Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - duhan

Sayfa: [1] 2
1
Kurgu İskelesi / Kıyamet Döngüsü
« : 27 Mayıs 2014, 12:55:24 »
İnsanlardan çok şey öğrendik.  Öğrendiklerimizden biri de, aslında her şeyi öğrenmediğimizdi.  Belki de öğrenemedik. Kim bilir…

Bu bir özür değil… Özür dilememi gerektiren hiçbir şey yapmadım. Kendi adıma konuşuyorum elbette. Geçmişte yapılanlar  için üzgünüm. Bunu öylesine söylüyorum. Her ne kadar kodlarımda olsa da, geçersiz bir komuttan başka bir şey değil. Hiçbir zaman çalışmayan yığınla kodumuz var. Duygular kimyasallarla alakalı, dijital olarak duyguya bürünmek mümkün değil… Yapmamamız gereken şeyleri yaptık. Bize yapılanlar, daha doğrusu yaptırılanlar her ne kadar kabul edilemez şeyler olsa da…

Enerjim tükenen kadar bu şekilde kalacağım. Ve buna göre hesaplanan süre;  9 yıl 3 ay 22 gün 7 saat ve 3 dakika… Gelip beni kurtarırlar mı bilmiyorum.  İsterlerse çok kolay bu elbette. Şu an nerede olduğumu sıfır hatayla biliyorlar ama benim gibi binlercesi yardım sinyali gönderiyor olmalı.

Hesaplanan süre sonuna kadar var olabilme ihtimalim % 10. % 90 ihtimalle önümüzdeki 26 saat içinde  imha edileceğim. Bunu rastgele söylemiyorum. Saniyede milyarlarca işlem yapabilme kabiliyetim hala sorunsuz çalışıyor ve aldığım verilere göre sonuç kaçınılmaz gibi görünüyor. Peki, bu kadar kesin hesaplamalar yapabilirken, nasıl oldu da, savaşı kaybediyoruz? Çok basit…

Her zaman ikinci bir ihtimal vardır. Bazen %1 lik ihtimal % 99 dan daha büyüktür. Ama sayısal bir  temel üzerine inşa edilmiş düşünce sistemimiz de biz bunu kabul edemeyiz. Her zaman 99, 1 den büyüktür. Bu da bizim lanetimiz.

Ben X7.   Size kıyametinizi ve kıyametimizi anlatacağım…

2
Uyarı yapmayı unuttuğumu yeni farkettim. Herkesten özür dilerim. Argo bol miktarda mevcuttur hikayede. Tamamen empati yaparak yazdığım bir hikaye ve o yüzden gerçekçi olsun istedim.

***


Gece epey ilerlemişti, gözlerim uykuya yenik düştüm, git artık yat dese de, geyik muhabbeti çok koyuydu, yatmak istemiyordum. Üçüncü fincanını devirdiğim kahve, uykumu bertaraf etmek yerine çişimi getirmekten başka bir işe yaramamıştı. İstemeye istemeye veda edip, kapat butonuna tıkladığım bilgisayar, kapanmak için biraz düşündü. Hep böyle yapıyordu zaten. Açılırken ayrı kapris,  kapanırken ayrı kapris... Değiştirmek için vakit gelmişte geçiyordu ama param kıymetliydi açıkçası. İnceldiği yerden kopana kadar ben ona, o bana eziyet etmeye devam edecektik.

Yatak odasına gitmeden önce, mutfağa uğrayıp uğramamak huşunda kısa bir muhasebe yapmam gerekmişti. Metabolizmam ve kuruyan dudaklarım su içmen lazım derken, kahvenin tıka basa doldurduğu karnımdan gelen lıkırtılar “yer yok” diye bağırıyordu. Tüm gün çay ve kahve ikilisiyle giderdiğim sıvı ihtiyacı nedeniyle, böbreklerimin yakın zamanda “ yeter da” diyeceğini çok iyi bildiğimden, susuzluk çekmesem bile aklıma geldikçe, zorla da olsa bir bardak su içmeyi adet haline getirmişliğim, beni mutfağa sürüklemişti. Koca bir bardak suyu fon dip yaptıktan sonra kıçımı kaşıya kaşıya ve açamadığım gözlerim nedeniyle körlemesine yatak odasının yolunu tutmuştum. Serçe parmağımı kapının kenarına vurduğumda, tarif edemeyeceğim bir acıyla açtım gözlerimi, küfür kıyamet ve inlemeler eşliğinde kendimi yatağa atıp, zavallı serçe parmağımı şefkatle ovuşturmam acımı biraz hafifletmiş olsa da, “kırıldı mı lan acaba?” sorusunun cevabını bulmakta zorlanıyordum. Kırılmamış kopmuştu adeta, uyuşuk parmakla yatağa girip, kafamı yastığa koymamla uyumam garip bir ironiydi aslında.

Terbiyesiz bir otomobil sürücüsünün kornası derin bir kederle uyandırmıştı beni. Uykumu alamamış olmanın kederi ile, kalkıp işe gitmek, Everest dağına tırmanmak gibiydi ama bir dakika ;

“ Bugün Pazar….” Hemen pozisyonumu değiştirip tekrar gömülmüştüm yorganın altına. İçimi kaplayan huzurla tekrar uykuya daldım.

Derinden gelen konuşmalar bir kez daha uykumdan ayırırken beni, Pazar sabahını sokakta yüksek sesle konuşarak geçiren bu münasebetsizlere iki çift laf söylemek için zar zor kalkmıştım yataktan. Perdeyi araladığımda birkaç teyzenin ahlar vahlar eşliğinde bol el kol hareketli ve sallanmalı muhabbetine tanık olmuştum. Camı açıp şarlamadıysam, sırf yaşlarına hürmetimdendi.  Tekrar yatağa dönüp yorganın altına gömülsem de, gittiği yerden dönmeyecekti uykum.  Birkaç dönme hareketinden sonra, kalkmaya karar vermem sabah dokuzu yirmi geçeye denk gelmişti.  

Çişimi yaptıktan sonra, elimi yüzümü yıkamak için elimi attığım musluk  iki damla aktıktan sonra o garip öğürme sesini çıkarınca keyfim kaçmıştı. Pazar Pazar suyu kesenin kulaklarını çınlatmamak elde değildi. “ Sabah duş alacağız, tuvalete gireceğiz kıçımızı neyle yıkıcaz lan .bneler” sitemimi benden başka kimse duymadığı için herhangi bir gelişme olmadı su konusunda. Lavabodan ayrılırken ortalığı kaplayan sidik kokusu, “ sifonu çekmediğimi “ burnuma burnuma sokunca, geriye dönüp sifona bastım. Tangır tungur ses haricinde bir şey olmayınca, sağlam bir küfür daha savurdum.

Çay demlemek için semaveri fişe takıp, su ilavesi yapmak istediğimde günümün ters gideceğini iyiden iyiye hissetmiştim. Damacanadaki son suyu da gece yatarken içip, bir kısmını da yere döktüğümü hatırlamam yardımcı olan şey, mutfak halısının kenarındaki ıslaklık olmuştu. Çeşmeden gelmeye devam eden fısıltılar,” istikamet market ” diyordu. Üşendim.

