Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - okurgezer

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Kaçak
« : 09 Ocak 2012, 21:55:45 »
Şimdiye kadar hiç denemediğim bir tür deniyorum şu anda. Hep fantastik türe yakın yazarken biraz bilim kurgu, biraz fantastik kurgu, tuhaf, melez bir şeyler çıktı sanırım ortaya.  Henüz tamamlamadığım öykünün küçük bir kısmını paylaşmak istedim. Devam edip etmemek konusunda kararsızım, o yüzden düşüncelerinizi bekliyorum arkadaşlar. Sevgiler, saygılar.
ha tabi bu arada,
sürç-i lisan etmişsek affola... :)

***

Şimdiye kadar alışmış olmam gerekirdi değil mi? Ne zaman şu kapalı kapılardan birine yaklaşacak olsam birden dinen seslere ve hemen ardından uğuldayan fısıltılara alışmış olmam gerekirdi. Senelerdir yollardaydım ne de olsa. İlk defa terk edilmiş bir köydeki ıssız sokağa gelmiyordum. İlk defa ceketimin iç tarafında asılı duran tılsıma sıkı sıkıya tutunup elimdeki külüstür altıpatların horozunu kurduktan sonra içimden duaları tekrar ederek karanlığa dalmıyordum.

Sahi kaç senedir kaçıyordum peşimdekilerden?

Babamın elime babasından kalma silahı tutuşturup eski kömür madenine saklanmamı tembihlediği gece on dört yaşına yeni basmış ufacık bir kız çocuğuydum henüz.  Savaş bu kadar yayılmamıştı. Yedi bölgenin yalnız bir tanesi Birlik askerlerinin elindeydi. Geri kalan altı tanesinde küçük ayaklanmalardan başka huzursuzluk yoktu. Daha on dört yaşındaydım. Şimdi kırk iki olduğuma göre. Matematiğim her zaman kötü olmuştur zaten... Sanırım yirmi sekiz. Yirmi sekiz senedir yollardaydım. Vay canına. Yirmi sekiz sene!

Yirmi sekiz sene önceki hayatımı hatırlamak sandığım kadar zor gelmiyordu son zamanlarda. Uçsuz bucaksız ormanlara ya da önümde uzanıp giden sahipsiz yollara bakarken birden kendimi çocukluğumda buluveriyordum. Henüz ölümün ne demek olduğunu bilmeyen, kötülüğü ancak hikayelerde duyan ve o hikayelerin gerçek olduklarına inanmayan küçük bir kız oluyordum yeniden.

Hatta neredeyse annemin beni ismimle çağırdığını duyuyordum. Oysa uzun senelerdir gerçek adımı kimsenin ağzından duymadım. ‘Tomurcuk’  diye severdi annem beni. Babam adımın eski lisandaki anlamını açıklardı sık sık. Çiçeklerin açmadan hemen önceki narin, güzel halleri anlamına geldiğinden bahsederdi.  Ben çiçek ya da tomurcuk kelimelerinin işaret ettikleri nesnelerin neye benzediklerini bilmiyordum.

Duyduğuma göre son yetmiş senedir tek çiçek açmamıştı kıta üzerinde. Her şeyin kısırlaşmaya başlamasından çok önce çiçekler de açmayı bırakmışlardı.  Çiçek denen şeyin ne anlama geldiğini bilmesem de söylediğim zaman dilimde bıraktığı hissi seviyordum. Güzel günleri hatırlatıyordu bana.

Ne zaman ismimi ve ismimin annemin dilindeki tınısını hatırlasam hala çocukmuşum gibi hissediyordum. Sanki elimin altında ufalanan toprağın çürümüş kokusu birden değişecekmiş de ben kendimi yeniden evimin önündeki o kusursuz yaz bahçesinde, küçük salıncakta uyuyakalmış olarak bulacakmışım gibi geliyordu. Oysa kendimi toparladığım zaman aynı yerde, evimden ve anne babamın yattığı mezarlıktan çok uzaklarda olduğumu görüyordum.  Üzerimde yılların eziyetiyle lime lime olmuş yeşil parkam ve tabanları aşınmış botlarımla, sırtımda asılı duran tüfeğin ya da belimde sallanan tabancanın ağırlığını hissetmeden yolları adımlamaya devam ediyordum.

