Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Akrin

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Şato
« : 23 Haziran 2011, 21:55:09 »
ŞATO

Giriş



Ölü adam sonsuz gibi görünen o koridorlarda yürüdü. Güneşten kopup gelen ışıklar, pencerenin kristal camlarında parçalanıyor, bir renk havuzu oluşturarak tenine değiyordu. Yanıyordu ölü adamın güneş gören elleri. Solgun, sararmış, irinle kaplı elleri kör edici ateşlere sokulmuştu sanki. Gözlerine mil çekiliyordu adeta. Kavurucuydu bu renk cümbüşü. Ama insanlar... Onlar için yaşamdı. Hayat veren nadide güzelliklerden biriydi.

Sisle, rutubetle hatta küfle kaplı bu odalarda dolaştı ölü adam. Şatonun her yerini biliyordu. En gizli geçitleri... Lağımlara çıkan, oradan da şatonun uzaklarında karanlık ormanlardaki patikalara açılan gizli kapıları biliyordu ölü adam. Kurbanları acı acı ölmüştü bu yüzden. Nefret ediyordu insanlardan. İğrençtiler. En önemlisi de ondan alınana sahiptiler. Nefes alabiliyorlardı. Konuşabiliyorlardı. Ölüler gibi çığlık atmıyorlardı onlar. Saftılar. El değmemiş...

Çok kişi gelmiyordu ölü adamın şatosuna. Bazen tatilciler kiralıyordu bu şatoyu. Ama son birkaç yıldır gelen giden olmamıştı. Civar kasabalarda bazı dedikodular dolanıyordu. Şatonun lanetli olduğuna dair... Bazıları inanmak istemiyordu. Bazıları ise son birkaç yılda olan nedensiz ölümleri şatonun gizemine bağlıyor, lanetli şatoya giden insanları uyarıyorlardı.

Şatonun ölü adamı ise her zamanki yerindeydi. En gizli geçitlerde dolaşır, en gizli çukurlarda yemeğini arar... Bazen lağımlara açılan geçitlerdeki farelerden yer. Bazen de dolunay zamanı gökyüzüne yükselen yarasalardan yakalardı. Yerdi canlı canlı onları. Kanlarını su niyetine içer, gözlerini tatlı diye yerdi. Ama hiçbiri insan eti gibi olmuyordu elbet. İnsan etinin tatlı kokusu... Ve enfes tadı... Kana susamıştı ölü adam. İnsan etine... Karanlıkta saklanmaya çalışıyordu ama bazen gizli geçitlerden kasabaya inmek aklına gelmiyor değildi. Tehlikeli... Çok tehlikeli diyordu kendi kendine.

Sonra bir yaz şatonun gizemli kapıları açıldı. Üç kişiydiler. Genç... Taş çatlasa otuzlu yaşlarında... Hepsi de macera dolu bir tatil yapmak için gelmişlerdi bu kasabaya.  Hepsinde gençliğin bitmek tükenmez enerjisi vardı. Eğlence arıyorlardı. İyi bir tatil bekliyorlardı. Oysa çok uyarmıştı kasaba halkı onları. Lanetli şatonun bin bir hikâyesini anlatmışlardı onlara ama onlar önemsemediler bu hikâyeleri. Koca karı masalıdır bunlar. Hurafedir dediler. Gençliğin verdiği o ateşle daldılar Şatonun karanlık odalarına.

Misafir oldular şatoya. Ve... Ölü adamda misafirlerini bekliyordu sabırsızlıkla.


-Şöyle Gotik bir şeyler yazayım dedim. Bilmiyorum olacak mı?-

2
Düşler Limanı / Gölge
« : 15 Mart 2011, 16:58:04 »
GÖLGE


Karanlıkta bir adam görüyorum. Karşımda… Nefesini hissediyorum. Soğuk ve sıcak… Kurbanını öldürmek için bekleyen bir katil gibi… Bakıyor gözlerime, hissediyor beni.

Ve sonra yavaşça yaklaşıyor çelimsiz bedenime. Beni içine çekiyor gibi. Nefretiyle boğuyor sanki. Korkunç gücünü hissediyorum damarlarımda. Dolaşıyor beni saran korkumda. Oynuyor benimle, dalga geçiyor halimle, haince.

Korkunç biri o. Alın onu benden. Beni takip ediyor karanlık sokaklarımda. Üzerime çöküyor en soluk rüyalarımda. Beni buluyor en ağlamaklı zamanlarımda.

Korkunç çok korkunç… Kötülükler yapıyor etrafa. Haykırıyor insanlara. Bağırıyor korku dolu dünyaya.

Bazı geceler ağladığını duyar gibiyim. Hüzünleniyor sonbahar geceleri. Ölmek istiyor eminim. Ağlıyor içten bir bebek gibi.

Neden sonra büyüyor bedenimde. O küçük bebek yok beşiğinde. Devasa bir canavarın sesleri üzüyor beni, mahvediyor derinlerimde. Neden böyle yapıyor? Neden insanlara kin güdüyor? Yoksa dünyadan mı nefret ediyor? Bilmiyorum… Belki de sadece birini özlüyor.

Ben söyleyemiyorum derdimi. O anlatıyor halimi. Ben susarım, konuşamam. Dilim bağlanır gibi, o yine açıklar nedenini.

Neden nefret ettiğimi anladım ondan. Benim yanlışlarımı yüzüme vuruyor açıktan. Ona bakıyorlar gerçek beni görmek için. Onu seviyorlar dürüst olduğu için.

Şimdilerde ders çıkarmayı öğrendim kendinden. Beni rezil de etse düzeliyorum gerçekten. Ona baktıkça öğreniyorum pek çok şeyi aniden. Benim öğretmenim oldu, öğretiyor hemen.

Nefretinden eser yok şimdi. Beraber yaşamayı öğrendik sanki. Ben susarım, o konuşur. Bazen de o susuyor ben konuşuyorum. Birbirimizi açıklayan iki insan gibi… Benle o tek beden olduk, seviyoruz güneşli günleri.

Kendimi eleştiremem, korkarım. Ama o alınmaz, eleştiririm en yanlış davranışlarını. Nedenini bulurum onun karanlık taraflarını.

Herkes gitse de o var benim peşimde. Sıkıyor bedenimi. Bırakmaz tenimi. O benim her şeyim. En açıklayıcı tarafım. Nefretimi anlatır bazen de sevgimin büyüklüğünü. Ben sustuğumda konuşuyor, o anlatıyor beni bana. O bir gölgedir. Can dostu adeta…

SON

3
Kurgu İskelesi / Morthus Efsanesi
« : 12 Mart 2011, 16:51:36 »
MORTHUS EFSANESİ


Her şeyin başlangıcında belirsiz boşluk Ginnungagap vardı. Daha sonra tanrılar dokuz diyarı yarattılar. Tanrıların evi Asgard, Işık elflerinin diyarı Alflheim,Kara elflerinin, trollerin ve ogrelerin diyarı Svartalheim, Kavurucu alevlerin diyarı Muspelheim,İnsanların yaşadığı diyar Midgard, Sisler ve buzların diyarı Niflheim,Vanir’in yaşadağı diyar Vanheim, Devler diyarı Jotunheim ve son olarak Ölüler diyarı Helheim. Kökleri Dünya’nın çekirdeğine kadar uzanan Dünya ağacı Yggdrasil, bu diyarları birbirine bağlayıp koruyan devasa dişbudak ağacı da yaratıldıktan sonra Dünya tamamlanmış oldu. Peki ya düzen bu dokuz diyar arasında sağlanabildi mi?

4
Düşler Limanı / Mum
« : 11 Mart 2011, 17:16:39 »
MUM
     
     Korkuyorum gecelerden. Sevmiyorum ben karanlığı. Neden ışık yok? Bekliyorum ben aydınlığı. Bir mum yaksan da aydınlatsan karanlığımı. Umut versen bana. Hayatıma ışık olsan. Girsen rüyalarıma.

     Neden geceleri sen yoksun başucumda? Gündüzleri varsın da… Hep seni bekliyorum gecelerde. Ben korkuyorum gecelerden. Gündüzlerden daha çok ihtiyacım var sana geceleri. Gözlerim karanlığa alışıyor alışmasına ama ben yine seni arıyorum. Bir mum yakmanı bekliyorum.

     Hep böyle miydin? Hep kaçar mıydın gecelerden? O çok beklediğim mumu yakmıyor muydun eskiden? Neden? En çok seni istiyorum. Yoksun sen. Soruyorum nerede diye? Cevap veremiyor kimse. Ve sen yine yoksun gecelerimde.

     Başkaları var elbette. Ben seni istiyorum. Alın karanlığımı hep gündüz olsun diyorum. Olmuyor… Gündüzleri benlesin ama. Hep yanımda… Geceleri neden yoksun koynumda?

     Güneş görünüyor ufuklardan. Bir bakmışım varsın yanımda. Bakıyorsun gözlerime. Avutuyorsun beni. Neden? Neden gündüzleri? Hiç olmadığın kadar yakınsın bana ben mutlu olunca. Yanımdasın. Tutuyorsun ellerimi. Yüzünde masum bir katilin gözleri…

     Umutlarımı çalıyorsun gün geçtikçe. Gecelerim geliyor sessizce. Yaklaşıyorlar bana. Eziyet ediyorlar haince. Ben bir ışık bekliyorum yine. Biri mum yaksın önümde.