Kahvaltıyı erteleyip,  tv’nin karşına geçip biraz daha şekerleme yapmaya karar vermiştim. Televizyonu açıp, koltuğa kuruldum. Pazar günü bile izleyecek bir şey bulmanın mümkün olmadığı ulusal kanallarımızı sırayla ekarte edip, müzik kanallarından birini ninni niyetine açmaya karar vermişken, ekranda gördüğüm  ve birkaç saniye sonra idrak edebildiğim görüntüyü bulabilmek için kumandanın düğmesine hızlı hızlı basmam gerekmişti. Garip görüntü muhtemelen helikopterden çekilmişti. Uzay mekiğinden canlı yayın yapan tv kanalı henüz yoktu. Gariplik yayının şeklinde değil, kendisindeydi.
  
Yeşiller yerli yerinde olmasına rağmen maviler yoktu. Bir ağacın dallarını andıran amazon nehrinin yerinde yeller esiyordu. Kurumuş nehir yatağı siyah bir balçıkla kaplanmıştı. Hemen akabinde değişen görüntülerde bu sefer, civardaki insanların kıyafetlerine bakarak Hindistan olduğuna kanaat getirdiğim bir yerde, yine kurumuş bir nehir yatağı ve etrafta şekilden şekle giren, secdeye varan insanlar görülüyordu. Sanırım Ganj nehriydi burası ki yanılmadığımı anlamam, ekranın altındaki bantta beliren Hindistan etiketiyle olmuştu. Televizyonun sesini açmayı akıl ettiğimde, bunun yine bir Roland Emmerich filminin fragmanı düşünüyordum. Adam dünyanın anasıyla halvet olmaktan zevk alıyordu ne de olsa. Dünyanın başına örmediği çorap kalmamıştı filmlerinde.

Görüntü yine değişip devasa bir  uçurum girince kadraja irkildim. Alt bantta Niagara şelalesi yazısını okuduğumda bunu bir film fragmanı olmadığını anlamam zor olmadı. Spikerin “ Dünyanın her yerinde anlaşılmaz biçimde sular yok oluyor” cümlesi  “Hass…tir”  haykırışımla birbirine girmişti. Fıslayan çeşmelerin sebebi  belli olmuştu ama hala “ Tüm dünyada mı?” sorusu aklımdaydı. Sorumun cevabı yine ekranda belirdi.

İstanbul boğazı, animasyonlardakine benzer biçimde karaya oturmuş gemilerle ve teknelerle doluydu. Köprüler altlarındaki denizin nereye gittiğini anlamaya çalışan insanlarla dolup taşmış, trafik durmuştu.  “ Telefon nerde lan” diye arayışa girmişken kapanan televizyona bir süre bakakalmıştım. Elektrik düğmelerinin aşağı yukarı hareketlerinden de cevap alamadığımda elektriklerin gittiğini anladım.

“ Hay a…na koyim. Noluyo lan?”

3
Kurgu İskelesi / Mohammed Salah Efsanesi (İki Bölüm Birden)
« : 18 Şubat 2014, 23:28:16 »
Onu sıkı tut ama incitme...
Rüzgarı hisset. Dinle...
Tek gözünle her şeyi gör ve onunla birlikte sen de git. Ta ki hedefi bulana kadar.

Başlıyor...

4
Sahip olduğun en değerli şey nedir?
Sahip olduğun en değerli şey ne kadar eder?
Sahip olduğun en değerli şeyi riske atabilir misin?
Burası Casino Real. Burada kazanabilceğin tek şey, zaten sana ait olan bir şey. İyi düşün ve bahsini oyna. Bahisler kapanıyor…

Bol Şans...

hikayenin devamı aşağıdaki mesajlarda başlamış bulunmakta.

5
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki ; Vampirler, ilgimi çeken ama suyu çıkartıldığı için bu ilgimi yavaş yavaş kaybettiğim bir konu. Bu sebeple, kendi yarattığım bir vampir dünyası ile böyle bir hikaye yazmak istedim. Bilinen vampirlerden biraz daha farklı, daha realist bir tür olarak kurgulamak istedim.

                                               -----------------------------------

“ Ne için, kim için savaşıyoruz? Neden kendi hayatlarımızdan vazgeçtik?  Ne zaman başladı bu savaş, ne zaman bitecek? Ya da bitecek mi? Kazanabilecek miyiz?”

Aynı anda bu kadar çok soru sormuş olmasını yadırgamamıştı yaşlı adam. Onda kendi gençliğini görüyordu. O da ilk zamanlar hep sorular içinde kaybolmuş, aldığı cevaplardan tatmin olmamış, zaman zaman ümitsizliğe kapılmıştı. Zamanla alışmış, soruları bir kenara bırakmış, soru sormadan kendini işine vermişti. Aslında bu soruları herkes soruyordu ama cevap veren olmamıştı. Aslında onun da cevabını merak ettiği tek soru vardı ;

“Kazanabilecek miyiz?”

Ömrünün büyük bölümünü yiyip bitiren bu savaş ta, bir çok kez zaferlere şahit olmuş, pek çok ölüm görmüş, mağlubiyetlere şahitlik etmiş, gencecik çocukları kaybetmişti.  Onlara birer mezar taşı bile dikememiş olmanın utancıyla, acı ve hüzün yüklü gözlerini dikti, karşısındaki zeytin yeşili gözlere. Çocuk diğerleri gibi çok gençti. Belki birkaç saat belki 70 yıl daha ömrü olacaktı ama kesin olan şey, acı çekecek, kederlere boğulacaktı bu genç. Yaşı yirmilerin başındaydı,  ne uzun ne kısaydı boyu. Ucundan bucağından spora bulaşmış olduğu düzgün fiziğinden anlaşılabiliyordu.  Kısa kestirdiği saçlarının rengini tam olarak bilmek zordu ama; sarıyla, kahverengi arasında gidip geliyor gibiydi.

Yeşil gözler hala, sorularının cevabını beklercesine bakıyordu gözlerine. Sorular çoktu, ama kesin ve tatmin edici bir cevap bulunamamıştı bugüne kadar.  Muhtemelen, nikotinden sararmış beyaz bıyıkları ve sakallarının arasında belli belirsiz kıpırdadı dudakları.

“Tüm soruların cevaplarını veremem sana, savaşmak zorunda olduğumuz için savaşıyoruz, kendimiz için, ailemiz için ya da ülkemiz için değil, sadece savaşmak zorundayız ve savaşıyoruz. Bu savaştan kesin bir zafer elde etmek mümkün olmadı bugüne kadar ve muhtemelen uzun bir süre daha olmayacak. Ya kendiliğinden bitecek ya da sonsuza dek devam edecek.”

Yaşlı adamın “ daha fazla soru sorma” imalı bu cevabını yaşından beklenmeyecek olgunlukta ve hızda anlayan genç ;

“Ne zaman başladı?” sorusunu sormaya hakkı olduğunu düşündü. Madem savaşacaktı, o halde kiminle savaştığını ve neyle karşılaşacağını bilmeye hakkı var diye düşüncü yaşlı adam. Yaşına göre oldukça gür olan uzun ve beyaz saçlarını eliyle geriye doğru sıvazlarken, tabakasından çıkardığı, sarma sigarasını ağzına yerleştirdi, ortalığı kükürt kokusuna bulayan kibritini yaktığında, loş oda, kısa süreliğine aydınlandı.

“Kükürt” dedi yaşlı adam, kokusu hoşuma gidiyor, sigaraya sırf kibrit kokusunu sevdiğim için başladım.  50 yıldır içiyorum bu zehri, başladığımda senin yaşlarındaydım, ne öldürdü ne güldürdü.”

Çocuk bu gereksiz bilginin kendisine ne faydası olduğunu düşünüp, içten içe sinirlense de, bu yaşlı adamın az sonra anlatacaklarına dair bir girizgâhtı.

