Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - darkguardian

Sayfa: [1]
1
Başka Kurgular / Tanrı'nın Doğum Günü - Burak Özdemir
« : 18 Aralık 2008, 18:04:45 »

Yeryüzünde işler hiç iyi gitmiyordu. Dünya gergin, insanlar mutsuzdu.

Artık zamanı gelmişti...

Tanrı, imajını değiştirmesi için bir reklam ajansıyla anlaştı.

Tanrı ile genç reklamcı, Messenger'da chatleşmeye başladılar.

Çocuk 'Nasıl olur da Tanrı insanla chatleşir? ' diye sordu.

'Musa ile çalılıklar üzerinden konuşmuştum, seninle de internetten yazışıyorum. Bunda şaşılacak bir şey göremiyorum' yanıtını aldı.

Çocuk 'Kuran, kutsal bir kitap. O varken İslamın imajını değiştirmek neden bana düşüyor? ' diye sordu.

'Kuranı bir de benden dinlemeye ne dersin? ' dedi Tanrı.

'Bu, resim çizmeyi Picassodan öğrenmek gibi bir şey' dedi çocuk. Ve her şey ondan sonra başladı...

'Artık kütüphanende daha önce hiç okunmamış, kutsal bir kitabın olduğunu biliyorsun. Sır senindir' dedi Tanrı... Öğrendiklerine inanamayan çocuk sokağa çıkıp avaz avaz bağırmak, haykırmak istiyordu...

Elif, Lam, Mim... Bu harflere dikkatli bakın, yakında onlar dünyayı değiştirecekler.

Çünkü bugün, büyük gün... Bugün Tanrının doğum günü.

Bin yıllık suskunluk sona eriyor, dinler tarihinin en kadim sırrı gün ışığına çıkıyor...

Bugün... Bu büyük gün, tüm İslam âlemine, insanlığa ve canlılığa hayırlı olsun...

Tanrının doğum günü kutlu olsun...

yazarı:burak özdemir
kitapevi:GÜZELDÜNYA

benim düşüncem çok çarpıcı bi kitap yazar çok uzun bi araştırma sonucu yazmış kitabı

2
Mitolojiler / ‘Gerçek’ Vampirler Kan İçmiyor!
« : 22 Temmuz 2008, 23:43:51 »
Uzun bir süredir güney Avrupa’daki vampir ve ölümsüzlerle ilgili inanışları araştıran Bonn Üniversitesi tarihçilerinden Peter Kreuter, incelemeleri sırasında mesela vampirleriyle ünlü olan Romanya’da insanların bu tür yaratıklardan korkmadıklarını ve aslında vampir hakkındaki düşüncelerinin de söylentilerden farklı olduğunu görmüş. Ve Ortodokslukta ölümden sonraki yaşam düşüncesinin bulunmamasına rağmen özellikle de kırsal alanda yaşayan güney Avrupalıların önemli ölçüde batıl inançlara sahip olduklarını söylüyor araştırmacı.

Edebiyat ve sinema sayesinde ünlenen Bram Stokers’in Dracula’sının güney Avrupa halkının vampir inancıyla yakından uzaktan ilgisi yok. Bunlar kimsenin boynunu dişlemedikleri gibi kan da içmiyorlar diyor tarihçi. Güney Avrupa’daki vampirler gündelik yaşamda meydana gelebilecek tüm aksiliklerden sorumlu tutulmakta. Mesela nedeni bilinmeyen ölümler, havada uçuşan eşyalar veya aniden sönen ateşler vb olayların hepsi vampirlere mal edilmekte.

Kazık çakma

Vampirler genelde yaşamda olduğu kadar ölümde de ayrıcalıklar taşıyan kişiler arasında çıkıyor. Ölüleri gömmekle yükümlü köylüler ölülerin bedenlerinde vampirliğe işaret edebilecek izler arıyorlar. Normalden daha uzun olan kuyruksokumu kemiği, benler veya lekeler potansiyel vampir özellikleri olarak kabul edilmekte. Hatta çok erken ya da geç ölenlere bile kuşkuyla bakılmakta. Kesin izler bulunduğunda ölünün tabuttan çıkmaması için alınan önlemler arasında ise ölünün kalbine kazık veya kızgın bıçak saplamak, ayakları bağlamak ya da bacak sinirlerini kesmek gibi işlemler yer almakta.

Kreuter araştırmaları sırasında etnologlara ve ordu doktorlarına ait belgeleri incelerken vampirlerle ilgili en eski kanıtı Sırp kralının 1382 yılına ait bir belgesinde bulmuş. Ayrıca ordu doktorları neredeyse hiç bozulmayan cesetlerden söz ediyorlar diyor Kreuter. Batıl inanışların kökeni de zaten toprakta yatıyor. Yoğun miktarda kum cesetlerin kurumasını engellerken, kil de cesedin oksijenle temasını engelleyerek cesetlerin ‘mumyalaşmasına’ yol açacak koşulları oluşturmuştu. Güney Avrupa’da ölüler genelde sadece yarım metre kadar derinliğe gömülüyordu. Dolayısıyla da çürüme sırasında ortaya çıkan sesler duyuluyordu diyor Kreuter. Ve insanlar mezarı açtıklarında doğal olarak henüz yeni yeni çürümeye başlamış cesetle karşı karşıya kalıyorlardı. Bu durumlarda ruhunun öbür dünyaya gitmesi için cesedin bedenine kazık çakılıyordu.

Ayrıca cesetlerin doğru dürüst incelenmemesi de zaman zaman insanların diri diri gömülmelerine yol açıyorlardı. Ve bu tür mezarlar açıldığında insanlar tuhaf pozisyonlarda yatan cesetlerle karşılaşıyorlardı. Hatta insanların ölmeden gömülmeleri ölü habercisi olarak adlandırılan bir buluşa neden olmuştu. Ölünün bedenine bağlanan ipin diğer ucu mezarlık bekçisinin ziline bağlıydı. Biri ipin ucundan çektiği zaman bekçinin evinde ‘alarm’ çalıyordu.

Tıp çözemedi

Bugüne değin vampirliği hastalıklarla açıklamaya çalışan bilim adamları mesela porfirya hastalığı üzerinde durmuşlardı. Koproporfin ve üroporfin metabolizma bozuklarına bağlı olarak gelişen hastalık, kişilerin ışığa karşı duyarlı olmalarını yüzlerinin soluklaşmasına ve dişetlerinin kızarmasına yol açar. Fakat hastalık dünya genelinde en fazla 250 kişide görüldüğü için vampir inanışı gibi bir kitle fenomeninin açıklanması için yeterli olmamış ve vampirliğin tıpla açıklaması başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

Farklı bir kaynaktan alınmıştır.

3
Yüzüklerin Efendisi / Lotr Eşyalarını Satıyorlar
« : 13 Temmuz 2008, 23:22:35 »
bu sitede arvenin kolyesini tek yüzüyü değer yüzükleri sarumanın kolyesini bulabirsiniz

ben bitane arvenin kolyesinden almayı planlıyorum

http://www.jestyap.com/index.php?main_page=product_info&products_id=130&zenid=1k6m9f1gf68knns6lg850tpkn1

4
Oyunlar / Dracula: Origin (PC)
« : 07 Temmuz 2008, 14:42:20 »
Dracula ve kız arkadaşları
Oyun kendini daha çok macera oyunlarına adamış bir firma olan Frogwares�in elinden çıkma. Yapımcıyı daha öncede macera türünde olan Sherlock Holmes serisinden tanıyoruz. Bu bakımdan yeni oyun için beklentilerimiz çok da düşük olmadan kurulumu gerçekleştiriyor ve Dracula: Origin�e giriş yapıyoruz.

Bram Stoker adlı yazarın romanından esinlenilen Dracula: Origin, romanla birebir olmamakla birlikte içerik olarak benzerlikler taşıdığı söyleniyor. Frogwares tarafından yeniden biçimlenen hikaye, ortalama üstü sayabileceğimiz bir macera oyununa zemin hazırlıyor. Yapımda kontrol ettiğimiz karakter Profesör Van Helsing, çok geçmeden Dracula�nın Transilvanya�daki kalesinde arkadaşı Jonathan Harker'ın tutsak olduğunu öğrenir. Bununla birlikte Profesör Van Helsing�in endişelendiği başka bir kişi daha vardır; Jonathan Harker'ın karısı Mina. Öyle görülmektedir ki Dracula, Mina�yı bir miktar saplantı haline getirmiştir. Zira Mina, Dracula�nın uzun süredir ölü olan sevdiği kadın Irina�ya oldukça fazla benzemektedir. Mina�nın ortadan kaybolması ile harekete geçen Van Helsing, arkadaşının karısını kurtarmayı görev edinir. Avrupa ve Orta Doğu�da geçen yapım, Van Helsing�in Dracula�yı durdurmak ve Mina�yı kurtarabilmesi için Londra, Avusturya, Mısır ve tabi ki Transilvanya�nın içinde bulunduğu uzun bir yolculuk beklemektedir.

