Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Galaxie

Sayfa: [1] 2 3
1
Çizgi & Anime / Guilty Crown
« : 02 Kasım 2012, 02:04:59 »




Tür: Macera, Bilim Kurgu, Mecha

Yönetmen:
Tetsuro ARAKI

Senaryo: Hiroyuki YOSHINO

Animasyon: Satoshi KADOWAKI

Müzik: Hiroyuki SAWANO


Ouma Shu, kendini oldukça sıradan ve yetersiz gören 17 yaşındaki kahramanımız, 2039 yılında bir gün tesadüfen bir binada Egoist adlı grubun ünlü solisti Inori ile karşılaşır. Inori'nin orada oluşuna, yanında taşıdığı robotumsu tuhaf yaratığa ve en çok da garip davranışlarına anlam vermeye çalışırken henüz bunu başaramadan binayı askerler basar. Inori'yi terörist bir örgüte üye olmakla suçlayan ve yakalamaya çalışan askerlere, güzel korumasız kızı korumak için ve olayı içten içe yaşadığı işe yaramazlık duygusunu bastırmak için de bir fırsat gibi görerek karşı koymaya çalışır. İşte tam bu anda Inori'nin ona verdiği ve örgüt lideri Gai'ye götürmesini istediği tüp bir kaza sonucu patlar ve Shu'ya tabiri yerindeyse başına bela olacak virüsü bulaştırırken aynı zamanda ona "The Power of Kings" adlı büyük bir güç verir.


Olayların başı ise bu değil. 2029 yılında “Lost Christmas” adı verilen karanlık günde yayılan “Apocalypse Virus” Japonya'nın çoğunu enfekte etmiş, ülkenin bir bölümü karantina altına alınmış, hükümet ise çökmüştür. GHQ adında uluslararası bir birlik yönetimi devralmış ve o zamandan beri de Japonya'yı avcunun içinde hapsetmiştir. Inori'nin üyesi olduğu “Undertakers” örgütü ise (diğer adıyla Funeral Parlor) GHQ'ya karşı toplanmış ve Japonya'yı GHQ yönetiminden azad etmek için kurulmuş bir örgüttür.

Anime özgün denemeyecek bir konuya sahip. Çünkü Japonya'nın ileri tarihte düştüğü zor durumlar bir çok animede var. Ancak konuyu bir tarafa bırakırsak özgün ögelere sahip. Şöyle ki, her insanın "Void" adı verilen, kişiliğinin fiziksel bir formu var. Ama bu form insanların içinde saklı duruyor. Shu'nun sahip olduğu "The Power of Kings" ise burada devreye giriyor. Bu güce sahip olan kişi insanların içindeki Void'leri açığa çıkarabiliyor. Dahası bu Void'ler hepsi birbirinden apayrı ve kişisine göre farklı formlarda olan bir nevi silahlar olduğundan güce sahip olan kişi bu Void'leri kullanabiliyor. Void'lere örnek vermek gerekirse:




Ve bir de Void nasıl çıkarılıyor sorusunun cevabı:



 

Bir diğer özgün şey ise “Apocalypse Virus”ün enfekte şekli. Bu virüs ile enfekte olan kişilerin vücudu kristalleşiyor, hatta hastalığın son evresinde bu kristaller kırılıp yok olarak bulaştığı bedeni öldürüyor. Enfekte olan kişiler ise şu şekilde görünüyor (Hastalığın neredeyse son evresine ulaşmış bir karakter):




Böylece bu büyük güce sahip olan Shu'yu Undertakers bünyesine almaya çalışıyor. Shu aslında başta hiç hoşnut olmadığı sıradanlığın ne kadar da güzel ve tasasız olduğunu fark etse de kendini örgütten bir şekilde koparamıyor ve savaşın ortasında kalıyor. Buraya kadar normal bir anime, ama buradan sonra hiç değil. Çünkü kişiler ve olaylar arasında öyle bağlantılar açığa çıkıyor ki, anime oturduğu koltuğa adeta mıhlıyor izleyiciyi.

Özellikle 13. bölüm ve sonrasında öyle bir yön değiştiriyor ki, ilk yarı ve son yarı ayrı ayrı değerlendirilince aralarına bayağı fark giriyor. Üstelik animeye hakim olan gizem bir bir yedirilerek çözülüyor ki bu da merak ögesini ve heyecanı sürekli sabit tutuyor. Ayrıca karakterlerini feda edebilmesi, baş karakterde bile çok şey feda etmesi animeyi daha bir profesyonel kılıyor benim gözümde.

Animenin kötü olan birkaç yanında biri Shu'nun karakter gelişimi. Aslında başta yaşadığı iç çatışmalar, birden bire kendini bulduğu lider pozisyonunda verdiği, vermeye çalıştığı kararlar ve çelişkileri güzel. Ama bir noktadan sonra öyle abartılmış ki, "Bu noktadan bu noktaya nasıl geldi bu çocuk?" diyorsunuz. Üstelik bu dönüm noktaları maalesef birden fazla.



Animenin bölüm içi müzikleri çok güzel, özellikle aksiyon sahnelerindeki fonlar çok uyumlu. Ama ne yazık ki aynı şeyi Opening ve Endingler için söyleyemiyorum. Böyle bir anime için çok daha iyileri hazırlanabilirdi oysa ki. Animenin en kötü yanlarını bu müzikler oluşturuyor. Yine de 2. Opening ve Endingler nispeten daha iyi. İlkleri ise buraya eklemeyeceğim kadar aşağı seviyelerde.

OPENİNG 2

ENDİNG 2

Sonuç olarak ben bu aralar izlediğim animeler arasında en iyilerinden biri olduğunu düşünüyorum. Ayrı ayrı değerlendirilse ilk yarısı vasat, ikinci yarısı harika derdim. Ama bir bütün olarak değerlendirince de vasata yaklaştırmaya bile gönlüm razı olmuyor. Mecha'dan pek hoşlanmayan biri olmama rağmen bırakmayı bir an bile düşünmedim, eğer Mecha seviyorsanız da... İndirin ve izleyin!












2
Gezginler Kamarası / Bizbilgisi ve İfade Kuralları
« : 16 Eylül 2012, 19:17:43 »
O kadar kalabalığım ki boğuluyorum. Camın yansıttığı gözlerimde onlarca insan görüyorum. İşin kötüsü gündüz mü gece mi bilmiyorum. Cam beni mi gösteriyor yoksa arkadakiler mi bunlar bilmiyorum. Kalkıp dünyanın öbür ucuna gidiyorum. Taa diğer paragrafa kadar. Kaçamıyorum onlardan.

Matruşkalar görüyorum bir sürü. Oynanmaktan ziyade oynuyorlar. Mutluymuş gibi oynuyorlar, güçlüymüş gibi oynuyorlar, benimle oynuyorlar. Bir küçüğüne ahkam kesip bir büyüğüne yalvarıyorlar içine alsın diye. Halbuki ben böyle mi oynamamıştım oyunu, hatırlamıyorum. Hani sevdiğimizi alıyorduk içimize? Hani onun parmakları ayak tabanımızı gıdıklamıyordu? O kadar bizdi o çünkü, o kadar içimizdeydi.

O kadar şey var ki içimde. Çıkarıp atamıyorum. Bir parmak atıyorum boğazımdan içeri, ama dudaklarımdan dışarı bir sözcük çıkaramıyorum.

Gözlerimden deniz çıkıyor sonra tuzlu tuzlu. Hatırlıyorum ne zamandır koklamamışım onu. Ben'lerden birini seçiyor ve sitem ediyor. Tuzlu izlerini bırakarak akıyor. Elimde suyunu tutmak için çok çabalıyorum. Günlerce çalışıyorum gecelerce, ama olmuyor, akıp gidiyor hep. Bulamıyorum o açığı, Allah'ım ben nerede hata yapıyorum? Hangi iki parmağımın arası açık da dökülüyor sular? Hangi damlaların ellerimle arası açık da terkediyorlar beni? Af diliyorum denizden, sonra bir bakıyorum o çoktan kurumuş. Yüzümdeki tuzlarını, sayfadaki izlerini alıp çekip kurumuş. Dudaklarım bile kurumuş. Bir dilim damağım kurumamış, hiç yormamışım onları.

En azından şimdi bir şeyler söylemek istiyorum. Okuduğum, gördüğüm sözcüklerin arasından seçeyim diyorum bari, kafamdaki binlerce sözcükten alayım bir tanesini. Ya da kitabın sayfalarından rastgele açayım birisini. Ama kurtçuklar yemiş yaprakları ve beynim kanamış. Bir noktayı diğerinin üstüne koymaya zaten gücüm yetmiyor. Tırnak işareti açıp konuşmaya başlayamıyorum. İki nokta yanyana kalıyor öyle, bozuk... Noktalama kurallarına uyamıyorum. Sosyal kurallara uyamıyorum.

 Vurguyu bile doğru düzgün yapamadığımdan odaklanamıyorum kendimlere. Saklanbaç oynuyoruz beraberce.

 O kadar kalabalığım ki boğuluyorum. Gözlerimde onlarca insan görüyorum. Kalkıp dünyanın öbür ucuna gidiyorum. Taa diğer kitaba kadar. Ama yine de kaçamıyorum onlardan.
 

3
Düşler Limanı / Gerekli İnsanların Vedası
« : 17 Ağustos 2012, 02:56:46 »
   Hani bazı insanlar vardır. Bu çocuğun burada ne işi var dersiniz. Nasıl gelmiş bu noktaya? Neden bu kadar boş? Neden bu kadar gereksiz? Hiç mi işi gücü yok?