En çok öyle zamanlarda sorguluyordum yaşadığım hayatı. Yirmi sekiz senenin tamamını kadınlığımdan uzak yaşamış olduğum dank ediyordu kafama. Asla anne olamayacağım, kucağımda uyuyakalan bebeğime ninniler söyleyemeyeceğim gerçeğiyle burun buruna geliyordum. Önümde uzanıp giden şu çorak topraklar gibiydim ben de. Erkek olsaydım çocuk sahibi olamama fikri bu kadar sarsar mıydı yine diye merak ediyordum bazen. Gerçi kadın ve erkeğin farkının kalmadığı zamanlarda yaşıyorduk artık. Şimdilerde insanların üstlenmesi gereken rollerin isimleri anne, baba ya da sevgili değildi. Artık üstlenilmesi gereken sadece iki rol vardı, birini seçip oynamak zorundaydın. Ya av olacaktın ya da avcı.

Önümde duran ahşap kapıyı aralar aralamaz yüzüme vuran terk edilmişlik kokusuyla aklımı oyalayan bütün bu düşünceleri defettim.  Şimdi önemli olan tek şey önümdeki kapının ardında beni bekleyen odaydı.  Gözlerimi karanlığa alıştırabilmek için hemen içeri girmedim.  Avucumun içinde kaybolmuş mavi tılsım taşının herhangi bir tepki vermesini bekleyerek birkaç dakika boyunca havayı kokladım. Toz, çürük tahta ve pas kokusundan başka şey yoktu havada. Gece yaklaşırken sırtımı döndüğüm boş sokağın kuytu köşelerinden yükselen fısıltıların arttığını duyabiliyordum.   

Nihayet nefesimi toparlayıp araladığım ahşap kapıdan içeri süzüldüm.  Geçtiğim yollarda karşılaştığım terk edilmiş evleri andıran başka bir evde buldum kendimi. Sakinleşmeye çalışarak odada göz gezdirdim. Tahtalarla kapatılmış pencereler, belli ki ani bir kararla terk edilmeden hemen önce boşaltılmaya çalışılmış kapakları açık giysi dolabı, eski bir yazı masasının yanı başındaki kaplaması yırtık sandalye, kim bilir ne zamandır yakılmadığı için tozla kaplanmış taş ocak ve kuru yiyeceklerin istiflendiği eski dolaba baktım. Peşimdekilerle aramda ne kadar mesafe olduğunu bilmediğim için odanın başköşesindeki taş ocağın çıkaracağı dumanı göze alıp ateş yakamazdım. Onun için el yordamıyla köşedeki masanın üzerinde duran gaz lambasını buldum.  Kırık dökük eşyaların arasında bekleşen aç karanlığı parçalayan ışığa minnet duyarak yazı masasını incelemeye başladım.

Masanın üzerinde unutulmuş bir iki kâğıdı incelerken sıradan bir evde olmadığımı fark ettim hayretle.  ‘Kaçak’ lardan birinin evindeydim. Benim gibi peşine düşülen zavallılardan birinin evinde...

Yirmi sekiz senedir Kıta üzerinde adımlamadığım yer kalmadığı halde benimle aynı kaderi paylaşan diğer altı kaçaktan sadece üçünü tanıma fırsatım olmuştu şimdiye kadar. Bunlardan ilkiyle daha on yedi yaşındayken karşılaşmıştım. O zamanlar şehirler bu kadar boşalmamıştı. Bir lanet gibi bütün kıtayı sarmakta olan kısırlığa rağmen arada sırada karşılaştığım yolculardan doğuda hala bebeklerin dünyaya geldiğini öğreniyordum. Gençliğin verdiği cesaretten ya da henüz nasıl yaratıklardan kaçtığımı tam olarak idrak edememiş olduğumdan olsa gerek şimdiki kadar korkmuyordum peşimdekilerden.  Hızlıydım, gençtim ve tabi aptaldım.
 