Transilvanya

Klasik Point and Click tarzında olan macera oyunumuz, iyi tasarlanmış 2D ortamlar üzerine 3D karakterler ile birleştirilmiş. Kaplamalar, animasyonlar, sinematikler ve ara sahneler ile hikayede derinlik biraz daha arttırılmış. Türün getirdiği kalıplaşmış özellik nedeni ile macera oyunlarında genellikle piksel avına çıkarak etkileşime girebileceğimiz nesneleri ararız. Ancak enteresandır ki bu defa nesneleri bulmak için iki numara büyük gözlük takmaya gerek kalmıyor. Zira boşluk tuşuna kısa bir süre basılı tuttuğunuz takdirde, ekranda o an etkileşime girilebilecek tüm nesneler aydınlatılıyor. Böylece piksel avı yapmak zorunda da kalmıyoruz. Oyuna ait bir başka yenilik ise bir ortamda bulunurken gerekli olan tüm nesneleri incelemeden ya da toplamadan mekandan ayrılamıyor oluşumuz. Başta biraz sinir bozucu bir durum gibi gelse de, onca yer dolaşıp sonra tekrar başladığımız noktaya dönmek zorunda kalmamamız durumu bir miktar kurtarıyor. Buna benzer bir uygulama da diyaloglarda karşımıza çıkıyor. Bir karakter ile konuşma esnasında tüm seçenekleri bitirmeden ayrılmak mümkün olmuyor. Mekandan ayrılmamak bir derece kabul edilebilirken, tüm konuşmaların bitmesini beklemek sıkıcı bir hal alabiliyor.

Bulmacalar genellikle çok zor olmamakla birlikte, daha çok mantıksal çerçevede bir araya geliyor. Envanter defterimizde topladığımız tüm nesneler, bulunduğumuz tüm mekanlar ve yaptığımız tüm konuşmaların kayıt edilmesi sayesinde de bulmacaların çözülmesi bir miktar daha kolay oluyor. Genel olarak baktığımızda Dracula: Origin, macera türüne ait hem iyi hem de kötü sayılabilecek özellikleri bir arada barındırıyor. Aslında kötü olarak nitelendirdiğimiz kısımlarda biraz göreceli şekilde faydalı olduğundan tam anlamı ile katı bir derecelendirme yapmak mümkün olmuyor. Buna daha çok oyuncular kendileri karar vereceklerdir. Görsel olarak detaylı çevre ve ortamlara, iyi sayabileceğimiz ara video ve karakter modellemeleri eşlik ediyor. Arka planda çalan müzikler ve dublajlar ise grafiklerden biraz daha yavan kalıyor. Mantıksal bulmacalar çok zor olmadıkları gibi yeni yardımcı yapılar ile de daha kolay çözülüyor. Tüm bu etkenleri bir araya getirdiğimizde Dracula: Origin, ortalamanın üzerinde bir puan almayı hak ediyor.
İşlemci:AMD Phenom Triple Core 8750 Am2+ 2.4Ghz 3.5Mb 65Nm 95W 3600Mhz tray
Ekran Kartı: Sapphire Ati Radeon HD 3870 X2 Crossfire
Anakart: MSI K9A2 Platinum
Ram: OCZ Flex XLC PC2-6400 800 Mhz 1Gb X 2
Sabit Disk: Seagate 2X1 Tb
Monitör: BenQ X2200W LCD
Güç Kaynağı: Tagan TG 600-U35 600W
Kasa: Asus Vento
Soğutma: Thermaltake Big Typhoon Cooler

minimum sistem
P4 1.5 GHz işlemci, 512 RAM, 2.5 GB boş HDD alanı, 128 MB ekran kartı






bu yazıyı  Emre Gökberk yazmıştır

5
Oyunlar / Call of Duty: World at War
« : 07 Temmuz 2008, 14:36:21 »
Call of Duty: World at War

2. Dünya Savaşı'na geri dönüyoruz!
Çok değil, daha geçtiğimiz sene şu zamanlar E3 fuarında Call of Duty 4'e ait ilk oynanış demosu gösterilmiş ve Infinity Ward'tan Jason West, oyun hakkında bilgiler vermişti. Tam da oyun yeni bir konu bütünlüğüne bürünmüşken Treyarch'tan gelen 2. Dünya Savaşı (WW2) yönündeki bazı belirtiler, Call of Duty'nin aslında bu sayfayı kapatmadığını belgeler nitelikteydi ve nitekim öyle de oldu...

Sürekli kullanılmış bir konu olan "İkinci Dünya Savaşı" teması, belki de oyuncuların canını sıkabilecek tek unsur şuan için. Oyun dinamiğinde birçok yenileme ve geliştirmeye giden yapımcılar, oyuncuları memnun etmek için Pasifik�in sığ bitki örtüsünden, Berlin'in soğuk taş duvarlarına kadar uzanan bir coğrafyada yaşıyorlar. Call of Duty: World at War, Treyarch tarafından hazırlanmakta olan yeni "Göreve Çağrı" üyesi. Aslında oyunun Treyarch tarafından hazırlanıyor olması, korkuyla karşılanmıyor değil. Artı olarak Call of Duty 3 ile PC cephesi es
geçildiği için PC kullanıcıları tarafından pek sevilen bir firma değil. Bunlara karşın Treyarch sorumluları, World at War için iyi bir WW2 oyunu benzetmesinden kaçınıyorlar. Mark Lamir, "Bu oyun, Call of Duty serisinin en karanlık yönünü yansıtacak olmasının yanı sıra ayrıca tüm zamanların en iyi WW2 Shooter�ı olacak" diyor. Bunu yapacak bilgi ve deneyime sahip olduklarını belirten Treyarch yetkilileri, bunu başarmak için önlerinde hiç bir engel bulunmadığını da ekliyor. Buna en büyük etken olabilecek unsur ise, World at War'ın daha uzun süredir geliştiriliyor olması gerçeği. Call of Duty 3, 8 ay gibi bir sürede hazırlanarak piyasaya sürülmüştü. World at War ise, daha uzun süredir geliştiriliyor.

Deniz ötesi

Görevin adı "Maken Raid". Bir Amerikan askeri, Japonlar elinde esir düşmüş ve yoğun işkence gördükten sonra bir katana darbesi ile infaz edilecektir. Ardından sıra, bu olayları görmekte olan diğer askere gelecektir ki, tam zamanında yardım gelecek ve esir bir diğer asker kurtarılabilecektir.

Bu kez ana tema Pasifik. 11 Oscar adayı Thin Red Line'dan hatırlayacağımız "Tepe Baskını" veya Clind Eastwood eseri Flags of our Fathers'da muhteşem görsel efektlerle süslenmiş "Iwo Jima Çıkarması", Pasifik cephesinde meydana gelen en önemli ve oyunda muhtemelen göreceğimiz heyecan dolu operasyonlardan bir kaçı. Yıllar önce hazırlanan Medal of Honor: Pasific Assault, Pearl Harbor baskınını temel alan ve Pasifik cephesini anlatan bir diğer oyundu, ama Call of Duty'nin bu noktadaki en büyük farkı; Pasifik cephesini öncelik seviyesinde tutmasına rağmen, Ruslar tarafından Almanlara karşı gerçekleştirilecek operasyonların olması ve bu seride de çok ulusluluk özelliğini koruyor olması olacak.

İlk olarak yeni coğrafyayı ve düşmanlarımızı tanımakta fayda var. Sıcak ve sığ bir bitki örtüsüne sahip Pasifik cephesinde tehlike bizi her yerde takip edecek. İmparatorluk askerleri, çevreyi çok iyi bildiklerinden saldırı stratejilerini de ona göre belirleyecekler. Genellikle grup halinde hareket edecek Japon askerleri, ayrıca bitkilerin arkasında hatta ağaçlarda kamufle bir şekilde saklanarak saldırı için uygun anı bekleyecekler.
bu yazı: Mahmut Saral tarafından yazılmıştır
hiç resim bulunamadı

6
Mitolojiler / Akhenaton'la Ezber Bozmak
« : 03 Temmuz 2008, 13:19:26 »
“Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Hz. Muhammeden abdühu ve resulühu” dediğimde İslam dininin ilk şartını yerine getirmiş oluyorum. Kelime-i Şehadet söylenmeden, hiç kimsenin İslam dinine girmiş sayılmadığını, ondan diğer vecibelerin beklenemeyeceğini hepimiz biliyoruz.

Anlamını da hepimiz biliyoruz. Ama tekrarlamakta fayda var. “Şehadet ederim ki, Allahtan başka ilah yoktur, ve Hz. Muhammed de onun kulu ve elçisidir.”

Şimdi M.S. 600’lerde ortaya çıkan ya da çıktığını zannettiğimiz bu sözün, biraz farklı da olsa, ortaya çıkmasından tam 2000 sene önceki halini görelim. “Aton’dan başka Tanrı yoktur, Akhenaton onun elçisidir ve ışığını bize ulaştırır.”