     Evet geldi gecelerim. En korkunç karanlığına bürünmüş yine. Sessizce yaklaşıyor bedenime. Beni sömürüyor, benliğimi öldürüyor…

     Işığım ol istedim. Karanlık zamanlarımda aydınlat beni diye. Bir mum yak bana o yeter. Yeter ki sen ver umudu ellerime.

     Aydınlığımda yanımdasın. Neye yarar? Sen her zaman yanımda oldun mu? Gecelerim geldiğinde elimi tuttun mu? Sahte gülümsemelerle avutuyordun beni ya. Sevdin mi beni gerçekten? Yaptın mı bunu? Gecelerimde yaktın mı mumu?

SON

5
Düşler Limanı / Ölünün Son Mektubu
« : 09 Mart 2011, 22:04:28 »
ÖLÜNÜN SON MEKTUBU

     Bazı geceler yüzümü yastığıma gömüp ağlıyorum hıçkıra hıçkıra. Nedenini biliyor muyum? Belki de sadece ağlıyorum yalnızlığıma. Belki de kaybettiklerim için, elimden kayıp giden umutlarım için ağlıyorum.

     Sonbahar güz yapraklarını dökerken başucumda, ben yine ağlıyorum ama bir yerlerden de seni izlediğimi biliyorum. Yoksa gerçek miydi? Bir rüya değil miydi?

     Bazen de çığlıklarla uyanıyorum rüyalarımdan. Dilimin ucunda yine sen varsın. Senin ismini sayıklıyorum puslu gecelerde. Korkuma yenik düşüyorum. Söyleyemiyorum…

     Günler aylar geçiyor usulca. Ben yine senim sen de ben… Seni arıyorum her yerde ama bulamıyorum karanlık caddelerde. İsmin dudaklarımda hayat buluyor. Oysa ben senim sen de ben. Belki de sen benim arayıp da bulamadığım sevgilimsin diyorum içimden. Ama yo! Olamazsın. Olamazsın beni öldüren.

     Bana bir gün bile bakmıyorsun içten. Yoksa sevmiyor musun beni bedenen. Peki ya seviyor musun içtenliğimi? Sana olan duygularımı? Bilemem… Ben sadece tek bir şey biliyorum: Sen bensin ben de sen.

     Nasıl da sevmiştim seni sana söylemeden? Nasıl da nefret ediyordun benden hiç belli etmeden? Sonra bir gün söylüyorsun bana her şeyi. Ben yine ben oluyorum sahiden. Artık sen sensin ben de ben.

     Bütün umutlarımı kaybediyordum. Seni sevmediğimi söylüyordum kendime avaz avaz. Ama başaramıyordum yine de. Seni seviyordum. Bunu biliyordun.

     Sonra öğrendim ki babanlar vermezmiş seni bana. Neden diye soruyorum. Ama en acı gülümsemeleriyle bakıyorlar zavallı bana. Ne yapacağımı bilemiyorum. Ellerim çözülüyor birden. Ölüyorum ben. Ölüyorum sahiden…

SON

6
Düşler Limanı / Katil Kış
« : 08 Mart 2011, 16:32:43 »
KATİL KIŞ
     
     Beyaz kefenini giymiş Dünya sanki. Soğuk yine soğuk… Musalla taşında yatan cansız bir beden yeryüzü. Kasvetli…  Kış kapıya dayandığında ölüm getiriyor yanında. Belki de umutsuzluk… Peki ya ne zaman görünecek güneş? Ne zaman karanlığımız aydınlanacak?

     Çiçekler… Yine soğuk. Boyunlarını bükmüşler. Kış, katili onların. Yapamıyorlar… Karşı koyamıyorlar katillerine. Belki de bekliyorlar onları kurtaracak baharı.

     Yağmurlar… Esaretlerinden kurtulmuşlar. Bulutlar ağlıyor sevdikleri için. Toprak için, çiçekler için, ağaçlar için ağlıyorlar.

     Rüzgârlar… Nefretlerini kusmuşlar kışa. Pencerelerle kavga ediyorlar adeta. Büyük bir öfkeyle vuruyorlar toprağa, ağaçlara… Kışın yok ettiği baharı özlüyorlar.

     Peki ya insanlar? Evlerine kapanmış, şöminelerinin başında sıcak kahvelerini yudumlarken hiç mi korkmuyorlar soğuktan? Yoksa mutlular mı? Hayır! Onlar da bekliyor baharı, yeşillikleri, toprağın kokusunu duymayı…

     Doğa tanrıya yalvarıyor baharı serbest bıraksın diye. Daha çok ölüm getirmesin kış, karanlığa gömülmesin Dünya, Yas tutmasın sevdiği için Güneş…

     Ve beklenen…

     Bahar geliyor çok uzaklardan. Güneş sımsıkı sarılıyor Dünya’sına. Isıtıyor sevgilisini tüm sıcaklığıyla. Çiçekler yeniden açıyor, toprak yeniden neşeleniyor.

     Ama insanlar yine mutsuz… Kışı bekliyorlar sabırsızca.

SON


7
Kurgu İskelesi / Peri Kızını Kaçırmak
« : 02 Mart 2011, 22:24:12 »
UYARI: Bu hikâye tamamen kurgudur. Mitlerle ilgisi yoktur.

PERİ KIZINI KAÇIRMAK
     
     Bir zamanlar Ege’de yaşayan Ged adında bir balıkçı varmış. Bu balıkçının yakışıklılığı dillere destanmış. İnsanlar Ged’in buğday rengi saçlarını, deniz rengi gözlerini görmek için Dünya’nın dört bir yanından gelirmiş.

     Bir gün Ged’in yolu büyük bir ormana düşmüş. Ama Ged’in bu ormanın perilerin evi olduğundan haberi yokmuş tabi. Ormanın içindeki gölde balık tutmak istemiş Ged.

     Sessizce balığını tutuyormuş ki küçük gölün karşı yakasında bir ışık parlamış. Ged meraklanmış. Kayığını karşı yakaya doğru sürmüş. Kıyıya yaklaşınca da gördükleri karşısında şok olmuş.

     Sapsarı saçları beline kadar inen, altın rengi gözleri ve buğday rengi teniyle muhteşem bir görünüşe sahip olan bir peri gölde yıkanıyormuş. Suyun, perinin kusursuz göğüslerinde bıraktığı damlacıklar ve perinin ıslak saçlarının güzelliği etkilemiş Ged’i. Oracıkta âşık olmuş peri kızına. Kayığını biraz daha yaklaştırmış periye.

     “Ey bu güzelliklerin sahibesi! Ey gönlüme taht kuran kraliçem! Benim adım Ged. Bana muhteşem isminizi bağışlayabilir misiniz?”

     Peri kızı korkmuş tabi olanlardan. Hiç beklemiyormuş bir ölümlüyü oralarda. Ne diyeceğini bilememiş. O da etkilenmiş Ged’in yakışıklılığından. Âşık olmuş birden bu buğday saçlı, deniz gözlü, yiğit oğlana.

     “Benim adım Rexie yiğit Ged. Ama buralarda bulunmamız çok sakıncalı. Demek istedim biz birlikte olamayız Ged. Doğanın tanrıçası Demeter aramızda olanları duysa neler der? İkimizi de yok eder büyük tanrıça.” Demiş Rexie. Ayrılmak istemiyormuş oysa bu güzel delikanlıdan. Ged kaşlarını çatmış birden bire.

     “Neler diyorsun sen Peri kızı? Aşka engel mi olur yüce tanrıça? Büyük aşkımızın önünde mi durur? Hiç mi bilmez aşkın en büyük duygu olduğunu? Bilmezse bunu, büyük bir tanrıça olabilir mi Demeter?”

     “Dikkatli konuş Ged. Orman onun evidir. Bu ağaçlar, bu kuşlar fısıldar konuşmamızı tanrıçaya. Biz olamayız Ged. Çok üzgünüm.”

     Rexie dönmüş arkasına ve gidiyormuş oradan ama Ged bırakmayacakmış hayatının aşkını.

    “Yüce tanrıça engel olacaksa aşkımıza, biz de gideriz buralardan, kaçarız ey güzel peri kızı! Kaçarız buralardan.”

     Rexie korkmuş tabi olanlardan. Ne yapabilirmiş ki? Aşktan yüce duygu mu varmış? Çabucak kararını vermiş peri kızı. Gidecekmiş sevdiğinin arkasından.

     Az gitmişler, uz gitmişler Rexie ile Ged. En sonunda ulu bir meşe ağacının dibinde dinlenmeye karar vermişler. Bütün gece sarılarak uyumuşlar.

    Peki unutmuş mu Demeter onları? Hayır! Doğa büyük bir öfkeyle haykırmış. Yüce bir tanrıçaya karşı gelmek mi? Bu da ne demek oluyordu?

     Demeter’in gazabından bütün canlılar korkmuş. Tanrıçanın siniri bütün ormanları çölleştirmiş, bütün çiçekleri soldurmuş. Ta ki Rexie bedenini doğaya teslim edene kadar da doğa böyle kalacakmış. Çorak ve verimsiz…

    Rexie çok üzülüyormuş bu olanlara. Ged’i çok seviyormuş ama bir karar da vermeliymiş. O da en sonunda bedenini teslim etmeye karar vermiş doğaya.