Bir akşamüstü, tam da uzaktan gördüğüm bir grup Birlik askerinden uzaklaşmaya çalışırken görmüştüm onu.  Benim uzaklaşmakta olduğum yöne doğru, az sonra canavar maması olacağından habersiz, koşar adım ilerliyordu. Birkaç kez fısıltıyla seslendiysem de sesimi duyuramamış, en sonunda Birlik askerlerinin beni göreceğine aldırmadan koluna yapışıp dikenli çalıların arkasına çekiştirmiştim. Hayatını kurtardığım halde saldırıya uğradığını zannedip panikleyen çocuktan da ilk dayağımı yemiştim bu sayede.

Böylece arkadaş olmuştuk.

Çocuk her biri bir şekilde gruba katılmış olan, birbirine yabancı onbeş kişiyle yolculuk ediyordu. On yedisinden daha bile küçük göründüğü halde gözlerindeki kederin hiç silinmediği çocuğa kafiledekiler   'İhtiyar' adını takmıştı.  Sonraki bir sene boyunca ben de onlara katıldım. Ben uyurken başka birilerinin uyanık olduğunu bilerek bir nebze rahat ettiğim bir sene boyunca İhtiyar'dan çok şey öğrendim.

Mesela ‘Kaçak’ ların kimler olduğunu.

2
Kurgu İskelesi / Karlar Kraliçesi
« : 02 Ocak 2012, 08:25:50 »
Dün sabah, yeni yılın ilk gününde sokaklar henüz kalabalıklaşmamışken Ankara sokaklarını adımladım. Kalabalık şehri gün ışığında bu kadar sakin görmek, kar yağarken sokakları adımlayıp sessiz bi simitçide oturmak beklediğimden fazla keyif verdi. Yeni yılın ve yılın ilk karının şerefine bir şeyler karaladım.  :)
Rıhtım ahalisi, umarım yeni yılınız en az benimki kadar güzel başlamıştır. Herkese iyi seneler :)

****

“Eğer acele etmezsen zamanında yetiştiremeyeceksin.” Dedi adam uyuşan parmaklarına hohlarken.
“Eğer konuşmayı kesmezsen istesem de yetiştiremeyeceğim! Tut şunun ayağını!”
Adamlardan uzun boylu olanı kirli ellerini beyaz karın içine daldırıp beyaz geyiğin arka ayağını yakaladı. Kocaman şatoda yaptığı onca işin arasında en çok nefret ettiği iş, senede bir kere de olsa refakat etmek zorunda olduğu bu eyerleme işiydi. Her senenin sonunda gündüz olmadan hemen evvel uyanır, yanındaki şu şekilsiz adamla birlikte geyikleri toparlayıp arabayı Kraliçe için hazırlardı.
Kendini bildi bileli zamanın asla ilerlemediği bu yerde, dünyanın kuzey ucundaydı. Görevi; asla ısınmayan bu şatonun bahçesindeki beyaz güllere bakmak ve buzdan heykellerin soğuk yüzünden kalınlaşan kısımlarını düzeltmekti. İnsanların kendi aralarında onun yaptığı işe bahçıvanlık dediğini biliyordu. Oysa onunki bir meslek değil, yaşama şekliydi. Hayatının herhangi bir döneminde çocuk olup olmadığını bilmiyordu. Kendini bildi bileli şatoda, Kraliçe’nin hizmetindeydi.
 “Öyle değil geri zekalı, toynağın altından geçireceksin ” diye bağırdı aklından geçenleri çabucak defedip yanındakinin elinden küçük çıngırağı alırken. Birazcık sabretmesi yeterdi, Kraliçe güneye indiği zaman belki biraz ateş bile yakabilirdi.
**
Saat öğleye yaklaşmasına rağmen şehir merkezindeki sokak hala ıssızdı. Her iki tarafı pastaneler ve  lokantalarla dolmuş olan sokakta yalnız iki dükkan penceresi iş yerinin açık olduğunu ilan ediyordu.  Sokağın başındaki kırtasiye dükkanı, her zamankinden daha geç bir saatte olsa da,  bodrum katta yatıp kalkan kalfa Mustafa tarafından açılmıştı. Ondan beş dükkan ilerde, sokağın karşı tarafındaki simitçi ise, yılbaşı eğlencelerine katılmak yerine zamanında uyumayı tercih ettiği için her sabahki gibi saat yedide kapısını açmış olan Hacı Efendi ye aitti. Hacı efendi Pazar günü olmasına rağmen dükkanını yine zamanında açmıştı. Şimdi dükkanın pencereye en yakın kısmında oturmuş sigarasını içen müşterisine kahve servisi yapıyordu.Sokağın geri kalanı hala uykudaydı.