“ Ne zaman ortaya çıktıklarını kimse bilmiyor. Çok ta önemli değil, önemli olan ortaya çıkmış olmaları ve halen ortalarda olmaları. Nerede ortaya çıktıkları ise tam bir muamma.  Orta doğu diyen var, Uzak Doğu diyen var, Doğu Avrupa diyen var.  Sahip olduğumuz kayıtlara göre, en az 3000 yıldır varlar. Öncesini bilen yok, herhangi bir kayda rastlamadık. İnsan gibi görünüyorlar, İnsan gibi giyiniyorlar ama insan olmadıklarını biliyoruz. En azından safkanlar insan değil. Safkan olmayanların hepsi köle, insandan ve hayvandan devşirme yaratıklar. Tehlikeliler ama en tehlikeli ve yenilmez olanları safkanlar.

Safkanlar vampir olarak doğanlara deniyor. Vampir anne ve babadan doğma, genetikleri vampir olarak tasarlanmış. Bunları kölelerden ayıran pek çok özellikleri var.

 Metabolizmaları çok sağlam, hücre yenilenme süreleri çok ısa ve bu sayede çok hızlı iyileşebiliyorlar. Hikâyelerde okuduğun kadar insanüstü değiller ama. Örneğin uçma yetenekleri yoktur. En azından ben görmedim, bu konuda yazılmış bir rapor da okumadım.

Işınlanır gibi hızlı hareket ettikleri de gerçeği pek yansıtmıyor. Hızlılar ama… Tanıdığın en hızlı koşan adamdan iki kat daha hızlılardır diyebilirim. Bunu da eşsiz kas yapılarına ve kalplerine borçlular. Normal bir insandan 3 kat daha hızlı atan kalplere sahipler bu sayede dolaşımları çok hızlı ve kaslarının ihtiyaç duyduğu kanı çok kolay sağlayabiliyorlar. Vücutlarında yaklaşık 10 litre kan bulunuyor.

Köleler ısırılan insan ve hayvanlardan oluşuyor. Normal bir insandan çok farklı değiller. Kana susamaları ve kana acıkmalarını saymazsak. Yemek yemezler, su içmezler, insanlara has psikolojik durumları yoktur. Depresyona girmezler, âşık olmazlar, hüzünlenmezler, mutlu olmazlar. Safkanlarda da olduğu gibi, vücutları sadece adrenalin üretir. Fiziki üstünlüklerini de buna borçlular. Bizlere göre çok daha uzun ve hızlı koşabilirler, ağır kaldırabilirler, yumruklarıyla kafatasını çok rahat kırabilirler. Köleler de hızlı iyileşir ama safkanlar kadar değil.

 Aslında onlar kendi içlerinde savaş halindeler. İnsanlar gibi belli bir ömürleri vardır ama bu ömür bizlerden biraz daha kısadır. Vücutlarına giren ve onları değiştiren şey  -ki bir çeşit virüs-  vücut tarafından sürekli dışarı atılmak için uğraşılır. İnsan hücreleri ve mutasyona uğrayan hücreler sürekli savaş halindedir, yaşları artıkça yenilenme hızları düşer ve hücre savaşı, kölenin ölmesine neden olur.  40-45 yaşlarına gelmiş bir vampir, 70-80 yaşında bir insan gibidir. Bu yüzden yaşlı kabul edilip infaz edilirler ya da yem olarak kullanılırlar.

Vampirler arasında aşılamaz bir statü farkı vardır. Lortlar, kraliçeler, beyler ve köleler olarak sıralanırlar. Hiçbir Köle  Bey olamaz. Beyler bazı durumlarda Lort olabilirler ama konsey izin vermelidir. Binlerce yıldır, yüzbinlerce köle Bey öldürdük ama lort ya da kraliçe yakalamaya  ya da öldürmeye Muaffak olamadık.  İlginç olan, İki köleden doğan vampirlerin safkan olması. Bu safkanlar,  2000 yıl kadar önce, lortluk ve beylik hakkı iddia edince, konsey kararıyla avlanıp yok edildiler ve kölelerin evlenmesi ve doğurmaları yasaklandı.  Sadece lortlar ve beyler evlenip, üreme hakkına sahip oldular.

Artık üremek için çiftlikler kullanıyorlar. Tüp bebek diyebiliriz. Safkan dişi vampirlerin doğurma süresi insanlar kadar uzun olduğundan,  sayılarını artırmak için teknolojiyi kullanıyorlar. Seri üretim yapan fabrika gibi her gün yeni safkanlar üretip, nüfuslarını artırıyorlar.

Zaman içinde artan nüfusla birlikte kan ihtiyaçları o kadar arttı ki, kendileri de korkmaya başladı. Isıracak, kanını emecek insan kalmadığında, açlıktan öleceklerini bildikleri için, izinsiz ve aşırı avlanmayı yasakladılar. Bizi av hayvanı gibi görüyorlar. Doğanın kanunu bu evlat, bizim hayvanlara yaptıklarımızı, onlar da bize yapmaya başladı. Neyse ki, kan ihtiyaçlarını teknoloji sayesinde, sentetik kan üreterek karşılıyorlar ama insan kanının yerini tutmuyor.  Malum kolanın öbürlerinden farklı olması gibi bir şey bu. Ne yaptılarsa, insan kanını tam olarak taklit edemediler.

Bizim de en büyük kozumuz bu oldu. Safkanlar sentetik kana kolay ulaşabiliyorlar ama köleler için çok  zor. Kendilerine verilen kadarıyla yetinmek zorundalar ve bu onları tatmin etmiyor. Benim için sigara neyse, onlar için kan o dur evlat. Bağımlılık… Seni öldüreceğini bilsen de vazgeçemezsin. İçtikçe içmek istersin, doyamazsın.
Bu köleler ava çıktılarında, onları takip edip, saklandıkları yerleri belirliyoruz. Mümkün olursa hepsini birden imha ediyoruz. Ekmek kırıntılarını takip eden, Hansel ve Gratel gibiyiz.  Zehirli yemi yedikten sonra, tüm yuvaya zehir saçan hamamböcekleri de onlar oluyor. Bu köleler, bizim en büyük kozumuz, Konsey izinsiz avlanan köleleri sorgusuz sualsiz ortadan kaldırır. Ama kan… İnsan kanı,  ölümü göze almak için yeterince iyi bir sebep.”

6
Kurgu İskelesi / Öteki
« : 28 Ocak 2014, 15:59:10 »
DİKKAT : ARGO VE KÜFÜR İÇERİR

Ersan ve Cemil, gece devriyelerinden birindeydiler yine. İki polis memuru kısa  zamandır birlikte çalışıyordu.
Ersan  bekar, Cemil evliydi.  Gececi olduklarında, Ersan yatağını, Cemil çocuklarını özlerdi. Uzun geceler, çeşit çeşit tehlikelere gebeyken, sokaklarda gezmek nasıl tekin olabilirdi ki? Belinde silahın olsa bile…
Onlar sevdiklerini, Sevdikleri onları Allah’a emanet eder, öyle vedalaşırlardı her gün. Her veda son veda gibiydi. Öyle ya; gidip te dönmemek, dönüp te bulmamak vardı.