     Bir sabah Ged kalktığında görememiş Rexie’yi. Aramış her yere bakmış. Ta ki yorgunluktan bitap düşene kadar…

     En sonunda ulu meşenin yanına gelmiş. İşte o zaman Demeter’in gazabından sonra doğada büyüyen ilk çiçeği görmüş. Ulu meşenin yanında yetişen beyaz gülü… Rexie’yi.

     Peri kızının yokluğuna dayanamazmış Ged. Acısını daha fazla taşımak istemiyormuş da yüreğinde. Hançerini çıkarıp batırmış kalbine. Ve oracıkta düşüvermiş beyaz gülün yanına. Ağzından akan damla damla kanlar ise beyaz gülün üstüne düşmüş. Beyaz gül birden renk değiştirip kırmızı olmuş. Aşkın simgesi olan kırmızı gülü oluşturmuş.

SON

8
Kurgu İskelesi / Umutlar Sirki
« : 27 Şubat 2011, 23:43:05 »
UMUTLAR SİRKİ

BİR SİRK DÜŞÜNÜN…
TÜM HÂYALLERİNİZİN GERÇEKLEŞECEĞİ
İMKÂNSIZLIKLARIN KALKACAĞI

BİR ADAM DÜŞÜNÜN…
HER ŞEYE YENİDEN BAŞLAMAK İSTEYEN
SORUNLARINDAN VE SIKINTILARINDAN KAÇMAK İSTEYEN
PEKİ YA KAÇABİLECEK Mİ?

Maxi kırk yaşında mutsuz bir palyaçoydu. Bir gün gazetede bir ilan okudu ve bütün hayatını değiştirecek olan kararı aldı: Umutlar Sirki’ne katılacaktı!



9
Düşler Limanı / Yaşlılık
« : 25 Şubat 2011, 20:13:06 »
YAŞLILIK

Umutlarımın yerini anılarım almıştı.


     Bugün her sabah olduğu gibi erkenden kalktım. Yeni bir gün vardı önümde, ne kadar da uzun geçiyordu oysaki günlerim.

     Ağrıyan belime rağmen yatağımdan usulca kalktım. Krem rengi pijamamı çıkarıp en güzel gömleğimi ve en güzel pantolonumu giydim. Her ne kadar zavallı evimde bir başıma kalacağımı bilsem de…

     Ahşap bastonumu elime alıp, Küçük balkonumda duran papatyalarıma, güllerime günaydın dedikten sonra kendi kendime güzel bir kahvaltı hazırladım. Bir tabak da karşıma koymuştum. Belki çocuklarım bana sürpriz yapıp ziyaretime gelirler diye. Gelmediler. Gelmeyecekler…

     Kahvaltımı yedikten sonra, zavallı vücudumu kaldırıp bulaşıkları yıkamaya çalıştım. Bulaşık makinesi çok istememe rağmen alamamıştım. Gücüm hiçbir şeye yetmediği gibi ona da yetmemişti.

     Emekli maaşımın yettiği kadarıyla aldığım sallanan sandalyemde bir süre dinlendikten sonra bakkala gidip gazete alacak oldum ama kalkamadım. Onun yerine sabah gazetemi genç bakkal çırağından aldım. Tek bir hareketim bile vücudumdaki tüm eklemlerin ağrımasına, başımın dönmesine ve kalbimin çarpmasına neden oluyordu.

     Gazetemi okumaya başlamadan ajda bardağıma koymuş olduğum ve bitmek üzere olan çayımdan aldığım koca bir yudumla ilaçlarımı içtim. Daha sonra çok sevdiğim sandalyeme kurulup, gazetemi okumaya başladım. Güncel haberler, magazin haberleri, bulmacalar… Okumadığım haber, çözmediğim bulmaca kalmadıktan sonra gazetemi katlayıp eski televizyonumun yanında duran sepete koydum.

     Bastonuma yaslanıp, zor da olsa, çiçeklerimin yanı başına gittim. Okşadım onları. Konuştum onlarla. Tek dostlarımdı onlar benim. Tek arkadaşlarım…

     Bir süre gençlik resimlerime bakıp geçmişi yâd ettim. Anılarımın sonsuz denizinde yüzdüm, küçüklüğümde komşuların ağaçlarından kopardığım meyvelerin tadına baktım. Rahmetli eşimle evlendiğimiz günü suratımda küçük bir tebessümle izledim. Sonra… Yine yalnızdım.

     Bir süre gözlerimi kapatıp, rüyalara dalmak istedim. Rüyalarım, gerçekten daha fazla tat veriyordu bana.

     Sonra kalktım. Haberlere göz gezdirdikten sonra, en sevdiğim programı izledim. Sonra yine yattım. Yine bir sonraki günün böyle geçeceğini bile bile kalktım.

     Günlerim birbirine karıştı şimdilerde. Her gün aynı şey… Aynı sıkıcı durum… Tek istediğim birkaç dakikalığına da olsa bir sohbet. Ama…

***
     Cenazemde ağlamışsınız çocuklarım. Neden? Madem bu kadar seviyordunuz babanızı neden aramadınız? Neden beni sormadınız? Duvarlarla dostluk ediyordum ben. Çiçeklere sizi soruyordum.

     Şimdi cennetin en güzel köşesinden çocuklarımı izliyorum. Yaşlanmışlar. Evlerinde tek başlarına bir arayan bekliyorlar…

SON

10
Düşler Limanı / Mutluluğun Gurusu
« : 24 Şubat 2011, 22:00:11 »
MUTLULUĞUN GURUSU

‘Belki de Tanrı, çölü, insanlar hurma ağaçlarını görünce sevinsinler diye yarattı.’
SİMYACI
   
      Bir zamanlar falanca şehrin falanca köyünde Runo adında bir adam yaşardı. Bu adam çevresinde saygı gören, dürüst, çalışkan ama bir o kadar da kötümser bir insandı. Hele de son zamanlarda bütün işlerinin kötüye gitmesi, adamın moralinin altüst olmasına yol açmıştı.

     Runo: “Çok mutsuzum.” Diye yakınıp da duruyordu. Marangoz dükkânında işler çok kesattı ve evine ekmek götürebilmek için ek mesai yapıyordu. Birçok ağır iş üstlenir, bu nedenle karısıyla da birçok kez kavga ederdi. Bir de üstüne evindeki hayvanları hastalanınca, atları, keçileri, inekleri teker teker ölüp, adam beş parasız kalınca, intihar etmeyi bile düşündü.

     Günlerden bir gün, yine adam hâlinden yakınırken, bir adam çıkageldi ve Runo’ya:

     “Tozlu dağların arkasında, yeşil ovaların karşısında, Büyük bir ormanda yaşlı bir adam yaşar Runo. Derler ki bu adam kendisine gelenleri bir ay içinde sonsuz bir mutlulukla doldurur, ömürlerinin sonuna kadar da mutlu mesut yaşamalarını sağlarmış. Ancak bazı fedakârlıklar yapman icap ediyormuş. Kendisine mutluluğun gurusu diyen bu adam her ne derse desin yapmak zorundaymışsın.” Dedi.

     Bu fikir Runo’nun aklına epey yattı. Şüpheleri de yok değildi elbette. Guru ne derse desin yapmak zor olacak diye düşünür dururdu. Ama her ne kadar şüpheyle yola çıksa da, bir gün mutluluğun gurusunu bulmak için yollara düştü.

     Dere tepe düz gitti. Tozlu dağları geçti, yeşil ovaların karşılarındaki ormanın yolunu buldu. Ormanın içinde çok eski zamanlardan kalma bir patika vardı. Runo da bu patikayı takip ederek ormanın derinliklerine daldı. Ne de olsa patika yoldan, yolumu bulurum diye kendini avutuyordu.

     En sonunda yaşlı meşe ağaçlarının birbirlerine dört bir taraftan yaslandığı geniş bir düzlükte patika sona eriyordu. Düzlüğün ortasında ise pembe duvarları, beyaz panjurları olan minik bir ev vardı.

     Runo bu muazzam güzellikteki eve bakarken birden bire ormanın içinden gelen tuhaf sesler duydu. Ürktü. Korktu. Ne yapacağını bilemiyordu…

     Sesler yaklaştıkça Runo’nun kalp çarpıntısı daha çok artıyordu. Teni sararıyor ve heyecandan elleri titriyordu.

     Arkasını döndüğünde ona doğru gelen beş krallık askerini gördü. Askerler ne ile karşılaşacaklarını bilmedikleri için kılıçlarını çekmişler, temkinle Runo’ya doğru yaklaşıyorlardı.

     Runo askerlerin av için burada olmadıklarını, kendisi için burada olduklarını anladığında askerler ona kılıçlarını doğrultmuşlardı bile. En uzun boylu olan asker, miğferini başından çıkardı ve:

     “Burada ne işin var köylü.” Dedi. Runo ne söyleyeceğini bilemedi. Daha sonra gerçeği söylemenin kellesi için çok daha iyi olacağını düşündü ve derdini kuşkuyla ona bakan askerlere anlatmaya başladı.

