Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Etmeseh

Sayfa: [1]
1
Eğlence & Mizah / Amerika nasıl keşfedildi?
« : 16 Ocak 2012, 20:38:44 »
Havada garip bir koku var.
Nedir bu kuşlar, martılar?
Hele ki patates pişiyorsa tava da,
O zaman işte anam ağlar.

Ağlar anam, ağlar babam,
Gerisi yalan, Bağdatlı Osman.
Ha Osman olmuş ha Necip,
İkisi de yalan, ikisi de dolan.

Diyeceksin şimdi nedir bu diye.
Haklısın. Derim güleç halimle.
Al eline enfiye
Çek burnuna burnuna.
Bundan gayrı da bana hesap sorma.

Ne ekersen onu biçersin. Demişler.
Demişler demişler de kime demişler?
Ha sana demişler, ha Hasana demişler,
Kime demişlerse demişler!
Ne güzel! Elindeki yemişler.

Uzak ol artık benden sevdiğim.
Sen yokken hangi yana bakayım?
Dereleri geçeyim, dağları aşayım,
Sonra da patates yiyeyim.

Yeterdir artık bu kadar zırva.
Sormayın bana Nedir bu curcava.
Böyle şiir böyle dünyaya,
Beğenmediysen haydi başka kapıya.

(Ondan sonra da Amerikayı bulmuşlar.)


2
Kısa not: Bu yollayacağım roman denemesinin ilk iki bölümünü "kısa bir hikaye" başlıklı hikayede vermiş, devamını getirememiştim. Şimdi tam anlamıyla düzeltilmiş şekliyle ve üçüncü bölümünü de ekleyerek bu başlıkta tekrardan yolluyorum. Okuyanlar belki hatırlar.   :shrlock



      1.Bölüm: Genç Ermiş

   Hessel fazla katı yürekliydi. Sahip olduğu topraklara, emrindeki yüzbinlerce adama ve hükmettiği, sayısı artık milyonları bulan halka sahip olmasındaki yegâne etken de, işte bu katı yürekliliği olmuştu. Sevdiği kadını bu yüzden kaybedecek, bu yüzden sevilmeyen adam olacaktı. O ve ondan sonraki krallar, Hessel'in tanrılardan habersiz parlattığı yıldızın kurbanı olup birer birer hırslarına yenik düşecek ve sönmesi icap eden yıldız, parlaklığına parlaklık katarak daha da güçlenecekti uçsuz bucaksız evrende...

   Zaman, tanrıların zamanıydı. Dünya üzerinde cismen vücut bulmasalar da, insanların kalplerinde varlıkları her zaman hissedilirdi. Nerede ve hangi boyutta oldukları asla bilinemeyen tanrılar, insanoğlunun kaderini etkilemekle görevlendirilmişlerdi. İnsanların hayatlarının her alanına karışmazlardı. Lakin harp, kan davası gibi büyük yıkımları beraberinde getiren olaylar vuku bulabilecekse, işte o zaman hayatın akışına müdahale eder ve barışı sağlarlardı. Onların amacı sadece ve sadece dünyadaki nizamı devam ettirmekti ve başarıyorlardı da.

   Doğan her yeni şey için gökte yeni bir yıldız cismolurdu bir anda. İnsanların yıldızlarının parlaklıkları, hayattayken yapıp ettiklerinin büyüklüğüne göre ya daha da parlar, diğer yıldızları gölgede bırakır; ya da küçüldükçe küçülür ve sonunda ışığını kaybederdi...

                                                   ***
   
        Hessel doğduğunda yıldızı gökyüzünde öyle bir parlamıştı ki, gece olmasına rağmen bir an için gündüzün geri geldiğini sanmıştı insanlar. Ebeveyni günlerce şenlik vermişti yurtlarında. " Büyük bir gurur olacak oğlum bu Melaik yurdu için" diyordu babası Zennan. Aslında Zennan kibirli biri değildi hiç bir zaman. Hatta alçak gönüllü bile sayılabilirdi. Melaik‘teki insanlar ona hürmet ederler, onu severlerdi. Fakat yıllardır tanrılardan istediği erkek çocuk ona bahşedilince, sevinci bir anda köpüren deniz gibi köpürdükçe köpürdü ve bu sebeptendir ki tanrılar onun söylediği bu kibirli sözlere müsamaha gösterdi. Fakat tam o sırada, gökte kimsenin göremediği küçük bir yıldız parlamıştı. Işığı o kadar cılızdı ki, diğer bütün yıldızlar sönse yine de belli belirsiz görünürdü kapkaranlık gökyüzünde. Ve o küçücük yıldız, yıllar boyunca varlığını tanrılardan gizli sürdürdü evrende.