Bu çalışmada tek tanrılı dinlerin kökenleri konusunda ezberimizi bozmaya çalışacağız. Sunacağım bireysel sentez, daha önce söylenmiş sözlerin ve yazılmış satırların bende bıraktığı izlerden oluşan bir önerme. Eksikleri ya da yanlışları da olabilir. Ama ben bu tezle ikna olmuş durumdayım. Kitabımda da yer alacak, ve her hakkı mahfuzJ. Ama alternatif bir bakış açısı olduğunu umuyorum. Ve hangi dinden olurlarsa olsunlar, ya da bu alternatif bakış açısını öğrenene kadar dinlerden uzak durmuş olsunlar ya da olmasınlar, okuduktan sonra buna inansınlar ya da inanmasınlar, derki okurlarında zaten mevcut olduğuna emin olduğum önyargısız bir bakış açısıyla okumanızı umuyorum.





Akhenaton tahta çıktığındaki adı 4. Amenhotep(Amenofis)’ti. Diğer firavunlarla karşılaştırdığımız zaman, hakkında çok az şey biliyoruz. Çünkü Akhenaton’un adı ardılları tarafından tarihten silindi. Hatta, bu eski Mısır’da en kötü ceza olarak bilinse de, mezarından bile silindi. Bu yazıda zaten bu cezalandırmanın nedenleri üzerinde duracağım. Akhenaton’la ilgili resmi tarih bilgisi isteyen okurlar için birçok kaynak önerebilirim. Ama resmi tarih anlatmayacağım, tam tersine resmi tarihe ters sorgulamalar yapacağım.

Resmi tarihe göre Akhenaton, 18. hanedanın son firavunlarından biri olarak, M.Ö. 1353–1336 yılları arasında, 17 yıl hüküm sürdü. Babası 3. Amenhotep’in son dönemlerinde bir süre kral naipliği yaptı ve babasının ölümünün ardından tahta çıktı. Annesi Tiya soylu bir ailenin kızı olmayan, halktan gelen ilk kraliçedir. Tiya bazı kaynaklara göre 3. Amenhotep’in veziri olan, yaşamı sırasında Mısır’ı etkin bir şekilde yönettiği için çok onurlandıran ve Mısır tarihinde ilk kez Kral Vadisi’ne gömülen sıradan ölümlü olan Yuya’nın kız kardeşi, bazılarına göre de kızıdır. Halktan gelmesine rağmen döneminde firavuna denk bir güç olarak ülke yönetiminde yer almıştır.

4. Amenhotep adıyla tahta çıkan genç firavun, iktidarının ilk yıllarında “Amon mutludur” anlamına gelen adını, “Aton’un ruhu ya da Aton’un hizmetkârı” anlamına gelen Akhenaton olarak değiştirdi. Ve bilinen tarihte ilk kez, tek tanrıya inanan bir din kurdu. Bu dinin kurallarını birazdan inceleyeceğiz. Çok tanrılı Mısır’da bu büyük devrimi gerçekleştirebilmek için, o zamanki başkent olan Teb’den 300 kilometre uzakta, bugünkü adıyla Tel el Amarna’da Akhetaton(Aton’un ufku) adlı yeni bir başkent kurdu. Bu şehirde ilk kez tek tanrı için bir mabet inşa etti.

İktidarda kaldığı süre içinde, kurduğu bu yeni dinin yayılmasına ağırlık verdi. Tıpkı babası gibi o da diplomasi ağırlıklı ve barışçı bir dış politika izledi. Kiya ve Nefertiti isimli iki eşi oldu. Kiya’dan, kesin olmamakla birlikte, 2 oğlu, Nefertiti’den 6 kızı dünyaya geldi.

Nedeni bilinmeyen ama oldukça şüpheli ölümünden sonra, olanlar da kesin bilinmemektedir.

Ancak kendisinden sonra tahta çıkanların tahtta kalış süreleri ve kimlikleri konusu daha da karışıktır.

Hemen ardından tahta çıkan Semenkare’nin babası, yaşı, hatta cinsiyeti bile belirsizdir. Bazılarına göre Akhenaton’un kardeşi, bazılarına göre eşi Kiya’dan oğludur. Bazıları ise onun bir kadın olduğunu iddia ederler. Akhenaton’un kızı Meritaton’la evlenmiş, ve çok kısa süren iktidarından sonra –ki bu konu da kesin değildir- Meritaton tahta geçmiş, arkasından vezir Ay kendisini firavun ilan etmiş, son olarak yine akrabalıkları konusunda çok az şey bildiğimiz, ancak bozulmamış mezarı sayesinde Mısır hakkında çok şey öğrendiğimiz meşhur Tutankamon tahta geçmiştir. Tahta geçiş ismi Tutankaton’dur, ancak daha sonra Amon rahipleri tarafından adının değişmesine ikna edilmiştir.

Sonra iktidara gelen, ordunun başındaki general Horemheb’tir. Horemheb ve ardılları, Akhenaton ve Horemheb’e kadarki bütün firavunları tarihten silmiş ve kraliyet kayıtlarına göre, 3. Amenofis’ten sonra iktidara Horemheb gelmiş gibi düzenlemeler yapmışlardır.





Bu kısa tarihçe aslında çok önemli değil. Çünkü daha önce de söyledim, resmi tarih her zaman sonraki iktidarlarca yazılır. Bu yüzden, hele tarihin değiştirildiği bu kadar ortadayken, resmi tarihi boş verelim ve alternatif tarih kaynaklarından yola çıkarak, hakikati arayalım.

Birazdan bahsedeceklerimin tümü, yazılı kaynaklarda yer alıyor. Benim katkım sadece bunları toparlamak ve aradaki bazı kopuklukları fikir yürüterek tamamlamak oldu.

Şimdi, kutsal kitaplardaki ve resmi kayıtlardaki tarihi değil, farklı bir bakış açısını değerlendireceğiz.





Milattan önce 1600’lere gidiyoruz. Hz. İbrahim’in ülkesi Harran’a. Harran’da o zamanlar Mittani Krallığı hüküm sürüyor. Tıpkı Hititler gibi, onların nereden geldikleri belirsiz, ama İndüs ve aryan kökenleri biliniyor. Büyük olasılıkla Hindistan’daki eski İndüs uygarlığının mirasçıları.

Mittani Krallığı’nda yaşayan Abram, kutsal kitaplarda olduğu gibi birden tek tanrıya inanmaya başlamıyor, okuyor, araştırıyor, düşünüyor. Tıpkı bizlerin yapmaya çalıştığı gibi hakikati arıyor. Sonra tek tanrı inancı güçlenince, etrafındakilerle arasında bir fikir ayrılığı oluşuyor. Bazılarına göre zulüm görüyor, bazılarına göre ise, zulüm görmemek için Harran’a geliyor. Harran bazı kaynaklara göre dünyada ilk kurulan yerleşim, Adem’in şehri. Dünyanın ilk üniversitesi ve ilk rasathane orada kuruluyor. Abram oradan da önce Filistin’e sonra Mısır’a geçiyor. Bu yolculuklar sırasında adını Abraham olarak değiştiriyor. İsimdeki Brahma benzerliği oldukça dikkat çekici, çünkü Brahma Hint inanışında gücü herşeye yeten, herşeyi yaratmış olan ve her zaman varolan tanrının adı. Mittani uygarlığının İndüs kökenli olduğu düşünülürse, Hint Tanrılarının en güçlüsü Brahma’ya inanmaya başlamış ve adının da bu yüzden Abraham yapmış olması kuvvetle muhtemel. Yani tek tanrı inancının olası kökeninde Hint inanışları olabilir. Burada daha az yaygın bir başka bilgi daha var, bu teze göre aslında Abraham Mittani kralı Artatama’nın ta kendisi…

Abraham (Hz.İbrahim) Mekke’de Kabe’yi inşa ediyor. Aslında ilk tek tanrı mabedi Kabe. Oğlu Samuel-İsmail ile birlikte Kabe’nin sütunlarını dikerken Allah’a dua etmişler ve Kabe’yi tek tanrının evi olarak kutsamışlardır. Ama burada ilginç bir detay daha vardır, bizdeki adıyla İsmail Kabe’yi korumak için Mekke’de kalır. Ve Hz. Muhammed’in ailesi Kureyşliler, ve Mekke’deki diğer 3 büyük aile, soylarını Hz. İsmail ve Hz. İbrahim’e dayandırırlar. Yani aslında Hz. Muhammed, Abraham’ın soyundandır. Ve Hz. Muhammed, Hz. Musa ve diğer peygamberlerle akrabadır. Bu birazdan göreceğimiz şekilde “sünnetli” olmasını da açıklayan bir donedir. Daha da ilginç bir detay, Kabe yangın nedeniyle zarar gördüğünde yeniden inşasında bizatihi Hz. Muhammed de çalışmış, ve Hacer-Ül Esved’in yerleştirilmesi sırasında çıkan tartışmayı çözmüş, ama taşı kendi yerleştirmiştir. Yani aslında, tek tanrı için inşa edilen ilk mabedin 2. inşasında çalışan ustalardan biri de Hz. Muhammed.