   Sen de öyleydin Semih. Kara kuru, upuzun, çirkin bir çocuktun basitçe. Bana sorsalar başka tanımlama yapamazdım sanırım. Güya çok yakın arkadaşındım, ama sen benim çok yakın arkadaşım mıydın? Hayır. Hatta pek hazzetmezdim senden. O kadar senden bağımsızdı ki ayakların. Sadece ayakların değil, gözlerin, beynin, ruhun senden bağımsızdı. Nereye çekilse oraya giderdi bedenin. Bir amacın, bir gayen, sana yön verebilecek herhangi hiçbir şeyin yoktu. Neden mutlu olmadığın halde hep gülüyordun? Nasıl bu kadar umursamaz olabiliyordun? Senelerce üst üste sınıfta kalmana rağmen neden derslerden kaçıyordun? Nefret ediyordum bundan. Sürekli yanıma gelip “Naber gençlik?” demenden, “Dersi ne yapacaksın ya hadi çıkalım,” demenden, “Benim yerime sınava gir, nasılsa senin ortalaman yüksek,” demenden nefret ediyordum. Ne kadar da yüzsüzdün. Nerede aylaklık, orada sendin.
 
   “Tutunamayan” olduğun, o hiç öğrenmediğin bilimsel yasalar kadar netti. Ama yaşadığın dünyada neler olup bitiyor bilemiyorduk. Çünkü o gülümseme, o sırıtma duvarının arkasındaki sisli, tozlu manzarayı öyle güzel saklıyordun ki, kimse de umursamıyordu senin maskelerinin ardını. Masken sinir bozucuydu, masken sorumluluktan yoksundu. Zaten aldırış etmeyen bizler de onu çıkarmanı bırak, ondan söz etmeni bile istemedik. Peki şimdi neden herkes senin en yakın arkadaşınmış gibi davranıyor? Bu seni geri mi getiriyor? Veya bizleri affetmeni sağlıyor mu?

   Biz kimdik ki senin bomboş olduğunu düşündük? Çok mu gerekliydik senin gereksizliğinle kıyaslandığında? Kendi çaresizliğimizin ve korkaklığımızın önüne geçirdiğimiz ukalalığımız seni nasıl da kolay hedef aldı. Biz ne derece insandık ki sakladıklarını görmezden gelerek sadece gösterdiklerin yüzünden uzaklaştık senden? Gönlü gözü bol bir insan olmana rağmen sorumsuzluğun ve tembelliğin bizi neden bu kadar rahatsız etti? Bu bizim problemimiz değildi ki! Bu senin problemindi, senin bilmediğimiz onlarca probleminden sadece biriydi hatta. Kendini soyutladığın toplum ve çevreye tutunduğun son dalları soğukluk ve umursamazlık baltasıyla keserken sana hiç acımadık mı biz?

   “Evine geleyim bana bir kahve yap,” dediğinde neden seni reddettim? “Bu ne emrivaki!” diye sinirleneceğime internetteki işime ara verip seni evime alamaz mıydım? Sana o aptal bir fincan kahveyi pişirsem ölür müydüm?

   Hayır, ölmezdim Semih. Ama sen öldün. Ben sana kahve pişirmediğimde öldün sen. Bir kez olsun dersten kaçtığında sana eşlik etmediğimiz için. Saçma ve basit muhabbetlerinde sözünü kesip seni susturduğumuz için. Yaklaştığında uzaklaştığımız için. Adım attığınca kaçarak seninle firar dansı yaptığımız için. Kendini beğenmiş arkadaşların yüzünden, anlayışsız ailen yüzünden. Aşağılık kibrimiz yüzünden öldün sen.

   Ve sanki hayattayken seni çok sevmişiz gibi sahtekârlığa devam ederek seni biraz daha öldürüyoruz şimdi. Görüyorsun ya, ölümün bile bize bir ders veremiyor. Bizi ikiyüzlülükten kurtaramıyor. Sen karanlıklara daha da hızlı gömülürken biz çıkmak için hiçbir zaman emek vermediğin basamakları tepeliyoruz. Neden diyoruz, nasıl? Hâlbuki biliyoruz, ama üzerimize konduramıyoruz. Delik deşik ediyoruz son anlarını. Bir şeyler arıyoruz. Ama çok geç kalmadık mı bunun için?

   Geç kaldık tabi. Şimdi devrede sadece merak var. Birkaç ay sonra gerilerde kalacak bir malzeme. “Biz hep seni hatırlayacağız,” yalan! Seni unutacağız biz. Hem de öyle bir unutacağız ki, bir süre sonra başka Semih'leri uçurumdan yuvarlamaya hiç çekinmeyeceğiz.

   Gözyaşları sahte değil belki, ama bizi affedebiliyor musun? Seni intiharına doğru adım adım iten bu insanların üzüntülerini yattığın morgdan görebiliyor musun? Kısacık hayatına el birliğiyle ilmek ilmek işlediğimiz zehrinden arınmanı sağladı mı ölümün acaba?

   Şimdi senden özür dileyecek yüzümüz bile yok. Herkesin ağzında tek bir klişe dolaşıyor. Sana, mizacına hiç yakışmayan, iğreti tek bir cümle şehir şehir geziyor.

   Huzur içinde yat Semih. Biz seni hayatımızdan çıkardığımızda, sen de ölümünü arındır bizden.

   
   

4
Genel Kültür / Kenar Etkisi
« : 05 Ağustos 2012, 23:05:38 »
Hem tabiatta hem de sosyal ortamda en verimli ortamlar; aynı birimlerin bir arada bulunduğu yerler değil, farklı parametrelerin karşılaştığı "kenar" parçalardır. Yaşam, alış-veriş(hem madde hem fikir), tepkimeler ve hatta ölüm bile sınırlarda meydana gelir. Bilimsel örneklerle açıklamak gerekirse;

Yaşam:

Bir bitkinin, hayvanın veya insanın yaşamasını düşünebiliriz. Bitki, tohum iken hava-toprak sınırında yaşam bulurken; insan ve hayvanlar da, embriyo iken rahim duvarı-rahim arasında yaşam bulurlar. İkisi de diğer ortama fraktal kurallarına tabi dallanmalar göndererek beslenirler.

   


Aynı zamanda su-hava sınırı ve su-toprak sınırı da yaşama çok olanaklıdır. Başka birçok türde canlı da bu sınırlardan faydalanır.



Coğrafi Kenarlar:

Farklı suların karıştığı yerler de farklı iklimlerin karşılaştığı kenarlar gibi canlı türü açısından oldukça fazla bir çeşitliliğe sahiptir. Buna tipik örnek olarak Türkiye'yi verebiliriz. Tarım açısından çok verimlidir çünkü birçok farklı iklim tipinin sınırlarına sahiptir. Sadece tarım açısından değil, hayvan türleri açısından da aynı şekilde.



Kimyasal Tepkimeler:

Yanma ister alev şeklinde olsun ister yavaş yanma(paslanma) olsun kenarlarda meydana gelir. Bozulma ve küflenme de yine maddenin hava sınırında olur.

   


Alış-Veriş:

Hücre zarları hücre dışı ortam ve hücre içi ortam arasında sınır vazifesi görerek, damar duvarı da kan ve damar dışı ortam arasında aynı vazifeyi görerek alış-veriş ortamı sağlar. Akciğerde de alveoller hava ve kan arasında sınır oluşturarak hava alış-verişini sağlarlar. Nöronlar yaptıkları sinapslar araclığıyla bilgi aşlış-verişini sağlarlar.

 

Beyin:

Beyin kenar etkisinin en güzel örneklerinden biri. Çünkü beynin fonksiyonel tabakası yüzeydeki birkaç milimetre kalınlıktaki alandır (Resimde A ile gösterilen daha koyu alanlar). Bu yüzden işlevsel kısma serebral korteks diyoruz (korteks=dış tabaka)



***


Kenarlar çok zengindir; çünkü her iki ortamdan da faydalanma şansına sahiptir. Maddeler de kenarlara gitme eğilimindedirler bu yüzden. Kenarlarda gezmeden kahraman olunamayacağı gibi kenarlarda gezmeden bilim adamı da olmak kolay değildir.

Burada en önemli noktalardan birine geliyoruz. Sosyolojik kenarlar.

En basitinden ülke sınırları. Bu sınırlar iki farklı toplumu, kültürü keskin bir şekilde ayırmaya yararlar. Ancak bu iki kültür bir şekilde yanyana geldiğinde bu kenardan güzel bir alış-veriş ortamı (her türlü alış-verişten bahsediyorum; kültür, madde, görüş...) doğar.

Fikir sınırları da verimin en yüksek olduğu yerlerdir. Zira aynı şeyi düşünen insanlar ne kadar uğraşsalar bir adım öteye gidemezler. Ancak kenarda bir yerde farklı bir düşünce ortamı bambaşka bir bakış açısı, bambaşka bir çözüm demektir. Tabi burda kenarın esas şartı "fark"tır.

Ne kadar bol kenar, o kadar verim.

 

5
Müzik / Kate Nash
« : 30 Temmuz 2012, 00:28:04 »


87 doğumlu sevimli İngiliz sanatçı (söz yazarı-piyanist). Şarkıları genelde basit ama çok tatlı sözler içerir. Sözlerini kendisi yazar. Klipleri de sade ve eğlencelidir.

Gençliğinde barlarda şarkı söyleyerek başladı kariyerine. Myspace'de yayılmaya başladı ve daha sonra Lily Allen tarafından keşfedildi. Zaten hafif bir Lily Allen tarzı da var.