Sakin sokağın durgun havası birden bire değişti. İnsanın gözünü yaşartan keskin bir rüzgar sokaktaki birkaç ağacın dibine yığılmış çöp kalıntılarını havalandırdı. Rüzgarın ani saldırısından kurtulamayan envai çeşit atık havda dans eder gibi süzüldükten sonra sihirli bir el değmiş gibi, yeniden yerlerine döndü.
Rüzgar dindiği sırada sokağın yeni bir ziyaretçisi vardı. Ziyaretçiyi ilk gören havalanmış olan çöplerin arasından fırlayıp siyah bir arabanın altına sığınan sokak kedisi oldu. Tüylerinin renginin beyaz olduğu ancak yağmurun altında kaldığı zamanlarda anlaşılabilen kedi pembe burnunu patisine sürterken bir yandan da sarı gözlerini tehdit olup olmadığını anlamak istermiş gibi kadına dikmişti.

Sokaktaki esnafın tost ekmeğinin arasına doldurulmuş salam-sosis’ten başka şey yemediği için ‘Kumru’ diye sevdikleri kedi eğer insan aklına sahip olsa idi sokağın başında duran kadının garip olduğunu düşünecekti.

Bir kere kadın kar gibi kokuyordu. Beyaz giysiler içinde, zarif ve güzel bir kadındı.  Yüzünden kaç yaşında olduğunu anlamak mümkün değildi. Omuzlarında pelerini andıran beyaz bir palto vardı. Paltonun etekleri o kadar uzundu ki, çamurlu taşlara değdiği halde kirlenmeyen etekleri kadının ayakuçlarını dahi gizlemişti. Gerçi belki de böylesi daha iyiydi, çünkü kadının soğuk taş kaldırımları çıplak ayaklarla adımlıyor oluşu pek çok inansın hayretle fısıldanmasına ve sorular sormasına sebep olabilirdi.  Pelerin-paltonun yakası ve kadının beyaz bileklerini gizleyen geniş kol ağızları buz taneleri gibi parlayan küçük taşlarla süslenmişti. Kadının sarı, uzun saçlarını ve neredeyse beyaza dönük keskin mavi gözlerini gölgeleyen başlığı ise işlemesizdi.

Kuzeydeki sarayın hanımı, Karlar Kraliçesi yüzünde küçük bir gülümseme ile arabanın altına saklanmış olan Kumru’nun önünden geçti.

Yılın en sevdiği zamanı, kuzeyin kimsenin bakmayı akıl edemediği en uç kısmına saklanmış olan şatosundan ayrılıp insanların arasına karıştığı bu tek gündü.  Her yeni senenin ilk sabahında insanların yaşadığı yerlere gider, kendi bir günlük kaçamağının tadını çıkarır, akşama dek insanların arasında dolaştıktan sonra gece çöktüğünde yeniden kendi sarayına dönerdi. En büyük keyfi, sakinleri henüz uykuda olan bir sokağın başında durup insanların rüyalarını dinlemekti.

Tuhaf yaratıklardı şu insanlar. Kısacık ömürlerine bir sürü şeyi sığdırmayı becerebiliyorlardı.  Duyguları akıl almayacak kadar çeşitliydi. Üzülüyor, neşeleniyor, heyecan ve korku duyabiliyor; seviyor, kıskanıyor, nefret edebiliyorlardı. Her birinin ayrı amacı, birbirinden farklı arzu ve dilekleri vardı. Hele ki böyle bir sabahta bütün o istekler daha da çeşitlenir, yüreklerdeki umutlar büyür, her insan, ışığı karanlığı yaran bir meşale gibi pırıl pırıl parlardı. Kraliçe, şimdi usul usul sokağı adımlarken hala uykuda olan bu garip yaratıkların heyecanlarını neredeyse kendi ruhunda hissedebiliyordu.