Neyse biz konumuza dönelim. Abraham Mısır’a gelir. Mısır’da Maat yasası uyarınca kölelik asla olmamıştır. Bu bilgi çok çok önemli. Devlete vergi borcu olanların bazıları şimdiki kamu hizmeti cezaları gibi, devlete borçlarını emekleriyle ödemektedirler, ama hiçbir zaman tarihte anladığımız şekliyle bir efendi-köle ilişkisi olmamıştır. Abraham Mısır’da yerleşir. Abraham ve yanındakiler Mısır’da güçlenirler. Hatta Hiksos dönemi denen, “çöl prensleri”nin gelip Mısır yönetimini ele geçirmeye çalıştıkları dönem olması sebebiyle, belki de doğrudan iktidara gelirler. Ama Hiksos’ların Abraham ve soyundan geldiklerine dair bilgileri şimdilik bir kenara bırakalım.

Mısır’da güçlenen yeni göçmenlerden bir tanesi Firavun’un sarayında baş vezirliğe kadar yükselir. Bu Yuya’dır. Yani bizim bildiğimiz adıyla Hz. Yusuf. Resimde de görüleceği gibi, Yuya tam bir Asyalıdır. Modern Mısır tarihçileri kabul etmek istemese de hiçbir şekilde dönemin Mısırlılarına benzememektedir. Bu farklı fiziği aslında “güzel” olması efsanesiyle de örtüşmektedir.

Yuya daha önce sıradan hiçbir insana verilmeyen ünvanlar ve yetkilerle Mısır’ı mükemmel bir şekilde yönetirken, bazı kaynaklara göre kızı, bazılarına göre kızkardeşi olan Tiye’yi Akhenaton’un babası 3. Amenofis’le evlendirir. Yani kraliyet ailesine kendi kanının da katılmasını sağlar. Yani artık firavun ailesi de, Akhenaton da Abraham’ın torunlarıdır. Bu bölüm de önemli, çünkü daha sonra bu kanı taşıyanların Mısır’da iktidardan uzaklaştırılmasına, hatta tarihten silinmelerine de tanık olacağız.

Yuya Abraham’ın Harran’dan getirdiği tek tanrı fikrine bağlı kalmayı sürdürmektedir. Eski Mısır’da o zamanki adıyla On adını taşıyan Heliopolis’te zaten gizliden gizliye öğretilen bir tek tanrı bilgisi vardır. Bu inanca göre Ra en büyük tanrıdır, ve aslında diğer tanrıların da tanrısıdır. Zaman içinde Ra-Horus, yani Re-Herakhti adını almıştır, ama gizli bir kardeşlik örgütü, Heliopolis’te, hangi tarihten ve hangi uygarlıktan geldiği belli olmayan bir tek tanrı bilgisini korumaya devam etmişlerdir. Osiris rahipleri de aynı bilginin koruyucularıdır. Yuya’nın atalarının tek tanrı bilgisi ve Mısır’da kapalı bir çevrede korunan bu tek tanrı bilgisi dünyaya yayılmak için zaman kollamaktadır.

Yuya torunu ya da yeğeni olan ve tahta 4. Amenofis adıyla çıkması beklenen delikanlıda, aradığı öğrenciyi bulmuştur. Genç inisiye adayına, tek tanrı bilgisini ve sevgisini aşılar. Ve onu tek tanrı inancına gönülden bağlar.





4. Amenofis tahta çıktığında, henüz gençtir. Tıpkı Yuya gibi, tek tanrıya inanan bir aileden gelen ve güçlü bir kadın olan annesi Tiya’da onu etkilemiştir. Yuya’nın iktidarı sırasında atalarının yurdu olan Mittani Krallığı’yla ilişkiler güçlendirilmiş ve Mittani Kralı’nın kızı Kiya babası 3. Amenofis’le evlendirilmeye gönderilmiştir. Fakat o yoldayken 3. Amenofis ölünce yeni firavun gelen prensesle evlenmek zorunda kalır. Kiya’da Mittani-Harran-Sümer inançlarının takipçisidir ve tek tanrı fikrini onaylamaktadır.

Sonra birden ortaya Nefertiti çıkar.

Nefertiti’den nereden geldiğini kimse bilmemektedir. Adı “güzellik geldi” anlamındadır. Bazıları bunun “güneyden ya da uzaktan gelen güzel” olduğunu iddia etseler de, her halükarda bu isim Neferititi’nin gerçek adı değildir, bu isim sonradan konmuştur. Nereden geldiği meselesi bugün hala bilinmemektedir. Büyük olasılıkla Yemen’den yani Saba ülkesinden gelen bir Saabidir, Mittani krallığından gelen bir prenses, hatta Isis’in yeniden bedenlenmesi olduğunu iddia edenler olmuştur. Nefertiti gelir gelmez Akhenaton’un bir numaralı eşi durumuna gelir. Her yerde Akhenaton’un yanında yer alır. Ve Akhenaton’un inancını paylaşır. Akhenaton’a 6 kız evlat verir.

Nefertiti ile evlenir evlenmez, Akhenaton Aton dinini ortaya atar. Aton aslında eskiden beri bilinen bir tanrıdır. Babası 3. Amenhotep de Aton için adaklarda bulunmuştur. Ancak yeni dinde çok tanrılı panteon ortadan kalkar. Aton tek tanrıdır, başka tanrı yoktur.

Bu devrimi, çok güçlenen, adeta her devlet kararı için fetva alınmak zorunda kalınan Amon rahiplerinin gücünü azaltmak için yapıldığı iddiasıyla küçümsemek isteyen yorumcular vardır. Oysa ilk kez tek tanrılı din bir devlet dini olarak ortaya çıkmıştır, ve Akhenaton bu tavrında çok büyük mücadeleleri göze almıştır. Bu yüzden sadece politik bir hareket olduğu iddiası kesinlikle yanlıştır, ama devrimin doğal bir sonucu olarak, Amon rahiplerinin, ve diğer çok tanrılı dinlerin rahiplerinin gücü çok azalmıştır.

Akhenaton’un yeni dinini biraz uzunca inceleyeceğiz.

Önce Akhenaton’un tanrısı Aton’a yazdığı şiirle başlamak gerek.





Tanrı, uludur, birdir, tektir.
Ondan başkası yoktur.
Bir tanedir,
O’dur her varlığı yaratan.
Bir ruhtur Tanrı, görünmeyen bir ruh…
Ta başlangıçta vardı Tanrı.
Tek varlıktı o.
Hiçbir şey yokken o vardı.
Herşeyi o yarattı…
Ezelden beri gelen varlığı,
Ebediyete kadar sürecek.
Gizlidir Tanrı, kimse görmemiştir onu.
İnsanlara ve yarattıklarına sır kalır her zaman…







Bu şiirin altına imza atmayacak herhangi bir tek tanrılı din mensubu var mıdır? Akhenaton’un tek tanrısına yazdığı bu şiir, bizlerin bugünkü inançlarının içinde aynen mevcut. Hatta ilk iki dizede, “Allah-ü ekber”, ve “La ilahe illallah” bile var. Ama bu metnin bildiğimiz tarihteki ilk metin olması özelliğini vurgulamak gerek. Çünkü, biraz sonra detaylarını göreceğimiz şekliyle, aslında bütün dinlerin kökeninde bu mesajlar var.







Akhenaton’un tanrısı Aton, bir güneş diskiyle sembolize ediliyor. Başka bir şekli yok. Halbuki o güne kadar bütün Mısır tanrıları ve hatta başka kültürlerdeki tanrılar da, hep formlarla, insan ya da hayvan figürleriyle sembolize edilirken, Aton’un hiçbir formu yok. Sadece gökteki güneşle gösteriliyor. Bu konuda çok ilginç, çünkü varsayılan Mu Uygarlığı’nda da, dünyada bir anda ortaya çıkan Sümer, Mısır, Maya ve Harran’daki Saabilere kadar bir sürü kültürde de tek tanrı hep güneş sembolüyle açıklanmıştır.

Burada Aton’un Akhenaton ve Nefertiti’yle nasıl resmedildiğine biraz bakmak gerek. Çünkü dönemin sanatı sanat tarihçilerinin çok ilgisini çekiyor. Sembolizma ilk kez sanatta bu kadar yoğun kullanılıyor. Resimlerde Firavun insanlaşıyor ve eşiyle eşit. Çocuklarını şefkatle seven bir baba. Dönemin sanatının bir cilvesi, Akhenaton’un bazı heykelleri, onu, yine sembolik olarak eril ve dişili kendinde birleştirmiş olduğunu anlatmak için, feminen yönleriyle de gösterince, hasta olduğu ya da cinsel tercihleri sorgulanmış. Ama ona ait resim ve heykellerin çok büyük bir çoğunluğunda normal bir insanken, şu anda Kahire Müzesi’nde olduğu için en çok bilinen heykelinin referans alınması bir bilgi eksikliği…

Dini incelerken ilk dikkat etmemiz gereken Aton sözcüğünün kökeni. Bildiğimiz gibi Hermetik öğretide tek tanrının adı Atum. Aton sözcüğüne çok benziyor. İkincisi tek tanrının İbranicedeki isimlerinden biri olan Adonai sözcüğü. Üçüncü benzer kavram, aynı isimli bilinen tanrıdan farklı olan, Suriye’deki tek tanrı olan Adonis. Aton kendi kendisini yaratmış, ve daha sonra herşeyi yaratmış olan ve daha önce hiç rastlanmadığı şekliyle hem anne hem de baba olan bir tanrı. Her iki cinsiyeti de taşıması çok önemli, çünkü evrensel düaliteyi kendinde birleştiren bir tanrı fikri ilk kez gündeme geliyor. Aynı şekilde Akhenaton da kendisini Mısırlıların hem babası, hem de alışık olunmadığı tarzda, annesi olarak konumlandırıyor. Yani eril ve dişilin, Rahman ve Rahim’in, siyah ve beyazın bileşkesi…