     “Ben bu ormana geldim. Çünkü arkamda gördüğünüz pembe evde mutluluğun gurusu adında bir adam yaşarmış ve dileyeni bir ay içinde sonsuza kadar mutlu yaparmış.” Runo öyküsünü bitirdikten sonra pembe eve boş gözlerle bakan adamları inceledi. Olanlardan hiç de hoşnut değildi. Büyük bir hızla arkasına döndü. Ne? O da neydi?

     Pembe ev kaybolmuştu. Sanki yer yarılıp da içine girmişti. Onun yerinde büyük bir düzlük uzanıyordu. Etraftaki ağaçlara kuşlar konmuş haşince ötüyorlardı. Askerlerin başı olan uzun boylu adam en az kuşlar kadar haşin bir sesle:

     “Bu ormanda gizemli, büyü işlerine karışmaktan tutuklusun. Bizimle krallığın şatosuna gelecek mahkemeye çıkacaksın.” Dedi.

     Askerler Runo’yu yaka paça götürürlerken Runo etrafa bağırıp çağırıyor ve büyücü olmadığını, ormana bir adamı aramak için geldiğini haykırıyordu ama nafile. Askerler nuh diyor peygamber demiyordu. Runo’ya sertçe:

     “Derdini mahkemede anlatırsın büyücü.” Diyorlardı. Runo ne yapacağını bilemiyordu. Birçok kez ölümü düşünmüştü ama ölümü düşünmek, ölümle karşı karşıya kalmaktan çok farklıydı.

     Uzun bir yolculuktan sonra Runo, elleri ve gözleri bağlı halde Krallığın şatosuna getirildi. Şatonun avlusundan hapishaneye giderken, avluda toplanmış olan kalabalık Runo’nun biçimsiz ve savunmasız vücuduna çakıl taşları atıyor, büyücü diye yuhalıyorlardı.

     Büyücülük! Dünyadaki en kötü şey olarak öğretilmişti onlara. İdam ettirilmesi gereken şeytanın uşaklarıydı büyücüler. Ama Runo bir büyücü değildi. Hayatında büyü denen şeyi bir kez bile görmemiş, şu zamana kadar kendi halinde yaşamış olan bir marangozdu o. Büyücülükle ne alakası olabilirdi? Ormana mutluluğun gurusu denen adamı aramaya gitmiş ama hilekâr adamın ağır hilesiyle karşılaşmıştı. Hilekâr bir guru yüzünden ölecekti.

     İtilip kakılarak şatonun en ücra, en pis ve en kötü zindanlarından birine sokuldu. Elleri ve gözü çözülmüştü ama zindanın karanlığında gözlerinin bağının çözülmesinin pek bir anlamı kalmamıştı.

     Burası ne kadar da korkunç bir yer diye düşündü. Karanlık, zindanda cirit atan sıçanların sesinin duyulmasına engel olamıyordu. Sıçanlar büyük bir zevkle yeni gelen mahkûmu kemirmeye neresinden başlasak diye tartışıyorlardı. Runo ise zindanın bir nebzedeolsa küçük pencereden ay ışığı alan köşesine kıvrılıp uyumaya çalıştı. Denedi, denedi… Başaramadı ama. Bütün gece uykuyla boğuştuktan sonra şafak sökmeye yakın ağır bir uykuya daldı. Ne var ki askerlerin kalk büyücü, diye bağırmaları uykusunu yarıda kesmişti.

     Uyandığında sağ kulağında tarifi olmaz bir acı hissediyordu. Elini kulağına götürdüğünde eline bulaşan kanı gördü ve kulağının çok küçük bir parçasının olmayışı Runo’nun şaşkınlıkla haykırmasına neden oldu. Pek bir tıbbi bilgisi olmasa da gömleğinden bir parça koparıp yaralı kulağının kanını durdurmayı akıl etmişti. O kulağını iyice sardığından emin olamadan askerler tekrar yaka paça dışarı çıkardılar onu. Uzun boylu asker yine oradaydı. Zindanın dışında bir yerlerde durmuş. Yumuşak bir ifadeyle Runo’ya bakıyordu. Askerler Runo’yu zindanın dışında mum ışığıyla aydınlatılan bir yere getirip, samanların üzerine attıklarında uzun boylu asker yumuşak bir ses tonuyla:

     “Mahkeme, suçunu itiraf ettiğin takdirde zehirlenerek öleceğini yoksa suçun kanıtlanırsa celladın keskin baltasının tadına bakacağını söylüyor.” Dedi. Runo yapmış olduğu büyücülük olmasa da celladın kollarında öleceğini çok iyi biliyordu ama olmayan bir suçu kabullenmek normal bir insanın yapacağı iş değildi.

     Susuzluktan kuruyan boğazından, suçunu kabul etmediğine dair garip bir hırıltı çıkardı. Asker ona şefkatle yaklaştı ve:

     “Halkın önünde kafanın baltayla kesilmesi hiç de onurlu bir davranış değildir. Lütfen! Zehir içerek ölmek, kesin ve acısız bir ölüm. Bir daha düşün aksi hâlde mahkemen bir ay sonra görülecek ve çok büyük bir ihtimal kellen şatodaki heykellerin mızraklarında aylarca halka ibret olsun diye sallandırılacak.” Dedi.

     Her şeyi göze alabilirdi ama yapmadığı bir şeyi yapmış gibi üstlenemezdi bu olanaksızdı. Boğazından gelen aynı olumsuz hırıltıyı çıkardı. Askerin kızgın bir baş hareketiyle, karanlık zindana geri tıkıldı. Askerler uzaklaşırken tek duyduğu, mahkemenin bir ay sonra görülecek olduğunu söylemeleriydi.

     Günler geçti. Zavallı Runo’nun midesine giren günde bir parça ekmek ve birkaç yudum suydu. Her gün biraz daha bitkinleşiyor ve zayıflıyordu. Teni daha da sararmıştı ve gözlerinin altında mor mor torbalar oluşmuştu.

     Geceleri uyumamaya çalışıyor, gündüz olunca, sıçanlar ortada yokken, uyuyordu. Sıçanların üstüne bir de akrep derdi çıkmıştı. Zindanda bulunan çakıllar ile geceleri, nöbetçi askerler uyurken, küçük bir ateş yakıyor böylelikle sarı akrepleri kendinden uzak tutuyordu. Evinde olmayı o kadar çok isterdi ki…

     Mahkemenin elinde fazla kanıt olmadığından Runo’yu konuşturmayı kafalarına koymuşlardı. Bundan sonra Runo konuşsa bile celladın ellerinde verecekti canını. Neler neler yapmadılar ki…

     Bazı günler zavallı Runo’yu kırbaçladılar. Adam baygın düşünceye kadar kırbaçladılar ama Runo konuşmadı. Konuşamadı. Sanki zindanda geçirdiği günler ona konuşmayı unutturmuştu.

     Bazı günler boğulana kadar kafasını suyun içine sokuyorlar. Tam boğulacağı zaman kafasını sudan çıkarıyorlardı. Her konuşmayışında ise işlemin süresini uzatarak tekrarlıyorlardı.

     Bazen ateşte ısıttıkları bir demirle Runo’nun derisini dağlıyorlardı ama o konuşmuyordu. Konuşamıyordu…

     Bir ay çabucak geçti. Ve Runo zindana getirildiği gündekinden başka bir adam olarak mahkemenin önüne çıktı. Elbette mahkemeye Kral başkanlık ediyordu. Kral sertçe konuşmaya başladı.

     “Sen Runo! Burada bulunmanın sebebi büyücülükle suçlanmaktır. Kraliyetin askerleri seni ıssız bir ormanda tek başına bazı şeyler mırıldanırken yakalamışlar. Bir büyü olduğu ne kadar da belli.”

     Runo o gün hiçbir şey mırıldanmadığını söylemek istedi ama dili bağlanmıştı. Konuşamadı.

     “…Bu adamı suçlu bulanlar?” Bütün mahkeme üyeleri parmaklarını kaldırdı. Kral ise gülümseyen bir ifadeyle:

     “Yarın şafak sökerken infazın gerçekleşecek büyücü. Kellen mermer askerlerin mızraklarına asılacak halka ibret olasın diye.” Dedi.

     Son bir gecesi kalmıştı Runo’nun onu da sıçanlara ve akreplere aldırmadan uyuyarak geçirdi.

     Ertesi gün meydanda tüm hazırlıklar tamamlanmış, suçlu idam masasına getirilmişti. Runo’nun kafası idam masasına konulduğunda bütün halk öfkeyle yuhalamaya başladı. Celladın baltası suçlunun kafasına inmeden önce kralın kısa bir konuşma yapması adetten olmuştu. Kral otoritesini korumaya çalışan ürkek bir adamın sesiyle konuşmaya başladı.

     “Burada Runo adındaki bu büyücünün infazı için toplanmış bulunmaktayız. Bu adam gayet adil bir şekilde kendisini savunmuş ama yine de büyücü olmadığını mahkemeye kabul ettirememiştir. Yasalarımız gereği bir büyücü ölmelidir.” Son sözlerini büyük bir coşkuyla söyleyen kral cellada küçük bir baş hareketi yaptı.

