Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - bingbung

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Kısa Düşler Mitolojisi-Aegeus 1.Bölüm
« : 27 Nisan 2012, 13:32:09 »
Kısa Düşler Mitolojisi
Aegeus
Yazan : Buğra Batuhan Berah
 Kaçınılmaz olarak kaldırdı başını yaratılan.  Sefil hali gözüne batmaya başladıkça, minnetleri zayıfladı.

Yazılan her denizin, Aquilo adında bir rüzgarın rengine çalardı bu kıyılarda nefesini. İnsan yaratıldığı andan beri dikti ellerinde edindiği kaderini, tam kıyının dalga alan ucuna. Her aşındırdığı ahşap ve çamura bulandı teni. Teri kızıl, siyah bir ruhun en kusursuz karın tokluğu yeminiydi. Geceleri edindikleri deniz üstü çabaların, altından gelen hediyeler ile seyrettiler, göğün üzerinde var saydıkları tanrıların yıldız kokan ruhlarını. Arien eşliğinde gülerken yüzleri, güneşi kabul edecek için sabırsız bir uyku ile seviştiler. Lirik bir müzisyen kimsenin, bedeni çalan ulu orta çıplaklığına kabul edildiler. Vakti gelmiş bir yıldız, betimlediği tanrı figürünün saçlarından sallanırken üzerlerine doğru. Doğurduğu bir yarı tanrının piç suretinde saklandığı sıradanlık izi. Göze batmaya çalışmadan yaşaması kadar zordu, uykularını bölen kandan sırılsıklam düşlerin uzağında yumması sözlerini. Soluksuz bir şarabın içerisine sakladığı yudumlarının tatlı tuzlu doğrusu, edilen minnetler kılardı babasının ölümsüz duruşunu.

Strobilos adıydı kentin. Her gece sesler yükselirken köşelerinden, ayak bilekleri zarif kadınlar çıka gelirdi sessizlikten. Erkeklerin alıkoyamadığı halleri ile içlerini yakıp geçen. Fedor sayılırdı bir kadın, ilahi hediyenin ayaklanmış yapısı. Strobilos o kusursuz sahile sahip kent, gecesi ateşlerin aydınlığı. Başka seçenekleri olmamıştı adamlarının bu kentin. Deniz onların tek çareleriydi, devam ettirmek için nefeslerini. Üstelik çok bilindik bir tanrıları vardı, ev sahipliği eden. Deniz ırkının tek aşina saygınlığı, her tutulan balık sonrası adı yükselirken. Çatalının ucunda fırtına ve kusursuz mevsimleri suyun arasına gömen, tanrı olmayı fazlasıyla beceren.  Kentin yüzeyden yüksek kısmı, deniz kabuğu havasında dikenli ve korunaklıydı. Bu korunak her iki yandan gelecek tüm tehlikeleri, Poseidon çatalının kudretinde savuracaktı.

Ta ki Lelegler bu korunaklı kentin zayıf bir noktasını bulana kadar. Bir tanrı hiç bu kadar çaresiz kalmamıştı…

Devam Edecek

2
Kurgu İskelesi / Masalcı
« : 08 Aralık 2011, 19:52:01 »
Masalcı
Yazan: Buğra Batuhan Berah

Her masalcının, penceresinden içeri süzülen bir masalı vardı. Rüzgarın eşlik ettiği düşlerin mevsiminde, bir gecenin uyku öncesi en güzel zamanıydı. Öyle ki, onun anlattığı her rüyaya teslim anları, akılları baştan alan bir istirahatin başlangıcıydı. Taş bir evin sonsuz odası, dinleyicilerine ikram ettiği öykülerin, karanlık kandırıcısı. Ardını göstermediği, yarattığı diyarların yarısına kadar beyaz bir ateşi önlerine serdiği, kulak verenlerin hiç uyanamayacakları sonsuz acısı. Kaç çocuk gözleri üzerinde dönen o melodiye dikip dalmak istemezdi ki, anlamsız eyleme. Ve sonrası önemliydi, düşlerin içinde yaratılan sihirle. Biçimsiz damların üzerinde gezen, karanlık masalcının sunacağı kör kumaşın şeker kokulu siyahı. Uyumak istemeyen çocukların kokusunu alacak kadar ufak bir burnun, ürkütücü ustalığı. Ve masalcının siyah ceketinin koynunda sakladığı, iştah kabartan aşçılığının bir bardak süte değer karın tokluğu.  Zamanın tınıları bir çocuk için uykuyu getirecek kadarken, uykuya rastlamayı kabul etmeyen mızmızların avında bir gece. Üstelik bahsi geçen gecenin üzerinde bir gölge. Bahçeye düşemeyecek kadar iki ayağının üzerinde, ince bileklerin kıvrak halinde. Kendi yatakhanesine toplayacağı nefeslerin peşinde, ayrıldı o güneşsizliğin ülkesinde. Önce bir rüzgara kaptırdı kendini, rüzgar tanısa bile onun heveslerini, lisanından etkilenecek kadar dinlemişti sözlerini. Sözlerini seçerken, tek sonradan rengi değişmeyen mürekkep onunkiydi, fısıldadığı rüyaların içinde. Anlatacağı tüm korku seslerinin siyah beyazı düşerken sokağın içinden, bir ara rüzgarın dilini kesen masalcının enine çizgili çorap izleri.
Ve başından sonuna dudağında bir ıslık eşlik etti, dans ede ede dolaştığı damların ucunda ki yoluna. Yolu daha uykuya yeni dalan çocukların uğuruna, sakladığı tüm düşler vardı ovuşturduğu avuçlarında. İnce boynunu çevire çevire, asa asa kulağını aksak bir jazz’ın akıcı ritmiydi, konserve kutularının kedi koşturmacalarında. Sanki tüm çocukların, uykusuna misafirperver masumluğuyla.  İlerledikçe altından geçen huzurlu düşlerin sesleri kulağını tırmalarken, o kendi ıslığını yükseltti. Her uyku huzurlu olmamalıydı, mutlaka geceyi sevmeyen birkaç çocuk yakalayacaktı. Islığı dönerken şarkılara, sabırsızlanıyordu ağırdan.  Bir ara tökezlermiş gibi yaptı onu seyreden siyah bir kedinin karşısında, üstelik ensesinden yakaladığında, gıgını çıkaramadan çekti aldı ‘ miyav ‘ sesini ince koleksiyonuna. Koleksiyonunu ince uçlu şişelerde muhafaza eden, bir hobisi vardı çirkinlerden aldığı tutamlardan. Sıradan basamaklar, biri öyle biri böyle. Kimi gelen sesler kulağına fazla yaşlı, kimisi uykusunun tadına iç çekişleriyle bakan yorgunluğun yanı. Umudunu yitirmeyen masalcı sonunda dura kaldı, tek ayağı havada. Ardına aldığı ışık çekilirken bulutların ardından, sivri çenesinin ifrit yansıması düştü karanlık sırıtmasına. Ve yavaş yavaş sağ eli ile kalçasından destek, diğer ayağının yanına getirdi eşini. Gövdesini gururla dikerek. Bir anda sanki konservelerin üzerine bastı bu hamlesi. Tüm tıngırtılar kesiliverdi.  Bir lokma bükülmeyen gövdesi rüzgarın doğru zamanını sezmiş olacak ki, birden bıraktı birkaç yaprağın cemresinde, kendini o çatının altında ki pencerenin içine.
Yatağında olması gereken bir çift ufak gözün, üstelik kapalı olmadığının farkında olan masalcının, tuşe öncesi yanıydı, kendisi içinse bir şahın sessiz matı. Fakat bir terslik vardı, uykudan kaçan adımların sesi, odanın boşluğunda göze batmaktaydı…
( Devam Edecek )