Aton bütün evrenin tanrısıdır. Bu da yeni bir kavram olarak gündeme gelir, çünkü bundan önce tanrılar güney ya da kuzey Mısır’ın, ama çok daha önemlisi sadece Mısır’ın tanrılarıyken, düşman hatta barbar kabul edilen ülkelerin de tanrısı olan bir tek tanrıdır. Bu da büyük bir devrim, çünkü bazı tanrıların kişisel olduğu, ailenin diğer bireylerinin bile tapamadığı bir dönemden bahsediyoruz. Bir tanrının, size kötülük yapanların da tanrısı olabileceğini o dönemlerde kabul etmek çok zor. Yani hayır ve şerrin o tek tanrıdan geldiğini hazmetmek…

Aton’un en önemli özelliği her zaman olumlu olmasıdır. Daha sonra gelen tek tanrılı dinlerin tanrı fikirleri, bazen şefkat, bazen şiddet mesajları verirken Aton her zaman barıştan, sevgiden yanadır. Tanrının celal yüzleri yok gibidir. O her zaman hem baba, hem anne şefkatinin sembolüdür. Daha sonra Yehova’nın ve İslamiyet’teki Allah’ın cezalandırıcı vasıflarına sahip değildir. Bu da tek tanrılı dinlerin ılımlı izleyicilerinin, ve belki de sırf bu yüzden izlemeyenlerinin aklındaki Tanrı fikrine daha uygun bir modeldir. Ceza, ateşlerde yakmak, cehennem gibi kavramlardan uzak bir tek tanrı…

Aton bütün yaratılışın tanrısı olarak hem kadınların hem erkeklerin tanrısıdır. Akhenaton ve Nefertiti onun iki yönünü sembolize edecek şekilde bütün resimlerde hep beraber sembolize edilmiştir. Yani aslında kutsal üçleme Aton-Akhenaton-Nefertiti olarak oluşmuştur. Akhenaton’un bir diğer şiirinde “yumurtaya can veren” tanrı olarak geçen Aton, “kendi birliğinde, milyonlarca formu” olan tanrı olarak açıklanır. Yani aslında tasavvuftan kabalaya kadar, bütün ezoterik yolların mesajı bu cümleyle özetlenir.

Aton sadece ışıktır. Işık ya da nur ve ziyadır. Öğle vakti gölgeler yok olduğunda, yani ışığın zirvesinde, o da gücünün zirvesindedir, ve inananlarını destekler.

Dinin temel kuralları şöyledir:


7
Mitolojiler / Titanic faciası önceden yazılmıştı.........
« : 03 Temmuz 2008, 13:12:43 »
Yazar Morgan Robertson un yazdığı kitap titanic faciasını çok önceden haber veriyordu . daha sonra bu kitabın lanetli olduğuna inananlar oldu

1898 yılında morgan robertson tarafında yazılan boş yere adlı kitap 10 nisan 1912 yılında gerçekleşen titanic faciasını çok önceden haber veriyordu .kitapta anlatılanlarla gerçekleşen titanic faciasının tüm ayrıntıları büyük bir benzerlik göstermekteydi..

ESRARENGİZ KİTAPTA=geminin adı titan dı . gemi 70.000 ton su ihraç ediyordu . 240 metre uzunluğundaydı.3 pervaneliydi .24-25 deniz mili hız yapabiliyordu.3000 yolcu kapasiteliydi.filikaları yetersizdi.ilk seferinde battığı anlatılıyordu.YIL=1898

GERÇEKLEŞEN FACİADA=Geminin adı titanic ti.66.000 ton su ihraç ediyordu.265 m uzunluğundaydı.3 pervaneliydi . 24-25 deniz mili hız yapabiliyordu.3000 yolcu kapasiteliydi . filikaları yetersizdi. ilk seferinde kitapta yazdığı gibi battı..

8
Mitolojiler / Kutsal Kase
« : 02 Temmuz 2008, 17:20:13 »

Kutsal Kase efsanesi Batı Hıristiyanlığında en uzun soluklu efsanelerden biridir.



- Kutsal Kase sembolü. Kutsal Kase, Son Akşam Yemeği’nde İsa”nın içmek için kullandığı ve Arimatea’lı Yusuf’un çarmıha gerilen İsa’nın kanını doldurduğu kadeh olarak geçer. Kutsal Kase, İsa’nın kadehi olarak kabul ediliyor.İsa’nın kanının içinde bulunduğuna inanılan bu Kase efsaneye göre Arimatea’lı Yusuf tarafından asırlardır saklandığı İngiltere’ye götürülmüş ve etrafı boş arazilerle çevrili gizemli bir manastırda iyileşmeyen bir yaradan dolayı acı ve ıstırap çeken gizemli bir kral tarafından korunmaktadır.
Bu Kasenin bulunması Kral Arthur’un savaşlarının temel ilgi alanı olmuştur.

Ama tarihte Sangreal Belgeleri adıyla anılan belgeler de inanışa göre Kutsal Kase ile birlikte gömülü. Belgelerin bin yıllardır Tapınak Şövalyeleri adı verilen gizli bir örgüt tarafından korunduğuna inanılıyor.Belgelerin Tapınak Şövalyeleri’ne bunca güç vermesinin nedeni,sayfalarda Kase’nin gerçek tabiatının açıklanması.


Tapınak Şövalyeleri’ne göre Kutsal Kase bir kase değil. Kase efsanesinin yani ayinde kullanılan kadehin dahice düşünülmüş bir alegori olduğunu iddia ediyorlar.Kase efsanesindeki ayinde kullanılan kadeh,başka bir şeyin,çok daha güçlü bir şeyin mecazi hali. Kutsal Kase insanlık tarihinde en çok aranan hazine olmuş. Kase efsanelere, savaşlara ve bitmek tükenmek bilmeyen sorulara neden oldu.Dikenli Taç,Çarmıhta kullanılan Gerçek Haç,Titulus hepsi bin yıllarca arandı ama tarih boyunca aralarında en özeli Kutsal Kase olmuş.

Prieure de Sion tarikatında(Tapınak Şövalyelerinin diğer adı) gül sembolü kase için kullanılmış bir sembol. Gülü Kase sembolü olarak kullanmalarının nedeni ise gizlilik. En eski gül türlerinden biri olan rosa rugosanın, aynı Venüs yıldızı gibi beş yaprağa ve beşgen bir simetriye sahip olması güle, kadınlıkla güçlü ikonografik bağlar sağlıyordu. Bununla birlikte gülün ‘doğru Yön’ ve yol bulmak kavramlarıyla çok yakın bağları vardı.
Pusula gülü, aynı Gül Çizgisi gibi, seferilere haritalardaki boylamlara bakarak yön bulmakta yardımcı oluyordu. Bu yüzden dişi kadeh ve gizli gerçeğe götüren yıldız anlamındaki gül,pek çok açıdan gizlilik,kadınlık ve yön tayini olarak Kase’yi tanımlayan bir sembol olarak kabul edilmişti.


Kase aslında eski bir kadınlık sembolüdür. Kutsal Kase dişiyi ve elbette şimdi tamamen yok edilmiş olan tanrıçayı temsil eder. Kadının gücü ve onun hayat verebilme yetisi bir zamanlar kutsaldı ama erkek egemen bir toplumda tehdit oluşturuyordu.Erkek egemen bir dönemin de yaşanması bir gereklilikti. İlk çağlardaki medeniyetlerde kadın tanrıçalar egemen daha sonra şimdi de içinde bulunduğumuz erkek egemen dönem yaşandı. Şimdi ise bu karmakarışık gibi gözüken bilgilerle ikinin bir edildiği yeni bir dönemin ilk temelleri atılıyor. Yıkılmadan yapmak mümkün olmadığından bazı zihinsel ve entelektüel tartışmaların olması son derece doğal. Bu yüzden o dönemde kutsal dişi şeytanlaştırıldı ve ona günahkar dendi. Havva’nın elmayı yiyerek insan ırkını çöküşe uğrattığı ‘ilk günah’ kavramı alegorik bir anlatımdı. Bir zamanlar hayat veren kutsal kadın artık düşman olmuştu.

Kase kayıp tanrıçanın ya da dişil prensibin eril prensip yanında gerçek değerine ulaşamayışının sembolüdür. Kadim öğretilerin binlerce yıldır vurguladığı bilgilere göre kozmik düzene uygun olarak altın çağda yani kıyamet-uyanış sonrasında; dişil prensip eril prensiple birlikte bir bütünü oluşturarak, gezegensel anlamda yin-yang dengesini sağlayacak. Böylelikle birlik, bütünlük, uyum ve sevginin tüm yasaları evren ahengine uygun şekilde yeryüzünde belirecek. Kutsal kase alegorisi binlerce yıldır yanlış anlaşılmış, uğrunda savaşlar verilmiş, bölünmelere neden olmuş bir alegori. Bu kez umarız ki, yanlış anlaşılmaların ve bölünmelerin bir bütünde toplanacağı yeni sentezler en kısa zamanda yapılır.. Kase ya da kutsal kadeh sembolü, İsa’nın Magdalalı Meryem’le yakınlığına hatta Hıristiyanlığa karşı bir tavra dönüştürüldü ki, neden sadece sembollerin iyice anlaşılmamış ve açılmamış olması.