   Yıllar zamanı bile şaşırtacak büyük bir hızla ilerlerken, Hessel de herkesi şaşırtacak bir hızla büyüyordu. Babasının tam istediği gibi bir evlattı o. Zennan bununla gurur duyardı fakat oğlunun şımarmaması için pek dile getirmezdi bu gururunu. Lakin zamanla gururu içinde büyümeye başlamıştı. Öyle ki çoğu vakitler kendini oğlunun yaptığı cesurca işleri ballandırarak anlatırken buluyordu. “Sizinkini bilmem ama benim Hessel’im ormandayken hayvanlar ondan öyle bir ürküp kaçar ki, bütün yaratıklar heyecanla bir başka diyara göç ediyor sanırsınız.”, “ Benim oğlum gibi avlanan başka biri var mıdır bu Melaik’te? Sanmıyorum. Sinsice yaklaştı mı hiçbir hayvan duyamaz onu vücuduna fırlayan ok hedefini vurana kadar. Aslan avına çıkan var mı bu topraklarda Hessel’imden başka? ”.
Zennan bu kibirli sözlerini söylerken, yıllar önce ortaya çıkan yıldız da büyümeye başladı aynen Zennan’ın içinde büyüyen kibir gibi. Zira artık dikkatli bakılınca görülebiliyordu o yıldız diğerlerinin yanında. Ve tanrılar bunu fark ettiklerinde iş işten geçmiş olacaktı. Çünkü artık yıldız, diğerlerine de tesir etmeye başlamıştı. İlk başta da Hessel’e…