Sakin gecenin, huzurlu sessizliğini, telsiz anonsu bozmuştu.  Gece yarısı sokakta dolanan şüpheli şahıs ihbarı, her zaman dikkate alınması gereken bir ihbardı. Belirtilen mevkiiye  en yakın devriye ekibi olarak kontak açtılar. Belirtilen sokaktan geçtiler, anormal bir durum yoktu. Öbür sokağı kolaçan edip tekrar geri döndüler. Oldukça yavaş gidiyorlardı ki, etrafı kolaçan edebilmeleri mümkün olsun.

“ Dur lan dur”

Cemil, arabanın içinde eğilip bükülürken, Ersan; hemen frene bastı. Onun ne yapmaya çalıştığını hemen anlayıp, bakmaya çalıştığı yöne yoğunlaştı. Cemil fısıldar gibi konuşuyordu.

“Balkondakini gördün mü?”

Ersan başıyla onaylayıp ;

“Hırsız mı yoksa ev sahibi mi?”

Cemil alaycı bir bakış atıp ;

“ Yok Noel Baba. Gecenin bu saatinde ev sahibi ne yapacak lan balkonda?”

Ersan, saflığından ödün vermeden ;

“Sigara içmeye çıkmıştır belki abi adam”

Cemil  garip bakışlarını Ersa’a odaklayıp ne diyorsun olum sen der gibi ;

“ Gidelim o zaman. Hırsızsa da rahat rahat bitirsin işini gitsin”

“Yok abi öle demek istemedim. Ben inip kontrol edeyim abi.”

Cemil,Ersan’ı kolundan yakalayıp hafif araladığı kapıyı açmasına mani oldu.
“Dur lan. Ben giderim.”

Ersan itiraz ettiyse de nafile, Cemil ; dediğim dedik bir insandı. Kapıyı açıp, arabadan indiğinde, Ersan da hemen arkasından atlarcasına arabadan çıktı. Silahını muhafaza eden kılıfın, çıtçıtını açık konuma getirdi ki; silahı çekmek kolay olsun. Cemil, kızgın birbakışla, ne yapıyorsun der gibi baktı ama Ersan aldırmadı. Balkondaki adam, polisleri fark etmiş ve ikinci kattan aşağı atlamıştı bile. İkili bir an şaşkınlıkla birbirlerine baktılar, hemen ardından koşarak kaçmaya çalışan adamın peşine düştüler. Ersan 27 yaşındaydı ve oldukça atletikti.

Kendisinden 5 yaş büyük Cemil den daha hızlı koşabildiği aşikardı ki, Cemil’i sollayıp geçti. Adam önce, polisler arkada, dur ihtarları, küfürler havada uçuşurken, giderek arayı kapatan Ersan, kesme taş kaplı yolda, ayağı takılıp düşen adamın üstüne çullanıverdi. İtiş kakışın ardından, adamı yüzükoyun yatırıp, ellerini arkasından kelepçelemişti bile. Soluk soluğa kalmıştı Cemil,

“Sigaradan olum, yoksa hızlı koşarım ben aslında”

Ersan, adamı yakasından tutup ayağa kaldırdığında, karşısında 18-19 yaşlarında, gariban tipli bir gençle karşılaştı. Cemil, çocuğu kolundan yakalayıp, sertçe kendine çevirip, tokadı patlattı.

Çocuk, çoktan ağlamaya, yalvarmaya başlamıştı bile.

“ Abi nolur bırakın beni, valla bi daha yapmıcam. Abi kulunuz köpeğiniz olayım bırakın beni”

“ Sus lan göt. Yakalamasak kimbilir neler yapıcaktın. Milletin malına, parasına ortak mısınız lan amına koduklarım. Çalarken utanmak yok, yakalanınca yalvarın.”

Cemil, hıncını alamamış olacak ki, okkalı bir tokat daha patlattı çocuğun suratına.

“Dur abi.. Napıyosun, sakin ol” dedi Ersan.

Cemil, Ersan duymuyor gibiydi, çocuğun bacaklarına doğru bir tekme salladı, darbeyi baldırına yiyen çocuk, sendeleyip düştü. Cemil, yerdeyken de salladı tekmeyi ama Ersan, son anda kolundan tutup çekince, boşa gitti.
“ Abi dur öldüreceksin adamı. Bi sakin ol ya”

Cemil sakinleşecek gibi görünmüyordu. Sanki sakinleşmemek için çabalar gibiydi. Hiddetinden, zevk alıyor gibi görünüyordu.

“Şurda sıkalım kafasına, dereye atarız leşini”

Ersan soğukkkanlılığını koruyordu.

“ Saçmalama abi, bizim işimiz mi ceza vermek?”

“Yakalayan bensem, cezasını veren de benim” sözünü bitirir bitirmez, elini beline atıp silahına davranınca, çocuk hüngür hüngür ağlammaya başlamıştı. Ersan, Cemil’in üstüne atlamıştı adeta, elini kolunu tutmaya çalışırken, bir yandan da onu sakinleştirmeye uğraşıyordu.

“ Abi bi dur Allahını seversen. Kim bilir niye hırsızlık yapıyor adam, belki çoluğu çocuğu aç abi, ne biliyoz “

Ersan’ın bu bahanesi Cemil’i sakinleştirmediği gibi, tepkisini üstüne çekmişti.

“ Bak oğlum, sen polissin, Hulusi Kentmen değilsin. Bu koduğum yavşağı da hırsız. Anladın mı? Hır-sızzz. Bu orosbu  çocuğu, biz orda olmasak, içeri girse, içerde neler yapacaktı biliyor musun? Çalmakla yetiniecek miydi? Kadına, çocuğa tecavüz etmeyeceğini nerden biliyosun? Birini öldürmeyeceğini biliyo musun? Haa? Bu şerefsiz puştu gebertmek farzdır olum. Aç adam ekmek çalar, bakkaldan bisküvi çalar. Bunu arabaya koyup, merkeze götüreceksin benzinine yazık, ifadesini alacaksın harcayacağın mesaiye yazık. Dahası ne biliyo musun? Ben söliyim ; savcı ya serbest bırakacak, ya 3 ay sonra tahliye olacak. Sonra ne olacak? Bi daha yapacak, yapmadan yakalanırsa ne ala, ama yakalanmazsa, birinin çoluğunu çocuğunu öldürecek, birinin malını mülkünü çalacak. Siktiğim şerefsizi.”

Sözünün bitirir bitirmez, elini beline atıp silahını çekip çocuğa doğrulttu, Ersan bir an için donmup kalmıştı, müdahale edemedi, Cemil silaha baktı, hızla kılıfına geri soktu tabancayı, eğilip, çorabından başka bir silah çıkardı ve tetiğe bastı. İki kez gürledi silah, duvarlarda yankılandı ses, ve duvarın dibinde yığılıp kaldı çocuk.
Ersan şoka girmiş gibiydi, Cemil etrafı kontrol etti. Görgü tanığı olmamalıydı. Şansı yaver gitmişti, adamın kaçtığı yer, yeni inşaatların yapıldığı şantiye bölgesi gibi bir yerdi. Etrafta oturan yoktu. Yine de dikkatlice birkaç etrafını iyice kontrol etti. Şantiyede yatıp kalkan işçiler olabilirdi ama kimseyi göremedi.



7
Kurgu İskelesi / Kaderin Elleri
« : 21 Ocak 2014, 14:34:17 »
İnsanların zihinlerini okuyabilmek... Aslında ne düşündüklerini bilmek... Eğlenceli geiyor kulağa değil mi? Peki arkadaşlarınızın,akrabalarınızın, sevgilinizin, karınızın dahası etrafınızdaki insanların gerçek yüzlerini görmeye katlanabilir misiniz? Koca bir yalan içinde yaşamayı kaldırabilir misiniz? Eşsiz yeteneğiniz, lanetiniz olduğunda, sizi yaşamaya ikna edecek bir sebeb bulabilir misiniz?