3
Kurgu İskelesi / Chevalier
« : 01 Nisan 2011, 14:41:08 »
Chevalier

Yazan : Buğra Batuhan Berah

 Karanlığı sevmiş gibiydi lacivert, özenle betimlemiş tanrı siyahı tualinde o gece...
Yatağının başına tırnaklarını geçirmiş bir kadın, sanki içindeki nefesi unutmuş gibi, ihanet etmemeye çalışıyor dişiliğine.Ve her gök gürültüsünde biraz daha yükseltiyor sesini. Odanın ahşabı emerken kaçan beyazı gökten, boynundan ve duaklarından süzülen bir kaç ter damlası veriyor ibadetin tuzunu denize. Kızmış olsalar gerek, kadının şevhet süzülecekse saçlarından, bu cennetten kovulmaya sebep tanrının tahtına ses olanların enterdi hükümlerinde. Rüzgar durdu, dışardan eve süzülerken bir göz, fazla yüksekten binmiş olsa gerek medcezirin üzerine Hermes. Çok fazla olsa gerek ki Halikarnas'a kadar dayanmıştı. Zefiriyum'da nasıl karşılanırdı Hermes ve Heksapolis nasıl ağzına adını alırdı bilir. Kahinlerin bacaklarından bileklerine kadar süzülen melodinin ıslak ve doğurgan havası, önceden seslendirmişti parlak metali üzerinde taşıyan ırkın gelecekteki adaşlığını...

 Gece hala güneşe izin vermiyordu, kasıklarında kadına ateşi yaşatan ruh, bedenini kendi elleriyle yaratır gibiydi acıyı bilmeden. Son bir nefesmiş, derinliğe sonkez ineceği halde, merhametini saklamadan ciğerlerine, gök yüzü sesini kesti. O kadar sessizdi ki, ahşabın emdiği beyaz fazlası ile göze batıyordu. O kadar boşalan tere ve yağmura rağmen çatlamış ve kurumuş dudakların altında ufak bir huzur belirdi. Hermes kıyıya vurmuş, ruh bedenini dikmeyi bitirerek sırtına geçirmiş, ve kahinlerin iştahı kapanmıştı. Hem parmaklarından süzülen kan kurumasada, orta parmağın üzerinde dolaşacak kadar kadife bir zevk ile kamaşıyordu avuçlarında, neye ev sahipliği ettiğini bilmeden. Boreas çok mu küstah ve Oinone hiç toprağı sevmez mi? Ki hükümleri ne yazık ki hatıra alınmayacak...
Bastırmak için çığlık ve hıçkırıkları, salarlar üzerine yaşlarını. Oinone Salmakis içinde dokunurken kendi tenine, baştan çıkarır gözü duruluğuna takılanı ve sanma bu toprakların halkı kıyıdan alsada kendi aşlarını, deryada atamazlar hiç ıslanmadan adım. Oinone çok nefesi çaldı Salmakis dibine. Öyle ki Hermafrodit'i yarattılar tanrılar. Salmakis yalvarmıştı tek vücut olabilmek adına onlara. Sessizdi hala, ince ve istikrarlı bir bebek sesinin bozabileceği kadar. Bozdu, yalnız değildi, farkedilemeyecek kadar odanın köşesine saklanmıştı kocası, herşey durulduktan sonra kendini toplayabilmiş ve bebeğin hıçkırıkları ile ayağa kalkabilmişti. Kucağına aldı, sanki bütün gece dışarda kalmış gibiydi, kendi elleriyle diktiği bedeni, babasının üzerine bırakmıştı sanki Boreas'ın evinden çaldıklarını. Uzaktı bu topraklara fakat bir okadarda yakın. O yüzden bilirlerdi rüzgarı soğutanın varlığını. Ürkmüştü, işin en başından bir şeyler ters gidiyordu. Tanrılar kızmış, engel olmak istemişti oğlunun doğumuna, saatlerce yalvartmışlardı onu saklandığı köşenin ucundan. Ve şimdi kucağında o fıtınanın yol vermeyen sularının sesine rağmen, sanki üzerine çektiği bedeni Temmuz'dan bir lokma sıyrık ile yamalamış oğlu, annesinin sıcaklığı ile geldiği yoldan yorgun düşmüş ki, derin ve emin soluklarla istirahate çekildi. Niomos öyle kendi başına bir adam olmasının yanı sıra, çokta bir başınaydı aslında. O kadar ki, dağları vardır ve tepeleri yaşam sürdüğü topraklarda, onların üzerinde bitmiş olan zeytin ağaçları bile daha soyludur kalabalık olduklarından. Niomos' un işide işte o kalabalıklığın arasından geçerek faydalanmak Ceres' in bıraktığı kırıntılarla. Bilir Ceres toprağın vereceği niğmetleri ve ona göre dilediklerine yol gösterir, sanki bir kıyıda oturmuşta, ufak buğday sertlikleri atar gökte kanatları olanlara. Ticareti sayılıları yapar, öyleki birazda severler malı mülkü. Hani sahip olduklarını ellerinden zor alırsın, hakkın bile olsa. Ve kolay değildir bir şehiri kurmak, sonradan gelenler ile o şehri paylaşmak. Şansları vardı ki, baskısız bir yönetim anlayışına sahip halk, ticaretin yanı sıra bilime yönlenebildi. Fakat hepsi değildi bu İyon anlayışına sahip. Unutmamak lazım ki, memnun etmez şehri paylaşmak isteyen başka biri. Varki söylenir halk arasında, tanrılar iz çekermiş diledikleri farklılıklara. Bu farkları yaratanlar ne kadar erdem ve baskısız olsada, çeşitlerine sahip oldukları endişe ve kaygıları ile yaratmıştır, sahte tanrı kurallarını. Nasıl titremedi dizleri, o adaklarını geciktirmedikleri sunakları mahrum bırakmazken kırmızıdan. Ne cürret ettilerde bazıları hem sunaklara yatırdılar, hemde metalin ardından yalan fısıldadılar. Bir vakit gelecek isimleri sınanack, Halikarnas' a sorulacak Panionion' da. Bahsedilecek Niomos' un tohumundan. Ve ne kadar çoktur basit bir adam için bu bahis, sorumluluğu toprağa bağlı olana. En büyük derdi boğazından geçecek olan bir kaç lokmanın, ateş üzerinde duracak nitelikte olmasıydı oysa.