                  ****


   Brethol geyiğin otuz kulaç kadar arkasındaydı. Küçük bir çalılığın ardına gizlenmiş ve yayını germişti. Yayını gererken çıkan gıcırtı sesini duyan geyik aniden kafasını havaya dikti. Kulaklarını sesin geldiği yöne doğru çevirmişti. Brethol nefesini tuttu ve öylece bekledi. Yapacağı en küçük ses, geyiğin bir şeylerden ciddi anlamda işkillenmesine, belki de onu fark etmesine neden olacaktı ve avını kaçıracaktı. Sabırla geyiğin başını tekrar eğmesini ve otlanmasını bekledi. Çok sessiz nefes alıp veriyor ve yerinden kıpırdamamaya çalışıyordu. Sonunda geyik hiçbir tehlikenin olmadığına kanaat getirip otlanmaya devam ederken “Nihayet.” Diye iç geçirdi Brethol. Yayını kaldığı yerden biraz daha gerdi. Çünkü bu mesafeden okunu yayının şu anki gerginliğiyle atarsa hedefini bulmasının çok zor olduğunu düşünüyordu. Fakat o melun gıcırtı tekrar çıkınca geyik bu sefer kafasını kaldırır kaldırmaz Brethol’un sadağını gördü ve hemen oradan uzaklaştı. “Hettay!” (kahretsin) diye bağırdı Brethol. “Cis pelor si menna mel in cünedan!” (Bu lanet yaydan nefret ediyorum!)
   “Sen ermişlerin dilini nicedir bilirsin kardeşim?” Brethol yayını yere fırlatmış bağırırken, arkasından Hessel’in bunları alaycı bir ses tonuyla söylediğini duydu. Yüksekçe bir ağacın dalına oturmuş kendi yayını eliyle geriyor, gevşetiyor, bir takım ayarlamalar yapıyordu. Brethol ona döndü ve bir an şaşkın baktıktan sonra gülümsedi. Hessel de gülerek karşılık verdi. “Donah mel in cinior.” (Cevap bekliyorum.) diye ısrar etti ermiş dilinde sırıtarak. Brethol de merak ediyordu şimdi Hessel’in bu dili nereden öğrendiğini. “Peki sen? Sen nicedir biliyorsun kardeşim?” diye soruya soruyla cevap verdi.
   “Bu soruyu sana önce ben sordum. Kardeş.” Sırıtması yüzünden silinmiyordu Hessel’in. Konduğu daldan çevik bir hareketle aşağı indi ve ağır adımlarla kafasını kaşıyarak Brethol’un yanına yürüdü. “Tamam.” Dedi Brethol. “Ermişlerin yanında büyüdüm. Ama sen de konuşabildiğine göre sen de onların yanında büyümüş olmalısın.” Sonra bir an bekledi. Yüzündeki gülümseme yerini hayrete bıraktı. Hessel ise ona eskisinden daha da cıvık bir şekilde sırıtıyordu. “Sen ermişlerin yanında büyümedin. Sen benim akranımsın ve orda olsaydın seni kesinlikle görürdüm. İnanamıyorum! Sen… Sen Doğuştan Ermiş’sin! Sen bir Ceber’sin!” Brethol gerçekten inanamıyordu. Bunca yıldır beraber olduğu, kardeşi gibi gördüğü dostu Hessel bir Ceber’di öyle mi?
“Neden bana söylemedin? Senin en iyi dostun değil miyim?” Sesinde bir kırgınlık vardı Brethol’un. Hessel’se hala sırıtıyordu ve bu Brethol’un sinirlerini bozmaya başlamıştı.
   “ Aynı şeyi ben sana soracaktım. Sen neden bana ermişlerin yanında büyüdüğünü söylemedin. İleride ermiş olacak bir dostumun olduğunu bilmek hakkım değil miydi sence?” dedi biraz daha ciddileşerek ama suratındaki ifadeye bakılacak olursa, bunun çok şiddetlenecek bir tartışma olması beklenemezdi.
   Brethol bir an duraladı. Gülümseyerek “ Söylemek isterdim ama Ermişler arasında kesin kurallardan bir tanesi de budur. Ermiş olmayan bir insana Ermişlerin diyarında büyüdüğünü söyleyemezsin. Çünkü bahsettiğimiz bu diyar gizli bir yerde ve herhangi bir insanın ermiş olacak kişiyi takip edip buranın yerini öğrenebilme ihtimali var. Sonuçta orada büyüyoruz ama bu hiç insanların yanına gelemeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Ermişler ayın hilal evresinden yarım ay evresine kadar olan zamanda dışarıya çıkıp gerçek dünyayı görmemize izin veriyorlar. Başka durumlarda da izin veriliyor da bunu geçelim şimdi.” dedi konuyu hızla atlar gibi. “ Sana söyleseydim kesinlikle benimle beraber oraya gelmek isteyecektin. Haksız mıyım?” diye konuyu değiştirdi kaşlarını hafif kaldırarak. Hessel durumu anlamış bir edayla “ Evet aynen dediğin gibi gelmek isterdim gerçekten. Şimdi anlıyorum neden söylemediğini.” Dedi ama aklı ermiş öğrencilere izin verilen o başka durumlarda kalmıştı.
   Bu sefer cevap bekleme sırası Brethol’deydi. Hessel ona Ceber olduğunu bunca zaman neden söylememişti de böylesine hiçbir ehemmiyeti olmayan bir günde söylemişti.
   “Şimdi sen söyle. Ceber olduğun halde bunca zamandır bunu benden niye sakladın? Ve neden şimdi söylüyorsun?” diye sorarken kaşları bu sefer yavaşça çatılmaya başlamıştı.
   Hessel Brethol’un çatık kaşlarını komik bulsa da normal bir şekilde konuşmaya çalışarak ve bunda da başarılı olarak “Ah kardeşim! Bunu ne zaman öğrendim sence?” dedi. Biraz daha ciddileşmiş gibiydi. Brethol bir şey söylemedi. Öylece en yakın arkadaşına bakıyordu.
   “Dün bir rüya gördüm.” Dedi Hessel. Uzun bir nefes aldı ve devam etti. “Rüyamda bir dağın zirvesindeydim. Sayısını hatırlamadığım kadar çok şimşek çakmıştı. Yağmur yüzüme vuruyordu. Sonra gökteki kara bulutların ortasında bir delik açıldı. Gün ışığı süzülmüştü içinden. Sonra oradan bir kuş geldi bana doğru. Bembeyaz ve kocaman bir kuş... Kanatlarını açınca bak şu upuzun ağaç kadar oluyordu genişliği.” Az önce üzerinden indiği ağacı gösterdi ona. “Dağın zirvesine kondu ve ilk kez duyduğum bir dilde bana bir şeyler söyledi. Nasıl oldu bilmiyorum ama dediklerinin her bir kelimesini anladım. Bana doğru üzerine binmemi istiyormuş gibi eğildi. Sonra onun üzerine bindim ve beni o delikten içeriye, yukarı götürdü. Tam o sırada uyandım ve haykırarak söylediğim ilk şey ‘Füs fe in Ceber!’ oldu.”
“Ben bir Ceber ‘im.” Diye fısıldadı Brethol. Suratı hala şaşkınlığın esareti altındaydı. “Evet.” Diye onayladı Hessel. “Ve bu konuda kesinlikle yardım almam gerekiyor çünkü ne yapmam gerektiğini hiç bilmiyorum.” Diye dert yandı Brethol’e. Brethol’un şaşkınlığı bir nebze olsun geçmişti ve bu andan itibaren ne olacağını o da bilmiyordu.
   Aslında aklında bir şey vardı ama bunun doğru olup olmayacağı konusunda pek bir endişeliydi. Lakin aklına da yapılacak başka bir şey gelmiyordu. Hessel’e bu düşüncesini sadece ucundan gösterse Hessel hiç düşünmeden atlardı o düşüncenin üzerine. Yapılabilecek başka şeyler aradı Brethol fakat bulamadı. “Nasıl olsa o bir Ceber. Doğuştan Ermiş olan birinin Ermişlerin diyarına gelmesi kadar daha tabii bir şey olabilir mi?” diye düşünerek içindeki boş kuruntuları attı.