Kutsal Kase efsanesi ile ilgili ilk bilgiler Chretien de Troyes’in the Conte del Graal (1180) (Kase Efsanesi) adlı romanında bulunmaktadır. Bu romanın ardından 60 yıl içinde (1180-1240) bu efsaneyle ilgili çoğu Fransızca olmak üzere çeşitli Batı dillerinde pek çok roman kaleme alınmıştır. Bu romanlar efsaneyle ilgili aşağı yukarı aynı bilgileri ihtiva etmekteydi. Temelde bunlar ya Kutsal Kase’nin ortaya çıkarılması serüveni ve bu süreçte yaşanan olaylar ya da bizzat Kutsal Kase’nin tarihi ile ilgili bilgiler ihtiva etmektedir.


İlk önce Kutsal Kase’nin mahiyeti ile ilgili anlattığımız efsanenin bir an doğru olduğunu yani Kasenin İsa’nın havarileriyle yediği son akşam yemeğinde kullandığı ve çarmıha gerilişi esnasında akan kanının içinde bulunduğu Kase olduğunu varsayalım. Kutsal Kase’nin tarih boyunca çeşitli efsanelere, savaşlara ve bitmek tükenmek bilmeyen sorulara sebebiyet verdiği gerçeğinden hareketle onun basitçe sadece İsa’nın kullandığı veya kanının içinde bulunduğu bir kadeh olması mantıklı değildir.. Bu nedenle Da Vinci Şifresinde ifade edildiği üzere Kutsal Kase’nin bir kadeh değil, İsa’nın neslini rahminde taşıyan Mecdeli Meryem’in rahmi olduğunu düşünülüyor. Çünkü başta Roma Katolik Kilisesi ve diğer Hıristiyan Kiliselerinin iddiasının aksine Hz. İsa, Mecdelli Meryem ile evliydi ve muhtemelen bu evlilikten çocuğu vardı. Zira İsa’nın bekar olması mümkün değildi. Çünkü o bir Yahudi idi ve dönemindeki Yahudi geleneğine göre evlilik çağına gelmiş bir Yahudi’nin bekar kalması yasaktı. Eğer İsa, bu geleneğe aykırı davranarak evlenmemiş olsaydı İnciller mutlaka bundan bahseder ve normal olmayan bu bekarlığın açıklamasını yaparlardı.
Nitekim Kutsal Kase ilgili anlatılan bazı efsanelerde İsa, yakalanıp öldürüleceğini anlayınca kendinden sonra öğretisini devam ettirmek için eşi ve neslinin taşıyıcısı olan Mecdelli Meryem’i seçmiş ve ona gerekli talimatları vermişti. Ancak Petrus, bir kadının arkasında ikinci sırada kalmak istemediği için cinsiyet ayırımcılığı yapmış ve Mecdelli Meryem’in İsa ile evli olmadığını, onun gerçekte bir fahişe olduğu tezini yayarak İsa’nın kilisesini kurmak için onu değil kendisini seçtiğini iddia etmiştir. Bunun üzerine Mecdelli Meryem çocuğunu da beraberine alarak Fransa’nın Gaul bölgesine göçmüş ve orada Merovenj sülalesinin kurucusu olmuştur. Dolayısıyla bu efsaneye göre Kutsal Kase, aslında İsa’nın havarileriyle yediği son akşam yemeğinde kullandığı veya çarmıh esnasında kanının doldurulduğu kadehi değil, Mecdelli Meryem’i yani İsa’nın soylu neslini taşıyan kadını sembolize etmektedir.

Eğer Kutsal Kase, İsa’nın soylu neslinin taşıyıcısı olan Mecdelli Meryem’in rahmini temsil eden bir sembol ise o zaman bu sembol Hıristiyanlık tarihinde niçin hep bir sır olarak kalmaya devam etmiştir? Bu sorunun yanıtını günümüz Hıristiyanlığının mimarı olan Pavlus’un teolojisinde ve Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğunun resmi dini olarak kabul edildiği 4. yüzyıldan itibaren yaşanan gelişmelerde aramak gerekir.
Kutsal Kase’nin aslında İsa’nın soylu neslinin taşıyıcısı olan Mecdelli Meryem olduğu sırrı, Kilisenin ilan ettiği ilahın aslında ölümlü nesiller dünyaya getirdiğinin fiziksel ispatı oluyordu. Bu da İsa’nın aslında Kilisenin iddia ettiği gibi Kutsal Teslisin ikinci şahsı olan Oğlu Tanrı değil, bir beşer olduğunu kanıtlamaktadır. İsa’nın evli ve çocuk sahibi olması Kilisenin varlığını da sona erdiriyordu. Çünkü Kilise (Roma Katolik Kilisesi) Petrus’a nispetle kurulmuş ve kendini onun halefi olarak görmektedir. İsa’nın neslini sürdürecek çocuğunun olması durumunda onun öğretisini ona kan bağıyla bağlı olanların sürdürmesi söz konusu olacağı için bu durum kendini Tanrının krallığına girmenin ve dolayısıyla da kurtuluşa ermenin yegane yolu olarak gören Kilisenin varlığını tehlikeye sokacaktı. İşte bu tehlikeden dolayı başta Roma Katolik Kilisesi olmak üzere diğer Hıristiyan Kiliseleri devamlı surette Kutsal Kase’nin basitçe İsa’nın kullandığı ve içinde kanının olduğu bir kadeh olduğunu ileri sürerek İsa’nın aslında bir beşer olduğu gerçeğini ima edecek en önemli delili karartmak istemişlerdir.
Kutsal Kase’nin aslında İsa’nın havarileriyle yediği son akşam yemeğinde kullandığı ve içinde kanı olan bir kadeh değil, onun aslında Mecdelli Meryem ile evli olduğu ve bu evlilikten de çocuğu olduğu gerçeğini temsil eden bir sembol olduğu noktasından hareketle kutsal kasenin bir define veya hazine değil, ancak onlardan çok daha değerli bir gizli bilgi olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle kasenin peşinde olan define avcılarına bu kasenin kendilerine milyonarca dolar kazandıracak bir antika kadeh değil, Hıristiyanlığın yapı taşı olan İsa’nın aslında Kutsal Teslisin ikinci şahsı olan Oğlu Tanrı değil, bir beşer olduğunu ispat eden bir kanıt olduğunu hatırlatmak istiyoruz

İlk kuruluşu itibariyle Templiers-Tapınak Şövalyeleri belli bir zamana kadar saklı tutulması gereken, dişil prensibin eril prensiple birleşmeden evrensel bütünlük olamayacağı gerçeğini sakladılar. Belli bir noktadan sonra Masonlar ’la birleşme izleniyor.
Kayıp Kase’yi arayan şövalye efsaneleri, aslında kayıp kutsal dişinin arandığını anlatan yasak hikayelerdi. ‘Kadehi aradığını’ iddia eden şövalyeler, kadınlara boyun eğdiren, tanrıçaları dışlayan, inanmayanları yakan ve paganların kutsal dişiye saygı göstermesini yasaklayanlardan korunmak için şifreli bir biçimde konuşuyorlardı. Onlara göre taşıdığı sır öyle güçlü ki, açıklandığında pek çok şeyi temelinden sarsabilirdi.


Leonardo da Vinci de, kardeşliğin Büyük Üstat’ı olarak 1510 ve 1619 yılları arasında bu mezhebe başkanlık etmiştir. Yaşayan üyelerin kimliklerinin son derece gizli tutulduğu kardeşliğin simgesi ise P.S ve fleur-de-lis.


 

9
Mitolojiler / medusa
« : 02 Temmuz 2008, 17:18:18 »
Didim'in en önemli sembollerinden biri olan Medusa ; Yunan mitolojisinde yeraltı dünyasının dişi canavarı olan üç Gorgona' dan biridir. Bu üç kız kardeşten yalnızca yilan saçlı Medusa ölümlüdür ve kendisine bakanları taşa çevirme güçüne sahiptir. Bu sebeple Antik dönemde büyük yapıları ve özel yerleri kötülüklerden korumak için Medusa kabartmaları ve resimleri kullanılmıştır.
Medusa' nın hayatı hakkında mitolojide birkaç değişik rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetlerden elimize geçenlerin hepsini bu bölümde yayınlayacağız. Bütün Medusa rivayetlerinde ortak nokta Medusa'nın Perseus tarafından başının kesilerek öldürüldüğü ve Medusa'nın kanından Kanatlı at Pegasos ve Khrysaor doğmuştur.Yandaki resimde bu konu işlenmiştir. Apollo Taınağında da Medusa figürleri kullanılmak istenmiştir, ne varki tapınağın inşaası bir türlü bitmediği için bir çok Medusa figürü yarım kalmış ve günümüze bu şekilde ulaşmıştır. Yinede en güzel işlenmiş ve koruna gelmiş Medusa figürlerinden birisi


Didim Apollon Tapınağı bahçesinde girişde sağ tarafta bulunmaktadır. Didimdek ki Medusa fotoğraflarını burada özellikle küçük boyutlu yayınlıyoruz, fırsat ayağınızın altında, gezin ve gözlerinizle bu güzelliği görün istiyoruz. Ayrıca tapınakta çeşitli sebeplerle yarı kalmış bir çok Medusa figürüde kabartmaların yapılmasında izlenilen yol ve teknikleri görmeniz açısından önemli olacaktır.

