Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Loren_Summers

Sayfa: [1]
1
Düşler Limanı / Parçalanmak
« : 10 Eylül 2010, 15:49:37 »
Parçalanmak

İnsanlar birbirlerini tanıdıklarına inanırlar. Konuştukları, vakit geçirdikleri insanları çözdükleri düşünürler. İki kardeş birbirini çok iyi tanıyordur, bir kadın eşin tamamen anlıyordur, iki sevgili birbirlerinin adımlarını bile tahmin edebiliyordur… Tüm bunlar insanların acınası varsayımlarıdır aslında. Kapılar kapandığında herkes değişir ve dışarıdaki o farklı insan orada kalır. Kendilerindeki değişiklikleri fark ederler ama kibirleri diğerlerinin de değiştiği gerçeğini gizler. Kimse kimseyi tanımıyordur aslında…

“Ağabey! Ağabey!”
Küçük bir kız kocaman bir bahçede çıkış kapısının önünde duran genç çocuğa doğru koşuyordu.
“Nereye gidiyorsun? Bugünü bana ayırmıştın hani?”
Kahverengi kocaman gözleriyle ağabeyine bakan kız kaşlarını çatıp, dudaklarını büzerek ciddi görünmeye çalışıyordu ama çok sevimli duruyordu. Ellerini beline koyup ağabeyinden ikna edici bir açıklama beklemeye başladı. Genç çocuk mahcup bir gülümsemeyle kızın rüzgarla uçuşan saçlarını okşadı.
“Lena, ilk işimi aldığımı biliyorsun. Kendimi kanıtlamak için ilk fırsatım.”
Lena gözlerini ağabeyinden kaçırarak bahçenin iki kenarında uzanan kırmızı güllere çevirdi, ellerini arkasında birleştirmiş, başını hafifçe öne eğmiş, hüzünlü bir ifadeyle sallanıyordu.
“Dikkatli ol olur mu?”
Eric tekrar kardeşine gülümsedi, giydiği siyah takım ona ciddiyet katarken yüzündeki gülümseme bunu kırıyordu. Kardeşini kendine çekip sıkıca sarıldığında Lena ceketin altındaki silahın soğuk parıltısıyla ürperdi. Hızla ağabeyinden ayrılarak olabildiğince neşeli bir tavırla gülümsedi.
“Sen yokken ben de çalışmalarıma devam edeceğim ve ilerde seni koruyacağım!”
Eric ona göz kırpan kardeşinin bu sözüyle oldukça şaşırmıştı, mavi gözlerini kendisine ışıl ışıl bakan kardeşinden alamadı. Kızı tekrar kendine çekerek sıkıca sarıldı.
“Lena senin böyle şeyler söylemene gerek yok. Kardeşleri korumak ağabeylerinin işidir. Seni ben koruyacağım.”
Eric Lena’yı bahçedeki kırmızı güllere emanet ederek ağır adımlarla evi terk etti. Anneleri onları çaresizce evin penceresinden izlerken, Lena ağabeyinin arkasından bakakalmıştı.

“Bu biraz acımasızca olmadı mı Richard?”
Kadın pencerenin önünde yumruklarını sıkmış, kendini yatıştırmaya çalışırken sorusunun cevabını bekliyordu. Arkasında duran büyük bir masanın önündeki kocaman koltukta, sırtı kadına dönük şekilde, oturan adam sesini çıkartmayınca kadın sarı saçlarını savurarak masanın önüne doğru yürüdü.
“Sana söylüyorum! Onu daha aldığı ilk işte bu kadar zorlamak?”
Adam sinirler bakışlarını gözleri dolu dolu olmuş kadına çevirdi. Yas tutarmışçasına giydiği siyah, uzun elbisesi, sarı parlak saçlarıyla tezat oluşturuyordu. Kadın kararlı mavi gözleriyle adama bakarken, yanakları sinirle kızarmıştı. Adam derin bir nefes alarak gayet sakin bir şekilde karısının sorusunu cevapladı:
“Bu işte kolay ya da zor yoktur. Eric gerekli eğitimi aldı ve herhangi bir işi almaya hazır, ne kadar başarılı olduğunu göreceğiz.”
Adamın sakin cevabının arkasındaki otoriter baskı kadını bir iki adım geri itmişti. Adamın karşısında ağlamamak için yumruk yaptığı ellerini öyle sıkıyordu ki tırnakları derisini yırtıp kanatmaya başlamıştı.
“Tanrı aşkına o senin oğlun!” diye tısladı kadın.
“Bu da benim işim.” Diye karşılık verdi adam, artık kadına bakmıyordu, önündeki dosyalara yoğunlaşmıştı. Kadın konuşmanın burada bittiğini anlamıştı ama yine de inanmak istemiyordu. Mavi gözlerine hapsetmeye çabaladığı gözyaşları yavaşça yanaklarından süzüldü, sıktığı yumruklarını gevşetip kanın usulca akmasına izin verdi, teslim olmuştu.
“Lena’yı bulaştırma en azından.” Diye fısıldadı. “Senden tek ricam bu.”
Adam soğuk kahverengi gözlerini bunalmış bir şekilde dosyalarından kaldırıp kadının çaresiz, yenik mavi gözlerine kenetledi:
“Sekiz sene sonra Lena da hazır olacak ve ilk işini alacak. Eric ve Lena benim için çalışacaklar ve müşterilerimin isteği üzerine ölene kadar adam öldürmeye devam edecekler”
Adam küçük açıklamasını bitirdikten sonra kadının anladığından emin olmak istercesine bir süre ona baktı. Kadın çaresizce dizlerinin üzerine çöktü, bu laflar onun için çok fazlaydı. O sessizce ağlarken adam da sanki kadın orada değilmişçesine işine geri döndü.

Eric bir ay sonra eve döndüğünde onu kapıda Lena karşıladı. Ağabeyini kağıda gördüğünde ondaki değişikliği bir anda sezemeyecek kadar heyecanlıydı. Neredeyse uçarcasına koşarak ağabeyine sarıldı ve o an fark etti. Evde çıkarken genç bir çocuk olan Eric şimdi genç bir adam olmuştu ve bu adam kesinlikle Lena’nın eski ağabeyi değildi. Lena’ya sarıldığında verdiği his bile değişmişti. Yüzündeki tebessümü zorla yerinde tutmaya çalışan Lena ağabeyine daha da sıkı sarıldı.
“Zor muydu?” diye  sordu usulca. Genç adam sırtında duran ellerin gerildiğini hissetti.
“İlki öyleydi.”
Eric duraksadığında Lena ağabeyinin değiştiğini tamamen kabullenmek zorunda kaldı, gözünden süzülen yaşlar yanaklarını ıslatmaya başlamıştı.
“Eğer birinin hayatını sonlandırıyorsan bir bedel ödemelisin” dedi Eric. Sesi sanki çok uzaklardan geliyordu. “O bedel de senin ruhun oluyor, her kişide biraz daha parçalanıp yok olduğunu hissediyorsun ama en büyük parça ilk günahında alınıyor”
Ellerini kızın yanaklarına götürüp gözlerini kardeşininkilerle birleştirdi.
“Yapma bunu Lena, ben senin için de ruhumu parçalamaya hazırım.”
Lena hüzünlü bakışlarını ondan beklenmeyecek bir olgunlukta bir gülümsemeyle kapatmaya çalışarak ağabeyinin yanaklarında duran soğuk ellerini tuttu.
“Bu işte birlikteyiz, zamanı gelince yanında dimdik duracağım ve sana destek olacağım. Ruhunu korumak için de elimden geleni yapacağım”
Eric küçük kardeşinin bu sözleriyle şaşırmıştı, mavi gözleri heyecanla açılmış ve bir anda büyüyen kardeşinin bu değişimine şahit olmuştu. Eric Lena’nın babasına ne kadar benzediğini düşündü. Sadece fiziksel olarak değil, ruhen de babasına benziyordu. Kararlı ve kesindi, kendisi gibi değildi. Kardeşine bir kez daha sıkı sıkı sarılırken mavi gözlerinde karanlıklar oluşmuştu. Aklındaki tek şey kardeşinin de abası gibi acımasız olup olmayacağıydı. Buna izin veremezdi, ne olursa olsun onu koruyacaktı.