    “ Gel. Seni ermişlerin diyarına götüreyim kardeşim. Onlar ne yapılacağını kesinlikle bilirler. Uzun bir zaman yürümemiz gerekecek ama hancı Nedor’un atlarından iki tanesini izinsiz ödünç alırsak buna o kadar da gerek kalacağını sanmıyorum.” Dedi yaramaz bir çocuk edasıyla.
   Hessel’in gözleri daha Brethol “Gel.” Der demez güneşten daha parlak bir hal almıştı. Heyecandan ne diyeceğini bilemeden “Tamam kardeşim! Ermişlerin diyarına gidiyoruz ha! Meraktan ölebilirdim orayı hiç görmeseydim.” Sevinçten kabına sığmıyordu. Sonra bir an durdu. “Ama önce sana geyik avlama konusunda küçük bir ders vermem gerekecek. Seni izledim de, gerçekten tam bir çaylaktın.” Dedi gülerek. Brethol ona şöyle bir baktı. “Güldürme beni.” Dedi alay eder gibi. “Ama eğer benim yayımla o geyiği avlarsan seni sırtımda taşıyarak Nedor’un hanına kadar götüreceğim. Yok, eğer vuramazsan sen beni taşıyacaksın tamam mı?” Dedi. Hessel gülümseyerek bu anlaşmayı onayladı ve ekledi “Eğer eşek gibi anırmak da olursa kabul.” Brethol bunu kabul etmekte biraz zorlansa da Hessel’in ona bakıp “Korktuysan girmeyelim iddiaya kardeşim.” Demesi üzerine kabul etti.
                  ***
“AA İİ!” diye anırıyordu Brethol hana giden yolda. Üzerindeyse Hessel büyük bir keyifle şarkılar söylüyordu. “O yayla nasıl vurdu geyiği anlamadım. Gıcırtısını yüz fersah ilerdeki hayvanlar bile duyardı onun.” Diye geçiriyordu içinden Brethol. Ama olan olmuştu artık. Hana kadar taşıyacaktı Hessel’i.
   Nihayet hana vardılar. Gündüz olduğu için çok dikkatli olmaları gerekiyordu. Ama hiç de umdukları kadar tehlikeli değildi atları aşırmak. Önce hanın arkasındaki harayı uzaktan gözlediler. İçerde kimsenin olmadığından emin olduktan sonra usta birer hırsız gibi haraya süzüldüler. İçeri girip iki at beğendiler kendilerine ve sonra kapılarını açıp, iplerini çözüp hızla uzaklaştılar haradan. Brethol bağırıyordu “Bu neydi böyle? Hiç heyecanlı değildi. Değil mi usta?” Rüzgârdan saçları uçuşuyordu arkasında. “Evet kardeşim. Ama gideceğimiz yere gidene kadar bir sürü heyecan yaşayacağımızı seziyorum.” Diye cevap verdi Hessel.
   Atlarıyla çokça gittikten sonra durup dinlenmeye karar verdiler. Havaya akşamın habercisi bir kızıllık hâkimdi. Su kenarında durdular. “Ne kadar var Brethol?” dedi büyük bir yorgunlukla Hessel. Bitkindi. “Bu geceyi burada geçirdik mi, sabah da şafak sökmeden yola koyulduk mu, yarın kuşluk vaktinde oradayız.” Diye cevap verdi Brethol. “İyi o zaman biraz kestirmenin kimseye zararı dokunmaz herhâlde. Ben yatıp şekerlememi yaparken sen de o eşsiz yeteneklerinle bize bir geyik yakalarsın değil mi üstat?” diye dalga geçti Hessel bulduğu ilk ağacın dibine uzanarak. Ama yatıp şekerleme yapma konusunda dalga geçmiş gibi gözükmüyordu hiç çünkü çoktan horlamaya başlamıştı bile.
   “Uyumadığını biliyorum Hessel. Kalk yardım et bana. Yoksa ikimiz de yarına kadar bir şey yiyemeyeceğiz.” Dedi Brethol Hessel’in umutsuzca süren horlama taklidine aldırmadan. Hessel büyük bir yıkıma uğramış gibi kalktı ayağa. “Tamam tamam. Sen hiçbir şeyi bensiz yapamaz mısın be adam!” dedi.
   “Hadi kardeşim. Bu sefer kendi yayını kullanmana izin veriyorum.” Diyerek güldü Brethol. Hessel ona kızgın bir bakış attı ama bunun rol olduğu o kadar çok belliydi ki…
   İki saatin sonunda yakaladıkları üç tavşan ve bir geyikle bitkin bir şekilde geri döndüler. O kadar bitkinlerdi ki, yakaladıkları avları yiyecek derman bile bulamıyorlardı kendilerinde ama etleri pişirdiklerinde kokusu o kadar leziz gelmişti ki burunlarına, bir anda sanki tanrılar tarafından sadece yemek yerken kullanılabilen devasa bir enerji bahşedilmiş gibi afiyetle karınlarını doyurabildiler ve hemen sonra da şafak sökene kadar karınlarının tok olmasının verdiği mutlulukla mışıl mışıl uyudular.
   Uyandıklarında hava hala karanlıktı. Sadece doğu ufkunda bir lacivertlik dalgası vardı. Güneş doğacağının sinyallerini veriyordu. Atlarına atlayıp sürdüler ermiş yoluna iki genç adam. Nihayetinde vardıklarında bu diyara, büyük kapıda onları yaşlıca bir adam karşıladı. “Brethol! Hoş geldiniz. Yanında kimi getirdin böyle?” Babacan bir tavrı vardı adamın. Sert bir mizacı varmış gibi görünse de, gülümsemesi güven veriyordu insana. “Lefa usta. Bu benim arkadaşım Hessel. Sana önemli bir konuda danışmak için geldik. Gerçekten önemli bir konuda…” Diye de ekledi başkalarının gelmesinin yasak olduğunu bildiği için. Ermiş Lefa onları buyur etti içeri. Hessel içeri girerken bir an adamın yüzüne baktı. Adam gülümseyerek “Hoş geldin genç Ermiş.” Dedi. Hessel onun kendisinin Ermiş olduğunu nasıl bildiğini sormadı. Çünkü karşısındaki de bir Ermiş’ti. Hem de usta bir Ermiş.
   Avlu o kadar büyüleyici bir mekândı ki, uzun süre hiçbir şey söylemeden yalnızca ustaların öğrencilerine ders vermelerini seyretmişti Hessel. Bu bile insana huzur veriyordu. Yemyeşil ve kocaman bir bahçesi vardı. Bahçenin tam ortasında ağzından su fışkırtan büyük beyaz bir güvercinin heykeli vardı. Heykele bakarak bir şeyler anımsar gibi oldu ama onun üzerinde fazla düşünemedi. Çünkü O’nu görmüştü. Heykelin ağzından fışkırttığı suyu izleyen kızı… O beline kadar uzayan bembeyaz saçlarının güzelliğini ömründe gördüğü hiçbir güzellikle kıyaslayamazdı. Hoş kokusu Hessel’i neredeyse rüyalar âlemine sokacaktı. Ve gözleri… O yeşil gözleri suyun ışıltısında o kadar güzel parlıyordu ki, dünyada eşi benzeri asla görülemeyecek bir güzellik taşıyordu. Teninin beyazlığı bütün ışıkları gölgede bırakmıştı. Hafif bir tonda çok hoş bir melodi mırıldanıyordu. O kadar mükemmel bir uyum vardı ki şarkıda, sesinin berraklığıyla birlikte eğer dünyada duygu namına hiçbir şeyi olmayan bir insan dinlese bu şarkıyı, içinde anlam veremediği bir sevginin tohumu atılmış olurdu ve şarkı devam ettiği müddetçe o tohum filiz verip yüz yıllık bir ağaca dönüşebilirdi.  “ Tanrım! Nasıl bir melek bu böyle?” diyerek kör oldu Hessel. Yalnızca O’nu görebildiği, dünyanın en hoş körlüğüydü bu.
       Kız yavaşça sağına döndü ve kendisine bakan büyülenmiş Hessel’i fark etti. Ve onun içinde de bir heyecan dalgası kabardı aniden. Gözleriyle bakışarak âşık olmuşlardı sanki birbirlerine. Uzun süre boyunca bu büyülü mekânda bu şekilde birbirlerine bakarak kalmak ve gülümseyişlerini görmek, kalplerinde hissetmek istiyorlardı birbirlerine olan tutkularını. İşte böyle olmuştu Hessel’le Linoria’nın birbirlerine ilk bakışları. Ve son olmayacaktı kalplerinin bu delice atışları.