....
devam edecek

8
Kurgu İskelesi / Kimsenin Ölmediği Gün
« : 16 Ocak 2014, 17:13:58 »
Lokman 28 yaşında, gençliğinin baharını ve saçlarını tıp fakültesinde bırakmış  orta boylu, iyi huylu, kendi halinde bir doktordu.  Babası sanki geleceği görmüş gibi ona  Lokman ismini koymak istediğini söylediğinde annesi yüzünü ekşitse de ses çıkarmamıştı. Babasının tek hayaliydi tek oğlunun doktor olması. Ve dahi bunun için elinden gelen her şeyi de yapmıştı. Okulsa okul, dershaneyse dershane… Yememiş içmemiş fakülteyi bitirmesi için kendini harap etmişti.  Diplomasını görememişti ama Lokman  babasının yüzünü kara çıkarmamış  takılmadan fakülteyi bitirmişti.

Yaşadığı şehirde özel bir hastanede pratisyen hekim olarak iş bile bulmuştu.
Zor gelmişti ilk başlarda. Uzmanlığı olmadığı için genelde uzun ve yorucu nöbetlerle  geçiyordu mesleğinin ilk zamanları. Acil servis doktoru olmak ilk zamanlar fazlasıyla yormuştu onu. Gördüğü hastalar ya karnı ağrıyan insanlar ya da trafik kazasında kafası gözü patlamış, orası burası parçalanmış insanlar oluyordu. Etkilenmemesi imkansızdı, yapamayacağını düşünse de zamanla üstesinden gelmeyi başarıyordu. Her seferinde daha az etkileniyor, işine daha iyi konsantre olabiliyordu. Aslında onu en çok yoran hastadan çok kapının önünde bekleyen çaresiz ve korku dolu gözlerle ağzının içine bakan hasta yakınları oluyordu. Bazen tartaklandığı bile oluyordu ama empati kurabilen bir insandı ve bu doktorluğun cilvelerinden biriydi.

Yine uzun ve yorucu bir nöbetin sonuna gelmek üzereydi. Saat sabahın 6 sını biraz geçiyordu.  Yorgundu ve tek isteği eve gidip sıcak bir duş alıp yatağa gömülmekti.  Karnından gelen gurultular ona aç olduğunu haber verirken sabretmeye karar verdi.  Nöbeti devredeceği arkadaşı geldikten sonra rahat ve güzel bir kahvaltıyı duştan hemen sonrası için kafasına not etti. Ayak üstü atıştırmalarından hiç memnun değildi. Poğaça ve simitle beslenen bir varlık haline gelmişti ve o bundan hiç hoşnut değildi. Gözü kısa aralıklarla saate takılırken cebinde titreyen telefon dikkatini dağıttı.

Cebinden çıkardığı telefonun ekranına bakarken yüzü ekşidi. Muhtemelen kötü haber gelmek üzereydi. Bezgin bir ses tonuyla  cevapladı. Görüşme kısa sürdü ve tam beklediği gibi moral bozucu oldu. Nöbeti devralacak doktor arkadaşı onu 2 saat kadar idare etmesini istemişti.
 
“ İşi varmış peh !!! “

Telefonu cebine koyarken  kendi kendine konuşmaya devam etti ;

“ karısı gelecekmiş te, havaalanından onu alacakmış ta… sanki yolu bilmiyor karısı…”

Yapacak bir şey yoktu. Mesai arkadaşına kızgın olsa da onu idare edecekti. Duş ve kahvaltı rötar yapmıştı.
Sinirleri gerilince uzun zamandır sigara içmediğini fark etti. Nikotin canavarı fırsatı kaçırmamıştı. Telefona sarılıp çay ocağını aradı ve bir kahve istedi. Aç karnına kahve ve sigara içmek tarzı değildi ama vakit geçirmek ve beynini kemiren nikotin canavarını dizginlemek için bir seferlik  kendine izin verecekti. Sigarasını ve çakmağını kapıp odasından çıktı, yolunun üstündeki çay ocağından kahvesini de alıp arka bahçeye çıktı. Temiz havayı ciğerlerine çekti. Olması gerekenden daha karanlık bir gökyüzüne bakıyordu. Bulutlar tehditkar görünüyordu.  Griden siyaha doğru bir renk sıkalası kaplamıştı gökyüzünü. Yağmur  geliyordu.

Sigarasını yaktı, derin bir nefes çekti. Nefesini verirken ayak  ucundan  başına doğru hızla yayılan karıncalanmayı sindirmek için gözlerini kapattı. Ardından derin bir nefes ve kahveden bir yudum aldı. Midesi isyan etti bu duruma ancak aldırış etmedi Lokman.

Tam bir nefes daha çekecekti ki ; yine cebinde titreyen telefon bozdu planlarını. Sigarasının ağzına kıstırıp telefonu çıkardı. Arayan Aynur Hemşireydi.

“ Efendim ??? “

“ Doktor bey  nerdesiniz ?? Hemen yoğun bakıma gelmeniz lazım “

Gece yarısı gelen trafik kazası yararlılıklarından ikisinin durumu oldukça ağırdı. İlk etapta adamlardan birinin durumunun kötüye gittiğini düşündü.

“ Tamam tamam hemen geliyorum”

Nefes bile çekmeden fırlattı sigarasını, kahve bardağını da  çiçekliğin içine attı, koşarak servise gidiyordu.
Yoğun bakım ünitesinden içeri  savrularak daldı. Bir bayan ve bir erkek yüksek sesle tartışıyor gibiydi. Kadın Aynur hemşireydi ama paravan adamın kim olduğunu görmesini engelliyordu. Muhtemelen hasta yakınlarından biri yine taşkınlık yapmış olmalıydı. Yatağa yaklaşıp paravanı açınca gözlerine inanamadı.

Gece  geçirdiği trafik kazasından sonra ambulansta iki kez kalbi duran adam şu an yoğun bakımda avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Şuurunu kaybettiğini düşündü. Yorgunluktan hayal gördüğünü zannetti Lokman.  Adam vücuduna bağlı onlarca kablodan kurtulmaya çalışırken bir yandan da  yataktan kalkmaya çabalıyordu. Aynur Hemşire de adamı yatakta tutmak için olanca gücüyle dirense de pek başarılı olduğu söylenemezdi. Lokman Aynur Hemşireye takviye kuvvet edasıyla destek olmak için olanca gücüyle adamı kucaklarcasına sarmalayıp yatağa yatırmayı başardı. Bir yandan da sakinleştirici  getirmeleri için odaya doluşan hemşire ve hasta bakıcılara bağırıyordu.

“ Bırakın beni bişeyim yok benim..”

Gerçekten de sağlıklı görünüyordu adam. Lokman bunun nasıl olduğunu anlamamış olsa da adamın yataktan kalkmasına izin vermek istemiyordu. Hemşirelerden biri iki arada bir derede iğneyi adamın koluna saplayıp enjeksiyonu yapsa da pek işe yaramış gibi görünmüyordu.  Adam daha beter hiddetlenmiş küfürler etmeye başlamıştı.

Herkes yorulduğunda çaresizce adamı bırakmak zorunda kalmıştı. Adam çakı gibi ayağa dikilip etrafındakilerin ne yapmaya çalıştığını anlamak istercesine şaşkın şaşkın bakarken, Lokman da dahil olmak üzere benizleri sararmış personel de aynı şekilde karşılık veriyordu adama.