Onları tanıyabilmek için yüzyıllar harcamıştı. Oysa hala ne kadar yabancı buluyordu bu küçük yaratıkları.
Kraliçe insanları anlayamıyordu ama insanlarında kendisini anlayabildiği söylenemezdi. Onun için çok fena şeyler söylediklerini biliyordu.  Bir seferinde kendi hakkında anlatılan bir masalı dinlemiş ve dehşet içinde kalmıştı. Bir ayna yaptığını anlatıyorlardı, onunla insanları esir ettiğini, hatta bir çocuğu kaçırıp onu hapsettiğini… insanların hayal güçlerine hayranlık duyuyor olması kendi hakkında söylediklerini anlamasına yetmiyordu.

Yüreğinin yerinde bir buz kalıbı taşıyor olduğunu söylüyorlardı. Oysa o bir yüreğinin olup olmadığından da emin değildi. Tek bildiği bu küçük yaratıklardan daha az şey hissedebildiği ve onlara karşı merak duyduğuydu.

Bir aynasının olduğu ve kırılarak parçalarının dünyaya yağdığını söylüyorlardı. Aynanın varlığını nereden öğrenmişlerdi bilmiyordu ama aynanın ne olduğuna uzaktan bile yaklaşamamışlardı.
Her şey Kraliçe’nin ne kadar yalnız olduğunu fark etmesiyle başlamıştı. Yüzyıllar evvel kendisine bir parça yalnızlığını unuttururlar diye şekli insana benzeyen birer buz kalıbı yaratmış, onlara kuzey rüzgarlarından nefes vermişti. Onları olabildiği kadar insanlara benzetmeye çalışmıştı ama sadece şekilleri insana benzeyen oyuncakları insan olmaktan uzaktılar. Yalnızlığına bir çare bulmanın imkansız olduğunu gördüğünde kendi kendine arkadaşlık edebilmek için bir ayna yapmıştı Kraliçe. Bazen kendisiyle sohbet etmiş, geri kalan zamanlarda da aynadan dünyayı ve dünya üzerinde yaşayan insanları izlemişti. Bir zaman sonra bu cansız aynadan da sıkılmıştı. Aynası hala şatosunda duruyordu. Kırıklarının dünyaya dökülmesi, ya da bir çocuğun kalbine ve gözlerine girip de onu değiştirmesi mümkün değildi.

Kraliçe yalnızca onu dinleyecek birileri olsun istemişti.  Buzdan tahtı üzerinde geçirdiği günleri paylaşabileceği bir dost…

İnsanları anlayamıyordu.

Zarif kadın bir yandan bunları düşünürken bir yandan da sokağı dolduran rüyaların seslerini dinlemeye devam ediyordu. Birden garip bir sıcaklık hissetti. Uykudaki insanların rüyalarına çok benzeyen, ama onlarınkinden çok daha parlak bir ışık fark etti sokağın ucunda. Işık sokağın uç tarafındaki simitçiden geliyordu.

Oraya doğru baktığında yüzünde gülümsemesiyle dalgın dalgın sokağı izleyen birini fark etti. Esmer, kısacık saçlı, otuzlarına yakın bir kadındı sıcaklığın kaynağı. Yağmurdan ıslanmış montunun içinde titrediği halde yüzünde güzel şeyler düşlediğini anlatan mutlu bir gülümseme vardı. Dalgın dalgın sigarasını içerken bir yandan kahvesini yudumluyordu.

 “Hayal kuruyor olmalı” diye düşündü Kraliçe.

Dünya üzerindeki bazı insanlar, uyanıkken de uykuda görebilecekleri rüyaları, hatta daha fazlasını düşleyebilirlerdi. Bazı insanlar gerçeklerden kaçmak istercesine bütün hayatlarını bir rüyanın içinde yaşıyorlardı.  Dünya üzerinde geçirdikleri yıl sayısı kaç olursa olsun, gözlerini kapattıkları anda altı yaşındaki bir çocuğun heyecanını duyabiliyorlardı. Onlardan biriydi kafedeki de.