3
Düşler Limanı / Karartan Ateş
« : 16 Temmuz 2011, 00:12:45 »
Çocuk aheste adımlarla yaklaşmıştı suskunluğa. Düğüm olmuş nefesi izin vermiyordu konuşmasına. Suskunluk, içine aldığı karanlığı bir balyoz gibi vurmuştu kalbinin en derininde kalmış acılarına. Kanayan yaraları sükunetin esareti altında hücum ediyordu karanlık dehlizlere. Acısının ateşi karanlığın o hüzne boğan dehşetini körükleyen bir kor gibi yanıyordu. "karartan ateş"ti onun adı. Suskunluğun pençesindeki bu gencin gözlerindeki umudun ve heyecanın ışıltısını karartan melun bir ateş... Izdırabın küllerinin yağdığı bu hayat mezarlığında ağır adımlarını korkarcasına atan genç, hayatın yükünü taşıyamayan bacaklarına yüklenen zehir gibi bir acıyla dizlerinin üzerine düştü. Ellerini yavaşça kasılan yüzüne kapattı. Omuzlarını titreten elem, gözlerine de musallat olmuştu. Ağlamak, belki de yapabileceği tek günahtı burada. Savunmasız kalmıştı, tek başınaydı, mutsuzdu. " Yaşamak istiyorum." diyordu hıçkırıklarının arasında. İşte o zaman keder, karanlık, suskunluk ve toprağın bedenini kesen soğuk hissi bir anda acı sillesini indirdi gencin zayıf düşmüş kalbine. Bu darbe ağır gelmişti çocuğa. Karartan ateşten kavruluyordu genç. " Yaşamak istiyor muyum? " diye düşündü bu sefer. Ama hüzün, ona yalnız olduğu, etrafı yalanlarla dolu hayatını gösterdi en gerçek haliyle. Gencin içindeki yaşama bağlılığına kilit vuruyordu bu gerçekler. Çocuk bakmak istemiyordu, hayat bu kadar acımasız olamazdı. Sevmek, aşık olmak, arkadaşlık bağlılıkları, karşılıksız iyilikler..., dünyayı daha anlamlı yapan ve yaşanabilir kılan bütün bu ışıltılı eylemler hala var diye düşünüyordu. Fakat keder yine konuştu soğuk sesiyle. " ne olursa olsun hepsinin sonunda yine ben varım. " çocuk ne kadar direnirse dirensin karşı koyamıyordu karanlığa. Sonunda gözlerini kapattı usulca. Yüzüstü yere bıraktı kendisini ve kıpırdamadı bir daha. Karartan ateş yakmıyordu artık çocuğu. Yakılması gereken bütün umutlar yakılmıştı zaten. Ve terketti çocuğun sonsuz suskunluğa kavuşan kalbini. Yakınlarda bir çocuk daha görmüştü. Yavaşça ona sokuldu, hissettirmeden...
Çocuk aheste adımlarla yaklaşmıştı suskunluğa. Düğüm olmuş nefesi izin vermiyordu konuşmasına.