Tarihi zenginlikleri bakımından bir cennet olan ülkemizde etkileyici Medusa figürlerinden iki taneside


İstanbul Yerebatan Sarnıçı' da bulunmaktadır. Sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sutunun altında kaide olarak kullanılan Roma Çağına ait iki Medusa başı bulunmaktadır. IV. yüzyıla ait bu başların hangi yapıtlardan alındığı bilinmemekle birlikte Genç Roma Çağına ait antik bir yapıdan sökülerek buraya getirildiği ve sarnıcın inşaatında salt sutun kaidesi olarak ihtiyaç duyulduğu için kullanıldığı araştırmacılar tarafından kabul görmektedir.Medusa başı eski Bizans'ta kılıç kabzalarına ve sutun kaidelerine ters ve yan olarak işlenmiş ve böylelikle kötülüklerden korunulacağına inanılmıştır. Yerebatan Sarnıcındaki iki Medusa başından biri ters diğeride yan olarak sutun kaidelerine yerleştirilmiştir. Burada birkez daha dikkatinizi çekmek isteriz ki antik tarihi yapıları en hor kullanan ve ençok tahribatı veren topluluk Bizanslılar olmuştur.Bunun örneklerini Yerebatan sarnıçına getirilen Medusa başlarında, Milet te , İasos da ve hemen hemen tüm antiklerde görmekteyiz


Medusa Efsanesi

Medusa, yaşamına çok güzel bir genç kız olarak başlamıştır. O kadar güzeldir ki tanrıçaların kıskançlığını üzerinde toplamış, tanrıları da peşinde koşturmuştur. Tanrıça Athena ( Zeus'un en çok sevdiği kızı) onu çok kıskanmaktadır özellikle. Denizlerin tanrısı Poseidon ise Medusa'ya hayrandır. Başı öylesine dönmüştür ki bir gün Athena'nın tapınağında Medusa'ya zorla sahip olur.

Bu durumu kendisi için aşağılayıcı bulan Athena, Medusa'yı gorgon yaparak cezalandırır. Çok çirkinleşmiş, saçları yılana dönüşmüştür, yüzüne bakanlar taş kesilmektedir. Medusa insan olduğu için ölümlüdür. Gorgon yapma cezasını az bulur Athena ve Perseus'la iş birliği yaparak Medusa'nın başını kestirir. Başı kesildiği anda Medusa'nın Poseidon'dan olma çocukları Pegasus ve Chrysar gövdesinden dışarı fırlarlar. Medusa'dan sıçrayan kan damlaları Libya çöllerine düşer ve birer yılana dönüşürler.

Perseus, Medusa'nın kesik kafasını alır gider. Athena ise Medusa'nın derisini yüzüp Aegis'in markası yapar. İki damla kanını kral Erichthonius'a hediye eder. Bu iki damla kandan biri öldürücü zehirdir,diğeri ise panzehirdir, tüm hastalıklara deva olmaktadır.

10
Mitolojiler / Vampirizmin Zaman Cetveli
« : 02 Temmuz 2008, 17:14:35 »


1404-1440 - Gilles de Rais, Fransa. Genç erkekleri Vampirizm ve Sadizme yönelik şekilde
katlettiği için hüküm gıydı.

1431-1476 - Vlad Tepes, Wallachia Prensi. Bram Stoker'in Dracula isimli eserindeki en büyük ilham kaynağı, Tepes'in krallığı esnasında Romanya'da tutulan resmi tarihçe'den pasajlarda dahil Tepes'in yeniden doğuşunu kanıtlayabilecek bir sürü delil var.

1560-1614 - Erszbet (Elizabeth) Bathory. Kanın gençlik getirdiğine inanan Bathory bakire kanında banyo yapıyordu. 650'den fazla kızı öldürdüğü rapor edilmiştir. Yakalanıp yanlız bir kuleye hapsedilmesinden bir kaç sene sonra ölmüştür..

16. Yüzyıl - Gilles Garnier, Fransa. Açlığını gidermek için sadece dişi olan kurbanlarını öldürüp kanlarını içti.

16. Yüzyıl - Clara Geisslerin. Büyücülük ve Vampirizm'e yönelik aktiviteler yaptığı gerekçesiyle hüküm giydi.

18. Yüzyıl - Peter Plogojowitz, Macaristan. 10 gün ölü kaldıktan sonra Peter'in geceleri insanlari ziyaret ederek onları vampire dönüştürdüğü rapor edildi.
vampire dönüştürdüğü rapor edildi.

1727 - Arnold Paole, Meduegna, Sirbistan. Bir vampir gördüğüne dair yeminler ettikten sonra bir kaza eseri ölen genç adam, ölümünden sonra yeniden can bularak kasabaya saldırmaya başladı. Kasabalılar kalbine kazık geçirerek vampiri yokettiler.

1867 - Portekiz denizci James Brown gemide kendisi gibi bir baska iki denizciyi öldürdükten sonra birisinin boynundan kan içerken yakalandı. Kendisine ölüm cezası verilmeden önce deli hastanesine konmasına karar verildi.

1883-1931 - Peter Kurten, Düsseldorf. "Düsseldorf vampiri" bir hematodipsiacti. (erotik kan içmekten hoşlanan) Kendi karısı tarafından polislere repor edilmiş, daha sonra bir sürü cinayetten sorumlu olduğu ortaya çıkmıştı.

1879-1925 - Fritz Haarmann, Almanya. "Hanover Vampiri" kurbanlarını yemeden once boyunlarından ısırarak kanını içiyordu. Yakalanıp ölüm cezasına çarptırıldıktan sonra beyni Göttingen Universitesindeki bilim adamlarına gönderildi.

19. Yüzyıl - Antoine Leger, France. Genç bir kızı kanını içmekte dahil olmak üzere her işkenceyi yaptıktan sonra öldürdü.

19. Yüzyıl - Vincenzo Verzeni, Bottanaucco, Italya. Cinayet, sakatlama ve Vampirizm suçlamaları nedeniyle hüküm giydi

19.Yüzyıl- Miss Rose, Placedale, Rhode Island. Babası ile ailenin ismini kirlettiği gerekçesiyle kavga etti. Babası kızının kalbini keserek çıkardıktan sonra yaktı.

19.Yüzyıl- Mercy Brown, Exeter, Rhode Island. Mercy Brown öldükten sonra bedeninin çürümemesi nedeniyle vampir olduğundan şüphelenerek kafası kesilmiştir.

1910 - Salvarrey, Galazanna, Portekiz. Boynu ısırılmış ölü bir kız bulundu ve daha sonra Salvarrey bir vampir olduğunu da itiraf ederek cinayetten sorumlu olduğunu bildirdi.

20. Yüzyıl - John George Haigh, Crawley, Sussex. Ruh sağlığı bozuk olan bu piskopat kurbanlarının kanlarını içtikten sonra artıkları yok etmek için bedenlerin üzerine sülfürik asit döküyordü.

11
Mitolojiler / vampir lisanı
« : 02 Temmuz 2008, 17:12:18 »
Vampir Lisanı
VAMPİR LİSANI - LATİNCE

Role-Play Cümleleri
“ Zafer bizim olucakdir, yaratıcının gücü sizinle olsun”

• Victoria du belum nostrum, potestas creare avec tu

“Ölümü benim elimdendir, kanı da çok lezzetli”

• Mori du mon manus, sangius dulcis

“Istirate çekiliceğim ben arkadaşım”

• Comitis moi vado torpor

“Güç için savaşırız, güç kanda yatar, kan için savaşırız”

• Belum nam potestas, potestas incendo sangius, belum nam sangius

“Kardeşimin düşmanı benim düşmanımdır”

• Atrox du frater, atrox du moi

“Karanlığın gücü yanında olsun kardeş”

• Potestas calligiato vado aveca tu

“Ocllo karanlık efendilerin diyarıdır”

• Ocllo est domus du dominus calligiato

“Ventrue/Tzimisce/Nosferatu/Setite(vs)'e can vericeksin, teslim ol ölümlü!”