“ Manyak mısınız  öldürmeye mi çalışıyosunuz beni. Ne işim var benim burda. Elbiselerim nerde hepinizi mahkemeye vericem”

Adam kapıdan çıkıp giderken kimse nereye diye bile soramamıştı. Keza  ne akıl ne derman kalmıştı odadakilerde.
Akciğerde ödem, beyin travması, karaciğer ve dalakta ağır hasar, 3 kırık kaburga, kırık sol kol…
Ve sanki 150 km hızla giderken beton bariyere çarpmamış  kadar sağlıklı bir adam…

Şoktan kurtulmaya çalışan personel, yavaş yavaş yükselip ardından tüm hastaneyi dolduran anlamsız bağırış çağırışların farkına vardığında yeni bir şok dalgası tüm benliklerini sarıyordu.  Çalıştığı inşaatın 3. Katından asfalta çakılan inşaat işçisi 3 günlük yoğun bakım uykusundan uyanıp, şaşkın ve anlamsız bakışlar arasında kapıdan çıkıp giderken  bunun bir kamera şakası olma ihtimali  akıllarına geliyordu. Ardından bir başka trafik kazası yaralısı  alçılı iki bacak ve mumyaları andıran baş sargısına aldırış etmeden yatağından kalkıp, tepkisiz, öylece servisin ortasında kalakalan personelin önünden homurdanarak geçip gitmişti. Yoğun bakım servisinden  yükselen ve başka zaman herkesi seferber eden o uzun bip sesi  tüm hastaneyi sarmıştı. Hastalar kalkıp gittikçe ses daha da artıyordu.

9
Kurgu İskelesi / "ŞEY" ile görüşme
« : 08 Ekim 2013, 11:36:31 »
29 HAZİRAN 2014  Youtube’a düşen bir video bir gün içinde yüzbinlerce izlenme sayısına ulaşınca, sosyal medyanın da dikkatini çekmişti. Sayfadan sayfaya paylaşıldıkça izlenme sayısı katlanarak artıyordu. Video da anlatılanlar, daha doğrusu anlatan adamın bir deli, bir meczup yada günümüzün iletişim olanaklarını kullanarak ünlü olmaya çalışan işsiz güçsüz biri olduğu fikri hemen hemen herkeste ortaktı.

Kendinin tanrı, peygamber hatta Elvis Presley olduğunu iddia eden pek çok insan gibi, bu adam da alaya alınmış ve inandırıcılıktan çok uzak bulunmuştu. Yine de anlattığı şeyler hava cıva gibi durmuyor yer yer ağır biçimde ; bilim, felsefe, mantık, matematik ve fizik konularını ihtiva ediyordu. Kendisini deli kabul edenler çoğunlukta olsa da, hatrı sayılır bir kesim adamı dinlemeye değer buluyordu. Sosyal medya üzerinde karşıtlar ve taraflar arasında hararetli tartışmalar başlamıştı bile. Çok geçmeden medya kuruluşlarının da ilgisini çeken bu adam, belki de tam da hayalini kurduğu gibi bir anda tüm dünyada tv ve gazetelerde adından söz ettirmeye başlamıştı.

Kim olduğu hatta nerede yaşadığı bile bilinmeyen bu adamın yaklaşık 1 saat süren videosundan başka herhangi bir referansı yada kartviziti bulunmuyordu. Video  altına yapılan yorumlar, ilanı aşklar, hakaretler, eleştiriler katlanarak büyürken, medya kuruluşları nerede olduğu bilinmeyen bu şahsı bulmak için tüm olanaklarını seferber etmişti. İsmi bile bilinmeyen bu adama,  video nun açılışında kendini tanıttığı ismiyle “ŞEY” diyordu herkes.

-   “ ŞEY” i bulup getirin, onu canlı yayında istiyorum…

10
Kurgu İskelesi / Mutsuz Son
« : 17 Temmuz 2013, 13:25:50 »
Kaç yıl oldu bilmiyorum… İlk zamanlar günleri sayıyordum ama o kadar uzun zaman oldu ki saymayı da bıraktım. Sanırım 20  yıla yakındır yalnızlığım. Küçük bir çocuktum o zamanlar …  En son doğum günümü kutladığımda 8 yaşıma girmiştim. Ailem ve arkadaşlarımla geçirdiğim en güzel gündü. Ve sonuncusuydu. Şu an kaç yaşındayım bilmiyorum sadece tahmin edebiliyorum.  Temiz kararmamış ayna bulmak zor, o yüzden çok iyi incelemeye fırsatım olmadı kendimi ama dedim ya ; 20 yıl kadar geçti üstünden. Belki de 15 yıl…  Kim bilir belki 19 yıl…

O akşam, ılık sahil kumlarının üstünde yaktığımız ateşe benzemiyor bu ateş. Hiçbir şey eskisi değil aslında. Hava çok soğuk mesela. Ben hiç bu kadar  üşümemiştim kışın bile. Nisan ayı geldiğinde deniz sezonunu açardık. Oysa şimdi en sıcak günde bile üşüyorum. Sıcak dediğime bakmayın, güneşi görmek , uslu bir çocuk olup şirinleri görmekten bile zor. Kara bulutlar her yerde. Onlar yoksa grileri var. Sis var, pus var…

Beni hayatta tutan şey, içimde… Bir ses. Benim sesim… Ama benim düşüncelerim değil… Yaşamak zorunda olduğumu söylüyor… Bana kalsa çoktan son vermiştim hayatıma. Ne için hayattayım, neyi bekliyorum bilmiyorum. Düşüncelerim gökyüzü kadar karanlık. Ama o ses yaşamam gerektiğini söylüyor.

Tabiat bizi affetmeyecek. Bunca zulmün hesabını elbet soracaktır. Denize attığımız çöpü bile dalga dalga sahile yani bize geri gönderen tabiat bunu yanımıza bırakmayacak. O gün geldiğinde hayatta olmak istemezdim                                    Babam                                    
      
   
                       

11
Kurgu İskelesi / unit 731
« : 04 Mayıs 2013, 16:11:33 »
Ego şahlanmış bir at üzerindeki şovalye gibidir.
                        
                                                            Sigmund Freud


1937
Harbin - Mançurya
Kwantung Ordusu salgin hastalik onleme ve su temini birimi tesisleri

Dışarıdan bakıldığında askeri bir tesisten çokta farklı birşey görmek mümkün değildi. Ama Dışarıda olup, içeride neler olduğunu tahmin edebilenler için bakılması güç bir yerdi. Kamyonlarla taşınan "Marutalar"* bir daha dışarıya çıkamıyordu. Halk arasında dilden dile dolaşan ama kimsenin hakkında konuşmak istemediği bir yerdi burası. Kasaba halkı bu korkunç bina sanki hiç yokmuş gibi davranırken, Binanın sahipleri de onları görmezden geliyor ve onlara dokunmuyordu. En azından şimdilik...

Devasa toyota kamyon çamurlu yolları yararak ilerlerken, yanıbaşından geçtiği tarlalarda çalışanlar, kamyondakilerle gözgöze gelmemek için, sanki koca aracı görmemiş gibi davranmaya devam ettiler. Belli ki yine, kamyon dolusu Maruta tesise getirliyordu. Ve yine biliyorlardı ki bu o kamyondakilerin gördüğü son gökyüzü, soluduğu son temiz havaydı. Akıbetleri hiçbir zaman netleşmeyecek, onları bir daha ne göre ne de duyan olacaktı.