     Bir gün daha yaşamak için her şeyini verirdi Runo. Sadece bir gün… Kaybedilen bir şeyin değeri ancak kaybedildiğinde anlaşıldığı gibi hayatın da değeri siz onu kaybetmekle karşı karşıya kaldığınızda anlaşılır. Ne paraydı önemli olan ne de şan. Ormana geldiği güne lanet etti. Neden mutlu olmadığına anlam veremiyordu. Gözlerini kapadı. Ölümünü bekledi sessizce. Ve celladın baltasının inerken çıkardığı sesi duyabiliyordu…

     Runo öldüğünü zannettiği bir anda gözlerini açtı. Neler oluyordu? Pembe renkli duvarları olan, tütsü kokulu bir odada ayakta duruyordu. Karşısında turuncu giysili kel bir adam yerde oturuyor şefkatle Runo’ya bakıyordu. Runo kendine iyice geldikten sonra yerde oturan yaşlı adam konuşmaya başladı.

     “Ben mutluluğun gurusuyum Runo. Sana bugün burada mutluluğu öğretmiş olduğumu düşünüyorum. Mutluluk nedir? Para mıdır? Şan mıdır? Şöhret midir? Hiçbiridir mutluluk. Peki ya neden mutsuzdun? Kötü şeyler yaşadığın için mi? Kötü şeyler yaşamasaydın iyi şeyler yaşadığında mutlu olabilir miydin? Olamazdın sevgili Runo. Sana iyi bir ders verdim. Sana yaşamanın değerini öğrettim. Sakın unutma: Yaşıyorsan mutlusundur!”

     Runo şaşkınlıkla guruya baktı. Olanlara inanmada ne kadar güçlük çekse de sonsuz bir mutluluk duyuyordu.

     Guruya binbir teşekkür edip pembe evden ayrıldı. Evine geldiğinde ailesi hiç tanımadıkları bir Runo ile karşılaştılar. Sonsuz mutluluğa sahip Runo’ydu o. Çünkü bir şeyi çok iyi biliyordu:

     “Yaşıyorsan mutlusundur!”

SON

11
Kurgu İskelesi / Önceki Hayatım
« : 19 Şubat 2011, 23:44:39 »
                                                                       ÖNCEKİ HAYATIM

      O günü asla unutamam. Her şey korkunç bir trafik kazasıyla başladı.

     O gece yapmak istediğimiz tek şey biraz eğlenmekti. Sonuçta bir insan her gün on sekiz yaşına girmiyordu. Üç beş arkadaşım ve ben İstanbul’un en gözde gece kulüplerinden birine gitmiştik. Güzel bir geceydi. Epey eğlendik.

     İşte o korkunç kaza o gece evime dönerken oldu. Farlarımı yakmış, fazla sürat yapmamıştım. Yeşil ışık yanınca geçtiğim trafik lambalarından sonra kaza meydana geldi. Sol şeritten sarhoş bir adamın kurbanı oldum ben. Büyük bir süratle gelip sol tarafa vurdu. Savrulduk… Kaldırımdaki ağaçlardan biriyle, adamın arabası arasında kalmıştım. Dediklerine göre arabada sıkışmışım. Beni oradan çıkarmak için epey kol kuvveti gerekmiş. Bir balta yardımıyla kapıyı kırmışlar.

     Korkunç bir kâbus muydu bu gördüklerim? Bir kadın görüyordum. Sarı saçları beline kadar iniyor, mavi gözlerini bana dikmiş, yalvarıyordu. Ölme diye, Ölüyor muydum yoksa? Daha önce ölmüş müydüm? Anlamadım. Tek duyduğum kadının acı dolu feryatları. Acıyla haykırıyor. Nefesi tükenene kadar. Sonra bir kız sarılıyor belime. Gitme baba, diyor. Aman tanrım bana neden baba diyor? Ama ben onları bırakıyorum, gözyaşlarıyla yalnız başınalar şimdi. Bensiz. Ben ölmüşüm.

     Haykırarak kalktım. Yüzümdeki acıyı hissedebiliyordum. Yanıyor, çok yanıyor… Bir serum bağlamışlardı koluma. Bir de alet vardı oda da uyuz bir ses çıkaran.

     Uyandıktan sonra cam bir odanın içinde olduğumu anlamıştım. Annem ve babam odanın camlarından benim uyandığımı görmüş olsalar gerek doktorlara sevinç gözyaşları içinde bağırıyorlardı.

     Anlamadığım bazı testler yaptılar. Daha sonra dinlemem gerektiğini, ölüm riskinin ise olmadığını söylediler. Bir müddet annem ve babamla konuştum. Neden onlara karşı eski duygularımı beslemiyordum? Bir anne ve bir baba olarak görmüyordum? Şokun etkisi heralde…

     O gecede yoğun bakımda kaldım. Durumum her ne kadar ölümcül olmasa da ciddiydi. Yoğun bakımda kalmamda yarar varmış. Sonra yavaşça uykuya daldım. Zayıf bedenimin buna ihtiyacı vardı.

     Aman tanrım! Bana ne oluyordu. Yine aynı kadın, yine aynı çocuk. Benim için haykırıyorlar. Ölme, diye. Onlara, ben ölmedim yaşıyorum, demek istiyorum. Dilsizim, konuşamıyorum.

     Birkaç hafta içinde taburcu oldum. Evime büyük bir neşeyle getirilmiştim. Ama ben mutlu değilim. Her gece o rüyaları görüyorum. Ama artık ölme diyen rüyalar yok, yerine başka rüyalar var.

     Bu gece de onları gördüm. Kadının ellerini tutmuşum, ona bir şey söylemeye çalışıyorum. Bir evdeyiz. Sonra bir ses duyuyoruz. Sesin geldiği odaya koşuyoruz süratle. Küçük kız bir vazo devirmiş, ağlıyor… Cam parçası ayağına mı batmış yoksa? Çocuğa endişelenirken soluma döndüm. Olamaz aynadaki yüz benim yüzüm değil! Neredeyse kırk beşine merdiven dayamış, yakışıklı bir adamın yüzü o. Masmavi gözleri var kadınınki gibi. Kumral saçlarını yan taramış. Güzel giyimli biri. Ama ben değilim o. Benim yüzüm değil.

     Haykırarak uyanıyorum diğer gecelerim gibi.

***

     Bir gün İstanbul’da eski arkadaşlarımla buluşmaya karar verdim. En güzellerinden bir pantolonu ve en güzel gömleğimi giymiş, tıraşımı olmuş. En güzel kokuları sürünmüştüm.

     Sinemaya gittik hep beraber. Yabancı bir film. İsmini tam olarak hatırlamıyorum.

     Çok ilginç bir şey olmuştu. Ben İngilizce bilmiyordum ama adamların İngilizce konuşmalarını, altyazılara bakmadan anlıyordum. Ana dilim gibi konuşuyordum da. Şaşkınım… Bazen hangi dili konuştuğumu unutuyorum.

     Rüyalarım devam ediyor. Her gece farklı bir şey görmeye başladım, sadece filmin kahramanları aynı. Bu gece ki mutlu sonla biten bir rüyaydı. Ben ve Kadın bir seramoniye katılmışız. Evleniyor muyuz yoksa? Bir sürü misafir var salonda. Bizi izliyorlar. O da ne? Bir kilisede mi evleniyoruz? Ben bir Müslüman zannediyordum kendimi? Kadın çok daha genç gibi diğer rüyalarımdakinden. Çok güzel…

      Geçen gün haberleri izliyorduk ailecek. Mutfağa gidip ekmek alıp geliyordum ki gözüm birden televizyona gitti. Ürperdim. Sanki donmuştum. Korkuyordum da. Aman tanrım bu o! Rüyalarımdaki kadın bu. Yüz şekli hiç değişmemiş. Sadece yaşlı. Evet yaşlı. Haberi okudum hemen. Şok oldum.

     Honoria Elton pankreas kanserinden ölen kocası Harry Elton ile aynı kaderi paylaşıyor. Altmış üç yaşında olan güzel oyuncu için doktorlar neler diyor? Hep birlikte izliyoruz.

     Bu benim. Yani o. Rüyamda, aynada gördüğüm adam işte orada. Ama nasıl? Nasıl? Beynimi zorladım. Neler oluyor? Neler oluyor?

     Sanki beynimi zorlayınca bazı şeyler hatırlamıştım. Ne! Hayır böyle bir şey olamaz. Hayır! O bendim. O adam bendim. O da ben. Hatıralarımızı paylaşıyorduk şimdi. Anılarımızı…

     Televizyona baktım. Çocuğum… Benim çocuğum mı? Benden üç beş yaş daha büyük olan kadın mı benim çocuğumdu? Ama aynı anıları paylaşıyorduk. Onla… Her şey aynı. Korkuyorum…

     Ertesi gün internette araştırmaya yapmaya karar verdim. Bu konuyla ilgili bakmadığım site, dolaşmadığım forum kalmamıştı. En sonunda bir sonuca vardım. Ne kadar kabul edemesem de… Geçirdiğim trafik kazası önceki hayatımı hatırlamama mı neden olmuştu yoksa? İnanamıyorum… İnanmak istemiyorum.

     Yoğun ve stresli düşüncelerin içine dalmıştım. Tek istediğim bu buhranlı dönemden kurtulmaktı. Ama en sonunda doğru olduğundan emin olmadığım bir sonuca vardım. Geçmişini reddeden geleceğini de reddeder. Evet! Kararlıydım. Geçmişimi aydınlatacaktım.