 Helios'a tapar Niomos, denizi sever. Atalarından gelir bu tarafı, Helios şevkatli elleri ile verirken ışığı biraz daha minnet eder, nede olsa Karya pek tutar güneşi üzerinde. Bir Dor olarak sorar kendini Karyalılardan korurken. Zordu Niomos ve kanı için o dönem, Karyalılar arada bir paylaşımsız olduklarını sergilerdi. Ve ne zaman sergileyecekleride tutarsız bir haldeydi. Bazen pazar yerinde, bazende evlerinin dibinde. Aslında küçük bir kayalık üzerine kurdukları bir kale vardı bu ırkın. Kimi zaman içerisinde inançlarını bıraktıkları, kimi zamanda kendilerini savundukları. Fakat bu kalenin altında farklı bir taraf vardı. Kimsi bu tarafın muhafızlarının gözlerinin gece gibi olduğunu söylerdi, ürkütücü seslere alışabilmek için kulaklarının kapatıldığından. Tüm meziyeti gözlerine adadıklarından, zifirde bile en ufak bir çıtı gözleri ile duyarmış bu muhafızlar. Güneşin arkasını döndüğü günlerde, kalenin altında ki taraftan kızıllar akar, ve bu kızıllar o kadar boyar ki denizin saçlarını, Helios rengini bulur ve seyreder uçsuz bucaksız aynasında. Yüzünü döner ve birkez daha gösterir  Apollon’a benzerliğini. Niomos ara ara uğrar bu Dor kalesinin kapısına, en tepede olduğu vakitlerde Helios, görmek ister ona kulluk edenleri ve duyurur tüm bu halk ona gösteriş için ince tenlerini. Kavura bildiği kadar kavurur ve ortada belirlenen Dor kahinlerinin, kehanet yeteneğine ulaşabilmeleri için sergiledikleri Nemus etkinliği tüm tutkusu ile büyüler izleyenleri. Dor kahinleri, halkın arasından çok ufak yaşlarda seçilen güzel anatomi ölçülerine sahip kızlardan oluşurdu. Ve bu oluşum sonrasında, kızların erginliğe erişmeleri ile Helios'a sunulurdu. Helios vereceği cevabın süresini fazla uzatmadan, kalenin altından çıkan kızılda o muhteşem görüntüsüne ulaşır ve kahinlerin sözlerine değer verilmesi gerektiğini fısıldardır. Kahinler o fısıldamanın ardından, Helios onlarının teninin bayatlığına karar verip gözler önüne sürene kadar, sözleri doğrultusunda her karar verilir ve uygulanırdı.
Bir savaş, sebebi ve sonucu ne olacaksa olsun o güzler kızların ve kadınların ağzına bakardı. Nemus, kahinlerin sadece kendi bedenlerine sürdükleri nefesleri ve sonrasında ki fısıldamaları çizerdi Dor halkının seyirini.
 Ve birgün Nemus kulağa yine gitti. Niomos'un her zamankinden daha çok ihtiyacı vardı, Helios'a. Yaşadıklarını kimse bilmiyordu karısından ve kendinden başka. O gece oğlu doğuduğunda, tanrılar bir farklı davranmıştı onlara. Bir haber geliyordu sanki, okadar yürek aydınlatıcı bir haberde değildi hani. Fakat gök ve yer, deniz çokta sakin değildi. Gece bile laciverte sırtını dönmüş, zerinde ki yıldızlar zor tutunuyordu dalgalarında. Bir batıp bir çıkıyordu ay, rahatsız ve öfkelenmiş olmalılardı gökte evi olanlar.
 Hazırlandı Niomos, doğruca evinin tepesinden sahile indi. Bir ada vardı yakınında. Bu ada öle çok uzakta değildi. Fakat sıradan bir adada değildi, vakti varmıydı daha bilinmez ama, bir anda suya bıraktı kendini. Sert ve meraklı kulaçları ile Dor kalesini üzerinde bulunduran adaya ulaştı. Yavaş yavaş tüm çevrede bulunan Dorlar geliyordu gerekeni yapmak için. Üstleri başları sırılsıklamdı fakat Helios onları bağrına basacaktı. Ve bir kaç dakika içinde ıslaklıkları havaya karışacaktı. Tepeye kaldırdı kafasını hafif bir duruş değildi. Tepesindeki güneşi gördü, sanki bu sefer çokta umursamaz gibiydi. Yakınmadı ilk defa Helios adına. Göğüsü dikti, Başı sunağa konsada, boynunu saklamayacak kadar dik. İlk defa kanını yadırgamamıştı. Yaşamıştı çünkü onun kanından gelen oğlu tanrılara rağmen üzerine bedenini ve nefesini almıştı. Başarmıştı, çok işitmişti oysa nicelerinin çocukları dünyaya bir iblis gibi gelmiş ve niceleri erkek bir evlada sahip olmak için tüm varlığını adaklara adamıştı. Ama o ufacık bir cana engel olunmasına bir anlam bağlayamamıştı. Onlar nasıl isterse öyle olmazmıydı. Ne olmuştuda istekleri yarım kalmıştı.
 Niomos gözlerini kıstığı yerden bir ses ile başını indirdi önüne. Kapı açılmıştı, içeri giriyordu Dorlar. Herşey hazırlanmıştı. Sunaklar olması gereken sırasında, ve akacak kızılın kahinlere dokunması için mimarisinde belirtilmiş kan yolları, ilk göze çarpan hazırlıktı. Eşkenar bir üçgen yapısında, sanki bir gönye ve pergeli andırıyordu. Niomos herkes gibi bir kanıksanmış refleksin hareketinde, hizasını aldı Nemus seyiri için kalenin içinde. Kardeşlerden bazıları üst tarafta bulunarak, Helios'u çağırmak için kullanılan aynaların ardında hazır bekliyordu. Yapılanı onun gözlerine batırmak için. Her ibadet duyulsun ister...
 