• Affero tu vita a Ventrue/Tzimisce/Nosferatu/Setite(vs), tribuo iletalis

“Büyülerini vampirler icin kulan, o karanlık büyüleri”

• Supernuspotestas nam kindred, nam kindred supernuspotestas calligiato

Tören Sözleri

Vampir yapılırken:

“Senin bedeninde artık ölümlü kanı yokdur, artık vampir kanındansın. Yaratıcının gücü hep yanında olsun, vampirin gücü yanında olsun. Bir süre güçsüz olucaksın, ancak karşılığında çok büyük güçler ediniceksin, ölümsüzlüğün gücü, vampir gücü”

• Tu corpus non sangius iletalis, iam sangius kindred. Potestas creare aveca tu, potestas kindred aveca tu. Aliquot tempus aetre non potestas, quod aveca potestas letalis, potestas kindred

Lord yapılırken:

“Yaratıcıya çok hizmet verdin karanlığın efendisi. Yaratıcının kanı, kanımdan, sana veriyorum. Tekrar iç onu, tekrar. Karanlığın lord'u. Yaratıcının gücü, vampirin gücü büyülerinden eksik olmasın.”

• Servus creare, calligiato dominus. Sangius du creare, nam tu, boire tut. Dominus du calligiato, creare potestas nam tu, kindred potestas nam tu

Yaradılış Destanı

Tibi aetre aeger,modere cervix sangius.Ablocare Caine's potentas posse.Tibi aetra Lamia.

Perque Remembera Caine(Yaradılış):
In Nomeni Caine diye başlar...

Caine Rursusque perperit fratrem euius Abel fuit autem Abel pastor ovium et Caine Agricola.

Caine Doğar:

Factum est autem post multos dies ut offeret Caine de fructibus terrae munera Dominus.

İlk kan dökülür ve Tanrı reddedilir.Sonunda Caine dünyaya hükmetmeye başlar:

Ad Caine vero et ad munera illuis non respexit irastus Que est Caine.


Ve bundan böyle Caine ve oğulları Kanla kurulan kardeşliği yaşatırlar.Kanla hükmederler dünyaya ve ölümlülere.O kan ki savaştır,o savaş ki yaşamdır...



__________________


Lord Caine İçin [Yeni Dünya]
Binyıllarca Caine bu topraklar üzerinde adım attığı sonsuz gecede yürümeyi sürdürmüş . Dünyanın dört bir yanını gezmiş . Arkasında gittiği her yere ölümü taşımış . Inanılmaz gücü sayesinde bazı yerlerde ona tapınmışlar , bazı yerlerde iblis olarak isimlendirilmiş . O da insanların arasından tamamıyle çekilmiş

Insanlık Tarihi birkaç Çağ geçirip yerleşik düzene geçmeye başladığı zamanlarda Caine geri dönmüş . Inanılmaz yalnızlığını giderebilmek için kendine arkadaş , yaver aramaya başlamış . Yaptığı uzun geziler sonunda kendi lanetini geçireceği üç insan bulmuş ve onları da vampire çevirmiş . Bu 2.nesil vampirlerin adı Güzel Zillah , Bilge Enoch ve Güçlü Irad imiş .

Caine ve 3 çocuğu insanlığın arasında gezmeye başlamış ve Ilkşehri (First City) kurmuşlar . Orada insanlar onlara tanrı olarak tapınmış ve rahat çağlar geçirmişler . O zamanlarda 2.nesildeki 3 çocuk da kendi çocuklarını yapmışlar . 3. vampir neslinin nüfusu 13 ‘müş : Malkav , Saulot , Cappadocius , Absimiliard , Arikel , Lasombra , Ventrue , Ennoia , Haqim , Brujah , Set , Ravnos ve Tzimisce
Caine buna izin vermiş ama lanetin daha fazla yayılmasını istememiş ve daha fazla vampir yaratılmasını yasaklamış .

Çağlar geçmiş ve sonra bir anda bütün dünya sular altında kalmış . Nuh’un tufanı First City ‘i yutmuş . Çok zorlu yıllar geçiren vampir nesli tufan geçince tekrar insan arasına katılmış . Ancak 3. nesil 13 çocuk iyice artan güçleriyle artık babalarının yanında kalmak istemiyormuş . Bu yüzden büyük bir anlaşmazlık çıkmış . Caine iki tarafa da savaş yapmamalarını söylemiş ama 2. ve 3. nesil ayrılmış ve Büyük Savaş başlamış . (The Great War)

Kısa bir süre sonra 3. nesil’den 13 çocuk , babalarını (Enoch , Zillah ve Irad) yoketmişler ve Dünyanın Efendileri olduklarını ilan etmişler.Içlerinden bazıları Caine ‘i aramaya çalışmış ve söylenlere göre biri bulmuş . Ancak Caine bu kez kıyamet gününe kadar olmak üzere onları terkettiğini söyleyip kayıplara karışmış ( yaklaşık M.Ö. 3000 )

3.nesil vampirler o zaman için devasa büyüklükte bir şehir kurmuşlar ve buna Ikincişehir demişler (Second City) . Orada 13 yarı-tanrı da ayrı saraylarını yaptırtmışlar ve insanlar onlara tapınmaya başlamış. Bu vampirler inanılmaz güçlere sahip olmalarına rağmen babalarının yanında birer silik gölgeden farksızmışlar . Her yeni nesilde Caine’in kanı biraz daha etkisini yitirerek saflığını kaybediyormuş.



Bir planı vardı Caine’in kendinden sonra 4 nesil boyunca vampir klanları kurulmuştu hepsinin kendine has uzmanlıkları vardı.Caine var olan tüm klanları birbirine düşman etti.Aralarında hayatta kalmayı başaranlara sonsuz hayatı bahşedecekti.Savaş uzun yıllarca sürdü ve Caine’in ortaya çıkma zamanı gelmişti.

3 klan seçti kendine:

Nosferatu – Gizli Olanın Klanı (Absimiliard)

Tzimisce – Biçimdeğiştirenin Klanı (Tzimisce)

Lasombra – Gecenin Klanı (Lasombra)

Bu 3 klan içinde savaş sonrasında hayatta kalmayı başaranların sayısı sandığından azdı.Fakat önemli olan sayı değildi.Bu 3 kanı ve kendi kanını bir araya getirerek tamamen kusursuz bir klan oluşturmaktı amacı.Ve Caine amacına ulaştığında insanlar ve diğer tüm canlılar gerçek kralın kim olduğunu anlıyacaklardı.

Caine her zaman en kusursuz olandı.Fakat dünya değişiyor savaş yöntemleri farklılaşıyordu.Tek başına yeni dünyaya ayak uyduramazdı.Bu yüzden karma bir klan,yeni dünyaya hükmedebilecek bir klan oluşturmaya karar verdi.
İnsanları hipnoz ederek onları ve teknolojisini kendi için kullanıyordu.Yeni klan kusursuz olmalıydı güneşten korkan değil güneşin onlardan korkacağı bir klan olacaktı bu. Nosferatu,Tzimisce,Lasombra klanlarından sağ kalan 18 kişi üzerinde yaptığı deneyler kusursuz işlemekteydi.

Kimisinin vücuduna çeşitli silahlar yerleştirerek tam bir ölüm makinası haline getirdi.

Kimisine Psişik güçler bahşetti.Bu sayede düşünce gücüyle maddeye,kişiye etki edebiliryor,yok edebiliyorlardı.

İçlerinden Psişik güçleri olanlar en üst seviyede olanlardı ne zırh nede silah kullanma ihtiyacı duyuyorlardı.
Caine hep bir yerlerde izlemekteydi.Amacı sırf insanlara hükmetmek olsaydı kendide yapabilirdi fakat dünyada 2 ırk vardı.

İnsanlar ve Kurtadamlar

Deneyleri son aşamasına gelmişti artık Caine her şey bittiğinde yine köşesine çekilecek

Fakat artık sessiz kalmayacaktı.Dünyaya salacağı bu elçiler onun için çalışcaklardı,sadece O’na.Ve yeni klan yeryüzü çıktığında herkes kaçacak delik arayacaktı.

Kurtadamlar: en büyük alternatifleri gün ışığının onlara zarar vermiyordu.Onlar gelişime gerek duymadılar.Caine’den 3.Nesilin çöküşünden beri haber yoktu.Artık savaşa gerek duymuyorlardı sadece vücutlarının ihtiyacı olan besini karşılamak için insan avına çıkıyorlardı.3.nesilden sonra sayılarını korumayı başardılar.Normal zamanlarda görünüş olarak insandan farkları yoktu bu da onlar için bir avantajdı zaten.

Yeni bir ırk doğmuştu Caine'in ellerinde.Yeni güçlere sahiplerdi yeni dünyaya ayak uydurabilmek için değişim şarttı.

Fakat özlerini hiç kaybetmediler savaşları hep kan için oldu,hep zafer için,Lord Caine için!

Artık zamanı gelmişti.Caine’in ordusu her şeyiyle hazırdı.Ne güneş ışığı,ne dolunay zamanı ortaya çıkan kendine kurtadam diyen varlıklar onları durdurabilecekti.Dünya büyük bir kaosun içine girecek herkes görecek hükümdarı tanıyacak.Ve klan daha da büyüyecek yetenekleri gelişecek ve en önemlisi gelişen nesilin damarlarında Caine’in kanı,yeteneği,bilgeliği her zaman olacak.Kurtadamlara yıllardır süren bu savaş aslında şimdi başlamıştı.Ve sen yabancı bu yazıyı okuduğunda gücümüzün sonsuzluğu senide cezbetmiş olmalı fark edebiliyorum.

Sayfa: [1]