Hızla geçen beş yılda annesinin çaresiz bakışları altında Eric görevler almaya devam etti. Her birinden başarılı bir şekilde döndüğünde biraz daha sessiz ve içine kapanık oluyordu. İşine çok değer veren babası ise bir kere bile hala hayatta olduğu için her hangi bir rahatlama belirtisi göstermiyordu. Hatta oğlunun yaşamını pek umursadığı söylenemezdi, o sadece işlerin düzgün yürümesini istiyordu. Eric ruhunda oluşan koca boşluklarda kaybolurken Lena ağabeyine destek olabilmek için her gün daha çok çabalıyordu. Yaptıkları işin hiçbir doğru yanı yoktu ama en iyi şekilde yapmak istiyordu. Bu sürede babasının görevlendirdiği eğitmenler de genç kızın beynini yıkamaya başlamışlardı bile. Önemli olan işti, zaten gerekli bedeli de ödeyecekti yavaş yavaş parçalanıp yok olacaktı ve Lena buna hazırdı. Beşinci yılın sonlarına yaklaşırken Erin aldığı son görevden dönmüştü, her zamanki gibi onu kapıda biricik kardeşi Lena karşıladı ama bu seferki farklıydı. Genç kız pespembe, etekleri kabarık bir elbise giymişti ve elinde de çikolatalı bir pasta tutuyordu. Işıl ışıl kahverengi gözleriyle ağabeyine bakarken insanı ısıtan gülümsemesi ile;
“Sürpriz!” dedi.
Kapıda şaşkınlıkla dona kalan Eric, Lena’yı da kendi şaşkınlığına ortak edecek şekilde bir kahkaha patlattı. Lena yüzünde öylece donan gülümsemesi ve kocaman açılan kahverengi gözleriyle Eric’e bakakalmıştı. Ağabeyini biraz neşelendirmek istemişti ama kahkaha atması? Bu kesinlikle beklenmedik bir şeydi. Lena Eric’i de alıp içeri geçti ve pastayı kestiler.
“Tanrım pembe elbisen, dalgalı saçların ve şu makyajın… Oyuncak bebeklere benzemişsin, ayrıca çok güzel olmuşsun Lena.”
Eric neşeyle pastasını yerken kardeşinin ne kadar büyüdüğünü fark etmişti. Lena ağabeyinin neşesine katılmış gülerken ir yandan da ondaki bu değişikliğin sebebini öğrenmek istiyordu. İlk kez doğum günü kutlamıyorlardı ve sebep kesinlikle Lena’nın pembe kabarık elbisesi olmazdı.
“Ne çabuk büyüdün ve değiştin.” dedi Eric.
“Sen de ne kadar çabuk değiştin, bir buçuk ayda falan…”
Eric kardeşinin bu tepkisine gülümseyerek yanıt verdi;
“O kadar belli oluyor mu gerçekten?”
Lena şaşkınlıkla hafifçe açılmış ağzı ve kısılmış gözleriyle ağabeyine bakmayı sürdürdü. Eric kızın bu haline de bir kahkaha patlattı.
“Şu eş yılda ilk kez yaşadığımı hissediyorum Lena. Ruhumdaki boşlukları zihnimde geriye ittim.”
Lena konuşmanın gittiği yönü anlamış ve hiç hoşlanmamıştı.
“Yoksa sen?”dedi fısıltıyla, “aşık mı oldun?”
Eric bu soruya sadece gülümseyerek yanıt verdi. Lena bu işi hiç sevmemişti, aşkın Eric’e sağlayacağı tek şeyin acı olacağına inanıyordu. Böyle bir iş yaparken birine aşık olmak, sorumluluklarını arttırmak demekti. Artık sadece kendisi değil karşı taraf da tehlike altındaydı ve ağabeyinin üzerindeki baskı çığ gibi büyümüş olmalıydı. Yine de Lena onu uzun zamandır böyle neşeli görmemişti ve içinde bir yerlerde bir kıskançlık dalgası onu zihninden vurdu. Şu geçen zamanda onca yaptığı şeye rağmen kendisinin değil de başka bir kadının onu böylesine mutlu etmiş olmasını yediremiyordu. Lena düşüncelerini savuşturarak hemen yüzüne inandırıcı bir gülümseme yerleştirip ağabeyinin ellerini sıkıca tuttu.
“Senin adına sevindim ağabey”
Eric mutlulukla küçük kız kardeşinin saçlarını okşadı, sanki zamanda geri gitmişler ve o eski mutlu günlerine o gün için geri dönmüşlerdi.