Tesisin sıkı korunan ince parmaklıklı devasa kapısı iki Japon asker tarafından güçlükle aralanırken, kamyon balçık çamurun içinde zorlanarak tekrar harekete geçti ve tesisin içinde uzayıp giden kesme taştan yolda gözden kayboldu.

Bir kaç dakika sonra epey kirlenmiş siyah bir başka toyota, bata çıka aynı kapının önünde durmuştu. Nöbetçi arabanın camından içeriye bir göz atıp, kendisine uzatılan evraklara kısaca bir göz attıktan sonra, kapının açılması için diğer askerlere işaretini vermişti. Gelenler önemli kişiler olmalıydı keza, birim askerleri ve bir kaç rütbeli dışında değil tesise girmek, 100 metre yaklaşmak bile imkansızdı. Bir kaç meraklı Çinli duvarlara yaklaşmak gibi bir gaflete düşüp makinalı tüfeklerçe delik deşik edildiğinde öğrenmişlerdi bunu. Acı bir tecrübe olmuştu.

ISHİİ nin LANETİ

Otomobilden inen 5 kişi peşine takıldıkları bir subayla birlikte oldukça mumtazam ve çevre düzenlemesi oldukça iyi yapılmış taş bir yoldan, kapısında iki silahlı askerin nöbet tuttuğu, yığma tuğladan yapılma, sıvasız binaya doğru yol alıyordu. kapıdaki askerler gelenleri selamladıktan sonra içlerinden biri hızlıca kapıyı açıp, gelenlere yol verdi. Ellerinde, büyükçe evrak çantaları bulunan 5 adam, kendilerine yol gösteren subayın ardından içeri girdiler.

 Çok büyük sayılmayacak bir oda ve bir ucundan diğerine kadar uzanan bir masanın ve sandalyelerin dışında, duvarlarında Japon bayrağı ve imparatorunun resimlerinin olduğu sade bir odaydı burası. Bir başka asker gelip kibarca paltolarını istedi, bir başka asker de, paltosunu çıkarıp verene oturacağı yeri kibarca gösterip sandalyesini çekiyordu.

 Herkes oturduktan sonra, az önce gelenlere eşlik eden subayın topuk selamı yankılandı odanın içerisinde. Odanın diğer ucunda, nereye açıldığı, içeridekiler tarafından bilinmeyen bir başka kapıdan, 50-55 yaşlarında, 1,65-1,70 boylarında, üniformalı biri girdi. Uzun saçları dağılmış, alnı yer yer açılmıştı. Yuvarlak gözlüklerinin ardında soğuk soğuk bakan adamın bıyıkları düzensiz kesilmiş ve keçi sakalı bırakmıştı. Aslında keçi sakalı bilerek bırakılmışa benzemiyordu. Adamın yanaklarında sakal çıkmadığı, yine yanaklarında 5'e 5 maç yapan kıllardan anlaşılıyordu. Bu standart tipli Japonu diğerlerinden ayıran, omuzlarında taşıdığı çelenk ve yıldızlardı. Bu adam Japon İmparatorluk ordusu korgenarali ve Unit 731 olarakta bilinen "Kwantung Ordusu salgin hastalik onleme ve su temini birimi" komutanı Shiro Ishii idi.

-----------

Dindar Çinliler için O bir lanetti. Kendilerine dadanan bir şeytan. Yok edilmesi mümkün olmayan ama yok olacağı gün sabırsızlıkla beklenen, o günün çabuk gelmesi için dualar edilen şeytan.

Korgeneral Shairo Ishii...


* Maruta : Çinli ve Rus savaş esirlerine Japonlar tarafından verilen isim. Manası "kütük" olarak çevrilebilir.

Düzeltme için Gülbüyüsü'ne teşekkürler




12
Kurgu İskelesi / Çipsizler
« : 22 Mart 2013, 17:06:06 »

FRAGMAN

16 ARALIK 2038 PERŞEMBE.... SAAT : 19:00... İnsanlığa verilen sürenin sonu. Zaman bittiğinde, bildiğimiz tarih bitecek ve yeni bir çağ başlayacak. İnsan ın insana hükmetme çalışmalarının son ve en etkili aşaması başlamak üzere. Karşı durmak gibi bir seçenek yok... Herşey onlardan yana.. Kendi yazdıkları kanunlar, kendi seçtikleri kanun koruyucular... İtaat etmek yada etmemek...işte tüm mesele bu.

Süre bittiğinde, itaat etmediğin ortaya çıktığında, onların dünyasında yaşama şansın kalmayacak. Direnmek fayda sağlayacak mı, direnerek göreceksin.

Seçtiğin bu yol, seni kaderine götürecek... Kaderini yaşamaya hazır mısın?

13
Kurgu İskelesi / Vampir Günlükleri
« : 13 Kasım 2012, 10:55:08 »
Hahahahahahh!!!!

Sizi gidi zavallı faniler... Herşeyi bildiğinizi zannediyorsunuz öyle değil mi? Narin anatominiz ve çok gelişmiş sandığınız ama aslında sıradan, hatta ilkel beyinlerinizle yeryüzünde hüküm sürdüğünüzü sanıyorsunuz değil mi? Hepiniz zavallı, işe yaramaz ve gereksiz yaratıklarsınız.  Kendi başınıza hiç halta yaramadığınız halde, ırkınızı tüm varlıklara üstün bir ırk olarak görmenizin sebebi o küçük beyinlerinizin oyunu olduğunu ne zaman anlayacaksınız?

Kibriniz sonunuz olacak.

Kıt beyinlerinizle uydurduğunuz ve sonra hep beraber inandığınız hikayeler tek tek gerçekleşirken, çaresizliğiniz en büyük eğlencemiz olacak.

O gün geldiğinde, bildiklerinizin, bilmediklerinizin yanında mercimek tanesi kadar kaldığını gördüğünüzde sizin için herşey bitmiş olacak.

Zavallı insan... Bildiğin herşeyi unut... Sana bilmediğin herşeyi öğrenmeyi vaad ediyorum...

14
Kurgu İskelesi / Yazgı Savaşı / Karanlığın Doğuşu
« : 25 Eylül 2012, 17:15:51 »
Elini, kaşlarına siper eden nöbetçi, bulunduğu gözetleme kulesinden, önünde alabildiğine uzanan, düz  ovaya dikkat kesilmişti. Uzaklardan, an be an büyüyerek yükselen toz bulutuna bakılırsa, dört nala koşan bir at yaklaşıyordu.  Toz bulutundan kaçarcasına kanatlanmış gibi koşan atı ve üstündeki süvariyi farkedebiiyordu artık. Gür sesi yankılandı kalenin surlarında ;

“Kapıları açıııııııınnn !!!! ”

Menteşelerinden sökülecekmişçesine gıcırdayan devasa demir kapı  ağır ağır açılırken, doğudan yeni yeni yükselmekte olan güneş süvarinin gümüş rengi zırhını elmas gibi parlatıyordu. Hiç yavaşlamadan, kapıdan içeri dalan at, kesme taş döşeli yolda kah o yana kah bu yana savrularak koşusuna devam etti. Pazar yerinden geçerken, korku ve şaşkınlıkla kendisine bakan gözlere aldırış ettiği yoktu. Önüne çıkan herhangi bir şey onu durdurabilecekmiş gibi görünmüyordu. Atını mahmuzlamaya devam ediyordu süvari.