Kraliçe boş sokağa bakıp kendi dünyasını gören bu kocaman çocuğun bu günün son hatırası olmasını istedi birden bire.  Usul adımlarla kafeye yaklaşırken zarif parmaklarını belli belirsiz kıpırdattı. Onun hareketiyle birlikte çiselemekte olan yağmur hızlandı, sonra  gökyüzünden beyaz kar tanecikleri döne döne düşmeye başladı. Kar tanelerinden en irisi kafedekinin tam burnunun ucuna düştü. Genç kadın dalgın gözlerini bir iki kere kırptı, gözlerini kaldırıp gökyüzüne baktı.  Karın başladığını görünce iyiden iyiye keyiflendi. Çocukluğundan beri karı çok severdi ve son bir aydır neredeyse her gün karın yağmasını beklemişti. 

Mutlulukla iç geçirdikten sonra fincanın göğe doğru kaldırıp Karlar Kraliçesinin şerefine kahvesinden bir yudum daha aldı. Az evvel yanı başında durmuş yüzüne bakarken şimdi ortalarda görünmeyen kadını da, “Sağlığına kraliçe” dediği zaman aydınlanan zarif yüzünü de görmedi...

3
Kurgu İskelesi / Hayalet
« : 12 Aralık 2011, 22:12:23 »
Yıllar önce yazdığım küçük bir öykücük. Belki de en sevdiklerimden olduğu için paylaşmak istedim :)

*

Bir gün daha bitmişti işte…
Genç kadın yine aynı yerde, gün boyu dışarıyı izlediği pencere kenarında karşılıyordu akşamı. Aslında güneşin battığının farkında değildi. Bedeni maviden laciverte dönen akşamın içinde solarken, aklı oturduğu pencere kenarından çok daha uzaklardaydı. 

Akşam olduğunu fark ettiğinde ışığı yakmak için yerinden kalkmaya yeltenmedi bile.  Yerinden kalkarsa, beklediği kişi gelmeyecekti sanki. Kapıya yaklaşan adımları duymazsa, gelen kişi zili çalmaktan vazgeçecekti. 

Son zamanlarda karanlığa gömülen odada daha fazla vakit geçirir olmuştu. Işıkları yakmak anlamsız geliyordu. Görmeye değecek ne vardı ki eşyalarla dolu odada. Oysa eskiden karanlıkta oturmayı sevmezdi hiç. Daha doğrusu sevip sevmediğini bilecek kadar karanlıkta kalmamıştı. Ya da karanlığı fark edecek kadar kendi başına kalmamıştı belki de.

Eskiden yanında sonsuza dek orada duracağını sandığı biri olurdu. Sevdiği adam... Ruhunun diğer yarısı...
Bırak dokunmayı, yüzüne bakarken bile içi titrerdi. Her halini ezberlemişti adamın. Gülerken dudaklarının nasıl kıvrıldığını, öfkeliyken gözlerinin nasıl alevler saçtığını adından iyi biliyordu. Hüzünlüyken yumuşayan o ifadeyi sayfalarca çizebilirdi en küçük ayrıntısına dek.  Öyle iyi biliyordu ki her şeyini, gözlerini kapattığında karşısında buluyordu adamı. en son nasıl görmüşse öyle, sanki üzerinden hiç zaman geçmemiş gibi.. 

Başını karanlık pencereden odaya çevirdi.

Bu defa odanın diğer yanından kendisine bakıyordu adamın hayaleti.  Üzerinde en sevdiği lacivert kazak.  Her zamanki gibi bakıyordu, sevecen, sıcacık. Ellerini uzatmak istedi kadın. Uzanıp dokunmak, var olduğunu kanıtlamak istedi.  Geçmişten gelen bir hayalet olmadığına kendini inandırabilmek için adamı tutup sarsmak istedi. Ama  içindeki korku engel oluyordu ona. Ellerinin boşluğu kavramasını istemiyordu. Gördüğü yüzün hasta aklının yarattığı bir yansımadan ibaret olduğunu anlamak istemiyordu. Uzanamadı. Onun yerine karşısında duran adam iyice yaklaştı.