Fikir almak için dinleyebileceğiniz (benim en çok beğendiğim) şarkıları:

Mouthwash

Foundations

The Nicest Thing



6
Liman Kütüphanesi / BetterWorldBooks
« : 29 Temmuz 2012, 03:19:56 »


http://www.betterworldbooks.com


Yurtdışından kitap getirtmek istiyor ama çok fazla olan kargo ücretlerinden mi şikayet ediyorsunuz? Orijinal dildeki basımları bulmakta sıkıntı mı çekiyorsunuz? O zaman betterworldbooks'u bir denemelisiniz.

Bu sitede her türlü kitabı bulabilirsiniz. Hiç kullanılmamış ve ikinci el kitaplar var. Üstelik ikinci el kitaplar çok güzel sınıflandırılmış (good, acceptable gibi), buna göre kitabın yıpranma derecesini anlayabiliyorsunuz ve "used: good" yazan bir kitap neredeyse hiç kullanılmamış gibi temiz geliyor.

Sitenin en güzel tarafı da kitapları tüm dünyaya hiç kargo ücreti almadan gönderebilmesi. Tabi biraz geç geliyor kitaplar (1 ay gibi bir sürede) ama küçük bir fiyata istediğiniz kitabı almış oluyorsunuz. Bağışlanan ikinci el kitaplarla elde ettiği gelir ile de bağış yapıyor site.

Ayrıca müşteri hizmetleri çok çok iyi. "Kitabım gelmedi" diye mail attığınızda birkaç saat içinde dönüyorlar ve sizi tatmin edici bir açıklama yapıyorlar. Bazen kargo devirleri sırasında kayboluyor kitap. Defalarca tekrar tekrar yolluyorlar ta ki kitap size ulaşana kadar. Eğer "Yok istemiyorum artık!" derseniz de, özür dileyip paranızı iade ettikten sonra size bir sonraki alış-verişiniz için bir güzel indirim veriyorlar.

Bir kitap sipariş ettiğinizde size kitabın ağzından bir mail atmaları da çok tatlı. Bu mailde kitabınız "Yaşasın sonunda kurtuluyorum, senin yanına doğru yola çıktım, çok heyecanlıyım." gibi şeyler söylüyor.

Denedim ve çok memnun kaldım. Şiddetle tavsiye ediyorum bilmeyenler varsa.


7
Düşler Limanı / Bez Bebek
« : 25 Temmuz 2012, 02:49:17 »
Spoiler: Göster
 ŞUNU fazla dinleyince ^^ Ne söylediği değil, nasıl hissettirdiği var burada.


  İçerisi karanlık, içerisi loştu. Hoş bir koku vardı. Dışarıdan güzel bir müzik geliyordu. Sözleri önemli değildi, melodi önemliydi. Ve melodinin kollarına bıraktı kendini bez bebek.

  Oyuncak sepetinde saatler geçirebilirdi, oyuncak sepetini çok seviyordu. Yanında turuncu Tigger da vardı. Güzel sohbet ederlerdi onunla. Ama dışarıya çıkıp bir bakmak, temiz hava almak istedi. Kapağı itti ve oyuncakların o rengarenk dünyasına adımını attı.

   Odada bir sürü arkadaşı vardı. Onları çok tanımasa da hepsini sima olarak biliyordu. Lego, yıldız, geyik, horoz vardı. Horozu gıdıklayınca öterdi horoz. Çok hassastı derisi. Bez bebek onu gıdıklamayı severdi.

   Odanın ortasında kocaman bir not defteri vardı. Öyle kocamandı ki neredeyse bez bebeğin boyu kadardı. Büyük boya kalemleri de vardı ama onları tutamazdı. Bu yüzden küçük olanı seçti mecburen. Kalem açkısında açılıp açılıp küçülen kalemin rengi gri olsa da ondan çok güzel bir resim yaptı bez bebek. Notaları, melodiyi çizdi oraya. Kendini çizdi. Sonra güç bela kopardı sayfayı defterden. Yanına aldı ve paytak paytak yürüdü odada.

   Kapı ardına kadar açıktı, kapının çıkışında pasaport istemiyordu geyik. Belki ev sahibi dışarı giderken yanında götürmüştü onu. Bez bebek çok sevindi. Belki de ilk defa oturma odası ülkesini görecekti. Çoğu kişi görür orayı, çünkü özellerdir. Ama bez bebek genelde oyuncak kutusunda bekler, özel değildir. O yüzden adı küçük harfle başlar bez bebeğin. Cins isimdir o. Tuhaf bir cins.

   Hiçbir problem yaşamadan yola çıktı. Biraz uzun gibiydi, ama ulaşamayacağı kadar değil. O kadar istiyordu ki orayı görmeyi, ayakları ağrımadı bile.

   Ülkeye ulaştığında orada bir sürü kişi gördü. Bir plakanın önünde dizilmişlerdi. Duvara sabitlenmişti bu plaka, üstünden türlü türlü rengârenk resimler akıp akıp gidiyordu. Aldırış etmedi plakaya bez bebek. Kimlerin orda olduğuna daha dikkatli baktı ve orada Barbie’leri, Ken’i, ayıcığı, üstü açık küpleri, oyuncak cep telefonunu ve hikâye kitabını gördü. Gözleri Ken’e takıldı, çok yakışıklıydı çünkü Ken. Yanına gitti ve resmini gösterdi.

  “Güzel olmuş, ama sen garip bir kızsın,” dedi Ken. Bir yandan da Barbie’lerden birine bakıyordu.  Konuşmaya çalıştı bez bebek onunla, etkiledi de. Ama Ken yine de ona bakmadığı zamanlarda sürekli plakaya bakıyordu.

   “Neden sürekli plakaya bakıyorsun Ken?” elini tuttu usulca. “Hadi hikâye kitabını alıp bize öykü anlatmasını dinleyelim. Bundan daha eğlenceli.”

   “Off saçmalama bez bebek. Ne hikâyesi? Tuhaf mısın nesin. Kim sever ki hikâye okuyup dinlemeyi? Onun yerine ben seni öpeyim.” Dudaklarını yaklaştırdı Ken. Ama bez bebek geri çekildi. Ken çok yakışıklıydı evet, ama bomboş olduğunu göz ardı etmişti başta. Resmiyle ilgilenmemiş, hikâye kitabına dudağını bükmüştü. Yaptığı tek şey plakaya ve Barbie’lere bakmaktı. Hayattan tek anladığı buydu.

   “Olmaz öpme. Ben gidiyorum. İstemiyorum seni.”

   Yan taraftaki küplere bindi Ken sinirle. Şimdi onları kendine siper etmiş öyle konuşuyordu. Küpler de plakaya bakıyordu. Bu yeni konuğu umursamadılar.

   “Gidersen git. Biraz güzel olabilirsin, ama Barbie senden daha uzun, manken gibi!”

   “Ne yani, kısayım diye mi?” bozulmuştu bez bebek.

   “Hem kısasın, hem garipsin. Bak Barbie’ye ne kadar güzel saçları. Her gün makyaj yapıyor. Gözlük takıyor. Senin gibi çiçekli elbiseler giymiyor, dar elbiseler giyiyor! Sense Tigger’la konuşup, hikâye kitabından hikâye dinleyip resim yapmaktan başka bir şey yapmıyorsun. Ufak heveslerden vazgeç bez bebek, her şeyde iyi olamazsın.”

   Öfkeden ağladı bez bebek. Resim kâğıdını buruşturup yüzüne fırlattı ve çıktı odadan. Artık Ken’i görmek istemiyordu. Oyuncak sepetinin gerçekte ne kadar iyi bir yer olduğunu bir kez daha anladı.

   Mutfak ülkesine gittiğinde orada başka bez bebekler oturup sohbet ediyorlardı. Dış görünüşleri biraz benziyordu ona, ama içleri muhtemelen başka bir maddedendi. Göz yaşlarını sildi ve gülümsedi onlara.

   “Gelip yanımıza otursana bez bebek! Hiç yüzünü göremiyoruz!”

   Gitti yanlarına. Ama konuşmadı. Sohbetlerini dinledi.

   “Sünger Bob ne kadar yakışıklı değil mi yaa? Son bölümde giydiği o şort ne kadar yakışmıştı!”

   “Bizim Robot ile Cindy çıkıyorlarmış duydunuz mu?”

   “Barbie ile ayıcık kavga etmiş.”

   “Oyuncak ev’dekiler çok zengin. Oyuncak mutfak takımları bile var.”

   “Turuncu yıldız ne kadar kıskanç, ben kilo verince hemen diyete girmiş.”

   “Bıdı bıdı.”

   “Bıdı.”

   Hiçbir şey anlamadığı bu muhabbetten çok sıkılan bez bebek kalktı. Metal kaşığı yanlarına koydu yansımalarında kendilerini görebilsinler diye. Oturan bebekler arkasından bakıp fısıldaştılar. “Asosyal” dediler, “Ne garip bebek” dediler. Ama umursamadı bez bebek.

   Yatak odası ülkesine gittiğinde Robot’u gördü orada. En başta duyduğu müzik buradaydı, Robotun içinden çıkıyordu. Çok güzel bir müzikti. Sanki kaykaydan kayıyormuş gibi, süt içiyormuş gibi, kar yağıyormuş gibiydi.

   Robotun yanına oturdu ve kocaman elini tuttu. Şarkıda aynı anda iki farklı nakarat söylüyordu robot. Bez bebek de başka iki nakarat düşündü aynı anda. En baştan ve en sondan baktı hayatına. Tuhaf mıydı? Tuhaf olmak sorun muydu? Değildi. Tigger vardı. Robot vardı. Müzik yatıştırıyordu onu. Mutluydu. Pamukları simsiyahtı diğer oyuncakların. Oysa hepsi çamaşır makinesine girebilse, acaba arkadaş olabilirler miydi bez bebekle?