- Söyle şimdi hangi kan değersizdir kaderimizin üzerine soluk kesecek kadar! Bu kader bakir değilse bedeninin içinde bizim yolumuza...

 Bir ses, hesap sorar sanki... Nemus oysa hep böyle başlar bir Dor üstadı tarafından. Ve suratlarda kimi zaman içe kaçan bir ifade, kimi zamanda öfke. Öyle bir kanı taşıyan varsa arada, yatırmaya hevesli sunağa. Nemus'u bozacak olan olursa kahinlerin ayaklarına sadece kanları dokunacak. Dökülmek bile bir ödül tutku ile şevhet sahibi güzel kahinlerin ayaklarına. Dor üstadından çıkan bir cümle, geçip giden diğer Nemus vaktinde... Niomos ifade sahibi değildi, daha çok içinde yer alan endişe, birazdan kahinlerin açıklayacağı görülerden ötürü merak ve çaresiz haldeydi. Aklı tamamen karısında ve dünyaya yeni gelen oğlundaydı. O kadar meşgul kalmıştı ki aklı, sanki hiç çocukları dünyaya gelmemiş gibi davrandı. Ve bugün buraya geldi. Kaçsaydı ve uzak kalsaydı daha iyi olmazmıydı. Aramazdı gözler, o kadar değerli bir birey değildi. Hatta söylemese kendi, Karyalı mı veya Dor mu bilinmezdi. Fazla gecikmedi Nemus, Dorlaın seyir için durduğu taafın karşısında bulunan ağır kapı açıldı, boynunu kolları arasına almış kahinler belidi gölge ardında. Gölgenin kaldığı tek yerdi günün o vaktinde, Helios'un varlığı için şarttı o kadar ışık. Sessizlik o aydınlıktan yaşanmaktaydı o anlık. Üstad olması gereken yere doğru başı önde emin ve hızlı adımlar ile ilerledi. Yüzünün dönük olduğu taraf gönyenin ucu, sırtıda pergelin ucuna karşı koymuştu. Her bir kahinin gözlerinin etrafı ayrı renkte boyalıydı. Ağır ağır üstadın etrafında dolanmaya başladılar. Yukarıda yer alan aynaların hepsi birden onlara ve üstada çevrildi. Sıcak tek nokta halinde bedenlerine dokundu, üzerlerinde tenlerini savunacak bellerinde aşağı süzülen bir tül parçası vardı. Niomos' un arada bir aklına gelen düşünce yeniden tekrarlamıştı. Şöyle ki ; '' Dorlar, Helios' tan çok, kahinlerin bedenine ibadet için gelirler bu kaleye aslında. '' derdi, konuştuğu bir kaç arkadaşına.
Dor üstadı başını hiç kaldırmıyordu gönyenin hizasından. Kahinler Helios' un etkisi altına çoktan girmiş olsalar gerek ki, nefeslerini çok yaklaştırdılar birbirlerinin tenine. Tamamen, kirletilmemeye yönelik bir güzelliğin muhafazasıydı, yalnızca kendilerine dokunmaları. Belkide Helios' un keyfi kim bilebilirdi ki...

Devam Edecek

4
Kurgu İskelesi / Bornaffrum
« : 22 Şubat 2011, 16:36:38 »
Bornaffrum

Yazan: Buğra Batuhan BERAH

 Zamanın, günlerinin fazlasıyla sarı olduğu bir vakitte, Atum her zamanki hali ile seyreltirken karaterinin sivri dişlerini tapınağın bahçesinde, gözü bir çalı parçasına takılır. Sahip olduklarından fazlasıyla önemsiz ve değersiz bu parçanın çekiciliiğine harcar vaktini. Genç olmasına rağmen ileride sırtına alacağı sorumluluklar ve adına adanacağı sunaklar, bir ihtiyarın göreceği kızıldan ve bağnazlıktan daha fazla olacaktır. Kolay değildir, çocukluk ve tanrılık arasında kalmış olmak, yaşıtlarının bedenlerinde birikmiş ufak çaplı kabukların güzel tadı bir tarafa, o herhangi bir kendi akranının arkasından ve yanından yürüyemeyecek kadar yalnızdı babasının hükümdarlığında. Etrafta kimsenin olmadığından emin olarak dizlerinin üzerine çöktü. Suratında birşeylere karşı koymaya çalışan heycan ve ardında o heycanı izleyen anlamsız bir gülümseme vardı. Bir çocuk için fazlasıyla küstahtı. Ve bu küstahlık ona tanrı babası tarafından zoraki kazıttırılmıştı. Ayağa kalkması gerektiğinin farkındaydı. Onu kimse bu halde görmemeliydi. Ama o sadece bir firavunun oğul tarafıydı. Aklı kusursuz bulduğu çalıya takılmıştı. Çırpınırsa bir taraflarının çizileceğinin, ve düşündeki zayıflığın babası tarafından gözlemleneceği ortadaydı. Önce ufak daireler çizmeye başladı, yerdeki kumun üzerine. Dairelerin ortasından geçecek şekilde, bir deniz yaptı. Hoşuna gitmişti, ihtiyacı vardı aklında yer alan hayallerin gözünün önünde durmasına. Daha sonrasın çalının elinde aldığı halden hali, Atum'un dikkatini tamamen içine çekti. Öyleki, ardından yaklaşan büyücüyü farkedemedi. Oysa elinde tuttuğu asası ve bu topraklarda yabancı olduğu her halinden belliydi. Görseydi ve yitirmeseydi dikkatini, ardından bir büyücünün ona doğru ilerlediğini farkedebilirdi. Yaşlı adam, boynunu eğip Atum' a söz bahşederken - o sözler ile onun elinde yuvarladığı çalının neler yapabileceğini göstermek, hatta o çalıdan ona fazlasını vermek istemişti. Atum öyle bir yükseldiki, elinde tuttuğu çalı avucunun içini fazlasıyla kırmızıya boyamaya başladı. Ve kırmızının fazlalığından, bıraktı esen rüzgara.

