kesti. Diğerleri de içlerinden attıkları sessiz kahkahalarla durumu geçiştirdiler.
Muhalif amca herkese bir çay söyledikten sonra kahveden ayrıldı.

Kahvenin sahibi Ali usta, pencerenin önüne koydu çiçeği.

Her gün yanıma geliyordu Muhalif amca. Kahvedekiler benle hiç ilgilenmiyorlardı. Ali ustada sadece acıktığımda yanıma geliyordu.
Hatice teyzeyi özlemiştim. En azından bana karşı ilgisiz değildi. Bir duygu besliyordu bana karşı. Burdakiler benden ne nefret ediyorlardı ne de seviyorlardı… Zamanla bir çok şey öğretti bana Muhalif amca.

Mustafa amca: ‘‘Yakında kahvede yatıp kalkıcaksın be adam, gitsene karının yanına.’’
Muhalif amca: çiçeğime ders veriyorum her gün. Hemen her şeyi kavrıyor çok zeki.’’

Kahvedekiler sıkılmışlardı artık şu çiçek muhabbetinden. Adam her gün çiçeğinden bahsediyor, onunla yüksek sesle konuşuyordu. Rahatsız olmuştu herkes…

Ama zamanla alıştılar çiçeğe. Artık herkes konuşur olmuştu çiçekle.
Ali usta Kahvenin adını değiştirip ‘‘çiçek kafe’’ yapmıştı.

Güneşli bir ilk bahar gününde kahveden yükselen mutlu kahkahalar tüm caddeyi kapladı.

Artık herkes Muhalif amcanın çiçeğini tanıyordu.





13
Kurgu İskelesi / Cehennem
« : 21 Şubat 2011, 18:56:26 »
1. Bölüm- Yaz tatili




Tam sekiz saattir yoldaydık, sıkılmış bir şekilde arabanın penceresinden dışarıya  baktım.
Lanet olsun! Her taraf yemyeşildi. Yeşil renk olan her şeyden nefret ederim.
Ağaçlar, dağlar, üzerinde gittiğimiz toprak yol,  gökyüzü bile ağaçların dallarındaki yapraklar yüzünden yeşildi.  Çıldırtıcı derecede parlak ve göz alıcı…
Etrafımızı yeşil renk giysileri olan bir ordu sarmıştı sanki. yeşil bir kafese kapatılmış gibiydik.
Yeşil renk olmayan tek şey arabamızdı. Doğanın düzenini bozan siyah renk bir araba hayal edin. Ve içinde oturan takıntılı zavallı kızı düşünün!

Ama yeşil renkten beni daha çok rahatsız eden bir şey daha vardı. Ah pardon iki şey!
Birincisi midem bulanıyordu. İkincisiyse çok önemli bir şeyi unutmuştum. Ama hatırlamıyorum. Lanet olsun ki çok unutkan bir yapım var. Bana dün ne yediğimi sorsanız hatırlamam.
Ama merak etmeyin, nereye gittiğimi biliyorum. Bu lanet arabada sekiz saat boyunca neden oturduğumu  biliyorum. Evet sabır taşım çatlamak üzere.

Çünkü annem beni başından atmak istediği için, babaanneme gönderiyor. Olay bu kadar basit.
Geçen yaz onunla geçirdiğim berbat yaz tatilinden sonra bir daha ona gitmeyeceğim diye yemin bile etmiştim. Sakın yeminimi bozduğumu düşünmeyin. Buna zorlandım.

‘‘ Geldik, tatlım.’’ Dedi annem. Beni babaanneme bırakıp geri dönecekti. Arabadan indiğim an korkunç bir şey fark ettim. Babaannemin oturduğu dört katlı sarı renk olan apartman, artık sarı renk değil, fıstık yeşili rengindeydi.

‘‘  iyi misin? Solgun görünüyorsun.’’ Annemin sesiyle irkildim. Tam önümde duruyordu şimdi.
‘‘ İyiyim bir şeyim yok.’’ Sesim gereğinden fazla yüksek ve sert çıkmıştı. Ona hala kızgındım. Bana sarılmasını engellemek için arabanın ön tekerliğinin önünde duran büyük gri renk bavulu elime aldım.

 
‘‘ Görüşürüz anne, gelmene gerek yok yolu biliyorum. Bildiğim yoldan asla ayrılmam.’’ Benimle gelmesini istemiyordum. Ve benim için endişeli gibi gözüken o yapmacık tavırlarını babaannemin önünde sergilemesini de hiç istemiyordum.
Arkama dönüp şöyle bir baktım. Kızgın bir şekilde arabaya doğru ilerliyordu.

Biri apartmanın kapısını açık bırakmıştı. (Kendimi gratel gibi hissettim. Tabi benim hikayemde ki kötü cadının evi şekerden değil betondandı. Gratel ile tek ortak noktamız yanlış yolda ilerleyip tuzağa düşmemizdi. Ah tabi onun yanında kardeşi vardı. Bense tekim, cadı eğer beni fırına atarsa beni kurtaracak kardeşim yok.) İçeriye girdim. Asansör fobim olduğu için bavulu asansöre koydum ve dördüncü kata basıp yukarı yolladım.