   Aynı şarkıda robot ağlıyordu. Sözleri umurlarında değildi. Melodi ise herkesin kulağında başkaydı. Sarıldı robota.

   “Neden ağlıyorsun? Seni bu kadar mutsuz eden ne?”

   “Çünkü arkadaşlarım plakaya baktıkları için benimle hiç konuşmuyorlar.”

   Ayağa kaldırdı onu bez bebek. Yakışıklı değildi, boyu kısaydı. Ama yine de yanağını öptü.

   “Üzülme, sadece bir oyun bahçesi burası.”

   Robotu da aldı ve oyuncak sepetine kadar beraber yürüdüler. Yürürken konuştular, gülüştüler. Hiç kimse ne konuştuklarını anlamadı, anlamak için fazla boşlardı.

   Tigger sevgiyle selamladı onları. Beraber günlerce çıkmadılar oyuncak sepetinden. Konuştular ve müzik dinlediler sadece. Grilerden muhteşem bir resim oldular beraber.



8
Tartışma Platformu / "Yayın" - "Yayım" Sorunsalı
« : 17 Temmuz 2012, 02:23:15 »
Forumda birkaç öyküde gördüm, her zaman kafa karıştırdığı için paylaşmak istedim. (Sanırsam böyle bir konu yok forumda)

Bu konuda pek çok görüş duydum bunlardan birkaçı:

-Hiç farketmez, ikisi de aynı şey.
-Yayım yazılı şeyler için (kitap, dergi, vb), yayın ise görsel ve işitsel şeyler için (televizyon, radyo) kullanılır.
-Yayım görsel ve işitsel şeyler için, yayın yazılı şeyler için kullanılır.

Oysa bunların hiçbiri doğru değil. TDK da sözlüğünde "yayım" ve "yayın" sözcükleri için hemen hemen aynı açıklamayı yaptığından hiç yardımcı olmuyor.

Doğrusu:

-"Yayın" isim olarak kullanılır, "yayım" ise hem isim hem fiil olarak.
-"Yayınlamak" diye bir şey yoktur, "yayımlamak" diye bir şey vardır. "Yayımlamak" herhangi bir şeyi çoğaltmak ve dağıtmaktır.
-"Yayım" ise yapılan işin adıdır, yani yayma işinin adı.
-"Yayın" ise yayımın ürünüdür. Yani diğer bir deyişle yayımlanan üründür.


Yani takip eden cümlelerin hepsi yanlış:

"Türkçe yayın yapan CNN Türk kanalı, 'Dört Bir Taraf' adlı programı 28 Haziran'da yayınladı."
"Türkçe yayım yapan CNN Türk kanalı, 'Dört Bir Taraf' adlı programı 28 Haziran'da yayımladı."
"Türkçe yayım yapan CNN Türk kanalı, 'Dört Bir Taraf' adlı programı 28 Haziran'da yayınladı."

Doğrusu ise:

"Türkçe yayın yapan CNN Türk kanalı, 'Dört Bir Taraf' adlı programı 28 Haziran'da yayımladı."

9


Yazmak için kısa ve faydalı tavsiyeler vermek isteyen E.B. White ile, yardım aldığı hocası William Strunk Jr'ın beraber hazırladıkları, çok net ve kullanışlı önerilerden oluşan bir kitap. Dili sade ve okuması çok rahat. Cep boy kadar küçük, aynı zamanda sadece 100 sayfa olduğu için çok rahat okunabiliyor.

Kitap beş bölümden oluşuyor:

1-Elementary Rules of Usage
2-Elementary Principles of Composition
3-A Few Matters of Form
4-Words and Expressions Commonly Misused
5-An Approach to Style

Elbette dilbigimiz Amerikan İngilizcesinden oldukça farklı olduğu için bu konudaki tavsiyelerden ziyade şekil ve anlatım üzerine tavsiyleri işe yarar. Öte yandan Amerika'da hem dilbilgisi hem şekil ve yazma tekniği alanında en çok önerilen ve okunan kitaplardan. Bende dördüncü baskısı var, hayatımda bu kadar kaliteli bir baskı da görmedim bu arada.

Kitap çok kısa, Önsöz'den sonra hemen tavsiyelere madde madde geçmeye başlıyor. Lafı dolandırmadan ne anlatmak istiyorsa anlatıyor. Bu konuda Stephen King'in Yazma Sanatı kitabını okumuştum (ki kendisi de Elements of Style'ı önerir) ve çok sade olduğunu düşünmüştüm. Ama bu kitap ondan bile sade. Sanki bir özet okuyormuşsunuz gibi. İlgilenenlerin göz atmasında fayda var.



 


10
Kurgu İskelesi / Dunganga
« : 12 Temmuz 2012, 02:08:10 »
Merhabalar,

Bu hikayemin merkezindeki Dunganga adlı canavarı 80'lerin veya 90'ların çocuklarının bir kısmı bilir. Müjde Ar'ın başrolünü oynadığı "Aaahh Belinda" filminden türediğini ben bu yaşıma kadar bilmiyordum tabii. Benim için annemin "Duuuun gan ga Dun gan ga" şeklinde söylediği, heceleri bastırışının davul tokmaklarını andırdığı (tıpkı Moria Madenlerindeki gibi tokmaklar hem de, zaten kitabın o bölümünde aklıma direk Dunganga gelmişti) bir korku tekerlemesiydi. Yalnız annem yanlış hatırladığından mı, yoksa beğenmeyip kendi hayal gücüyle tekrar kurguladığından mıdır bilmiyorum, benim öğrendiğim versiyonu biraz daha farklı (Aslında daha güzel, daha kafiyeli).

Orijinali ise ŞU linkte. Sevgili anneme beni o yaşta bu korkunç tekerlemeyle korkuttuğu, ama hayal dünyamı o zamandan genişlettiği için teşekkür ediyorum^^







   Çok eski zamanlarda
   Var imiş bir Dunganga
   Yaramaz çocukları
   Atarmış torbasına
   Duuuun-gan-ga Dun-gan-ga!


   1

   “Ama ben okula gitmek istemiyorum!”

   “Okula gitmeyenleri Dunganga alır Ece. Dün gece ne konuşmuştuk, hani ağlamayacaktın. Korkulacak bir şey değil ki kızım, hadi işkence etme bana.”

   Küçük kızın gözleri öyle dolmuştu ki bu okula başlamayı ne kadar istemediği belli oluyordu. Ağzı ters bir “U” harfi gibi olmuş, alt dudağını ısırıyordu. Aslında bu okul annesinin ilk tercihi değildi, okuldan yıl ortasında ayrılan çok çocuk olduğunu duymuştu. Ama eve çok yakın olduğundan, apartman görevlisi kızı götürüp getirebilsin diye bu okulu mecburen tercih etmişti Burcu.

   “Ama Aybüke dedi ki o okula yedi yaşında başlayacakmış. Ama ben daha beş yaşındayım anne.” Birkaç kırpıştan sonra gözlerinde biriktirdiği yaşlar yanaklarına süzülüverdi.

   “Bakıcı mı istiyorsun Ece, onu da kabul etmiyorsun. Anneannende uzakta. Seni evde tek başına bırakamam ki… Hem bak,” eliyle etraftaki diğer çocukları gösterdi, “Burada oynayacak bir sürü arkadaş var. Normal okul değil ki kreş bu. Tüm gün arkadaşlarınla oynayacaksın, çok eğlenceli olacak.  Hem ne diyorum biliyor musun,” Gözlerini kıstı ve olabildiğince inandırıcı ve sabırsızmış gibi konuşmaya başladı, “Keşke ben de iş yerine buraya gelebilseydim. Ne kadar güzel bir yer, rengârenk!”

   Kız ikna olmuş gibi görünüyordu. Gülümsemese bile en azından ağlamayı bırakmıştı. “Beni almaya ne zaman geleceksin?”

   “Fuat Amcan gelecek seni almaya. Eve bırakacak, ama ondan hemen yarım saat sonra da ben eve geleceğim. Akşam sana çok güzel bir sürprizim var!” göz kırptı kızına. “Hadi annen artık geç kalıyor. Kocaman bir öpücük ver bakayım bana!”

   Annesi eğilirken kız da parmaklarının ucunda yükselip Burcu’nun yanağına bir öpücük kondurdu. Arkasını dönüp giderken pembe sırt çantası ve omuzlarına dökülen incecik sarı saçlarıyla muhteşem görünüyordu. Arada arkasını dönüp annesine bakıyordu. Onu böyle ürkekçe bırakmak Burcu’nun hiç içine sinmiyordu. Ama boşandıktan sonra eline çok da bir para geçmediği için bakıcı tutamıyordu. Ne kadar istemese de gözleri tıpkı az önce kızınınkiler gibi dolarak otobüs durağına doğru yürümeye başladı.

   Call-Center’da çalışıyordu Burcu. Bunun gibi hakkıyla yapması gereken ve patronun sürekli masaların başında gezindiği bir işte dikkatinin dağılmaması gerekiyordu ama o gün kesinlikle odaklanamıyordu. Kızının ne yaptığını gözünün önüne getirmeye çalışıyor, ihtimaller onu ürkütüyordu. Patronun dikkatini kesinlikle çekmişti ve bu durum tekrarlanırsa muhakkak uyarılacaktı, ama aldırış etmedi. Eve dönerken kafasına takılan şey kesinlikle bu değildi.