Eric’in doğum gününü takip eden üç yılda Lena o günün geçirdikleri en uzun zaman olduğunu anladı. Eric’in artık iki hayatı vardı ve o koşuşturmaca da eve sadece yeni görevler almak için uğruyor, Lena ise ağabeyini zar zor görüyordu. Lena babalarının bunu anlayıp engel olacağını düşünmüştü ama geçen üç yılda adam hiçbir şey anlamamış gibiydi. Zaten onun için önemli olan tek şey işlerin düzgün gitmesiydi ve Eric de bunu becerebiliyordu. Anneleri ise değiştiremediği kocasına boyun eğmiş ve evde kendi dünyasını oluşturmuştu. Lena onun yavaş yavaş delirdiğini hissediyordu çünkü kadın her zaman mutluymuş gibi gülümsüyor ve neşeli neşeli konuşuyordu ama her gece boğulduğu hıçkırıkları Lena duyabiliyordu. Lena tüm bu olanlar yüzünden babasını suçluyordu, kendi çocuklarını öyle bir şeye dahil ettiği için o suçlu olmalıydı. Ailesini işi için bir araç olarak gören bi insan nasıl olabilirdi? İçinde nasıl hiç sevgi barındırmadan yaşayabilirdi? Lena arada babasının çalışmalarını kontrol etmeye geldiğinde görüyordu, adam ilerlemesine bakıyor ve tek kelime etmeden gidiyordu. Lena ağabeyinin yokluğunda en az onu kadar zorlandığını düşünmeye başlamıştı, sekiz yıl hiç de kolay geçmemişti onun için, özellikle de son üç yıl… Ağabeyi onu resmen terk etmişti ama Lena onu geri alacaktı, eskisi gibi birlikte mutlu olacaklardı. Eğer bir kez başarılı olursa hep ağabeyiyle olabilir ve onun ruhunu kendi ruhundan vazgeçerek doldurabilirdi. Lena’nın sevgiye olan bu açlığının altında babasından hiç göremediği ilgi yatıyordu aslında. O nefret ettiği adam ona bir kez bile gülümseyip sarılmamıştı. Şimdi ağabeyi kendini seven birini bulmuştu ve Lena’yı karanlıkta terk etmişti, buna katlanamazdı, yapamazdı. Onu dünyada seven tek kişinin ona sırtını dönmüş olmasını kabullenemezdi. Lena kendini bu şekilde hazırladı ilk görevine, en az babası kadar bu işi ciddiye alıyordu ve ödeyeceği bedeli hiç umursamıyordu. Ruhu elbet parçalanacaktı ama o ağabeyi kadar kırılgan değildi, babası gibi acımasızdı artık. Kırmızı güllerin arasında koşuşturup oynayan o çocuk gitmişti.

Babası ilk işi için onu odasına çağırdığında heyecandan titriyordu. Baba dediği bu adamla ilk kez birebir konuşacaktı. Odaya çıktığında annesi yüzünde sahte olduğu çok belli olan bir gülümseme ve donuk bakışlarla karşıladı onu. Çok gergin olan Lena elinde kapalı bir dosya tutan babasının karşısında güçlü durmaya çalışıyordu. Babası tek kelime etmeden ona dosyayı uzattığında annesi kızın arkasına geçmiş omuzlarından sıkı sıkı tutuyordu. Kadının kaskatı olan elleri sanki ona bu işe bulaşmamasını söylüyordu ama Lena onca sene böyle hazırlanmışken, ağabeyini geri kazanacakken, korkaklı edecek değildi. Lena dosyanın kapağını açıp ilk görevine şöyle bir akarken babası da otoriter sesiyle konuşmaya başladı.
“Sekiz yıldır senin çalışmalarını izliyordum ve ne kadar sıkı çalıştığını gördüm.”
Lena duyduklarına inanamıyordu, adamın sesinde hiç duygu yoktu ama sekiz yıldır onu sürekli takip ettiğini söylüyordu.
“Bu yüzden ilk görevinde buna uygun olacak şekilde verildi. Ağabeyine giderken belli bir süre vermemiştim ama sana vereceğim.”
Kız titreyen ellerini durdurmaya çalışıyordu ama bu çabaları sonuçsuz kalmıştı. Gözlerini dosyadan ayırıp babasına bakamıyordu bile.
“Bu gece öldüreceksin.”
Lena’nın kahverengi gözleri yaşadığı şokla bir anda açıldı ve hızla kafasını kaldırıp babasına baktı. Sadece dosyadaki bilgilerle, bu gece görevi aşarıyla tamamlanması istenmişti. Babası gerçekten ona çok mu güveniyordu, yoksa onu öldürmeye mi çalışıyordu? Lena dosyayı kapatıp kararlı bakışlarıyla babasına baktı.
“Emredersiniz.”
Annesinin omuzlarını tutan elleri daha da kasılmıştı ve artık canını yakıyordu. Kadından bakışlarıyla kendisini bırakmasını istediğinde annesinin yüzündeki sahte gülümseme kaybolmuş yerini hüzünlü bir surata ve dolu dolu olmuş, sessiz çığlıklar atan mavi gözlere bırakmıştı. Lena omzunda gevşeyen elleri hissedince nazikçe onlardan kurtulup yavaşça odayı terk etti. Kapıyı kapatır kapatmaz hızla hazırlanıp evden koşarak ayrıldı. Evin dış kapısını kaparken ağabeyinin onu ilk görevinde uğurlamasını isterdi ama döndüğünde onun evde olacağını hayal etti. Ağabeyi sevgili kardeşini ilk görevi dönüşünde yüzünde bir gülümsemeyle karşılayacaktı, emindi. Koşarak hedefinin bulunduğu şirkete gitti. Dosyayı şöyle bir okumuştu, hedefi oldukça gençti ve şirket yönetimini ölen babasından devralmıştı. Ağabeyinin her zaman aldığı görevlere benziyordu. Hazırlanan dosyada hedefinin akşam sekiz gibi şirketi terk ettiğini öğrendi. Ev adresi ve iş adresini karşılaştırdığında oldukça yakın olduklarını gördü, pek bir sosyal yaşamı da yoktu. İşten eve yürüdüğü bile raporda yazılıydı. Lena babasının bu sebeple görevi bu gece bitirmesini istediğini düşündü, ona çok güvendiğinden değil çok detaylı bir rapora sahip olduğundandı. Lena şirkete girmeyi göze alamadığından, eve gidip orda beklemeye karar verdi. Çabucak saatine baktığında saat yedi buçuğu gösteriyordu, eğer koşarsa sekizden bile daha erken bir saatte evde olabilirdi ve bu onun için yeterliydi. Gerçekten de tam tahmin ettiği gibi oldu, her şey çok kolay ilerliyordu ve aslında biraz sinirleri bozulmuştu. Kız olduğu için ona resmen acınmış ve kolay bir görev verilmişti, babasının süslü laflarının sadece bir oyundan ibaret olduğunu anladı. Görevi garanti altına almak istemişti. Lena evin müstakil olduğunu gördüğünde bu daha da işine geldi, hava kararmış, sokak da ıssızlaşmıştı. Lena ustalıkla evin kapısını açtı ve uzun bir hole çıktı, kapıyı usulca kapatıp gerileyerek hedefinin gelmesini beklemeye başladı. Kapıyı açar açmaz onu öldürecekti. Saat sekiz buçuk olduğunda henüz gelen giden olmamıştı, Lena kendisini bir panik dalgasının sarmaya başladığını hissetti. Ya bu gece eve gelmezse? O zaman başarısız olurdu ve… O sıradan biri evin kapısının kilidine anahtarını soktu ve usulca çevirip açtı, zifiri karanlık hole açılan kapıdan içeri giren kişi hemen kapının yanında duran lambayla holü aydınlattığında Lena silahını nişan almıştı ama ateş edememişti.
“Ağabey?”
Lena kapıda gördüğü görüntüyle donup kalmıştı. Kapıyı açan kişi ağabeyinden başkası değildi ve hedefi de tam onun arkasından duruyordu. Eric şaşkınlıkla kıza bakarken hemen arkasındaki kapıyı kapattı.
“Lena?”
Kız silahını hala hedefine doğrultmuştu ama gözleri ikisinin de üzerindeydi. Ağabeyi kızın hedefi olan kadının elini tutuyordu.
“Seni burada göreceğimi bilmiyordum. Ben… İlk görevimi aldım.”
Kadın korkuyla Eric’in koluna sıkıca sarıldı. Eric hiç beklemediği bir anda kardeşiyle karşıya kalmışken evlerinde ise anne ve babaları karşı karşıyaydılar.