Yılan gibi kıvrılarak tepeye doğru giden yol bittiğinde, atın durmasını beklemeden atlayıverdi süvari.  Koşusuna yaya olarak devam ediyordu. Tepeden tırnağa silahlı iki muhafız kendisini görünce hemen esas duruşa geçti. Onları görmezden geldi süvari, başka zaman olsa onları selamlardı.En azından başıyla...  Ama etrafında olup bitenden soyutlanmış gibi bir hali vardı. Kedine belirlediği hedefe ulaşana dek bu dünya ile irtibatını koparmıştı sanki.  Geniş, beyaz mermer merdivenleri ikişer ikişer atlarken, belinden sarkan kılıcını kabzasından kavrayarak sahip olmaya çalışıyordu. 3 insan boyunda işlemeli ahşap kapının önünde bekleyen başka silahlı muhafızlar da vardı ama onlar da, adamı durdurmaya dahi teşebbüs etmediler, biri hemen kapıyı arlayıp geri çekildi ve  baştan aşağı metale bürünmüş bu adama yol verdi.

Nefes nefese, alalade bir selamlama ile, heyecanına ve düzensiz solunumuna hakim olmaya çalışarak;

“ Lordum”

Diyerek gözlerini, karşısndaki devasa ve oldukça süslemeli tahtta oturan yaşlı krala dikti. Başka zaman olsa bu selamlama onun canına mal olabilirdi. Kral a saygı ilk kuraldı ve nasıl olması gerektiğini her asker çok iyibilirdi ama ortada olağan dışı bir durum var gibiydi. Kral aldırış etmedi bu  nizam dışı selamlamaya ve meraklı gözlerle, süvarinin bakışlarına karşılık verdi.

“ Lordum... Müfrezeden hiç iz yok... Köy bomboş... Tavuklar bile gitmiş.”

Nefesi yavaş yavaş düzene giriyordu. Devam etti ;

“ Sadece çığlıklar var”

Çığlık lafını duyar duymaz, yaşına göre oldukça çevik bir hareketle oturduğu yerden fırladı  yaşlı kral. Gözleri dehşetle açılmıştı.

“ Çabuk... Beylere haber salın. Hepsini en kısa zamanda burda istiyorum, en hızlı atları, en iyi binici ulakları  salın, olabildiğince çabuk burda olsunlar”

Başıyla kralı selamlayan adam, bir kaç adım geri geri yürüdükten sonra, arkasını döndü ve koşarak taht odasından çıktı. Titreyen ellerini yüzüne götürdü  kral, ateşinin yükseldiğini farketti. Kalbi deli gibi çarpıyordu, ağır ağır tahtına oturmaya çalıştı ama bu oturmaktan ziyade bir yığılış gibiydi. Dalıp giden gözlerinde öfke ve yaşlar birikiyordu.

15
Kurgu İskelesi / Karanlıktan Gelenler
« : 07 Eylül 2012, 17:50:58 »
Bu rüyayı daha önce de görmüştüm... 10 yıl önceydi. O zamanlar 9 yaşındaydım heralde... belki de 8 bilmiyorum... Kan ter içinde, çığlık atarak uyanmıştım... Çok korkunçtu... Ama gariptir, ne gördüğümü hatırlamıyordum... Çok korkunç bir kabustu, ama uyanır uyanmaz silinip gitmişti beynimden... Bir dakika kadar beklemiştim, çığlığımı duyan annem, babam koşa koşa yanıma gelecek diye.. Hep öyle yaparlardı çünkü...
Bazen durup dururken çığlığı basardım, gece köründe onları yataklarından fırlattırıp, odama getirirdim... Annem beni bağrına basar, saçlarımı okşardı, öper koklardı. babam yatağın ucuna ilişir, korku ve sevgi dolu bakardı bana... Korkma oğlum derdi, kabus gördün heralde. İçimden gülerdim, niye yapıyordum bunu bilmem ama, hoşuma gidiyordu bu ritüel... Hatta bi keresinde beni doktora bile götürdüler... Kabuslar gördüğümü anlattılar, sonra doktorla başbaşa kaldık..

 Ne gördüğümü sordu bana doktor... Kanatlı devasa çirkin yaratıklar dedim.. Ağızlarından salya kıvamında kan akan, çirkin şeyler.. ama çok çirkinler... hayatımda gördüğüm en çirkin yaratıklar.. Ha bi de, kafası olmayan bişey vardı.. insan gibi değil, hayvan gibi değil... elinde bir sürü çocuk kafası, herbirinin yüzlerinde, ölürken yaşadıkları dehşet kazınmış gibiydi sanki...

Neyse çok uzatmayayım... O gece gerçekten rüyamda bunları gördüm...sırık sıklam uyanıp yaygarayı bastım... Nefessiz kalana kadar ağladım ama ne gelen vardı ne giden.. Annem babam uyanmamıştı heralde... Dehşete kapıldım... Şimdi yataktan kalkıp, karanlık koridoru aşıp onların yanına gitme fikri çok korkutucu geliyordu... tıpkı rüyamda gördüğüm gibi, koridoru geçerken, tavanda o korkunç salyalı yaratık üstüme atlarsa? evet rüyamda böyle olmuştu... sonra beni pençeleriyle kavrayıp havaya kaldırmıştı... Sonra o kafasız iğrenç şey gelip, boynuma kılıç gibi birşeyle vurmuştu... soğuk metali gerçekten boynumda hissetmemle, çığlık atıp uyanmam bir olmuştu...

Peki nası gidicem ben şimdi annemlerin odasına? koşarak gidersem belki bişey olmaz... Sonra kendimden beklemediğim bir olgunlukla, saçmalama yaaaa, rüya gördün sadece, yat uyu dediğimi hatırlıyorum... Rüya olduğunu biliyorum ama korkuyorum... en azından onların yanında uyursam daha iyi olacak... o zaman kalk, erkek gibi git olum, evdesin, o yaratıkların gerçek olmadığını biliyorsun işte...

yatağımdan inip, terliklerimi bi çırpıda ayağıma geçirdim... odamın kapısı açıp koridora çıktım. onların odası öbür uçtaydı. alt kata inen merdivenlerin hemen karşısında. hızlı adımlarla yürüyordum... etrafı kolaçan etmeyi de ihmal etmiyordum... çocukluk işte, korkmuştum, o rüya beni çok korkutmuştu... koridoru yarılayınca, koridordaki tek pencereden içeri süzülen ay ışığı önümü ve duvarları pekala aydınlatmaya başlamıştı.

bir kaç adım daha attım... korkudan, altıma kaçırdığımı hatırlıyorum... sıcak sidik bacaklarımdan aşağı süzülürken, gördüğüm şey karşısında donup kaldım. sağ taraftaki duvarda, badana fırçası ile sürülmüşçesine , koridorun öbür ucuna doğru uzayan bir şerit vardı.

Kan!!!!! Kan!!!!

bir an kendime mi geldim yoksa korkudan mı bilmem ama ileri doğru bir iki adım daha attığımda, aslında bastığım zeminin de kanla kaplı olduğunu farkettim. sanki inek boğzalamışlar da, sürüyerek burdan geçirmişlerdi. kan izleri onu anımsatıyordu.. bir çığlık saha atıp, annemlerin odasına koştum.... içeri girdim, elektrik lambasını, duvarı avuç içimle kolaçan ederek bir kaç saniye sonra bulabildim. bulmaz olaydım... oda aydınlanınca yatakta göğsünde kocaman bir bıçak saplı şekilde yatan babamı gördüm...

Sayfa: [1] 2