     Ertesi gün internetten Amerika’ya uçak bileti aldım. Neyin peşinde olduğumu bilmesem de oraya gidecektim. Belki sadece zihnimin bana oynadığı oyundur, belki de geçirdiğim şoktan ötürü yaşıyordum bu olayları… Kendimi kandırdım sadece. Oraya gidecektim. Ama neden gittiğimi biliyor muydum?

     Aileme Amerika’da yaşayan bir arkadaşımı ziyaret edeceğimi söyledim. Anlayışla karşıladılar… Kazadan sonra bana aşırı hoşgörüyle davranıyorlardı.

     Uçağım Sabiha Gökçen Hava alanından kalktıktan sonra uzun bir müddet içimdeki benle yalnız kaldım. Kim olduğumu bilemiyordum. İki karakterim mi vardı benim? Yoksa iki bedenim mi? Belki düşüncelerimiz aynıydı Harry ile. Benimle? Kimdim ben?

     Uçağımız New York’a indiğinde daha ne yapmam gerektiğini bile bilmiyordum. Bir yerden başlamalıydım mutlaka. Bir şekilde…

     Honoria Elton’ın yattığı hastaneye gitmenin en doğrusu olduğunu düşündüm. Ama oraya gidip ne yapacaktım? Ne söyleyecektim? Ben senin eski kocanım mı diyecektim. Kadından kırk beş yaş küçük biriydim. Beni deli diye tımarhaneye tıkarlardı.

     En sonunda Presbyterian Hastanesinin önünde taksiden indim. Kadının bu hastanede yattığını öğrenmek pek güç olmadı. Ne de olsa ünlü bir kadındı. Her yerde haberleri yapılan bir kadın. Hastalandığı için gündemden düşmeyen bir kadındı o.

    Hastanenin “Hasta Kabul” bölümüne girdim. Şişman bir kadın bir bilgisayar başında oturmuş, Sosyal paylaşım sitelerinin birinde arkadaşının fotoğrafına yorum yapmakla meşguldü. İnsan işinin sorumluklarını bilmeli öyle değil mi?

     “Affedersiniz Honoria Elton hangi odada kalıyor acaba?” dedim. Kadın uzun bir müddet beni inceledi. En sonunda kart sesiyle sordu:

     “Kimi oluyorsunuz?” Kimi oluyordum? Kimi oluyordum?

     “Yakın bir akrabası.” Dedim. Ama anlaşılan kadın cevabımdan memnun kalmamıştı. Pembe gözlüklerini  aşağı indirip bana üstten, kızgın bir bakış attı. Daha sonra en sinirli sesini kullanmaya çalışarak:

     “İsminiz?” Benim ismim neydi? Türk biri olduğumu söyleyip de Honoria Elton’ın akrabası olduğum konusunda ısrar etmem, Brad Pitt olduğumu söylememden daha az inandırıcıydı. Kadının masasında duran hasta kabul kağıtlarına bakıp ilk gördüğüm ismi söyledim.

     “Edward Lington. Benim ismim.” O da kim? Seni pis yalancı. Foyan ortaya çıkacak.

     Kadın bir yere telefon etti. Telefonda aldığı cevap kaşlarını çatmasına ve benim pis bir yalancı olduğumu ortaya çıkarmanın vermiş olduğu mutlukla pis bir ağız hareketi yapmasına neden olmuştu.

     Koştum. Koştum… Tek duyduğum ses kadının güvenlik görevlilerine seslenme sesiydi. Hemen kaçmalıydım oradan. Hemen…

     Ertesi gün bir süre aptallığıma sitem ettim. Ben tam bir aptaldım. Koca bir aptal…

     Ne yapacağımı bilemez bir durumdaydım. Kendimi avutmak, bu çılgınca, gençliğin vermiş olduğu heyecana kapılıp yapmış olduğum bu hatayı sonlandırmak amacıyla her şeyin benim kafamda uydurduğum saçma sapan bir hikâye olduğunu düşünmeye başlamıştım. Geri dönecektim. Hem İstanbul’a geri dönecek, hem de eski hayatıma dönecektim. Bu mümkün müydü?

     Uykusuz, otel odalarında geçen gecelerden sonra, reankarnasyon hakkında daha çok şey bilmenin kafamda oluşan sorulara cevap olabileceğini düşünmeye başlamıştım.

     New York sokaklarından birinde, güzel bir kitapçı buldum. İçeri girdim. İçerisi son derece loştu. Kapının hemen yanında bir masa vardı. Dükkânın sahibi olduğunu düşündüğüm bir kadın hem bu masanın üstünde kasa işlemlerini hallediyor hem de kitap okuyordu. Yaşlı, ağarmış saçlı, yaşlı insanlara özgü hafif tombul bir insan…

     “Buyurun ne aramıştınız? Ben Estelle. En az benim kadar yaşlı olan bu kitap evinin sahibiyim.” Dedi kadın. Mutlu bir şekilde bana gülümsüyordu. Ne aradığımı Estelle’e söyleyip söylememek arasında bir ikilemde kaldıktan sonra kadına sordum.

     “Reankarnasyon ile ilgili kitaplar arıyorum. Acaba bana yardımcı olabilecek misiniz?” Kadın soruma cevap vermeden önce uzun bir süre beni inceledi. O gözlerini bana dikmişken gülmemek için zor tuttum kendimi. En sonunda Estelle:

     “Ne zamandır o rüyaları görüyorsun?”dedi. Afalladım. Ne demek oluyordu bu? Rüyalarımı kimseyle paylaşmamıştım. O rüyaları gördüğümü nereden biliyordu? Daha cevap vermeme fırsat vermeden konuşmaya devam etti.

     “Reankarnasyon, önceki hayatında yeterli şeyler yapmamış olan insanların dünyaya geri dönüp, vadelerini doldurmalarıdır. Kısaca dünyada yarım kalan işlerini bitirmeleridir. Dünyada yarım kalan işleri bittiğinde öleceklerdir.”  Ne demek istiyordu? Bu kadar çok şeyi nereden bilebilirdi ki? Yoksa o da mı benim gibiydi. Geçmişini hatırlıyor muydu?

     “Siz..” Cümlemi bitiremeden araya girdi:

     “Yo, hayır. Geçmişimi hatırlamıyorum. Ama bu olaylar hakkında yıllarca araştırma yaptım. Eskiden Yale Üniversitesi, Fizik bölümünde çalışıyordum ama metafiziğe olan merakım işimden olmama neden oldu.” Kadın eski günleri hatırlamış ve bundan da son derece rahatsız olmuştu. Konuyu değiştirmem gerektiğini anlamıştım.

     “Sizce ne yapmalıyım?”dedim.  Bana çocuğuna bakan şefkatli bir annenin bakışlarıyla bakıyordu. O kadar sevecendi ki…

     “Onları bulmaya geldin değil mi buraya ? Yani demek istediğim önceki aileni…” dedi.

     “Evet, onları bulmak için geldim buralara. Ama kadın yani eski karım benden kırk beş yaş büyük bir kadın ve şu an Presbyterian Hastanesinde yatıyor. Kanser… Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Karıma ulaşamadım. Hastane görevlileri bir daha oraya gidersem beni tutuklayacaklardır. Çocuğumu bulmaya çalışabilirim eminim ki annesini hastanenin kantininde veya başka bir katında dört gözle bekliyordur. Ama onları bulsam da ne söyleyebilirim ki? Ben sizin babanızım. Sizden dört, beş yaş küçük babanız… Yapma bu çok saçma olur.”dedim.

     “Belki de bulman gereken neden dünyaya reankarnasyonla geri döndüğündür. Belki de yapman gereken bu dünyadaki işini tamamlamaktır.” Dedi Estelle. Belki haklıydı. Belki de yapmam gereken neden bu dünyaya geri döndüğümü bulmaktır. Ama nasıl?

     Estelle’e milyonlarca defa teşekkür edip kitapçıdan ayrıldım. Bir kitaptan öğrenebileceğim pek çok bilgiden daha çok şey öğrenmiştim. Benim karşıma öyle bir kadının çıkması tuhaftı evet. Belki de birileri bir an önce dünyadaki yarım kalmış işimi halletmemi bekliyordur.

     İnternette kendimle ilgili bir sürü araştırma yaptım. Belki hatırlayamadığım bir anım vardır diye… Resimlerime baktıkça daha çok anı gözlerimin önüne geliyordu. Biraz flu olsa da anılarım, delirmediğimden emindim hepsini tek tek yaşamıştım.

     Harry Elton’ın ölmeden önce yaptıkları ve yapacaklarına baktım ama beni ikna edecek evet işte bu dünyadaki son görevim bu diyebileceğim, işe yarar bir şey bulamadım. Umudum her geçen gün tükeniyordu.

     Presbyterian Hastanesinin önünden tekrar geçmeye karar verdim. Hastanenin önündeki banklardan birine oturmuş, hastaneyi seyrederken birden bir kadın gördüm. Mesafe çok uzak olduğundan kadının yüzünü çıkaramıyordum. Ama banktan kalkıp ona doğru yürüyüp, kadına yakınlaştıkça kim olduğunu çıkardım: Laura’ydı o. Kızımın adını bilmek beni pek şaşırtmamıştı ne de olsa İstanbul’dan Amerika’ya gelmiş ve tek bir İngilizce kelime bilmezken, Ana dilim gibi İngilizce konuşmaya başlamıştım.