Pencereden içeri dolan rüzgâr kadının geceden siyah saçlarını solgun yüzüne dağıttı. Titrek ellerle saçlarını toplarken ürperdi. Titreyişi soğuktan mıydı, yoksa saçlarına dokunan başka bir çift elin temasından mıydı bilemedi.

Seni çok özledim...

Dudakları kıpırdadı, ancak sesi çıkmadı. Yine de endişelenmedi kadın. Konuşmak için sözcüklere ihtiyacı yoktu. Hiç olmamıştı. Eskiden, şimdi asırlar öncesi gibi gelen o zamanlarda, birbirlerini bir bakıştan anlarlardı.  Adamın kendisini yine anlayacağını biliyordu.

Yanımda kalsan. Gitmesen bir daha. Beni hiç bırakmasan...

Adam yüz ifadesi yumuşadı. Bakışları "mecburum" der gibiydi. Elleri kadının yüzüne uzandı. Kadın gözlerini yumdu. 

Sıcak eller değil, buz gibi gözyaşları yanaklarını okşarken, bir rüyadan uyanır gibi kendine geldi. Hala açık pencerenin önünde oturuyordu. Gece bastırmış, sokakları sınırları müphem bir hayal alemine çevirmişti.  Evin önündeki sokak lambasının cılız ışığı, karanlık denizinin enginliği karşısında acizdi. 

Kadın odanın içinde boş yere adamın hayaletinden bir iz aradı.  Yine gitmişti işte.  Yine bırakıp gitmişti, yine aldırmamıştı yalvarışlarına.

Yaşlar ardı ardına yanaklarından yuvarlanırken yüzünü kurulama zahmetine girmedi. Yine ıslanacaklardı nasıl olsa. 

Hayalle gerçeğin arasındaki sınırı çoktan kaybetmişti kadın. Biri diğerinin içinde erirken kendi varlığının nereye ait olduğunu kestiremiyordu.  Sevdiği adamın varlıkla yokluk arasındaki bu gidiş gelişleri yüzünden karışan aklını toparlayamıyordu. Hayaletlerin, geride bıraktıkları yarım işler yüzünden yeryüzünü terk edemediklerini duyduğunu hatırlıyordu. Ama anlayamıyordu bir türlü. Nasıl bir işi kalmış olabilirdi ki adamın dünya üzerinde. Neden gelmiyordu? Neden geldiğinde yanında kalmıyordu? Ya da neden büsbütün terk etmiyordu?

Saat gece yarısın vururken, kadın hala aynı yerdeydi.  Kendisini bomboş bir çukur gibi bekleyen yatağına gitmeliydi. Yerinden kalkarken başı döner gibi oldu. Acaba bu gün yemek yemiş miydi? Şöyle bir düşündü, ağzına en son ne zaman bir lokma yemek girdiğini hatırlamaya çalıştı. Beceremedi.

Zamanın bıraktığı izi takip etmek günden güne zorlaşıyordu genç kadın için. 

Acı acı gülümsedi. Daha otuzlarının başındaydı. ve daha bu yaşta yemek yeyip yemediğini unutuyor, günleri karıştırıyor, var olduğunu sandığı hayaletlerle konuşuyordu. Yine de... Ne önemi vardı ki... İçini yakan bu özlemin yanında ne kadar önemli olabilirdi ki unutkanlık...

Yeni günü bildiren on ikinci gong odayı çınlamalar içinde bırakıp sustu.  Titreşimler havayı doldururken genç kadın seslerin arasında başka şeyler duyuyordu. Mutlu seslerdi bunlar. Özlemden, kederden azade insanlara has gülüşme sesleri, kahkahalar!
Gece yarısıyla birlikte odanın zemini yarılmış, içinden gecenin sessizliğine meydan okuyan başka bir alem çıkmıştı sanki.