“Kendi isteklerine göre insanları öldüremezsin Richard!”
Adam kadının karşısında dimdik duruyor ve kadını rahat tavırlarıyla çileden çıkartıyordu.
“O kadın Eric için tehlikeliydi, işini riske atıyordu. Ona koca bir üç yıl verdim bunu anlayıp ondan kurtulması için. Eric bunu yapamadığı için şimdi bu işi Lena yapacak”
Kadın inanamaz gözlerle kocasına baktı, şimdilerde tiksindiği bu adama nasıl aşık olduğunu hatırlayamıyordu bile. Kimdi bu adam? Evlendiği adam olmadığı kesindi.
“İki kardeşi nasıl bir duruma soktuğunun farkında mısın?”
Adam kadının başını şişirmesinden bıkmıştı ve bu konuşmanın sonunun gelmeyeceği belliydi.
“Benim kararlarımı sorgulamak sana düşmez! Ama seni bir konu da uyarmak isterim. Bu gece iki çocuğundan birini belki de ikisini de kaybedeceksin. Çünkü geri döndüklerinde hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”
Kadın tiksinti dolu bakışlarıyla adamın ne kadar alçalabileceğini düşünürken odayı terk etti. Eli kolu bağlıydı ve hiçbir şey yapamayacağını biliyordu ama bu işe seyirci de kalamazdı. Sadece Lena’nın bu işten vazgeçeceğini umarak ağabeyinde derin yaralar açmamasını diledi ama Lena çoktan silahını hedefine doğrultmuş, kararlı bakışlarıyla ağabeyini süzüyordu.

Eric babasının hazırladığı oyunda sadece bir taş olduğunu fark etti.
“Lena ne yapıyorsun?”
Lena’nın elleri titremiyordu bile, hafifçe gülümsedi;
“İlk görevimi. Yanımda olacağını tahmin etmemiştim.”
Eric kardeşinin soğuk ve duygusuz sesiyle sarsıldı. Sanki karşısında babası duruyordu.
“Yanında değil karşındayım Lena.” Dedi olabildiğinde ama Lena’nın soğuk bakışları içini ürpertiyordu.
“Yapma bunu. Seni engellemek zorunda bırakma beni.”
Eric elleri titreye titreye kendi silahını çıkartıp Lena’ya doğrulttuğunda Lena’nın dudakları şaşkınlıkla aralandı. Bu kadını kardeşinden daha çok seviyordu demek… Eric gerçekten de onu bu kadın için vurabilir miydi? Lena öfkeyle dudaklarını ısırdı. Eric’in artık ona hiç ihtiyacı yoktu, ruhunu dolduran birini bulmuş ve kardeşini kolayca unutabilmişti ama Lena’nın ona ihtiyacı vardı. Lena Eric’in arkasına saklanmış olan kadının tam alnına nişan alırken Eric işin kötü yöne gittiğini fark etti. Onca yıl karanlığın içinde kaybolmuş gezerken bir anda ışığı bulmuştu ve şimdi karanlıpa dönmek istemiyordu, bu kardeşi bile olsa olmazdı. Lena ısırarak kanattığı dudaklarını aralayıp;
“Birlikte mutlu olacağız.” Dedi. Eric gözlerini sıkıca yumduğunda bir anlık patlama evin içinde yankılandı.

Richard silah sesiyle irkilerek ağır adımlarla odasını terk ettiğinde, salonda karısını yerde yatarken buldu. Sarı saçları kanla lekelenmiş, mavi gözleri donmuş ve tavana kilitlenmişti. Richard kayıtsızca karısına baktı, bu gece değil belki ama bir gün bunun olacağını biliyordu. Karısına uygun bir mezar yapmaları için adamlarını görevlendirirken Eric ve Lena’yı düşündü sadece. Başlattığı bu savaşta elbet birileri kazanacaktı ama bu kendisi mi yoksa Eric mi olacaktı bir türlü emin olamıyordu.

Eric sıkı sıkı gözlerini yumup silahını ateşlemişti. Elleri kaskatıydı ve gözlerini açmaya korkuyordu ama bir düşme sesi duydu ve ayaklarına sertçe bir şey çarptığında her şeyin bittiğini anladı. Lena’nın ne kadar iyi bir nişancı olduğunu biliyordu. Gözlerini açtığında kardeşinin kork ve hayal kırıklığıyla açılmış kahverengi gözleriyle karşı karşıya kaldı. Lena silah tuttuğu elini indirmişti ve duvara yaslanmıştı, diğer eliyle de karnını tutmuş ona bakıyordu.
“Ağabey…” diye fısıldayıp duvarda yavaşça kayarak dizlerinin üzerine çöktüğünde Eric onu vurduğunu ancak anlayabilmişti. Midesi bulanıyor, başı dönüyordu. Bir anda, yeniden, karanlığın ortasında kalmıştı ve biricik kardeşini elleriyle vurmuştu. Zar zor hareket ederek kardeşinin yanına gelip yere çöktü. İnsanlar silah sesini duymuş olabilirlerdi ama aldırmadı. Lena’ya baktığında kızın acı dolu yüzü bir tokat gibi suratına çarpmıştı. Hızla kan kaybediyordu ama artık umursuyor gibi görünmüyordu, zor zor hareket ederek kanamayı durdurmaya çalışmaktan vazgeçmişti. Elini ağabeyinin yanağına koyup kırmızıya boyayarak alnını onun alnına dayadı.
“Kardeşlerini koruma ağabeylerinin işidir.”dedi.
Eric kalbinde derin bir acı hissetti, hayatındaki ışık aslında Lena’dan başkası değildi, içinde son kalan o paramparça ruhu Lena’nın gülümsemesinden başka bir şey değildi.
“Ödeyeceğim bedelin seni sonsuza kadar kaybetmek olacağını bilseydim yapmazdım Eric” dedi son bir çabayla. Eli Eric’in yanağından yavaşça kaydı, başı geriye düşerken Eric onu son bir kez tutup sıkıca sarıldı. Kardeşini yavaşça soğuk zemine bırakırken evi terk etti. Birkaç camdan meraklı bakışlar sokağı tarıyordu, Eric aldırmadan yavaş yavaş yürümeye başladı. Rüzgar gözyaşlarını silerken o yumruklarını sıkmış eve doğru gidiyordu. Babasının onu beklediğine emindi ve sıra onun ödemesi gereken bedele gelmişti.