   Kapıyı açtığında kızını televizyonda Temel Reis izlerken buldu. Kız annesini görür görmez hemen koşup kucağına atladı. Bu ne kadar sevgi gösterisi gibi görünse de Burcu bunun altında kızın korktuğu veya çekindiği şeyler olduğunu çok iyi biliyordu. Muhtemelen kızı okulu sevmemiş, alışamamış ve tüm günü bir köşede diğer çocukların oyunlarını izleyerek geçirmişti.

   En sevdiği yemek olan patates kızartmasını yaparken gözlerinin içi gülüyordu ama. Kız ne kadar mutluysa annesi de o kadar mutluydu, tek dünyası oydu. Oyuncağı gibiydi, ruh hali ne kadar da kolay değişebiliyordu. Ece üzgün mü? Ona patates kızart, cips al, dondurma al, gülsün. Bu kadar basit!

   Her şey normalmiş gibi konuşuyorlardı ama asıl bahsetmeleri gerekenin kreşte ilk gün olması gerekirken kızın bu konuyu hiç açmaması aslına normal olmadığının kanıtıydı. Ama üstüne gitmedi. Sorulara boğarak kızın aklına daha da çok getirmenin, içinde büyütmenin bir anlamı yoktu.

   “Yalan söyleyenlere de Dunganga gelir mi anne?” dedi, yatağa yatırıp üstünü örterken. Demek ki ortada bir yalan vardı. Ama ne olduğunu sormaya gerek yoktu. Öğrenmenin yolu direk sormak değil, kaleyi içten fethetmekti.

   “Evet, muhtemelen gelir. Ama eğer söyledikleri yalanı itiraf ederlerse gelmez. Tabi geç kalmamak gerek. Dunganga gelmeden itiraf edilmesi lazım. Ne oldu ki Aybüke annesine yalan mı söyledi?” Biraz düşündü küçük kız, ancak bu kaçış işine gelmiş olmalıydı ki onayladı.

   “Hm hm. Bana öyle söylemişti. Yalan söylemiş annesine. Ama itiraf edecekmiş galiba. Ben ona itiraf etmesi gerektiğini söylerim.”

   “Tamam anneciğim aferin sana.” Alnından öptü kızını. Nasılsa itiraf edecekti. “İyi geceler.”

   “İyi geceler anne.”

   Ertesi gün işe gitmeden önce kızı apartman görevlisinin küçük dairesine bıraktı. Dudakları yine büzülmüştü ama bu kez bir şey söylemedi, itiraz etmedi. Ancak annesi biliyordu ağlamasının üç aşamada tamamlandığını. Bir, dudakların büzülmesi ve ters “U” harfine doğru gidiş. İki, gözlerin kapasitelerinin çok üstünde dolması. Üç, yaşların boşalması. Birinci aşamadaydı ve diğer aşamalara muhtemelen annesi gittikten sonra geçecekti.

   Kızını öperek otobüs durağına doğru koştu. Bu kez mesai bitimine kadar elinden geldiğince odaklanmaya çalıştı. Kızını düşünüp durmanın ona hiçbir faydası yoktu. Üstelik eğer performansı beğenilmezse ve bu işten çıkarılırsa bir kez daha iş arayışıyla bitap düşerdi ve bu ne kendisi için ne de kızı için iyi olurdu. Üstelik patron çalışanlarını işten çıkarmak konusunda buzdolabından pişirmek için hangi yumurtayı alacağına karar verirken yaşadığı tereddütten daha az tereddüt yaşıyordu. Çok çalışan olduğu, çalışmak için çok kişi müracaat ettiği ve müşteriler hizmetten genelde memnun olmadığı için personel değiştirmek ona en verimli yöntem gibi geliyordu herhalde. Ama bu meslekte çalışıp da müşteriyi memnun etmek gerçekten çok zordu. Belki bir operatör için çalışılsa bir derece, ama Burcu’nun çalıştığı yerde sadece kenarda köşede kalmış kanalların reklamlarını verdiği zayıflama ürünleri satılıyordu. Çoğu zaman işleri ellerine gelen ve bir sürü numara içeren Data’lardan teker teker numara seçerek arama yapmaktı. Bu kişileri ikna etmek zordu, reklamda görüp arayanlar ise genelde ürün iadesi için tekrar arıyorlardı. Zavallı çalışanlar, dandikliğinden adları gibi emin olsalar da telefonda müşteriye açıklama yapmak ve beğendirmek için taklalar atıyorlardı.

   O gün Burcu bir sürü arama yapmış ve bir önceki günü telafi edebilmek için en pozitif ruh halini giymişti. Eve doğru giderken patronun, düzelişini fark edip etmediğini merak etti.

   Evin merdivenlerini çıkıp katına ulaştığında kapının önünde arkasını dönmüş bir kadın olduğunu gördü. Kadın Ece’nin yeni öğretmeniydi. O an kalp atışları hızlandı ve her annenin çocuğu olduktan sonra kazandığı kabiliyeti, iki saniye içinde yedi bin olasılık düşünme kabiliyeti devreye girdi. Kızı trafik kazası geçirmişti, apartman görevlisi onu almayı unutmuştu, çocuklarla kavga edip saçlarını yoldurtmuştu, hastalanıp kusmuştu, düşüp kolunu kırmıştı, oyuncaklardan biri kafasını yarmıştı…

   Ne var ki öğretmenin yüzündeki endişeli ifade ihtimallere çanak tutuyordu. Orda hiçbir şey söyleyemeden öğretmenin konuşmasını bekledi.

   “Merhaba Burcu Hanım.” Kadın sanki mahcuptu, endişeliydi, korkuyordu, utanıyordu…

   “Ne oldu Ece’ye?” bu öyle kısık sesli bir fısıltıydı ki, kadın bunu duymaktan ziyade dudaklarından okumuştu muhtemelen.

   “Eee, kızınız Dunganga tarafından kaçırıldı.”

   Cümleyi tam olarak duymuş olsaydı ne kadar saçma olduğunu fark edecek ve “Ne Dungangası?” gibi sorular soracaktı. Ama o sadece “Kaçırıldı,” sözcüğüne odaklandığı için kadından kopup, kaynar sularla dolu bir yüzme havuzuna atladı.

11
Çizgi & Anime / Another
« : 07 Temmuz 2012, 20:32:47 »



Tür: Korku, Okul
Firma/Stüdyo: P.A. Works
Yönetmen: Tsutomu MIZUSHIMA
Senaryo: Ryou HIGAKI
Müzik: Kô ÔTANI
Orjinal Eser: Yukito AYATSUJI

Yıl 1972. 9.Sınıf, 3.Derslik. Misaki bu sınıfta okuyan, derslerinde ve başka birçok alanda çok başarılı, aynı zamanda çok nazik, hem öğretmenleri hem de arkadaşları tarafından çok sevilen bir öğrenci. Ancak talihsiz bir yangında can veriyor. Tüm öğretmenleri, tüm arkadaşları yasa giriyor, böyle birinin ölmesine herkes çok üzülüyor.

Sonra bir gün bir arkadaşı onun sırasını göstererek, "Misaki ölmedi, bakın yaşıyor!" diyor. Sonra gerçekten tüm sınıf Misaki yaşıyormuş gibi davranıyor. Her şeye dahil ediliyor, öldüğünü öğretmenleri bile kabul etmiyor. İşin garibi mezuniyet töreninden sonra çekilen toplu fotografta gerçekten Misaki de görünüyor!


Anime Yukito Ayatsuji'nin aynı adlı romanından uyarlanmış. Bu kısa ön-hikayesini dinledikten sonra 1998 yılına dönüyoruz ve babası iş icabı Hindistan'a gittiği için Tokyo'dan annesinin kasabasına taşınan Sakakibara Koichi ile tanışıyoruz. Transfer olduğu okula başlayamadan ciğerlerinden hastalanıp hastahaneye düşüyor. Hastahane asansöründe morga doğru giden garip ve solgun görünüşlü bir kızla karşılaşıyor bu arada. Sonra yeni okulunda hiç tanımadığı sınıf arkadaşları gelip Koichi'yi ziyaret ediyorlar ve çok garip davranıyorlar. Tüm bunlar aynı okulda okuyan teyzesinin de "Sınıf kurallarına muhakkak uymalısın" telkinleriyle birleşince biraz çekinerek başlıyor okula. İlk gününde sınıfın en arka sırasında asansörde karşılaştığı tuhaf kızı görüyor. Ancak garip olan şu ki, görünüşe bakılırsa bu kızı başka hiçkimse görmüyor! Kızla konuşmaya çalıştıkça da kız daha garip davranıyor. Sadece kendinin görebildiği kızın yarattığı gizem sürekli kafasında dönüp duruyor. Bu arada sınıf arkadaşları sürekli Koichi'den bir şeyler saklıyor.

Derken tuhaf ölümler başlıyor...


Animeyi, aralarında kritik farklar olmakla beraber Higurashi no Naku Koro Ni'nin ilk sezonuna (olaylar açıklanmaya başlanmadan önceki haline) benzetiyorum. Muhteşem güzellikte küçük bir kasaba (o ne güzel bir kasabadır) ve kasabanın inandığı bir lanet. Laneti önlemeye çalışan insanlar. Tabi aralarında bu noktadan sonra büyük farklar var. Birincisi bu animede konudan çok ortamlar karanlık. Bir olay olmasına, kan dökülmesine hiç gerek kalmadan mekanlardan tırsabiliyorsunuz. Hem çok güzel çizilmişler, hem de anlayamadığım bir biçimde korkunçlar. Karakter çizimleri de çok güzel, çok detaylı.

Spoiler: Göster
Bir de ufak heykeller var, hem çok güzel hem de çok korkunçlar. Aşağıdaki resim de bunların bulunduğu gizemli heykel dükkanına ait.