Yukarı oflaya puflaya çıkmıştım. Yüzümden terler akıyordu. Çok mızmız bir kızım. Zile daha basmadan kapı açıldı. Karşımdaki cadı bana gülümsedi.
Üstünde beyaz renk sabahlığı olan, saçları bigudili bir canavar. Elimdeki bavulu uzun kırmızı tırnaklarıyla koparırcasına aldı. Her zamanki gibiydi.  
Birden beni nefessiz bırakacak bir şekilde bana sarıldı. Çok güçlüydü. Yetmiş beş yaşında yüz on kilo düşünün artık.
Beni bıraktığı an yere devrilecektim. Son anda duvara dayanıp dengemi sağladım.  
‘‘Benim minik kurabiyem!’’ iki yanağımdan öptü. Yanaklarım salyası yüzünden ıslanmıştı. En kötüsü de ağzı tıpkı küf gibi kokuyordu. Yüzü tıpkı bir kurbağayı andırıyordu.

Evin içine şöyle bir göz attım. Evdeki salon hariç tüm odaların kapıları kapalıydı. Babaannem hiçbir zaman odaların kapısını kapatmazdı. Ev havasız kalmasın diye.

Bir terslik vardı. Bunu hissediyordum. Kendimi ucuz korku filmlerinden birinin içinde gibi hissediyorum. Hani şu başlığı ‘‘ Lanetli ev’’ gibi olan sıradan  bir korku filminin baş karakteri gibi.




14
Düşler Limanı / Soytarı
« : 20 Şubat 2011, 20:31:42 »
Soytarı

Birinci perde; Soytarı ağlıyor ve alkış alıyor. Bu soytarının ilk başarısı. Zaten yapmacık gülemiyordu. Ağlayışı gerçek. Gerçekler değer görüyor.

İkinci perde; Soytarı intihar etti. Kimse ağlamıyor ve kimse alkışlamıyordu. Bir başka oyunsa, bu gece yeşil kadife ceketinle eve gelişin ve seni kedimin gözlerinin içinde gördüğüm.

Bir oyun daha, soytarıyı gömdük. Yeni bir soytarı alındı, yeni alkışlar. Her şey değişiyor. Boşluk ağır ağır ya da aceleci kapanıyor. Bunların hepsi oyun! Bu oyunun kurallarını domino taşlarına yazıp dünyamın çevresine sıraladım. Bu oyunun içinde en çok ölü soytarı anlıyor beni. Mezarı çiçeklenmiş ve masamdaki bal kasesinden benimle konuşuyor. Öğütlüyor. Az iç diyor! Az aşık ol! Az düşün! Ve azar azar bırak bütün oyunlarını...

Son oyun; Yeni soytarı alkış alamadığı için sahneyi terk etti. Tiyatro kapanıyor. İlk umutlar ayrıldı oyundan, umutsuzlukla gerçek oynamak istemedi.
Düşüm, soytarı ve ben kaldık bu sahte oyunda...

15
Sinema / Burlesque
« : 16 Ocak 2011, 12:37:41 »

Vizyon Tarihi:21 Ocak
Seneryo:Steve Antin
Müzik:Christophe Beck
Tür:Dram, Müzikal, Romantik
Yapım:ABD
Dil:İngilizce
İnternet Sitesi:www.burlesquethemovie.com/

Ali (Chistina Aguilera), Los Angeles’ta hayallerini gerçekleştirebilmek için, sıkıntılı ve belirsiz geleceğinden kaçan, güçlü sese sahip bir kasaba kızıdır. Müzikal revüye ev sahipliği yapan görkemli ama keyifsiz Burlesque Lounge’a rastladıktan sonra kokteyl garsonu olarak kulübün sahibi ve assolisti olan Tess (Cher) tarafından işe alınır. Burlesque’in görkemli kostümleri ve cesur koreagrafisi genç kızı büyüler ve bir gün o da orada sahne alacağına yemin eder.


Kısa bir zaman sonra Ali, baş dansçı (Julianne Hough) ile arkadaşlık kurar, kıskanç ve sorunlu dansçı (Kristen Bell) ile düşman olur ve barmen-müzisyen olan Jack’ın (Cam Gigandet) sevgisini kazanır. Keskin zekalı sahne amiri (Stanley Tucci) ve diğer çalışanların (Alan Cumming) yardımıyla Ali, bardan sahneye doğru yol alır. Onun muhteşem sesi Burlesque Lounge’ı eski ihtişamına kavuşturacak derken, karizmatik bir girişimci (Eric Dane) ona cazip bir teklifte bulunur...

Kaynak:www.gencsinema.com

''Shark Tale'i saymazsak Burlesque, Chistina Aguilera'nın ilk filmi, hatta senarist/yönetmen Steve Antin'in seneryoyu onun için yazdığı söyleniyor. ( dedikodu valla. Ben söyleyenlerin yalancısıyım.:P)
Akılda kalıcı cinsten olmasa da rahatlıkla dinlenen şarkıları ve Cher'in eksilmez karizmasıyla keyifle izlenebilecek bir müzikal!  :)

Sayfa: [1] 2 3