  Atum avuçlarından damlayana rağmen sert bir ifadde ile dedi ki :
'' Kim oluyorsunda, tanrının huzurunda sessizce ilerliyorsun ! ''  Sorgulamaksızın kurduğu cümlede...

  Cevap vermedi yaşlı adam, ayağa kalkarak bir tanrıdan uzun olabileceğini gösterdi, Atum' un gördüklerinin aksine. Çocuk ürkmüştü yaşlı adamın heybetli endamı önünde. Gözleri Nil' den çaldığı tuzu bırakmaya hazır gibi görünüyordu. Kuşku yok ki yaşlı adam, sahip olduklarının farkında ve bu farkındalığın kattığı saygı isteğinin doğrultusunda, taşıdığı değerin iyi niyetli sunumuna edilen saygısızlığın bedeli için bir cümle fısıldadı çocuğa :

'' Avuçlarından damlayan kan, takdir ki tanrı olmadığının melodisi nabzının kulaklarında. Ve ne yazık öğütleri yetersiz kalmış babanın oğlu adına... ''

  Ufak bir çift kulak, hangi soya sahip olursa olsun, büyücünün sarf ettiği sözleri anlayamayacak kadar yetersizdi daha. Ve yetersiz olan hangi diyarda olursa olsun, bir çocuksa en büyük silahı mızıkmaktır yaşlarını toparlamak için suratından yukarıya. Yaşlı adam getirdiği gülümseme ile keyifliliği pekiştirmedi. Fakat çocuğun azat ettiği çalıyı geri çağırmıştı. Sanki seyirlediği yolu gözü kapalı yazmış hattına, ve sahibiymiş gibi yaşlı adamın parmaklarına kondu çalı, bulanmamış üstüne başınada tanrı çocuğun kanı. Fakat ufak dilinden çıkan lafları, yaşlı adamı fazlasıyla boyayacaktır.

Atum :

'' Ver onu bana ! ''  bir lütfeni mahrum bırakarak. Mahrum bırakılan ağıza prangalanmalı oysa. Geldiği ve geçtiği yerde çok veliahta rastlamıştı Borna. Yaşlı adamın adıydı, üzerinde taşıdığı cüppenin eğer bir adı varsa, ona yakışır bir tondaydı ve o tonun adı Borna olmalıydı. Sol eli ile asasının başına yakın durduğunda, derisinin üzerine işlenmiş satırlar hangi lisanın tipografisiydi bilinmez fakat Borna için bir sıfattı edindiği yeteneklerin toprağında. Öğretmek istiyordu ve erdemini sertleştirmek çocuğa. Sesini bu sefer farklı kıldı, diyezi yoksun bir rüzgar eşlik ederken :

'' Sözlerine dikkat et aptal, dilersem bulduğun çalıyı korkuların yaparım. Yaparım ki, ufak yaşına gerek kabusları tanırsın. '' Fazlası ile ürkütücü bir ikazdı... Nil git gide kabarmak istiyor, küçük tanrı adayı önce piyonları yerine atlarını çıkartmayı tercih ediyoru Borna' nın karşısına. Mat edebilmesi için Borna' dan
az meydana şahitlik etmişti, üzerinde önce elçileri gidip gelen anlara. Kıyaslamak tabiiki aptalca bir davranıştı. Hak edilen, ve edilgenliğe zorlanılan sebep, sadece Borna' nın çocuğa bir armağan bırakma amacındandı. Küstah bir kesim ile izin verilmemesi, ne olursa olsun kızdırmıştı yaşlı adamı. Yargılanacak bir değer varsa, yargı için değil, değer için olmalı ve dokunmalıyıdı karşılığa. Karşılıksız sahip olunan anlamlar, sonradan edinilen için pekte başlangıç hakkında hüküm sahibi bırakamazdı. Ve düşünmeden benimsemek, olduğundan haksız bir olmamışlık katardı. Borna kimler huzuruna çıktı ve sözler etti ki, ilk kez bu denli karşılandı soylu bir kanda. Ve kana soy verilmiş ise, ettiği sözler yaş ve baş ile kıyaslanmazdı cümle sonları, yapılması gereken kararlarda. Öfke ve heves git gide artar genç nefesin ciğerlerinde. Isıtan bilinmez, tapınak kalsada gölgede - taşınırsa kin yakar, fakat sokulmaz
bileklerden ellere. Atum fazlası ile serinletmişti, amcası Sekmet' in hediyesi gözüne çarptı, bu çarpmanın ve uzun halin betimlemesi, Borna' nın çalı ile birlikte ardını dönüp tapınaktan uzaklaşmaya başlaığı anda çıkar akıla. Atum' un hediyesi amcasının adına yakışacak şekilde Anubis' in zamanını meşgul eder gerçekte. Bir bileklik, altının yeşili makbul iken devirde, nasıl olurda uzatılan ile yere düşer kırmızı bir halde. Doğrulttu Bornaya, yaşlı adam uzun saçlarının melteme eşlik etmesine aldırmış bir halde, kendini alışık olmadığı bir şehrin eteklerine uzandırmaya hazırken, kendini Seth' in kucağında buldu.
  Büyük bir öfke ile bağırdı, Amon' un yüzüne bakıp. Yukarıda duruyordu... Şöyle ki : '' Aptal ! Git ve lanet ol ! ''

 Bunun üzerine başlıyacaktı herşey. Lanet, olacak zamana kadar kendini saklayacak ve zaman karar verdiğinde ortaya çıkıp, Borna' nın karşısına çıkartacaktır, Atum' u...