Animenin çok çok çok kötü bir tarafı var, müzikleri. Bu kadar mı kötü bir opening olur? İlk bölüm dışında tahammül edemeyip atladım hepsini. Ending bir derece dinlenebilir, ama yine de on üzerinden beş bile etmez. Bölüm içi fon müzikleri güzel aslında. Ama dediğim gibi, opening FACİA. (Bu yüzden bu tanıtıma opening ve ending eklemek istemiyorum, mazur görün ^^)


Konu akışı ise sekteye uğramıyor. "Of şu bölümde de sıkıldım", "Ne yavaş gidiyor" demedim hiç. İlk bölümden beri olayın ortasına düşüyorsunuz ve bir taraftan soru işaretlerine soru işaretleri eklerken diğer taraftan ilmek ilmek gizemleri açıyorsunuz. Ayrıca en başta kafanızda kurduğunuz teoriler tepetaklak oluyor, sürekli yeni tahminlere başvuruyorsunuz.

Kısaca Karakterler:

Sakakibara Koichi:



Okula yeni transfer olan Tokyo'lu gencimiz.

Misaki Mei:



Koichi'nin asansörde tanıştığı ve ondan başka kimsenin görmediği gizemli kız.

Akazawa Izumi:



Hastahaneye Koichi'yi ziyarete gelen ekipten. Çok soğukkanlı.

Teshigawara Naoya:



Yine aynı sınıftan. Biraz şapşal bir çocuktur kendisi.

Reiko:



Koichi'nin aynı okulda, aynı sınıfta okumuş olan otuz yaşındaki teyzesi.

****

Ben çok uzatmayayım, korku arıyorsanız Another çok uygun. Hatta ben uzun zamandır (Higurashi'den bu yana) bu kadar iyi bir korku animesi izlemedim. Biraz da çok ciddi olduğundan sanırım. Devasa göğüslü kızların zombili mombili animelerine kıyasla çok daha fazla veriyor korkunun hakkını. Kısacası, izleyin izleyin.

Jaa ne!

Spoiler: Göster
Ya bu Japon okullarının hepsinin mi zili aynı melodi olur?












12
Çizgi & Anime / Puella Magi Madoka Magica
« : 05 Temmuz 2012, 23:09:04 »
magicalbronze'a teşekkürler.


Diğer Adı: Mahou Shoujo Madoka Magica
Tür: Macera, Psikolojik, Doğaüstü Güçler
Bölüm Sayısı: 12
Stüdyo: SHAFT
Yönetmen: Akiyuki SHINBO
Senaryo: Gen UROBUCHI
Animasyon: Junichiro TANIGUCHI, Mika TAKAHASHI
Müzik: Yuki KAJIURA


Kaname Madoka bir gün alışveriş merkezindeyken kafasının içinde birinin yardım istediğini duyuyor. Kaynağını bulana kadar sesi takip ettikten sonra ilginç bir yerde bir kız tarafından kovalanan, yaralanmış sevimli (!) yaratığı görüyor. Adı Kyubei olan bu hayvan-oyuncak karışımı küçük yaratığın peşindeki kızın okula yeni transfer olmuş ve transfer olmadan önceki gece rüyasında gördüğü kızla aynı kişi olduğunu görünce çok şaşırıyor. Derken Mami Tomoe adlı bir kız ortaya çıkıyor ve transfer öğrenci gönderildikten sonra işin aslını Madoka'ya açıklıyor. Mami ve transfer öğrenci (Akemi Homura) aslında Puella Magi denilen cadı avcıları! Kyubei  Madoka'ya istediği herhangi bir dileği yerine getirme karşılığında onu da cadı avcısı yapabileceğini söylüyor. Ancak bu öyle kolay bir iş değil, sürekli cadılarla savaşmak ve "ölümle dans etmek" için gerçekten bu riske değecek bir dileği olmayan Madoka kararını biraz bekletiyor.

Madoka'ya anlatılana göre bir kız Puella Magi olmak için gerçekleşmesini istediği dileği karşısında Kyubei ile bir anlaşma yapıyor. Buna göre var olduğu müddetçe cadılarla savaşması gerek. Puella Magi, dönüşürken Soul Gem denilen bir tür mücevhere sahip oluyor. Bu Soul Gem cadılarla savaştıkça, yani büyülü güçlerini kullandıkça bulanıklaşıyor. Onu tekrar parlatmanın yolu ise cadıların sahip olduğu Grief Seed'ler. Cadı avladıkça bundan topluyorlar ve Soul Gem'lerini parlak tutarak güçlerini muhafaza ediyorlar. Aşağıdaki resimde sağda Soul Gem, solda Grief Seed var.


En baştan itibaren biriken birçok sorunun cevabı ilk bölümlerinde iyi bir çıkış yapamamış animenin sonraki bölümlerinde patlamasına sebep olan şeylerden. Peki başka ne bu animeyi güzel kılıyor? Birincisi gereksiz yere uzatılmadan tadında bırakılması. İkincisi ise elbette müzikleri. (Ben de animeye soundtrack'ten çok güzel bir parça üzerine başladım) Anime çok güzel parçalara sahip ve bu parçalar yerleştirildikleri sahnelerin vermeye çalıştığı duyguyu katlıyor. Opening için aynı şeyi söyleyemem, ama Ending çok güzel.

Opening
Ending

Bir diğer şey çizimler. Keskin siyah çizgilerin yerine yumuşak çizgiler kullanılmış karakterlerde. Ama asıl çizimleri Cadı Labirentlerinde görüyoruz. Sırf bu Cadı Labirentleri için hayatımda izlediğim en iyi görsele sahip anime diyebilirim. Şöyle ki bir cadının alanına girdiğinizde sizi labirentin içine hapsediyor ve orada haklamaya çalışıyor. Ama bu labirentler öyle orijinal ve öyle yaratıcı ki ağzınız açık kalıyor. Ayrıca çizim tekniği de oldukça farklı. Bunlardan birkaç tanesinin resmini ekliyorum, ama hepsi birbirinden güzel, görülmesi lazım.






Karakterler:

Kaname Madoka:



İyi niyetli, tatlı kızımız. Kyubei tarafından sürekli Puella Magi olmaya ikna edilmeye çalışılıyor. Arkadaşlarına çok düşkün.

Akemi Homura:



Yeni gelen transfer öğrenci. Çok zalim ve soğuk görünüşlü. Güçlü bir Puella Magi. Kyubei'yi hiç sevmiyor hatta öldürmeye çalışıyor.
Miki Sayaka:



Madoka'nın en yakın arkadaşı. Sınıf arkadaşı olan kemanist bir çocuğa aşık. Ancak çocuk bir kazada el parmaklarını bir daha kullanamayacağı şekilde yaralanmış. Onun bir daha keman çalamayacak olmasına çok üzülüyor.

Kyouko Sakura:



Psikopat bir Puella Magi. Her şeyi dalgaya alan, değerleri olmayan ve yiyecek şeylere düşkünlüğü olan kızıl saçlı cadı avcısı.

Mami Tomoe:



Madoka ile aynı okuldan bir Puella Magi. Her konuda tam bir Senpai. Madoka'nın kararını vermesinde ona yardımcı olmaya çalışırken işin inceliklerini de gösteriyor.

Kyubei:



Sevimli görünen ve önüne gelen kızı Puella Magi yapmaya çalışan oyuncağımsı yaratık.


Bölüm Listesi:
Spoiler: Göster
01 - As If I Met Her in My Dream...
02 - That Would Be Really Nice
03 - I`m Not Afraid Anymore
04 - There Are Miracles and Magic
05 - There`s No Way I Would Regret It
06 - This Just Isn`t Right
07 - Can I Face My True Feelings?
08 - I`m Such a Fool
09 - I Can`t Forgive That Kind of Thing
10 - I Can`t Depend on Anyone Anymore
11 - The Final Sign Left
12 - My Best Friend


İlk birkaç bölüm basit bir anime izlenimi verebilir, ama devam ederseniz ne güzel bir şey yakaladığınızı göreceksiniz. İyi seyirler!














13
Bilim & Teknoloji / Fraktal Geometri
« : 02 Temmuz 2012, 00:52:29 »

Polonyalı bilim adamı Benoit Mandelbrot tarafından ortaya atılmış bir matematik-geometri dalıdır. Esasen bir maddenin ne kadar küçülürse küçülsün kendini tekrar ettiğini savunur.Vikipedia bunu şöyle açıklıyor:

Alıntı
Kendi kendini tekrar eden ama sonsuza kadar küçülen şekilleri, kendine benzer bir cisimde cismi oluşturan parçalar ya da bileşenler cismin bütününü inceler.

Nasıl mı? Mesela şu şekilde:



Bu haliyle Fraktal Geometri Öklit Geometrisinden oldukça farklıdır. Öklit geometrisi birkaç boyutlu ideal geometrik şekillerdir ve doğada "doğal olarak" pek bulunmazlar. Oysa Fraktal Geometri doğada sıkça görülebilir.

Fraktal Geometrinin Türkiye'deki otoritesi olan Sinan Canan bunu şöyle açıklıyor. Bir kağıdı iki boyutlu olarak düşünürsek ve bu sayfayı buruşturup kırıştırırsak elimizde iki boyutlu diyemeyeceğimiz bir şey olur. Buruşmuş bir kağıt üç boyutlu gibi görünse bile aslında iki boyutlu bir nesneden elde edilmiştir ama kırıştırdığımız için kesirli boyutlara sahip olur. Fraktallerdeki kesirli boyut kavramı bu şekilde açıklanabilir.