     Kızım yanımdan geçerken onun annesine çok benzeyen yüzüne baktım. Burnunu ve gözlerini Harry’den yani benden almıştı ama yüz hatları annesinin tıpatıp aynısıydı. Daha çok anı, daha çok anı… Anladığım kadarıyla resimler ve fotoğraflar geçmiş yaşamımı hatırlamamı kolaylaştırıyordu.

     Hiç aklımda yokken birden bire kızımı takip etmek geçti aklımdan. Neden bunu yapıyordum? Sonucunun neye varacağını bilmeden kızımı takip ettim. Hastaneden epey bir uzaklaşmıştık ki dar sokaklardan birine girdi. Son bir kararsızlıktan sonra ben de sokağın insanı bayıltan boğucu havasına daldım. Laura birden arkasını döndü. Şanslıydım ki sokakta adım başı çöp bidonları vardı. Rahatlıkla birinin arkasına saklandım.

     Laura takip edilmediğini anladıktan sonra izbe köşelerden birinde kalmış bir garaja girdi ve garajın kapısı ardından kapanmaya başladı. Eğer onu sonuna kadar takip edeceksem hemen hareket etmeliydim. Aksi halde onu kaybedebilirdim.

     Kıl payı garajın kapanan kapılarının arasından içeri girdim. Bu da ne? Burası bir garaj değildi. Burası devasa bir depoydu. Yüksekliği neredeyse bir apartman boyunda devasa bir depo.

     Laura’nın nereye gittiğini anlamaya çalışıyordum. Daha sonra birtakım sesler duydum. O yöne doğru koştum. Deponun bir köşesine sindikten sonra Laura ile karşısında duran adamın konuşmasına kulak kabarttım.

     “Ailenizin hastane masraflarını karşılayamayacak olması pek garip Laura. Ne de olsa ünlü bir aileniz var ama anlaşılan Harry öldükten sonra annen bütün paraları erkeklerle yatıp kalkarken bitirmiş. Yoksa yanılıyor muyum?” dedi kısa boylu, bira göbekli, kel adam.

     “Annem hakkında tek kelime daha edersen seni doğduğuna pişman ederim. Arnold. Buraya geldim. Çünkü aldığım borç parayı bir müddet daha ödeyemeyeceğim.” dedi Laura.

     Şaşırmıştım. Ünlü insanların yaşlanınca beş parasının kalmadığını duymuştum ama bunun ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu bilmiyordum. Şimdi ise her şey gayet netti. Kızım bir tefeciye annesi için aldığı borç parayı veremeyeceğini söylüyordu. Pek garip…

     “İlla para ile ödeme yapmana gerek yok tatlım. Başka şekilde de ödeyebilirsin borçlarını.” Adam birden kızımın kolunu tuttu. Laura acı içinde bir çığlık attı. Bu adam ne yapmaya çalışıyordu?

     “Bırak beni diyorum. Bırak!” diye bağırmaya devam etti. Adam ise bütün gücüyle Laura’nın bileğini bükmüş ve onu yere düşürmüştü. Laura bir yandan tepiniyor bir yandan da adamın kolunu tutan elini ısırmaya çalışıyordu. Bu kadarı fazlaydı. Hemen öne atıldım.

     “Bırak onu seni adi sürtük.” Dedim. Adam gördüğü karşısında epey şaşırmıştı ama şaşkınlığı geçtikten sonra Laura’yı yerde bırakıp üstüme atladı. Yumruklarımız birbirimize çarpıyor, yerde yuvarlanıyorduk. Korkunç bir durumdaydım. Yüzüme yediğim yumruklar burnumun kanamasına ve dudaklarımın patlamasına neden olmuştu. Adam bir hamleyle benim üstüme çıktı. Göğsüme oturmuş, beni yumrukluyordu. Yapabileceğim bir şey yok muydu? Hareket edemiyordum.

     Yüzüm kan içinde kalmış, kendimden geçmiştim. Hatırladığım tek şey üzerimde oluşan baskının daha da arttığıydı.

***

      Gözlerimi açtığımda hastanenin beyaz duvarıyla karşılaştım. Bu ilk olmuyordu. Hastanede uyanma işini pek yadırgamıyordum artık. Yanımdaki masaya güzel bir demet papatya konulmuştu. Sonra kapı açılıp içeri biri girdi. Göz kapaklarımı tamamen açamadığımdan gelenin kim olduğunu anlamam biraz zaman aldı. Gelen yabancı değildi. Laura…

     “Kimsiniz? Neden beni kurtardınız? Sizin sayenizde Arnold tutuklandı.” Dedi. Kim olduğumun ne önemi vardı ki…

     “Ben kim miyim? Yarım kalan bir işi halletmek için buralara gelmiş bir yolcuyum. Tıpkı Faruk Nafiz’in söylediği gibi:
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben

     Bu sözleri söyledikten sonra Laura’nın yüz ifadesi değişti. Sözleri anlamasına imkân yoktu. Türkçe söylemiştim sözleri. Ama o anlamıştı, şaşkınlığı geçtikten sonra hıçkırarak ağlamaya başladı bir süre sonra hem ağlıyor hem de konuşmaya çalışıyordu.

     “Babam Türk edebiyatına pek meraklıydı. Bu şiir onun en sevdiği şiir. Hep kendinden bir parça bulduğunu söylerdi bu şiirde. Küçükken bana pek çok kez bu şiiri okumuştur.” Dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Ağladım, soluksuz bir şekilde ağladım…

     Birkaç güne kalmadı taburcu oldum. İlk işim bankaya gidip. Para çekmek ve Honoria’nın hastane borçlarını ödemek oldu.

     Honoria şimdi daha iyiydi. Sık sık rehabilitasyona gitmesi dışında onu rahatsız eden bir şey kalmamıştı.

     Günlerden bir gün beni evlerine davet ettiler. Hastane borçlarının hepsini kapatan gizemli yabancıyı bulmak onlar için pek zor olmamıştı.

     Güzelce yedik, içtik. Soframızda kahkahalar eksik olmuyordu. Yine uzun bir kahkahanın ardından Honoria sordu:

     “Sizi tanrı göndermiş olsa gerek. Siz olmasaydınız ben ve kızım harap olurduk.”dedi. İşte o zaman anlamıştım ki dünyadaki yarım kalan işim bitmişti. Tanrı beni buraya yarım kalan işimi yapmam için, ailemi son bir defa korumam için gönderdi. Belki de artık çoktan gitmem gereken yere gitme vaktim gelmişti…

     Ertesi gün Elton ailesi ile vedalaştım. Onlara Türkiye’nin güzelliklerinden bahsetmiştim. Kocasının çok sevdiği bir ülkede son nefesini vermeyi kafasına koymuştu Honoria. Türkiye’ye taşınacaktı. Her ne kadar ben orada olmasam da…

     New York’ta yapacağım son bir iş kalmıştı. Kitapçı Estelle’i tekrar görmek istiyordum ama kitapçının olduğu sokağa gittiğimde bir şok geçirdim. Kitapçının olduğu dükkânın yerinde bir araba tamircisi vardı. İçeri girip burada eskiden bir kitapçı olduğunu söylediğimde bana yıllardır bu dükkânın bir araba tamircisi olduğunu söylediler.

     Yüzümde hafif bir gülümsemeyle gözlerimi kapadım. İşte vakit gelmişti. Tanrı’nın elini hissedebiliyordum. Bu dünyadaki miadım dolmuştu. Gidiyordum. Göğe yükseliyordum…

                                                                              SON

     


12
Kurgu İskelesi / Genç Büyücünün Zamanı
« : 15 Şubat 2011, 21:28:40 »
GENÇ BÜYÜCÜNÜN ZAMANI
Bölüm 1- Konsey Kararı

      Koyu, sisli bir gecede, nerede olduğu bilinmeyen uzak topraklarda, insan elinin değmediği bir orman o gece yüzyıllardır gerçekleşmemiş bir olaya tanık olacaktı: Büyük Büyücüler Konseyi. Dünya’da var olan eşsiz güzellikteki canlıları temsilen toplanacak meclis… En kadim büyücüler ve de en güçlüler katılacaktı bu toplantıya. Peki ya neden yüzyıllardan beri ilk kez Konsey bir toplantı düzenlemişti?

     Yüce rahiplerin parşömenlerine göre Büyük Büyücüler Konseyi en son bir mart ayında Karanlık büyüler yapan bir büyücünün infazını gerçekleştirebilmek için toplamıştı. Karanlık ve bir o kadar da korkunç büyücü kadın Ethelda’yı ancak konsey toplanırsa yenebilirlerdi. Aksi hâlde hiçbir güç kara büyücüyü yenemezdi. O kadar güçlenmişti ki… Konseyi bile ele geçirmeye çalışmıştı. Türlü türlü akıl oyunları, efsunlar, kara büyülerle Konseyin üyelerini birbirine düşürmeye çalışmış bu taht kavgasından yararlanarak da o zamanlardan bu zamanlara kadar hâlâ konseye başkanlık eden Ealdor’un tahtını ele geçirmeye çalışmıştı. Ama konseyin gücüne dayanamadı bir süre sonra yakalandı ve en güçlü büyülerle öldürülüp, ruhu kara büyüyle canlanmasın diye en güçlü tılsımlarla mühürlendi.
   