Loren Summers 09/09/2010

2
Düşler Limanı / Eylül’ün Hüznü
« : 25 Ağustos 2010, 16:58:10 »
Eylül’ün Hüznü

Soğuk rüzgarların, sararan yaprakların ve kırılan kalplerin habercisi Eylül’ün henüz sahneye çıkma vakti gelmemişti ama o sabırla yerinde beklerken küçük bir meltem koskoca bir evin camından girerek şöyle bir dolaştı. Saçları rüzgarla savrulan bir kız usulca fısıldadı;
“İyi olacaksın… baba”
Sarı kahkülleriyle dolu dolu olmuş gözlerini saklarken, elleriyle de yatakta yatan babasının elini sıkı sıkı tutuyordu.
“Beni böyle bırakamazsın, bırakmazsın biliyorum”
Zoraki bir gülümseme yerleştirirken yüzüne, gözünden bir damla yaş süzüldü. Yataktaki adam rahatsızca kımıldandı ve elini kızının ellerinde kurtararak kızın yüzünü ıslatan sıcak göz yaşından acele etmeden kurtuldu. Zar zor konuşuyordu ama yine de kızının sözlerine karşılık verdi;
“Güçlü ol Eva, ağlama. Fazla zamanım kalmadı farkındayım ama gitmeden önce seni koruması için birini bırakacağım merak etme”
Eva şaşkınlıkla ve korkuyla kafasını kaldırdı, o ana kadar sakladığı koyu mavi gözleri ortaya çıkmıştı. Babasından başka güvenebileceği kimse yoktu bu yüzden hemen itiraz etti;
“Hayır. Hayır! Kimseyi istemiyorum, gitmeni istemiyorum, ben—“
Adam elini kaldırarak onu susturdu;
“Sen kocaman bir kız oldun ama ben gittikten sonra karşılaşacağın tehlikenin henüz farkında değilsin. Sahip olduğum her şeyin tanında şirket de senin olacak ve amcan onu senden almak için ne gerekiyorsa yapacaktır.”
Eva yumruklarını sıkmıştı, bu dünyada en çok nefret ettiği insan amcasıydı ama aynı zamanda en çok da ondan korkuyordu. Tam amcasına karşı asla kaybetmeyeceğini söyleyecekken odanın kapısı hafifçe çaldı:
“Efendim misafiriniz geldi, buraya alalım mı?”
Adam başıyla onayladı, hizmetçi kız bir anlığına geri çekildi ve içeri başka bir adam girdi. Simsiyah bir takım elbisesi ve ciddi görünüşüyle kapıda durup selam verdi.
“Tam zamanında! Eva yeni koruman, yardımcın ve öğretmeninle tanış.”
Eva şaşkınlıkla açılmış gözleriyle adama bakıyordu. Simsiyah saçları ve yemyeşil gözlerini taşıyan yüzü oldukça gençti.
“Sen ciddisin! Baba buna –“
“Eva ,lütfen…”
Kız tekrar yumruklarını sıktı ve oturduğu yerden hızla kalkıp kapıya yöneldi;
“Sen! Beni takip et.”

Çıktığı odanın kapısı her zaman bildiği o tanıdık hole değil başka bir dünyaya açılıyordu artık ama Eva henüz bunu fark edememişti. Hızlı adımlarla bahçeye çıktı, temiz hava ve insanı ısıtan güneşin altında bahçede ilerlerken belli etmemeye çalışarak bir anda hayatına giren bu yabancının onu takip edip etmediğini kontrol ediyordu. Rengarenk çiçeklerin arasından geçerek tam ortada duran çardağa ilerledi. Sinirle oturup adama da oturmasını işaret etti, yabancı saygıyla eğilip oturdu. Eva’nın kuşkulu mavi gözleri henüz hiç konuşmamış olan bu genç adamı daha yakından inceliyordu. Oldukça ciddi bir görüntüsü vardı ama aynı zamanda hoştu da. Eva geriye yaslanıp kollarını göğsünde kavuşturdu;
“Bir ismin var mı?”
“Siz bana nasıl seslenmek isterseniz benim ismim o olur.”
Eva şaşkınlıkla adama baktı, böyle bir karşılık beklemiyordu ama bozuntuya da vermedi sinirle gülümseyerek;
“Sebastian’a ne dersin?” diye sordu.
“Biraz klişeleri seven bir insansınız sanırım”
İkinci kez şaşkınlıkla gözlerini açtı Eva, göğsünde kavuşturduğu kollarını iki yana indirmiş, yumruklarını sıkmıştı. Karşısındaki adam ise oldukça rahat görünüyordu.
“Biraz küstahsın galiba, Sebastian?”
Adam ayağa kalkıp hafifçe eğildi;
“Kötü bir imada bulunmak istememiştim efendim, özür dilerim”
Kendisini üçüncü kez şaşırtan bu adama Eva nasıl bir karşılık vereceğini bilemedi. Ne yamaya çalışıyordu? Onu bir yandan sinir ederken bir yandan da güvenini mi kazanmaya çalışıyordu? O gün ve onu izleyen iki gün hızla geçti, bu arada Sebastian Eva’nın yanından bir saniye bile ayrılmadı, tıpkı bir gölge gibi onu takip ediyor herhangi bir ihtiyacı olduğunda hemen yanına koşup hallediyordu. Eva ilk başlarda bunu sinir bozucu bulsa da çok çabuk alıştığını hissediyordu. Her arkasını döndüğünde Sebastian’ı orada görerek kendisini güvende hissediyordu. Üçüncü gün çardakta oturmuş çayını içerken bahçe kapısının açıldığını duydu, kapıya doğru döndüğünde ise içeri giren iki adamı gördü. Bir anda taş kesilen Eva titreyen ellerle çayını yavaşça masaya koydu.
“Sebastian…” diye fısıldayarak ayağa kalktı ve eve doğru yürüyen adamlara doğru koşmaya başladı. Altın sarısı saçları rüzgarla süzülürken, kaşları çatık, koyu mavi gözlerindeki karanlıkla adamlar eve girmeden yetişmeye çalışıyordu.
“AMCAA!!!”
İki adam da irkilerek durdu. Biri ince uzun ve oldukça zayıf bir adamdı, yüzünde alaycı bir ifade ile kıza bakıyordu. Diğer adam ise oldukça güçlü gözüken uzun, ifadesiz bir adamdı. Eva nefes nefese kalmış orta yaşlı zayıf adamın alaycı yüzüne bakıyordu.
“Nereye gittiğini sanıyorsun?”
Adam sahte şaşkınlığıyla kıza baktı, çok basit bir şeyi aptal bir çocuğa açıklıyormuş gibi;
“Ağabeyimi görmeye geldim” dedi. “Duyduğuma göre fazla vakti kalmamış, eh haliyle konuşmamız gereken şeyler var”
Eva sinirle saçlarını savurarak işaret parmağıyla da bahçe kapısını gösterdi;
“Babamın ne ölmeye ne de seni görmeye niyeti var. Varlığınla evimizi kirletme. Git buradan, çabuk!!”
Adamın kahverengi gözleri sinirle kısılmıştı, böyle terbiyesizce ve düşüncesizce yapılmış bir davranışı affedemezdi. Hızla elini kaldırdı;
“Seni küçük!!”
Eva korkuyla gözlerini kapadı, yüzüne inecek olan o sert tokadı bekliyordu ki amcasının acı dolu iniltisini duydu. Hafifçe gözlerini açtığında Sebastian yanı başında durmuş gelecek olan tokadı havada yakalayıp engellemişti. Eva gözlerindeki hayranlığı ve minneti gizlemeden
“Sebastian…” diye fısıldadı, ilk kez ondan bu kadar etkilenmişti. Amcasının arkasındaki adam huzursuzca kıpırdanırken, o kolunu sinirle çekip kurtardı ve kısa bir kahkaha attı.
“Demek böyle oynayacaksın ha?” Arkasını dönüp hızla evi terk etti. Amcası bahçe kapısından çıkıp giderken Eva donmuş gözlerle onu izledi. Dizleri titriyordu, hareket etmeye korkuyordu ki Sebastian’ın sesiyle irkildi:
“Çayınız soğuyor efendim”
Nasıl böyle sakin olabiliyordu? Amcasının arkasındaki adam istese onu oracıkta öldürebilirdi ama o hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Eva ona doğru dönüp mavi gözlerinin onun yeşil gözleriyle buluşturdu:
“Ben… Teşekkür ederim Sebastian. Orada beni koruduğun için”
“Bu benim görevim efendim, isterseniz çayı unutun ve yukarı çıkıp biraz dinlenin, sarsılmış görünüyorsunuz”
Sebastian o an Eva’yı daha da şaşırtacak bir şey yaptı, robot gibi davranan bu soğuk adam ilk kez belli belirsiz bir gülümsemeyle bakıyordu Eva’nın yüzüne. Eva içinde bir şeylerin ters gittiğini fark etti o anda. O belli belirsiz gülümseme saniyeler içinde zihnine kazınmıştı. Aşıyla Sebastian’ın sözlerini onaylayarak eve doğru yürüdü, Sebastian’ın bir iki adım geriden onu takip ettiğine emindi.