5
Gomor 1.Bölüm

Yazan : Buğra Batuhan Berah

  Size Gomor adında bir arkadaşımdan bahsetmek istiyorum. Bulduğu her A4 üzerinde kendini çekinmeden sergileyen, ve kalemin ucunu çok seven. Mürekkebi muntazam bir şekilde yayar Gomor üzerine, önce edep yerlerini örter üzerine bol gelen bir tshirt ile. Kaygısıda yoktur, enine sever çizgileri. Masum durduğunda, burnunun altında kaybolur çenesi. Ve gözlerinin eklemleri etrafında toplanmış çizgileri, eseridir parmaklarıma kramp girmesini sağlayan isograph kaleminin dikliğinin.Saçları arasında yer alan beyazlar, yaşından veya kederinden değildir.ton katar sırtını dayadığı beyaza. Birazda derinlik iki boyutlu dostuma. Kısa bacaklarına inat, seneyede giyer diye ona çizilen ayakkabıların mutluluğunda, taşa basmaktan kurtuldu Gomor, tam kare yer aldığı sayfalarda. Aşağı baktımı kırışır geniş bırakılmış alnı. Arada bakar kaşlarından fırsat buldumu yukarı kıtaya.
Birgün Gepetto adında yaşlı bir adamdan bahsetti bana, kırgındı cümlelerinin sonunda. Yalnızlığını hiç düşünmemiştim, önce bekledim biraz, anlamaya çalıştım. Sayfanın sağına soluna, oyalansın diye bir kaç nesne desen bıraktım. Baktım keyfi yerine geldi, ama kısa bir süre sonra onun büyk bir adam olduğunu anladım. Yanaklarına sakal istemeye başladı benden, çok şaşırdım. Oysa bir sayfa dolusu ufaklıktı o benim için hala. Surat asmasına gelemezdim hiç, bir kaç ince enine ve boyuna çizgiler, bir iki damlada nokta koydum. Israr etti ertesi gün, bir arkadaşıyla buluşacağından derli toplu olması lazımmış ve traş olmalıymış. Elim ayağıma dolaştı. İz kalmamalıyı suratında, jilet gibi olmalıydı fakat, mürekkebi jilet yıkamazdı. Tuz döksem, mürekkep kuruyalı saatler arkada kalmıştı, oda olmazdı. Daksil iz bırakacaktı, ama tek çare bu kalmıştı. ' İzleri kapatamaz mısın ? ' diye sorduğunda, bir kaç tonlamayla... Bir anda arkadaşının ve buluşmanın önemini sorum Gomor' a. Özeldi sanırım, başından sağmaya çalıştı, kağıdın bir ucunu yakalamış, kıvırıyordu ve benim en nefret ettiğim eylemi gerçekleştiriyordu. İyi tanıyordu beni. Neye üzüleceğimi ve neyden yüzümün güleceğini, çok iyi kavramıştı. Onu ilk gördüğüm gün, bu anlamların hepsine fazlasıyla sahip olmasıda, benimle onun arasında büyük bir benzerlik olduğunu doğrulamıştı.

  Aradan bir kaç ay geçti, fakat kağıtlar bir birini takip ederken, Gomor' a rastlayamıyordum hala. Suratımın devrilmesi için büyük bir sebepti bu. Yoktu işte... Nereye kadar gitmiş ve dönmemişti, önce kırtasiyeden onun ağzına layık bir mürekkep aldım, özenle açtım kapağını. Siyah olmasına rağmen hafif bir mavi kokusu vardı dibinde. Bir ara aramızda ' Sek koy çizgileri. ' diye, tadında ve yerli bir tebessüm geçmişti. Hani şu güzel yazı derslerinde hokka isterler ya, ben çok severim mesela hala. Dikkat ile daldırırım mürekkebin sırtına. Acımasından çekinirim, işte Gomorda bayılır onun ucundan bakmaya bana. Dokundum hokkayla, gölgeli ve bulanık bir kağıtta değildi hani, önce bekledim,  kurumasına bıraktım saçları nacizane olmalıydı. Fakat sonralarında ortaya çıkan karartı anında, tırnaklarım insede yarıya, Gomor yoktu karşımda. Orta parmağımın tırnağının arasına mürekkep kaçardı böyle mutsuzluklarda. Dilimin ucunda yer eden tadı anlatamam. Biraz derinin tuzu birazda rengin ne çıkacak bakalım huysuzluğu. Herşeyden önemlisi küstürmüşmüydüm acaba sorusu. Ama bir dediğini o üçe kadar saymayı bilirken ben iki dedirtmemiştim ona. Yoksa kendimi bir haltmı sandırdım tuttuğum hayallerin ucuna, mesela okula giderken yaprakların damarlarına düğüm atardım. Ellerime çarpan her bir daldan sulu bir yaprak çeker, iz bırakırdım sağıma soluma. Çat ! Diye bir ses geldi bakmazken onlara. İrkildim haliyle. Yanaklarım kızardı, önce yaprakların arasında biri var sandım, sonrada var anlamında yanılmadım. Biri olmak için çok ufaktı. Üstü başı senin benim gibi adamdı. Elimi uzattığım yaprağın arasına ufak çöplerden bir aile yapmış kendine. Kürdanın tekinin ucunada arada ateş böceğini çağırıp, fransız sokağı havası veriyor kendi kendine. Kızaran yanaklarım hala kırmızıydı, ama aylardan aralıktı. Kar vardı, ve atkıdan sıyrılmayı çok iyi başarmıştı.
Saçma bir söz ve talep ile anlattım, düğüm attığımı ve orama burama bulaşan yeşilin adını. Oda önce Xylia' dan fısıldadı kulaklarıma. Ve sonra kozadan örülmüş bir lokma ip verdi avucuma. Üslubu var dedi her talebin. İstemesini bilmek lazım, çekip aldığın her irade, iradesizliğin zayıflığını taşır ve en ufak bir gecede, sabahı getirmez dizinin dibine. Çok geç kalmıştım ilk derse, ve devamsızlık yapacaksam çizgi film karşısında olmalıydım evimde. Bumuydu acaba ? Dağınık olmak mı ? Gomor bu neden ve ihtimal ile bana uğramaz mı olmuştu ? Konudan konuya atladığım için sözlerimde. Yada arkadaşı ile sohbeti çok mu uzağa koşmuştu ? Masamın başında bir kaç saat fazlası ile, yelkovanın akrebin arasında çığlık atan ses fazlasıyla ürpertmeye başlamıştı tüylerimi. Havada akşam üstünden olsa, farklı bir kolaja çalınmış güneşe sadece beyazı bırakmıştı. Bir anda devirdim masadan mürekkep kutusunu, her yerime bulaşmaya başladı. Doğru elimi yüzümü yıkamaya gittim ve lavaboya akan izi gördüğümde gözlerimi çeviremedim oluşan figüre...