Şu şekilde de bakabiliriz. Elimize bir denklem alıyoruz ve bu denklem kendini defalarca tekrar ediyor. Mesela bu denklem bir üçgenin kenarlarının orta noktaları birleştirilerek yeni üçgenler yaratmak olabilir. Bu denklem defalarca tekrarlandığında ortaya şöyle bir fraktal çıkar ve bu fraktal sonsuza gider. (Alttaki ilk şekil) Veya denklemimiz bir üçgenin kenarlarının orta üçte birlik kısmına yeni bir eşkenar üçgen eklemek olsun. Bu denklem sonsuza kadar giderse de ortaya bir kar tanesi çıkacaktır (Alttaki ikinci şekil) Eğer bir çizginin en ucuna kendisinin yarısı kadar iki çizginin 60 derecelik açıyla yerleştirilmesine dair bir denklem kurarsak da bu denklem sonsuza gidince bir ağaç oluşturacaktır. (Üçüncü şekil)

   

Böylece denklemler karmaşıklaştırıldıkça doğada veya bilgisayar ortamında farklı şekiller elde etmek mümkün.

Mandelbrot'un tanımladığı en karakteristik fraktallardan biri olan "Mandelbrot Kümesi":



Dikkatli bakarsanız ne kadar yakşalılırsa yaklaşılsın aynı şeklin karşınıza çıktığını görürsünüz. Aynı şey "Aşk Merdiveni" de denen eğrelti otu içinde geçerlidir. Merdiven şeklindeki yapraklarına ne kadar yaklaşırsanız yaklaşın aynı merdiven şeklindeki çıkıntıları görebilirsiniz. Yine kar tanesi, DNA molekülü ve akciğer bronşiolleri de eğrelti otu gibi doğadaki en belirgin fraktallerdendir.

Fraktal bilim adamlarının ilgisini çok ekiyor çünkü bir denklemde ağaç oluşturabiliyor, DNA yı fraktalle açıklayabiliyorsanız bu size çok şey, daha ötesini de vaad ediyor. Altında canlıların şifresi yatıyor olabilir bu yüzden de bu sıralarda fraktalle ilgilenen bilim insanları çok fazla.

Fraktal ile ilgili küçük bir video

Doğal ve bilgisayar yapımı olan birkaç fraktal:











14
Müzik / Munchausen by Proxy
« : 30 Haziran 2012, 20:39:52 »

Bu grubun yorumlarında çokça "Best band that never existed" yazıldığını görebilirsiniz.

Munchause by Proxy "Yes Man" adlı filmdeki fantastik kurmaca gruptur. Zooey Deschanel (vokal) ve Von Iva'dan oluşur. Ne yazık ki gerçekte böyle bir grup yok ama güzel mi güzel dört parçaları var. Keşke gerçek olsalar çünkü çok iyiler. Çok da orijinal şarkı sözleri var. Parçaları;

Uh-huh
Sweet Ballad
Yes Man
Keystar

Yazacak pek bir şey yok zira grubun bir kuruluşu ya da pek bir elemanı yok. Ama dinlemenizi tavsiye ederim. Zaten Yes Man filmini izleyenler varsa bu grubu bilir. Değişik sahne kostümleri ile oldukça fantastik ve tatlı bir grup. İyi dinlemeler.

Spoiler: Göster
Munchause by Proxy esasen bir sendromun adıdır. Türkçe'de "Vekaleten Hastalık" olarak geçer. Çocuk istismarı denebilir.

15
Kurgu İskelesi / Hôpital de l'Hotel-Dieu
« : 16 Haziran 2012, 03:03:14 »

“Görmek yaratmanın başlangıcıdır.”

Henri Matisse

1

   Bembeyaz çarşafların içinde gömülmüş yatarken yan yatağımdaki kadının yüksek bir binadan düşüyormuşçasına attığı çığlıklarla uyandım. İşin aslı, “gibi” kelimesi fazlaydı. Kadın gerçekten de rüyasında yüksek bir binadan düşüyordu. Doktorların söylediğine göre hep gördüğü rüyaydı bu. Kadın çalar saat gibiydi. Her sabah dokuzda muhakkak çalardı. Diğer zamanlarda da yan yatağımda tik-tak’lamaktan başka yaptığı bir şey yoktu. Hiç konuşmaz sadece sallanır dururdu. Diğer herkes gibi rahatsız edici bir baş ağrısından öte değildi.

   Odam birçok hastane odasına göre oldukça güzel ve temizdi. Benim yattığımın hemen yanında dışarıya bakan bir penceresi olan iki yatak, yanlarında ikişer komodin,  iki koltuk, tıbbi malzemeler, iki eşya dolabı, içinde ne olduğunu bilmediğim bir dolap, duvarlarda iç açıcı olduğunu düşündükleri tablolar ve pencere kenarındaki saksıda sadece solmak üzere olan yeşil yapraklardan oluşan bir çiçek vardı. Zaten kaldığım hastane o zamanlar Paris’de bu kadar yatağı olan sayılı hastanelerdendi. İyi bir aileden olduğum için (burada kastım kocamın cüzdanının yükte ağır olması) beni buraya yatırmışlardı. Oysa umurumda değildi. Güzel kokan hastane odaları veya zengin koca istemiyordum. Hiçbir şey bana zevk vermiyordu. Şişeye kapatılmış bir sinek gibiydim. Olmak istediğim yer bu dünyada değildi.

   “Size söylüyorum olması gereken yer burası değil. Aklından problemleri var. Bir başka enstitüye gönderilmeli. Bu kaçıncı intihar teşebbüsü biliyor musunuz? Anlatamıyor muyum?” kısmak için ne kadar uğraşılsa da bu sesi tanırdım. Nasıl unuturdum? Katlimin gerekliliğini bana her gün sevgi dolu bakışlarıyla vurgulayan insanın sesini problemli aklımdan nasıl çıkarabilirdim?

   “Sir, önce yaralarının iyileşmesi lazım. Ondan sonra şartsa elbette sevk ederiz. Gerekli müdahaleler yapılmadan buradan çıkamaz.”

   “Hayatım! Uyandın mı? Günaydın.”

   Yatakta doğrulduğumu fark etmiş olacak ki hemşireyle konuşmasını kesip o iğrenç siyah ayakkabılarıyla odayı arşınlamaya başladı. Bense yüzümü yatağımın hemen yanındaki pencereden bir an bile olsun çevirmedim.

   “Bugün nasıl hissediyorsun kendini?”

   “Sizinle konuşmayacak gibi hissediyorum.” Görmesem de yüzünün düştüğünü anlık sessizliğinden anlayabiliyordum. “Kazada kasıt olmadığını görevlilere söyledim. Hala ne istiyorsunuz?  Beni rahat bırakın rica ederim.”

   “Sevgilim neden böyle yapıyorsun? İstediğim şey sensin. Neden seni mutlu edemiyorum? Neden kimse seni mutlu edemiyor? Hiç kimseyi sevmiyorsun. Hayattan bu denli nefret etmenin sebebini bana, kocana anlatmayacaksın da kime…”

   “Eğer resmi kâğıtlara bu kadar önem veriyorsanız öyle olduğunu sanmaya devam edin. Ancak ben sizin eşiniz değilim. Israrlarınıza karşı koyamayıp teklifinizi kabul ettiğim güne lanet ediyorum.” Bunu söylerken yüzüne baktım ama şu yakışıklı yüzü beni bir nebze bile çekmiyordu. Kolumdaki sargılı yarayı okşamaya başladı.

   Tanrım, ne kadar da basit bir adamdı? O kadar şekilciydi ki sokakta satıcılık yapan güzel bir kıza âşık olup onu eşi yapmıştı. Ve bunu zengin ve soylu ailesiyle mücadele edip sadece kızı yanına yakıştırdığı için yapmıştı. Evet, o zamanlar güzeldim. Hastane yatağının içinde bile öyleydim. Omuzlarıma dökülen kızıl saçlarım, deniz yeşili gözlerim, beyaz tenimin üzerinde seyrekçe serpilmiş pembe çillerim, yuvarlak vücut hatlarım bana bir bakanın dönüp tekrar bakmasına sebep oluyordu. Ama bunların önemi yoktu, çünkü ne yazık ki ben sevebilen bir insan değildim. Hatta sevgiden nefret eden bir insandım. Akıl hastası? Evet, belki akıl hastasıydım. Ömrüm boyunca değer verdiğim kimse olmadı. Belki birçok kızın hayal ettiği son noktadaydım.  Çok yakışıklı ve çok zengin bir adamla evliydim. Ama ben yine de bu dünyada boğulmaktan kurtulamıyordum.

   “Beni ne kadar üzüyorsun. Biraz olsun benim olamaz mısın? Bana ne yapmam gerektiğini söyle. Ama böyle yapma rica ederim. Kendini benim arabamın önüne attığında dünyam durdu sandım.” Ellerini saçıma attı. Bense daha keskin olsun diye her gün bilediğim bakışlarımı dikmiştim ona. Bana dokunmasına bile tahammülüm yoktu artık.

   “Seni öyle özledim ki. Eğer arabayı durduramayıp üstünden geçseydim neler olabileceğini düşünmek bile istemiyorum. Lütfen sevgilim, kabul et senin bu hastalığını tedavi etmeleri için bir yere göndereyim. Sadece birkaç ay kalır çıkarsın. Ben yine her gün seni görmeye gelirim. Eğer beni biraz olsun sevebileceksen, biraz olsun yaşamaktan mutlu olacaksan her türlü önlemi almaya razıyım.”

   “Ben razı değilim. Her gün buraya gelip beni ikna etmek için kendinizi yormayın. Eğer dinlenmemi ve huzur bulmamı istiyorsanız lütfen beni yalnız bırakın. Ben sadece tek başımayken huzurluyum. Birilerini sevmek falan da istemiyorum. Beni ilk gördüğünüzde de ben farklı biri değildim. Alışın artık.”