Bu defa masa başında yemek yiyordu sevdiği adam. Elinde yarılanmış bir kadeh. Diğer kadeh masanın üzerinde kendisini bekliyordu. Tıpkı eski günlerdeki gibi.   Masaya yaklaştı kadın.  Sandalyeye oturdu.

Kahkahalar dinmişti. Adam şimdi ışıldayan gözlerle bakıyordu. Birazdan bütün gün nasıl yorulduğunu anlatmaya başlayacaktı mutlaka. Ama şimdi... Sadece kendisine bakıyordu. Bakışları kelebek kanatları gibiydi adamın. Gülün etrafında uçup, incitmekten korkan kelebekler gibi yüzünde geziniyordu gözleri.  Tıpkı eskisi gibi...
Yine içi titredi kadının. Yine de uzanıp elini tutmak için duyduğu isteğe engel oldu.  Bu büyünün biraz daha sürmesini istiyordu.  Sadece birazcık daha...
Derin bir nefes aldı. Şarabın kokusundan çok evvel, adamın tıraş losyonunun kokusu geldi burnuna. Gözlerini kapatıp derin bir nefes daha aldı. Sevdiği adamın kokusu ciğerlerini doldururken gözlerini araladı…

Karanlığın içinde,
kulakları sağır eden korkunç bir sessizliğin içinde,
boşluğa bakıyordu...

Göğsüne tekme yemiş gibi hissetti kendini.  Ciğerlerindeki bütün hava boşalırken,   yüreğinden sessiz bir çığlık koptu.  Geceyi darmadağın etmek istedi.  Bütün odayı dağıtmak, köhne binayı temellerine kadar yıkmak istedi. Öfke, sessiz bir haykırış olup yırttı geceyi.

Neden?!
Neden yapıyorsun bunu bana? Ben sana ne yaptım? Seni sevmekten başka ne yaptım?
Seni özlemekten başka ne yaptım sana?
Böyle büyük bir intikamı hak etmek için nasıl bir suç işledim?

Sandalyeden ayağa fırlayıp tek tek bütün odaları aradı. Adamı bulabilmek için karanlığın içinde bütün evi dolaştı. Kasırga gibi esti.

Dayanamıyorum artık.  Sen ruhumun diğer yarısısın! Dayanamıyorum!
Sen yokken ne yapacağımı bilemiyorum, var mıyım, yok muyum anlamıyorum!
Dayanamıyorum!

Sabah oluncaya dek ağlayarak bütün evi dolaştı. En sonunda kendini aynı pencerenin önünde buldu. Şafak sökmek üzereydi. Yorgundu kadın. Ölesiye yorgundu...

Çık gel artık... Yanımda ol hep… Beni bırakma...
Ya da hep kalmayacaksan git…
Rahat bırak beni... git...

Güneş doğarken, kadın çoktan başka bir dünyanın kollarındaydı. en azından gece oluncaya dek terk etmeyeceği bir alemin kollarında..

 *

Adam, sanki hiç uyumamış gibi, birden doğruldu.   Bütün gece aynı karabasanlar içinde yuvarlanıp durmuştu yine. Her gece duyduğu, ama hala alışamadığı o buruk hıçkırıklar rahat vermemişti. Zarif bir kadının tülden eteğinin çıkardığı hışırtı misali bütün odaları dolduran rüzgâr uyutmamıştı bir türlü.

Adam yatağın kenarındaki komodinin üzerinde duran resme uzandı.  Resimdeki siyah uzun saçlı, solgun yüzlü kadın bir başka gerçeklikten gülümsüyordu sanki. Adamın her gece yatmadan önce son düşündüğü ve uyandığında ilk aklına gelen yüz, hala hayatta olduğu, başka bir zaman diliminden gülümsüyordu.

Adam sıkıca göğsüne bastırdı fotoğrafı
"Ruhumun diğer yarısı… Neden gittin?" diye inledi yüzünü yastığına gömerken. "Bensiz nasıl ölebildin?"
Gözyaşları yastığı ıslatırken fısıltıyla aynı şeyleri tekrarlamaya devam ediyordu.
"Ruhumun diğer yarısı... Nasıl gidebildin?"

Sayfa: [1]