( Devam Edecek )

( Xylia : Orman Perisi )

6
Yazar : Buğra Batuhan Berah

Herşeye sahip olma isteğini herşeyini yitirmişlikten kazandığına inan bir nefes.
Kimi zaman kendi kurduğu cümleler ile bir cunta,kimi zamanda egemsizliğin kayıtsız şartsız hakim olduğu sol yanının acısıyla göz yaşı.Nereye gitse,hangi eli kendi eliymiş gibi istese,tutunabilecekleri alçıya alınmış bir ses.Şarkısı kırık düşlerden ibaret marangoz olmuş notalara bir heves,Stello...

Stello,kendi yurdunu terk etmek zorunda kalmış zamanında,o doğmadığı fakat kendi milletine ait olan yurtta göçmen olmuş sonradan.Çalınmayan melodilerin her bayarımında,el öpmek için girmiş sıraya bir kaç kuruşluk gerçek harçlığın uğruna,hayatını kazanmak için korkusuzca.Denizin hür olduğu,mavinin turkuazla kardeş olduğu ülkenin sarı sayfalarında bakılacak ilanların tek bir sonucu varmış gel git sahillerde,martıların eşlik ettiği kayıkların yanında,deniz insanı olmakmış o sahil kasabasında.İlk ekmeğine,ona eve kadar eşlik eden korumaların `yol açın bize` dercesine attıkları çığlık seslerinde, kaptan-ı deryacasına sarılmış aşını kendi kazanmasının onuruyla,mavi üzerinde.

Üstü başı sırılsıklam...
Nefesinde buram buram tütünü örtecek gururdan derme çatma güç,tüm yenilgilerine rağmen hemde.Yönelmiş,balıkçı ağlarından tabloların süslediği evin tek gaz lambasından doğan korkak-titrek ışığın eline.O ışıkki bir baş ucun tepesinde,getirilen bir kaç lokmanın bile boğazından içeri geçemeyecek kadar yorgun olan ihtiyarın ensesinde.Tüm hevesi ile diz çöken Stello;

-Baba...
Uyan bak ilk kazancım,denizin bize bağışladığı ilk ikramiye.
Ne olur kalkta bir kaç lokma birşey ye...


Ensesinden boşalan tüm sessizliklerin en soğuk terinde,hıçkıramadığı o çığlıkların tüm hevesi ile onun ilk gününün hatrına armağanlar sunan denize gider.Ve kumsalın tüm kara sarı benzi atmış gecesinde,hatırlamadığı fakat mutlu olduğu o çocukluğunun geçtiği göç ettiği yurttaki sokağı hatırlar ve ilk aşkını...
O aşkın arkasından baktığı taş kaldırımın boyundan büyük basamaklarını.
Dalar gider saatlerin ardı ardına getirdiği düşlere.Uyku basar inceden makam geçen keman saçlı,kanun gözlü rüzgarın,zevkten kamaştırdığı sabaha karşı olmaya yakın ilk dakikaların dilinde.

Gitmek ister işte,kaçmak...
Yeniden o sokağın içinde arkadan bakan olmak olsada,
Bakmak ister işte.Ve dalar uykunun koynunda,son gece aşıkları gibi,
bilirlerki yarın yoktur onların dudaklarına.

Sabah olur birden,uyuyana öyle gelirya.
Uyku tutmayanda bilmez gecenin ne kadar kısa olduğunu,düşünür durur yıldızların koşulsuzluğunu.Kalkar şöyle bir üzerindeki kumları sererek yere.Tuttkulu bir sevgilinin sırf gece diye sarılmasından başka birşey değildir oysa o yere serilen.Ve güneş doğmuştur,artık onu ısıtacak sevgilinin ne bir nefesi,nede boynuna doladığı kolları vardır.

Kayıkhanenin yolunu tutar o çekilen uykunun zindeliği ile...
Kaptan Castello,o hanede yaşar zaten,evide yemeğide buram buram deniz kokar bu hanenin şevkatinden dolayı,alışmıştır martıların hırsızlığına.Küfüreder arada bir yineler...Ve bu yineleyişlerin en olağan vaktinde Castello kayıkhanenin girişinde bir gölge bulur kendin ezilmiş siyahın,güneşe rağmen istikrarlı ifritliğinde.

Castello;

-Neyin olduğunu sorduğumda bana sendekinden daha fazlasını veremiyeceksin fakat zamanında bende de olduğunu anlattığımda sendekinden fazlasını göreceksin.
Şimdi anlat evlat...

Bir anda tüm kayıkhane,uzak olmuştu bu zamana kadar yaşadıkları dalga seslerinin gürültüsünden,sağır ve dilsiz kıyıların ahşapları sökülmüş iskelelerine.Martılarsa çoktan gitmişti ağızlarına aldıkları yemeklerin lokmalarını saymadan şükrederek evlerine.Ve o gölgenin dilinden dökülecek sözcüklerin mekanı cennet olsuncasına bağışladığı bir an daha yaşandı,dejavulara alışan hayatta.