Ertesi gün Eva Sebastian’dan ona silah kullanmayı öğretmesini istedi, Sebastian bu fikre sıcak bakmamıştı çünkü efendisinin eline yakışmayacağını düşünüyordu ama Eva çok kararlıydı ayrıca bu bir emirdi. Bir hafta boyunca her gün antrenman yapan Eva, amcasının uygunsuz ziyaretinden beri Sebastian’ın gülümsediğini göremedi. Sürekli neden onun gülümsemesini görmek istediğini sorguluyor bir yandan da gülümsemesi için elinden geleni yapıyordu. Sebastian’ı her geçen gün kendine daha yakın hissediyordu ve bu onu çok korkutuyordu. Birini yakın hissetmek bildiği bir kavram değildi, sadece kitaplarda okuduğu bir hayaldi.
“Sebastian biliyor musun, bence artık bana “efendim” dememelisin”
Sebastian şaşkınlıkla kıza bakarken Eva kıkırdadı, onu böyle şaşkın görmek çok komikti.
“Bu mümkün değil efendim.”
Böyle bir karşılık alacağını biliyordu, o buz gibi soğuk ve mesafeli Sebastian, işini önce düşünen Sebastian acaba “arkadaş” ne demek biliyor muydu? Peki Eva biliyor muydu?
“Nedenmiş?”
“Çünkü siz benim Efendimsiniz”
Eva bu basit açıklama karşısında kahkahalarını tutamadı. Küçük adımlarla Sebastian’a yaklaştı, adam ondan biraz uzun bu sebeple başını hafifçe kaldırarak ona bakmak zorunda kalıyordu;
“Ama ben arkadaşım olmanı istiyorum. Şu aptal “siz”li “Efendim”li konuşmalar beni deli ediyor!”
Sebastian bu istek karşısında bocalamıştı, gözlerini Eva’nın mavi gözlerinden alarak başka bir tarafa çevirdi;
“Bu imkansız efendim”
Eva bu cevaba da hazırlıklıydı, bu adamın buzlarını kesinlikle kırmak istiyordu;
“Her istediğimi yapacaksın sanıyordum?”
Sebastian şaşkınlıkla açtığı gözlerini tekrar Eva’nın mavi gözlerine çevirdiğinde ışıl ışıl gözlerle karşılaştı;
“Bu bir emir mi?”
Eva’nın yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı;
“Sanırım öyle olması gerekiyor.”
Her ne kadar Sebastian kafasını çevirse de Eva o belli belirsiz gülümsemeyi tekrar gördüğüne yemin edebilirdi. Kalbi deli gibi çarpıyordu. Neden, neden böyle oluyordu? Anlamak öyle güçtü ki…
Karmaşık duygular ve “kendini koruma” dersiyle bir ayı geride bıraktıklarında Eva’nın babasının durumu iyice kötüleşmişti. Eva ölümü bekleyen babasının yanına her gün uğruyor, odasındaki çiçekleri değiştiriyor ve onunla uzun uzun konuşuyordu. Bir sabah her zamanki gibi abansın odası için taze çiçekler topladı ve odaya olabildiğince neşeli bir şekilde çıktı. Babasının onu üzgün görüp de daha fazla kahrolmasını istemiyordu. Kapıyı açtığında babası uyuyordu, ç,çekleri değiştirdi, perdeleri açtı ve babasının yanına giderek yanağına bir öpücük kondurdu. Dudakları buz gibi bir tenle buluştuğunda Eva’nın gözleri korkuyla büyüdü:
“Baba?” dedi fısıltıyla, adam ne gözlerini açtı ne de bir tepki verdi. Eva anlamıştı ama kabullenemiyordu:
“BABA!!!”
Adam tepkisizce yatıyordu, uyuyor gibi görünüyordu ama artık gözlerini bir daha açamayacaktı. Eva dizlerinin üzerine yığıldı, gözlerinden süzülen yaşları durduramıyordu. Dışarıda duran Sebastian kızın çığlığı üzerine içeri girdi, yerde duran kızı kaldırıp omuzlarından tutarak kendine çevirdi.
“Ölmüş… Sebastian, babam ölmüş”
Sebastian ne yapacağını bilemeden kıza baktı. Mavi gözleri donmuştu, dudaklarından dökülen kelimeleri duyamadığı çok açıktı. Bir an için Sebastian’la göz göze geldi;
“Bir daha uyanmayacak” dedi ve tekrar gözyaşlarına boğuldu. Sebastian kızı kollarıyla sıkıca sardı, Eva bir yandan hıçkırarak ağlıyor bir yandan da konuşmaya çalışıyordu:
“Artık… artık kimsem… hiç kimsem yok Sebastian!”
Sebastian kıza sıkıca sarıldı, böyle bir yıkım gelecekti ama Eva’nın bu haline kendini hazırlamamıştı. O her koşulda gülümseyen güzel kızın böyle göz yaşı dökmesine izin veremezdi:
“Ben hep yanındayım, bir gölge gibi seni takip ediyor olacağım”