4
Kurgu İskelesi / Yeni Bir Hikaye
« : 06 Ocak 2011, 20:58:53 »
                                  1.Bölüm: Genç Ermiş
    Hessel fazla katı yürekliydi. Sahip olduğu topraklara, emrindeki yüzbinlerce adama ve hükmettiği, sayısı artık milyonları bulan halka sahip olmasındaki yegane etken de, işte bu katı yürekliliği olmuştu. Sevdiği kadını bu yüzden kaybedecek, bu yüzden sevilmeyen adam olacaktı. O ve ondan sonraki krallar, Hessel'in tanrılardan habersiz parlattığı yıldızın kurbanı olup birer birer hırslarına yenik düşecek ve sönmesi icap eden yıldız, parlaklığına parlaklık katarak daha da güçlenecekti uçsuz bucaksız evrende...
 
    Zaman, tanrıların zamanıydı. Dünya üzerinde cismen vücud bulmasalar da, insanların kalplerinde varlıkları her zaman hissedilirdi. Nerede ve hangi boyutta oldukları asla bilinemeyen tanrılar, insanoğlunun kaderini etkilemekle görevlendirilmişlerdi. İnsanların hayatlarının her alanına karışmazlardı. Lakin harp, kan davası gibi büyük yıkımları beraberinde getiren olaylar vuku bulabilecekse, işte o zaman hayatın akışına müdahale eder ve barışı sağlarlardı. Onların amacı sadece ve sadece dünyadaki nizamı devam ettirmekti ve başarıyorlardı da.
   
  Doğan her yeni şey için gökte yeni bir yıldız cismolurdu bir anda. İnsanların yıldızlarının parlaklıkları, hayattayken yapıp ettiklerinin büyüklüğüne göre ya daha da parlar, diğer yıldızları gölgede bırakır; ya da küçüldükçe küçülür ve sonunda ışığını kaybederdi...
 
  Hessel doğduğunda yıldızı gökyüzünde öyle bir parlamıştı ki, gece olmasına rağmen bir an için gündüzün geri geldiğini sanmıştı insanlar. Ebeveyni günlerce şenlik vermişti yurtlarında. " Büyük bir gurur olacak oğlum bu uçsuz bucaksız Melaik (Dünya) yurdu için" diyordu babası Zennan. Aslında Zennan kibirli biri değildi hiç bir zaman. Hatta alçak gönüllü bile sayılabilirdi. Melaik'teki insanlar ona hürmet ederler, onu severlerdi. Fakat yıllardır tanrılardan istediği erkek çocuk ona bahşedilince, sevinci bir anda köpüren deniz gibi köpürdükçe köpürdü ve bu sebeptendir ki tanrılar onun söylediği bu kibirli sözlere müsamaha gösterdi. Fakat tam o sırada, gökte kimsenin göremediği küçük bir yıldız parlamıştı. Işığı o kadar cılızdı ki, diğer bütün yıldızlar sönse yine de belli belirsiz görünürdü kapkaranlık gökyüzünde. Ve o küçücük yıldız, yıllar boyunca varlığını tanrılardan gizli sürdürdü evrende.

  Yıllar zamanı bile şaşırtacak büyük bir hızla ilerlerken, Hessel de herkesi şaşırtacak bir hızla büyüyordu. Babasının tam istediği gibi bir evlattı o. Zennan bununla gurur duyardı fakat oğlunun şımarmaması için pek dile getirmezdi bu gururunu. Lakin zamanla gururu içinde büyümeye başlamıştı. Öyle ki çoğu vakitler kendini oğlunun yaptığı cesurca işleri ballandırarak anlatırken buluyordu. “Sizinkini bilmem ama benim Hessel’im ormandayken hayvanlar ondan öyle bir ürküp kaçar ki, bütün yaratıklar heyecanla bir başka diyara göç ediyor sanırsınız.” “ Benim Hessel’im gibi avlanan başka biri var mıdır bu Melaik’te? Sanmıyorum. Sinsice yaklaştı mı hiçbir hayvan duyamaz onu vücuduna saplanan ok fırlatılana kadar. Aslan avına çıkan var mı bu topraklarda Hessel’imden başka ? Onu da sanmıyorum”.
  Zennan bu kibirli sözlerini söylerken, yıllar önce ortaya çıkan yıldız da büyümeye başladı aynen Zennan’ın içinde büyüyen kibir gibi. Zira artık dikkatli bakılınca görülebiliyordu o yıldız diğerlerinin yanında. Ve tanrılar bunu farkettiklerinde iş işten geçmiş olacaktı. Çünkü artık yıldız, diğerlerine de tesir etmeye başlamıştı. İlk başta da Hessel’e…