Stello;

-Babamı kaybettim...

İşte o kayıbın anındaki ses,o dejavu bu seferde Catellonun duvarına asılı saatin kırmızı,hayatı bizden alıp götürdüğünü bağıra çağıra ilan eden dakika yoldaşında.

Castello;

-Tanrı günahlarını affetsin,
Bilirizki bu dünyada cehennemi görmüş ruh,
O sonsuzlukta cennetin bahçelerindeki en kusursuz gerçeği tanır.
Umarım tanrı ona o kusursuzluğu bahşeder.

Ne diyebilirki bir insan o kaybettiğine edilen baş sağlıkları karşısında?
Bir `sağol` mu?Sorular tükenmez tükenemezki bu bitmek bilmeyen ve arkasından sürekli depremlere sebep olan güneş tutulmasından sonra.
Oda sadece;

-Sağol...

dedi umursarmış gibi yaparak.Belkide ilk defa gibi yaptığı için o taşlaşmış adamın suratı ancak bir sıcak su ile yıkanarak ısıtılmıştı farkında olmadan.
Kazanmıştı bak diğerleri gibi oda hayatı ve hayattaki sevgiyi alttan almıştı.

Kaybedecek neyi olmuştuki var diyelim...
Aynı boşluğa bakarak,ki nereye baktığnı ve o boşlukta neler olduğunu,bir tek o bilebilirdi.Ve Castelloya dönerek...

Stello;

-Gitmek istiyorum ben yine,varım yoğum oradaki anılar olmuş.
Belkide ilk ve tek mutlu olduğum yıllar orada doğumuş.Ama burada her geçen gün o yıllar yaşlanmakla bir kalmıyor,ölüyor ve ertesi gün bir daha ölüyor.
Sence bir kulu her gün sil baştan cehennemlemek adilmidir Castello?

Bilemezki kimse anlayamazdı,zaten değilmidir öyle?
Derdi bilen öğrenir,bilmeyen ise cahil olduğu için mi?
Yoksa bu cahilliğe dertsizlikten dolayı sahip olduğundanmı şanslıdır bilinmez...Castellonun karşısındaki gölge hesap soracak kadar gece olmaya başlamışı,o kadar inatçıydıki geceye rağmen bir sokak lambasının altında bir bedeni ayakta tutrak o karanlığa rağmen gölge olmayı başarıyordu.
Castelloda bunun farkına vararak,o gölgeye basmadan cevap vermek istedi.

Castello;

-Cennet ve cehennem bu hayat evlat.
Fakat cehennemden kaçmakta bizim ellerime tutulmuş kader başlıklı sayfalarda.

İnanmamıştı Stello hiç ama hiç kadere.Herşeyi,bir insanın ekip biçeceği kadar hasat alabileceğine inanıyordu bu hayatta o...Güneşe ihanet etmeyen mevsimlerin kuytusunda nasıl olurda,o her zaman cehenneme mahkum kılınmıştı?Yoksa tek cenneti herzaman aklının ucunda tek umut olan terk ettiği topraklardamıydı?Ve Stello o aklının ucundaki cennetin ruhu olmak için giyer beyazlarını...Limanı olan bir kentin en güzel yanıdır,yeni düşlere yelkovan açmak akrepten gelen akıllar ile,sakin sedasız.Ve geride özlenecek sadece kötü anılar bırakmak.Yalnızlıktaki kalabalığın omzuna çarpan o farklı hikayelerin sokağında.
Her bir yanı çürüklerle donatılmış bir bedeni kaçırmak,alı koymak o tanrının ona emanet ettiği bedeni dikenlerle çevrili hayattan.Ve Stello söyler içindeki alacalı fakat daha da bir yeşil çalınmış isteği,üzerindeki tahta masanın yapışan reçineleri gibi boğazına ürkerek dizilen sözcükleri.Bilirki bir gemi var onu bekleyen,bedenlerden örülmüş güvertesi ile dalgaların hırsını dize getiren.Bilirki bunu yapacak tek yetenek onun parmaklarının arasındaki ilham ile yükselir gecenin ne siyah,gündüzünde ne mavi olduğu yitirilmişlikte,sadece zamanın var olduğu gelecekte.Tanrıda yoksun kılarken seni,sende günahkar olmazmıydın?
Sende cehenneme alışmışken,cennete diyer vücutları siper yapmadan saldırmazmıydın.İşte oda cenk halinde bir başına kaldı akranlarının alıp başını gittiği yolda,kendi evinde hükmen malup kılındı.Nerden bilebilirdiki oranında sıcak olmadığını,yada oranın sandığı gibi beyazın göz alıcı olduğunu.Ve bu yolculuğun sadece denizin ortasında üzerine serpilecek peri tozları kutsanacağını nereden bile bilirdi...

Stello nun,Catello nun yanından ufak bir tekne ile ayrılır,ki bu tekneyi bir zaman boyunca ihtiyaçlarını karşılayacak hale getirene kadar hazırlar.Fakat bir sürü eksiği olmasına rağmen bir an önce yola çıkar.Seyir almaya başladığı ilk günün gecesinde,Thetis in (Deniz tanrıçası) onun diz çöken başından aşağı döktüğü tatlı düşler tozunun etkisi ile hayatı ne o gideceği cennete nede,oradaki o meleğin ellerine ulaşır.Ve Stello kendini Thetis in tutkulu düyarına göç ettiği bir yurtta bulur.Ölen babası ve kaybettiği tüm değerleri,orada hayattadırlar.Ve değerler,ciğerine çektiği soluk o kadar gerçektirki,bunun gemisinin alabora olması ve o alaboranın etkisi ile cehennem diye ayrıldığı o kıyalara,cansız bedenin vurmuş olduğunun farkına varamaz.Varamazki bu ölümün getirdiği sonusuz uykunun başlangıcıdır...
Stellonun ütopyada geçirdiği bu süreç ve karşısına çıkan kişiler ve hayatın onu nereye sürüklediği ve bir karanlığın sonunda aydınlığı ölüm ile yakalaması anlatılıyor...

Sayfa: [1]