Bu laflar üzerine Eva daha da yüksek sesle ağlamaya başladı. Tüm çalışanlar kapıya toplanmıştı, bazıları sessiz sessiz ağıyor, kalanlar ise güçlü görünmeye çalışıyordu. O günü takip eden üç gün boyunca cenaze dışında Eva odasından çıkmadı. Sebastian ise her zamanki gibi odanın kapısının önünde bekliyordu. Cenazede simsiyah bir elbise giyen Eva herkes dağılana kadar orada ağlamadan bekledi. En sonunda sadece Sebastian ve o kaldığında mezarın başında dizlerinin üstüne çöktü Sebastian onu kaldırmak istedi ama bu Eva’nın babasıyla geçirdiği son anıydı. Birkaç adım geride durup vedalaşmasına izin verdi. Cenazeden sonraki tün tüm çalışanların tedirgince bekledikleri olay gerçekleşti, Eva’nın amcası tekrar görüşmeye gelmişti. Sebasitian Eva’nın odasının kapısını çaldı tereddütle;
“Eva, amcan seninle görüşmek istiyor”
 Eva, soğuk mavi bakışlarıyla kapıyı açtığında Sebastian içinin buz kestiğini hissetti. Sarı saçlarını topuz yapmıştı, kahkülleri yine alnından dökülüyordu.
“Gidelim Sebastian” dedi kendine ait olmayan bir sesle. Yavaş adımlarla aşağı indi, amcası onu girişte bekliyordu.
“Bir misafiri kapıda bekletmek? Babandan mı öğreniyorsun bunları sevgili yeğenim?”
Sebastian gerginlikle Eva’nın bağırıp çağırmasını beklerken Eva gayet soğuk bir şekilde cevap verdi.
“Evimde pislikleri istemiyorum, kapıdan içeri girebildiğin için kendini şanslı saymalısın. Ayrıca eğer dilenciler gibi şirketi istemeye geldiysen onu sana vermeyeceğim. Şimdi gidebilirsin.”
Adam gözlerini kısmış kıza bakıyordu, Eva ise gayet sakin ve soğuktu. Amcası ikinci kez evi terk ederken son sözünü söyledi:
“Ah eğer onu bana verseydin seni affedebilirdim. Önce çok benzediğin annen, sonra baban şimdi de sen. Hamleni dikkatli yap sevgili Eva, hiç beklemediğin bir anda arkanda belireceğim ve sen pişmanlıklarınla öleceksin.”
Kapıyı çekip çıktığında Eva tekrar sinirden titrer bir halde buldu kendini. Soğukkanlı halinden eser kalmamıştı ama bu Sebastian’ı bir şekilde rahatlattı. Şimdi o tanıdığı kız geri dönmüştü. Eva zar zor salona gidip oturdu ve Sebastian’ı yanına çağırdı. Adam yanına oturduğunda Eva saçlarıyla yüzünü gizleyerek konuşmaya başladı:
“Amcamdan neden bu kadar nefret ediyorum biliyor musun Sebastian?” Bir süre sustu, Sebastian’dan bir tepki beklediği için değil sadece düşüncelerini toparlayamadığı için susuyordu.
“Annem, güzel annem… Onu ilk amcam görmüş ve görür görmez de aşık olmuş. Ama öyle utangaç ve özgüveni eksik olan biriymiş ki asla açılamamış, sadece uzaktan izliyormuş onu, bir gün konuşmayı hayal ediyormuş. Amca yurt dışında eğitim görmeye gittiğinde ise onu bir daha görmeyeceğine eminmiş. Üç yıl boyunca eğitim gördüğü o okulda annemi neredeyse unutmuş, sonra bir gün onu geri çağırmışlar çünkü babam evleniyormuş. Ağabeyinin düğünü için gelen amcam gelin olarak annemi görünce donup kalmış. Düğünden sonra babamla aralarında büyük bir kavga kopmuş ve o gün yemin etmiş. Babamın elindeki her şeyi alacakmış”
Eva’nın gözleri dolmuştu, Sebastian beklenmedik bir şekilde kızın elini tutarak ona destek olmaya çalıştı.
“Annem beni doğurduktan sonra amcam…” Eva tüm gücüyle Seastian’ın elini sıkıyordu “Annemi öldürdü” dedi. “Asla kanıtlayamadık o olduğunu, sonra bir başkası üstlendi ve konukapandı ama görüyorsun ya saklamıyor bile”
Gözyaşları kızın kızarmış yanaklarını ıslatıyordu.
“Babam bu olaydan sonra yıkıldı ve aşırı korumacı oldu. Hep evdeydim, evde eğitim gördüm. Hiçbir zaman arkadaşım olmadı, sadece ben ve babam vardık. Babam bu sürekli paranoyayla çok yıpranmıştı, ben büyüyene kadar sabretti diyebilirim, sonra… sonra…” gözlerini sıkıca yumdu “Sonrasını biliyorsun zaten.”
Eva bakışlarını Sebastian’a çevirdiğinde açıklayamadığı bakışlarla karşılaştı. Sanki kitaplarda okumuştu ama… Sebastian yavaşça eğilip kızın dudaklarına bir öpücük kondurdu, Eva donup kalmıştı. “Bu… Aşk mı?” diye düşündü. Ayrıldıklarında ise Sebastian’a sıkıca sarılıp ağlamaya başladı. Sebastian aklından ne geçiriyordu bilmiyordu ama sonsuza kadar böyle kalmak istiyordu. Ne kadar o şekilde vakit geçirdiler farkına varamadı ama Eva ağlamaktan yorgun düşüp uyuyana kadar öylece kaldılar.