  Brethol geyiğin otuz metre kadar arkasındaydı. Küçük bir çalılığın ardına gizlenmiş ve yayını germişti. Yayını gererken çıkan gıcırtı sesini duyan geyik aniden kafasını havaya dikti. Kulaklarını sesin geldiği yöne doğru çevirmişti. Brethol nefesini tuttu ve öylece bekledi. Yapacağı en küçük ses, geyiğin bir şeylerden ciddi anlamda işkillenmesine, belki de onu farketmesine neden olacaktı ve avını kaçıracaktı. Sabırla geyiğin başını tekrar eğip otlanmasını bekledi. Çok yavaş nefes alıp veriyor ve yerinden kıpırdamamaya çalışıyordu. Sonunda geyik hiçbir tehlikenin olmadığına kanaat getirip otlanmaya devam etti. “Nihayet.” Diye iç geçirdi Brethol. Yayını kaldığı yerden biraz daha gerdi. Çünkü bu mesafeden okunu yayının şu anki gerginliğiyle atarsa hedefini bulmasının çok zor olduğunu düşünüyordu. Fakat o melun gıcırtı tekrar çıkınca geyik bu sefer kafasını kaldırır kaldırmaz Brethol’un sadağını görmüştü ve hemen ordan uzaklaştı. “Hettay!” (kahretsin) diye bağırdı Brethol. “Cis pelor si menna mel in cünedan!” (Bu lanet yaydan nefret ediyorum!)
  “Sen ermişlerin dilini nicedir bilirsin kardeşim?” Brethol yayını yere fırlatmış bağırırken, arkasından Hessel’in bunları alaycı bir ses tonuyla söylediğini duydu. Yüksekçe bir ağacın dalına oturmuş kendi yayını eliyle geriyor, gevşetiyor, bir takım ayarlamalar yapıyordu. Brethol ona döndü ve bir an şaşkın baktıktan sonra gülümsedi. Hessel de gülerek karşılık verdi. “Donah mel in cinor.” (Cevap bekliyorum.) diye ısrar etti ermiş dilinde sırıtarak. Brethol de merak ediyordu şimdi Hessel’in bu dili nereden öğrendiğini. “Peki sen? Sen nicedir biliyorsun kardeşim?” diye soruya soruyla cevap verdi.
  “Bu soruyu sana önce ben sordum. Kardeş.” Sırıtarması yüzünden silinmiyordu Hessel’in. Konduğu daldan çevik bir hareketle aşağı indi ve ağır adımlarla kafasını kaşıyarak Brethol’un yanına yürüdü. “Tamam.” Dedi Brethol. “Ermişlerin yanında büyüdüm. Ama sen de konuşabildiğine göre sen de onların yanında büyümüş olmalısın.” Sonra bir an bekledi. Yüzündeki gülümseme yerini hayrete bıraktı. Hessel ise ona eskisinden daha da cıvık bir şekilde sırıtıyordu. “Sen ermişlerin yanında büyümedin. Sen benim akranımsın ve orda olsaydın seni kesinlikle görürdüm. İnanamıyorum! Sen… Sen Doğuştan Ermiş’sin! Sen bir Ceber’sin!” Brethol gerçekten inanamıyordu. Bunca yıldır beraber olduğu, kardeşi gibi gördüğü dostu Hessel bir Ceber’di öyle mi?
  “Neden bana söylemedin? Senin en iyi dostun değil miyim?” Sesinde bir kırgınlık vardı Brethol’un. Hessel’se hala sırıtıyordu ve bu Brethol’un sinirlerini bozmaya başlamıştı.
  “Ah kardeşim! Bunu ne zaman öğrendim sence?” dedi Hessel. Biraz daha ciddileşmiş gibiydi. Brethol bir şey söylemedi. Öylece en yakın arkadaşına bakıyordu.
  “Dün bir rüya gördüm.” Dedi Hessel. Uzun bir nefes aldı ve devam etti. “Rüyamda bir dağın zirvesindeydim. Sayısını hatırlamadığım kadar çok şimşek çakmıştı. Yağmur yüzüme vuruyordu. Sonra gökteki kara bulutların ortasında bir delik açıldı. Gün ışığı süzülmüştü içinden. Sonra oradan bir kuş geldi bana doğru. Bembeyaz ve kocaman bir kuş. Kanatlarını açınca bak şu upuzun ağaç kadar oluyordu genişliği.” Az önce üzerinden indiği ağacı gösterdi ona. “Dağın zirvesine kondu ve ilk kez duyduğum bir dilde bana bir şeyler söyledi. Nasıl oldu bilmiyorum ama dediklerinin her bir kelimesini anladım. Sonra onun üzerine bindim ve beni o delikten içeriye, yukarı götürdü.  Tam o sırada uyandım ve haykırarak söylediğim ilk şey  ‘Füs fe in Ceber!’ oldu.”
  “Ben bir Ceber’im.” Diye fısıldadı Brethol. Suratı hala şaşkınlığın esareti altındaydı. “Evet.” Diye onayladı Hessel. “Ve bu konuda kesinlikle yardım almam gerekiyor çünkü ne yapmam gerektiğini hiç bilmiyorum.” Diye dert yandı Brethol’e. Brethol’un şaşkınlığı bir nebze olsun geçmişti ve bu andan itibaren ne olacağını o da bilmiyordu. “ Gel. Seni ermişlerin diyarına götüreyim kardeşim. Onlar ne yapılacağını kesinlikle bilirler. Uzun bir zaman yürümemiz gerekecek ama hancı Nedor’un atlarından iki tanesini izinsiz ödünç alırsak buna o kadar da gerek kalacağını sanmıyorum.” Dedi yaramaz bir çocuk edasıyla.
  “Tamam kardeşim dediğin gibi olsun bakalım. Ermişlerin diyarını merak ederdim ne vakittir.” Sonra bir an durdu. “Ama önce sana geyik avlama konusunda küçük bir ders vermem gerekecek. Seni izledim de, gerçekten tam bir çaylaktın.” Dedi gülerek. Brethol ona şöyle bir baktı. “Gerçekten komiksin kardeşim. Ama eğer benim yayımla o geyiği avlarsan seni sırtımda taşıyarak Nedor’un hanına kadar götüreceğim. Yok eğer vuramazsan sen beni taşıyacaksın tamam mı?” Dedi. Hessel gülümseyerek  bu anlaşmayı onayladı ve ekledi “Eğer eşek gibi anırmak da olursa kabul.”  Brethol bunu kabul etmekte biraz zorlansa da Hessel’in ona bakıp “Korktuysan girmeyelim iddiaya kardeşim.” Demesi üzerine kabul etti.