     İşte bu toplantıdan tam tamına iki yüz on dört yıl sonra konsey toplantı kararı almıştı. Her zamanki gibi insanların girmeye cesaret edemediği Büyülü Orman bu toplantıya ev sahipliği yapacaktı. Orman tüm haşmetiyle sonsuzluğa uzanırken konseyin son üyesi de ormanın kalbinde ki büyük vadide yerini aldı. Vadinin ortasına epey uzun, dikdörtgen, taştan bir masa yerleştirilmişti. Ve etrafına da on iki büyük taştan sandalye… Son üye de Konsey başkanı Ealdor’un karşısındaki masaya yerleşti. Ealdor tüm heybetiyle ayağa kalktı. Görünüşte epey güçlü bir adamdı. Kızıl sakalı kasıklarına kadar iniyordu. Ve yeşil gözleri gecede parlıyordu. Koyu kahve pelerinini omuzlarından aşağı atarak konuşmaya başladı.
   
     “Büyük Büyücüler Konseyi’nin kadim üyeleri, sizleri selamlıyorum.”  Ealdor büyücülere özgü bir şekilde göğsünde bir yıldız çizdi. Diğer on bir üyede ayağa kalkarak aynı selamlamayı yaptılar ve yerlerine oturdular. Selamlaşma merasimi bittikten sonra Ealdor konuşmasını sürdürdü:
   
    “Burada toplandık çünkü bir karar verilmeli.” Eliyle bir şeye işaret etti ve o anda diğer üyelerin de dikkatini çekmiş ama sormaya cesaret edemedikleri taş masadaki sepetin üzerindeki örtü açıldı. İçinde minicik bir erkek çocuk vardı. Ealdor’unkilere çok benzeyen yeşil gözleri vardı. Normal bir bebeğin olamayacağı kadar sessizdi sadece inceliyordu. İnceliyor ve inceliyor… “Şu ana kadar hiç karşılaşmadığımız bir olay meydana geldi dostlarım. Bu bebek iki tane ölümlü insanın evliliğinden dünyaya gelmiş bir büyücüdür.” Bunu söylemesiyle üyelerden şaşkınlıkla karışık öfke sesleri yükselmeye başladı.
   
     “Tamamen lanetli bir çocuğa bugün burada tanık oluyoruz. İki ölümlüden bir büyücü şu ana kadar hiç dünyaya gelmedi. Yüce rahipler bu durumu tanrıları çok kızdırdığımızı ve bunun sonucunda bizi bu çocukla cezalandıracaklarını söylüyor. Kara bir ruhtur bu hem de çok kara.” Herkes yine öfke dolu haykırışlarına başlarken Ealdor’un karşısında oturan ve en son gelen üye söz istedi.
   
      “Evet, Perys?” Perys, Ealdor’a göre yaşlı ve kısa bir adamdı. Ak sakalı ise Ealdor’un kinden daha kısaydı.
   
     “Bu çocuğun hiçbir şeyden haberi yok Ealdor yapma. Masum minik bir büyücü o. Büyü yapmayı bile bilmiyor. Hem büyücü dostlarımızı desteklememizi, insanların ve kara büyücülerin gazaplarından korumamızı sen bize söylemiştin.” Dedi Perys adlı adam.
   
     “O kötü. Onda kötülük var ve öldürülmeli.” Ealdor sinirlenmeye başlamıştı.
   
     “Ben masum bir bebekte hiçbir kötülük göremiyorum. Kendini kandırma Ealdor.”
   
     “Ne cüretle bana karşı çıkarsın, haddini bil yoksa bu gece hiç görmediğin şeylerle karşılaşırsın” Ealdor bir elini yumruk yaptı ve taştan masaya vurdu. Masanın adamın buruşmuş elini kırması beklenirken taş masa çatlamaya başladı.
   
     “Beni tehdit mi ediyorsun? O hâlde bu olayı demokratik bir şekilde çözmemizde yarar var. Bakın çocuğun gözlerine bakın onda bir kötülük görüyor musunuz? Kara büyüyü hiç görmemiş bir çocukla karşı karşıyayız. Küçük ve zararsız. Sadece bizlerden biri. Ne olduğunun önemi var mı? Kardeşlerimiz yakılırken böyle haykırmadık mı? Biz karanlığın değil aydınlığın hizmetkârıyız demedik mi?”
   
     O sırada Ealdor’un sağında oturan kısa siyah sakallı, kısa saçlı, siyah bir kürk giymiş olan adam gülmeye başladı.
   
     “Yaşlanmışsın sen Perys. Duyguların işlerimizden ağır basmaya başlamış.” Dedi adam.
   
     “Senin bu kadar duygusuz konuşmana şaşmamalı nasıl olsa eski bir kara büyücüsün.” Perys gayet sakindi ama kürklü adamın yüzü kıpkırmızı olmuştu.
   
     “Seni adi pis…” daha lafını bitirmeden Ealdor’un kuvvetli sesi duyuldu.
   
     “Yeter! Aradrian. Oylama yapılsın. Bu çocuk öldürülmeli diyenler?” Taş masadaki on el kalktı. Aradrian’ın suratında pis bir sırıtma belirmişti. Yüz ifadesi değişmeyen Ealdor devam etti.
   
     “Yaşasın diyenler?” Sadece Perys’in ve genç ,şişmanca olan bir kadının eli kalktı.
   
     “Teşekkürler Sira” dedi Perys. Sira nazik bir kafa hareketi yaptı.
   
     “Karar verildi çocuk ölecek” Ealdor otoritesini sağlamaya çalışıyorcasına sert konuşuyordu. Ama Perys bu sonuca memnun kalmamıştı. Bu çocukla arasında sanki gözle görülmeyen bir bağ oluşmuştu. Çocuğu seviyor muydu yoksa?
   
     “Buna hayatım pahasına izin vermeyeceğim” dedi. Ealdor şimdi şaşırmıştı. Perys’in konsey kararına uyacağını düşünüyordu ama yaptığı bu itaatkârsızlık onu şaşırtmış ve öfkelendirmişti. Elini tekrar masaya vurdu. Bu sefer masa ortadan ikiye ayrılıp parçalandı. Ealdor bir şeyler mırıldanmaya başlamıştı. Uzun parmaklarını hemen karşısına doğrulttu. Küçük bir ışıltı parmaklarını aydınlattı. Daha sonra ışık büyüdü, büyüdü…
     
     En sonunda büyük bir yılanın şekline büründü hızla Perys’e doğru geliyordu. Perys ise boş durmayacaktı. Ortada sadece kendi canı yoktu bir bebeğin canı da onun ellerindeydi. Yılan ona ulaşmadan kollarını iki yana açtı. Büyük bir patlama oldu. Yılan patlamıştı. Ama Ealdor güçlü bir büyücüydü. Yere düşen ışık huzmeleri birleşmeye başladı. Bu sefer belirsiz bir şekildi ortaya çıktı. Belki bir şimşek belki bir mızrak olmuştu. Ealdor’un küçük bir hareketiyle şekil, kızıl sakallı adamın parmak uçlarında toplanmaya başladı. Ani bir hareketle parmak uçlarından bir şimşek fırladı. Perys’in yaptığı ise bir saldırı büyüsü değil, kara bir kalkandı. İstese Karanlık alevi yaratabilirdi. Her zaman saklamıştı karanlık alevi yarattığını. Ama ne var ki bir kara büyü yaptığını bilmek diğer büyücüleri sevindirmeyecekti. Onun yerine seçti savunma büyüsü olan kalkan sayesinde şimşek gökyüzüne püskürtüldü.
   
      O da neydi? Ealdor’un yanında şimdi iki kişi daha duruyordu.  Aradrian ve kardeşi Arathel. Perys onlara karşı koyamazdı, kaçabilirdi ama bebek vardı. Bebeğe ulaşamadan büyü ona isabet etmiş olurdu. Bebeği bırakıp canını kurtarma arasında kaldıktan sonra davasının bebeği kurtarmak olduğunu anladı ve karanlık kalkanı tekrar yarattı karşı koyamayacağını bilse de. Gözlerini kapadı ve ölümünü bekledi tam o sırada bir ses duydu:
     
     “Bebeği al ve kaç.” Gözlerini açtığında Şişman ve kıvırcık saçlı Sira’nın önünde kendi kalkanını yarattığını gördü. Büyük bir azimle dayanmaya çalışıyordu. Perys kadının alnından akan terleri göre- biliyordu. Bebeği almaya hamle yapacakken kadının gözleriyle karşılaştı yüzü acı çekse de gözleri gülümsüyordu. Tekrar ağzını açtı:
   
      “Kaç.” Perys bir büyü mırıldandı bebeğin sepeti masadan fırlayarak eline geldi daha sonra gücünün yettiği son büyüyü de yaptı bebekle beraber bir hortum gibi dönüyorlardı. Uzak bir yere ışınlanmadan önce tek duyduğu Ealdor’un hiddetli sesiydi.
   
     “Bir gün çocuk bulunacak bunu sakın unutma yaşlı büyücü”
                                                     
                                                         DEVAM EDECEK


Sayfa: [1]