   Normal bir insan olsaydı karşısındaki bu bakış yüreğini parçalayabilirdi. Ama benim içimde herhangi bir duygu kıpırtısına sebep olmuyordu. Benim içim her zaman hareketsizdi. Hiç rüzgarı, hiç dalgası yoktu. Zaten bu yüzden kirliydim. Dalga sularımı temizleyebilirdi, ama yokluğunda kir eksik olmazdı. Bu sebeple içim kokuyordu. Hem de çok kötü kokuyordu.

   O an gözüm kapıdan bizi dinleyen cılız erkek çocuğuna takıldı. Altı, belki en fazla yedi yaşında gibi görünüyordu. Ama benim iki keskin okuma hedef olduğunu kavrar kavramaz korkup kaçtı.

   Gözlerimi devirip yüzümü tekrar pencereye çevirdim. George da hiç ses çıkarmadan biraz daha saçlarımı okşayıp gitti. Bir daha hiç gelmemesini umdum. Ben kirli denizimde tek başıma boğulurken yanımda teferruat istemiyordum. O ise bir başka baş ağrısı olmak konusunda çok ısrarcıydı.


2

   Ertesi güne yepyeni bir çığlıkla uyandıktan sonra tekrar gömüldüğüm beyazlıktan çıktım. Neden bu kadar beyazdı ki çarşaflar? Ben bu beyazlığı hak etmiyordum. Doktorlar önlüklerindeki beyazlığı hak etmiyordu. Bu renk onları korkanlara ve çocuklara daha mı saf ve temiz gösteriyordu? Hiç sanmıyorum.

   “O adam sizi rahatsız ediyorsa sizi ondan kurtarabilirim Madame.”

   Bu cılız ve cinsiyetsiz sese dönüp bakınca karşımda dünkü küçük erkek çocuğunu gördüm. Koltuğa oturmuş yere yetişmeyen zayıf bacaklarını sallıyordu. Cevap vermedim.

   “Ben resim yapmayı çok seviyorum Madame. Ben resim yapınca gerçek oluyor. Denemek ister misiniz? Büyükannem kimseye söyleme dedi. Ama bence biz arkadaş oluruz o yüzden size söylemek istedim.”

   “Arkadaş mı? Benim arkadaşa ihtiyacım yok ufaklık. Başım çok ağrıyor. Hadi sen hangi odada kalıyorsan oraya git. Bak yandaki kadın da gürültüden hiç hoşlanmaz.” Bu çocuk daha dün benden korkmamış mıydı? Arkadaş olmak da nereden çıkmıştı ki?

   Çocuk dönüp kadına baktı. Sanki kadının kızacak biri olup olmadığını ölçmeye çalışıyordu. Ama kadın her zamanki gibi sallanmaktan başka dünyevi bir şey yapmıyordu.

   “Ama o sallanma oyunu oynuyor. Hey, belki sizin için bir resim yaparsam arkadaş olmama izin verirsiniz!” dedi çocuk ve koşa koşa odadan çıktı. Resim yapar mı yapmaz mı umurumda değildi. Ama odadan çıkması beni memnun etmişti.

   Daha sonra doktorum geldi. O yalancı beyaz önlüğüyle. “Nasılsınız bugün bakalım?” bacaklarıma dokunmaya başladı. “His var mı?”

   “Yok. Hala hissetmiyorum. Bir daha da hissedeceğimi sanmıyorum.”

   “Öyle demeyin Madame. Hôpital de l'Hotel-Dieu hastalarını iyileştirmeden bırakmaz. Sizi yürüteceğiz merak etmeyin. Ve istemediğiniz sürece sizi Akıl Hastalıkları Enstitülerinden birine göndermeyeceğiz, bu konuda da rahat olun.” Halbuki ben zaten rahattım. Nereye gönderildiğim önemli değildi. Ben huzuruma kavuşmak için yaptığım sayısız başarısız denemelerimi gözden geçirip yeni yollar arayacaktım bulunduğum her yerde.

   Doktor hemşireye talimatlar verdikten sonra beni selamlayıp çıktı. Hemşire de sargılarımı açıp yaralarımı temizledi ve tekrar sardı.

   Küçük adımların koşma sesinin akabinde küçük çocuk tekrar odaya girdi. Elinde bir kağıt ve bir defter, yüzünde de kocaman bir gülümseme vardı. “Bakın Madame, sizin için resmi yaptım!”

   Kağıdı alıp resme baktım. Aslında bunu bile yapmaya enerjim ve isteğim yoktu. Ama eğer bakmazsam ağaç gibi başımda dikilecekti. Ben de mecburen çocuğun farkında olmadığı şantajını kabul ettim. Kağıtta bir pencere ve pencerenin önünde güzel sağlıklı ve yeşil bir çiçek vardı. Çizimi çok iyi denemezdi, ya da bilmiyorum. Belki yaşına göre çok iyidir. Ama güzel boyamıştı. Bakışlarımı kağıdın üstünden kaldırıp çocuğa kaydırdım. Ağzı kulaklarında yapacağım herhangi bir yorumu bekliyordu. Ama ben o sevinsin diye gösteri yapamayacak kadar çok nefret ediyordum insanlardan. Kağıdı hareket etmeyen küsmüş bacaklarımın üstüne koyup hiçbir şey söylemeden başımı tekrar pencereye yönelttim.

   “Beğendiniz mi? Evet, tam oradaki çiçeği çizdim. Sanki ölecekmiş gibi duruyor. Ölürse yazık olur Madame. Ama merak etmeyin, ben onu iyi çizdim. İyileşecek.”

   “Sence ölmek kötü bir şey mi?” Çocuk başımı çevirmememi yanlış anlamıştı. Ama önemli değildi. Belki sadece kendimle konuşmak istiyordum. Bu da fark etmezdi. Düşünmekle arasındaki tek fark ses tellerimi kullanmak için beynime küçük bir emir vermekti.

   “Bence kötü bir şey. Büyükannem ölmek istemediğini söylerken ağlamıştı. Şimdi o yan odada yatıyor. Hastalığı varmış. Ölmesini istemiyorum. Çünkü ölürlerse beni yetimhaneye gönderirler. Benim adım Jean-Claude. Sizin adınız ne Madame?” Nefret ettiğim ismim sonunda yine dudaklarımdan dökülmek istiyordu. Bakışlarımı kiliseden ayırmadım. Zira bu dünyada güzel olan nadir şeylerden biriydi bu katedral.

   “Elise.”

   “Biliyor musunuz, ben orada yaşıyorum.” İşte bu ilgimi çekmişti. “Nerede? Notre-Dame?”

   “Evet Madame. Büyükannem orada temizlik yapıyor. Yani büyük savaş bittiğinden beri. Ben de onunla beraber kalıyorum. Belki iyileştikten sonra bir gün gelirsiniz? Büyükannem hastalanınca onu getiren Louis çok güzel piyano çalar, onu dinlersiniz. Onu tanıyor musunuz? Louis Vierne? Onu çok kişi tanıyor.”

   “Evet, duymuştum. Hey, Jean-Claude. Ölüm o kadar da kötü bir şey değil.” Tekrar pencereye döndüm. “Hatta bence huzur verici bir şey. Ben ölmek istiyorum ama kimse bana izin vermiyor. Elimde olsa ömrümü büyükannenin ömrüne katıp bu dünyayı terk ederdim. Hem madem resimlerin gerçek oluyor, neden büyükanneni iyileştirmiyorsun?”

   “Çünkü büyükannem bana söz verdirtti. Bunu benim için kullanmayacaksın dedi. Nedenini anlayamadım. Ama verdiğin sözü tutmamak büyük günah Madame.”

   “Evet, tabi…” İçimi çektim ve gözlerimi kapattım. Çocuk artık gitmeliydi. Düşüncelerime dalmak istiyordum. Kafamda bir şeyler, yeni şeyler tasarlamalıydım. Yeni çıkış yolları aramalıydım bu labirentten kurtulmak için. Çocuk pencereye yaklaştı.

   “Bizim odamızdan nehir daha fazla görünüyor. Arkadaş olduğumuza göre belki gelip bakarsınız?”

   “Benim bacaklarım tutmuyor. Yürüyemem yani. Ben nehri görmüyorum bu açıdan. Sanırım görebilmek için ayağa kalk…” Çocuğun ayaklarımın üstündeki örtüyü kaldırmasıyla şok oldum. Hiç çekinmiyordu. Ödem toplamış ayaklarımı sergilemekten hiç hoşlanmadığımdan örtüyü elinden sertçe kaptım ve kaşlarımı çatarak yüzüne baktım. “Ne yapıyorsun sen? Arkadaş falan değiliz!” Korkmuş olmalıydı. Ama lanet olsun korkmamıştı. Keşke o gün korkup defolup gitseydi ve bir daha asla gelmeseydi. Bu küçücük çocuk için böylesi çok daha iyi olurdu. Daha sonraları durup düşündüğümde keşke dedim. Keşke o an onu kovsaydım. Ama olacakları nereden bilebilirdim?

   “Bunu da düzelteceğim Madame. Artık arkadaş olduğumuza göre sizi yürütmek istiyorum. Çünkü odamıza gelip bizim penceremizden bakmalısınız.” Gülümseyerek odadan çıktı. Acaba beni duymamış mıydı? Gözlerimi kapattım ve uyumaya çalıştım. Ama uyurken aklımdan Jean-Claude’un gülümseyen yüzünü atamadım.

Sayfa: [1] 2 3