                  ***
  “AA İİ!” diye anırıyordu Brethol hana giden yolda.Üzerindeyse Hessel büyük bir keyifle şarkılar söylüyordu. “O yayla nasıl vurdu geyiği anlamadım. Gıcırtısını yüz fersah ilerdeki hayvanlar bile duyardı onun.” Diye geçiriyordu içinden Brethol. Ama olan olmuştu artık. Hana kadar taşıyacaktı Hessel’i.
  Nihayet hana vardılar. Gündüz olduğu için çok dikkatli olmaları gerekiyordu. Ama hiç de umdukları kadar tehlikeli değildi atları aşırmak. Önce harayı uzaktan gözlediler. İçerde kimsenin olmadığından emin olduktan sonra usta birer hırsız gibi haraya süzüldüler. İçeri girip iki at beğendiler kendilerine ve sonra kapılarını açıp, iplerini çözüp hızla uzaklaştılar haradan. Brethol bağırıyordu “Bu neydi böyle? Hiç heyecanlı değildi. Değil mi usta?” Rüzgardan saçları uçuşuyordu arkasında. “Evet kardeşim. Ama gideceğimiz yere gidene kadar bir sürü heyecan yaşayacağımızı seziyorum.” Diye cevap verdi Hessel.
  Atlarıyla çokça gittikten sonra durup dinlenmeye karar verdiler. Havaya akşamın habercisi bir kızıllık hakimdi. Su kenarında durdular. “Ne kadar var Brethol?” dedi büyük bir yorgunlukla Hessel. Bitkindi. “Bu geceyi burda geçirdik mi, sabah da şafak sökmeden yola koyulduk mu, yarın kuşluk vaktinde oradayız.” Diye cevap verdi Brethol. “İyi o zaman biraz kestirmenin kimseye zararı dokunmaz heralde. Ben yatıp şekerlememi yaparken sen de o eşsiz yeteneklerinle bize bir geyik yakalarsın değil mi üstad?” diye dalga geçti Hessel bulduğu ilk ağacın dibine uzanarak. Ama yatıp şekerleme yapma konusunda dalga geçmiş gibi gözükmüyordu hiç çünkü çoktan horlamaya başlamıştı bile.
  “Uyumadığını biliyorum Hessel kalk yardım et bana. Yoksa ikimizde yarına kadar bir şey yiyemeyeceğiz.” Dedi Brethol Hessel’in umutsuzca süren horlama taklidine aldırmadan. Hessel büyük bir yıkıma uğramış gibi kalktı ayağa. “Tamam tamam. Sen hiçbir şeyi bensiz yapamaz mısın be adam!” dedi. “Hadi kardeşim. Bu sefer kendi yayını kullanmana izin veriyorum.” Diyerek güldü Brethol. Hessel ona kızgın bir bakış attı ama bunun rol olduğu o kadar çok belliydi ki…
  İki saatin sonunda gerçekten bitkin bir şekilde yakaldıkları üç tavşan ve bir geyikle geri döndüler. Afiyetle karınlarını doyurduktan sonra şafak sökene kadar uyudular.
  Uyandıklarında hava hala karanlıktı. Sadece doğu ufkunda bir laciverlik dalgası vardı. Güneş doğacağının sinyallerini veriyordu. Atlarına atlayıp sürdüler ermiş yoluna iki genç adam. Nihayetinde vardıklarında bu diyara, büyük kapıda onları yaşlıca bir adam karşıladı. “Brethol! Hoş geldiniz. Yanında kimi getirdin böyle?” Babacan bir tavrı vardı adamın. Sert bir mizacı varmış gibi görünse de, gülümsemesi güven veriyordu insana. “Lefa usta. Bu benim arkadaşım Hessel. Sana önemli bir konuda danışmak için geldik. Gerçekten önemli bir konuda.” Diye de ekledi başkalarının gelmesinin yasak olduğunu bildiği için. Ermiş Lefa onları buyur etti içeri. Hessel içeri girerken bir an adamın yüzüne baktı. Adam gülümseyerek “Hoş geldin genç ermiş.” Dedi. Hessel onun kendisinin Ermiş olduğunu nasıl bildiğini sormadı. Çünkü karşısındaki de bir Ermiş’ti. Hem de usta bir Ermiş.
  Avlu o kadar büyüleyici bir mekandı ki, uzun süre hiçbir şey söylemeden yalnızca ustaların öğrencilerine ders vermelerini seyretmişti Hessel. Yemyeşil ve kocaman bir bahçesi vardı. Bahçenin tam ortasında ağzından su fışkırtan büyük beyaz bir güvercinin heykeli vardı. Heykele bakarak bir şeyler anımsar gibi oldu ama onun üzerinde fazla düşünemedi. Çünkü O’nu görmüştü. Heykelin ağzından fışkırttığı suyu izleyen kızı… O beline kadar uzayan altın sarısı saçlarının güzelliğini ömründe gördüğü hiçbir güzellikle kıyaslayamazdı. Hoş kokusu Hessel’i neredeyse rüyalar alemine sokacaktı. Ve gözleri… O mavi gözleri suyun ışıltısında o kadar güzel parlıyordu ki, dünyada eşi benzeri asla görülemeyecek bir güzellik taşıyordu. Kız yavaşça sağına döndü ve kendisine bakan büyülenmiş Hessel’i farketti. Ve onun içinde de bir heyecan dalgası kabardı aniden. Gözleriyle bakışarak aşık olmuşlardı sanki birbirlerine. Uzun süre boyunca bu büyülü mekanda bu şekilde birbirlerine bakarak kalmak ve gülümseyişlerini görmek, kalplerinde hissetmek istiyorlardı birbirlerine olan tutkularını. İşte böyle olmuştu Hessel’le Linoria’nın birbirlerine ilk bakışları. Ve son olmayacaktı kalplerinin bu delice atışları.
 

Sayfa: [1]