Sesiz sakin geçen bir hafta boyunca Sebastian Eva’ya olabildiğince mesafeli davranmaya çalıştı. Eva tam da o öpücükle duygularını anlamaya başlamışken, Sebastian’ın buzlarını kırmışken, bir anda o ilk geldiği günkü adama dönüşmesine bir anlam veremiyordu. Eylül ayı gelmiş havalar hafif hafif serinlemeye başlamıştı ve bu serinlik Sebastian ve Eva’nın arasında oluşan uçurumda kendini fırtınaya dönüştürüyordu.  Bir akşamüzeri çardakta çayını içerken Sebastian tam karşısında oturmak yerine başında dikiliyordu. Eva içindeki hüznü gizlemeye çalışıyordu ama boşunaydı.
“Neyin var Sebastian?”
“Ne demek istediğini anlayamadım?”
Eva sinirli bir şekilde ayağa kalkıp Sebastian’ın karşısına dikildi.
“Neden benden uzaktasın? Yarın önemli bir toplantı var, şirkete kendimi tanıtacağım, ilk kez dışarı çıkacağım ve amcam da orada olacak. Bana bu kadar uzakken beni nasıl koruyacaksın?”
Eva tüm söylediklerinin birer bahane olduğunu biliyordu, sadece Sebastian’ı yanında istiyordu. Sebastian karşılık vermeden sessizce başını öne eğdi, Eva’nın kaşları çatılmıştı, mavi gözleri alev alev yanıyordu.
“Derdim bu değil biliyorsun! Bana yakın olmanı istiyorum çünkü—“
“Sus lütfen!”
Eva şaşkınlıkla adama bakakaldı, bir haftadır fark edememişti ama şimdi anlıyordu. Sebastian acı çekiyordu.
“Ben seni koruyamayacağım…”
“Sebastian…”
“Eva yarın o toplantıya gidemeyeceksin çünkü—“
Eva donup kalmıştı, kıpırdayamıyordu, düşünemiyordu. Ne diyordu bu adam? Sebastian birden silahını çıkartıp kıza doğrulttu.
“Olamaz…” dedi Eva. Büyük bir hayal kırıklığıyla sarsılıyordu. Bugüne kadar yanında olan, onu koruyan, âşık olduğu bu adam, aslında amcasının tarafında bir piyon muydu?
“Neden yaptın bunu Eva?”
Eva hiçbir şey anlamıyordu. O ne yapmıştı ki Sebastian’a güvenmekten başka? Bu güne kadar oyun oynayıp onu kandıran kendisi değil miydi?
“Sen! Ne demek is—“
“Neden bu kadar yaklaştın bana? Şimdi sana böyle yakınken görevimi nasıl yapabilirim? Seni—“
Eva’nın siniri uçup gitmişti, yalan söylemiyordu demek… Şu an acı çeken yüzünden de her şey okunuyordu zaten.
“Rahatladım” dedi Eva, yavaş adımlarla Sebastian’a yaklaştı ve silahı tam karın boşluğuna dayadı.
“Eva sen? Ne?”
“Eğer beni bugün öldürmezsen onlar seni öldürecek değil mi? Biricik Sebastian’ımı kaybedeceğim ve sonra sıra bana gelecek. Görmüyor musun Sebastian? Oyunu başından kaybetmiştim zaten, babam da bunu biliyordu ve sadece süremi biraz daha uzatmak istedi. Seni getirdi çünkü hiç kimseyi sevmeden ölmemi istemedi. Böyle olacağını, böyle biteceğini biliyordu. Onun pis ellerinde ölmektense, senin beni öldürmeni tercih edeceğimi biliyordu!”
“Eva ben bunu… yapamam.”
Sebastian bir eliyle silahını tutarken diğer eliyle de yeni bir silah çıkartıp bunu Eva’nın sağ eline tutuşturdu. Eva’nın zarif eliyle tam kalbini hedefledi, Eva Sebastian’ın bu davranışı karşısında yumuşak bakışlarının altında gülümsedi.
“Bunu yapmayacağım.”
“Ben de. Bu müm—“
Silah sesi bahçedeki çiçeklerin üzerinden göğe yükseldi. Sebastian’ın gözleri şaşkınlıkla açılmıştı, Eva ise şefkatle gülümsüyordu.
“Eva…”
“Eğer ben yapmasaydım sen tetiği asla çekmeyecektin.”
Eva hafifçe sendeledi, Sebastian onu kolları arasına alarak yere oturdu.
“Sebastian gerçek adını hiç öğrenemedim…”
Sebastian acı çeken yeşil gözleriyle kıza bakarken onun hep görmek istediği gülümsemeyi yerleştirdi yüzüne. Eva’yı sıcaklığı terk ederken Sebastian’ın elini sıkı sıkı tutuyordu. Bu tıpkı okuduğu o kitaplardaki sahnelere benziyordu. Adamın gülümsemesine karşılık vererek son gücüyle konuştu:
“Sebastian, ben uyuyana kadar yanımda kalır mısın?”
“Tabii ki…”
Eva öyle rahatlamıştı ki… Sebastian gerçekten de hep yanında olmuştu. Adamın elini tutan eli yavaşça gevşerken gözleri de kapandı. Eylül’ün o yaralayıcı rüzgarı sarı saçlarını savurdu son kez, Sebastian’ın gözyaşlarıysa güzel yüzünü ıslatıyordu.
“Ben hep yanındayım Eva, seni bir gölge gibi takip ediyor olacağım”
Sebastian yanı başında duran silahı alırken bahçedeki çiçekler de, Eylül’ün getirdiği hüzünle, sessizce onları izliyordu.

Loren Summers
25/08/2010

3
Düşler Limanı / Sonsuza Kadar Mutlu
« : 31 Mayıs 2009, 23:37:56 »
Sonsuza Kadar Mutlu

“Onu her gördüğünüzde kalbiniz çarpıyor, neyi nasıl yapacağınızı şaşırıyor, kendinizi fark ettirmeye çalışıyorsanız bilin ki aşıksınız ve aşktan zarar gelmez. Benimki de böyle bir hikaye işte: basit, üzücü, platonik…
Her yerde, nasıl yapıyorsa, karşıma çıkıyordu. Gözleri gözlerime değdiğinde bir iki saniyelik bir sonsuzluk yaşıyordum. Gülümsüyordum ama gülümsemem titrek ve heyecan doluydu. Gizlemek zordu ama söylemeye de cesaretim yoktu. İmkansız mıydı istediğim? Kim bilir?
İlk geldiği gün fark etmiştim onu, soğuk bir duruşu vardı, hakkında bir sürü tahmin yürütmüştüm… Hah! Bir tanesi mi doğru çıkmaz tahminlerin… Yavaş yavaş tanıdım onu, sindire sindire, acele etmeden… Ama ne yalan söyleyeyim ilk görüşte etkilemişti beni. Zayıftı, uzun boyluydu, pek güler yüzlü durmuyordu, ciddiydi, sessizdi, utangaçtı, en önemlisi farklıydı. Onu dinlerken gözlerin içine bakardım hep, daha iyi anlardım sanki öyle yapınca. Sesi kulaklarımda güzel bir şarkının en can alıcı melodisi gibiydi, kokusu beni alıp başka yerlere götürür başımı döndürürdü. Bu kadar şiddetli bir sevgim vardı işte. Onu ilk kez gülerken gördüğümde zamanı durdurmak istemiştim. Yüzümde istemsiz bir sırıtış belirmişti, nasıl da güzel gülümsüyordu, insan kahkahalarında kaybolmak istiyordu, hep yanında olmak onu güldürmek istiyordu. Onunla saatlerce konuşmak, belki güldürmek, ister ama hiç yapamazdım, ne zamanım olurdu ne de cesaretim. Bir buçuk sene böyle devam etti işte, ona hep çok yakındım ama aynı zamanda da çok uzaktım. Gece yarısı gökyüzünde parlayan yıldızlar gibiydi benim için. Sanki elimi uzatsam, en azından denesem… Ama bana bu da yeterdi, yanında olmak yeterdi… Kalbim sanki sadece onun yanında atıyordu, ne zaman aniden karşıma çıksa vücudum adeta kontrolünü kaybediyordu; dudaklarım kuruyor, ellerim titriyor istemsizce gülüyordum. Beni hep gülümserken görsün istiyordum belki…
Kötü bir günün ardından ağlarken ona rastlamayı istemezdim hiç ama tabii ki o da olmuştu. Yanımda biri vardı, kafamım hafifçe yere eğmiş ağlarken bir anda kaldırdığımda onunla göz göze geldim. Durdurmaya çalıştım ama beceremedim, yaşlar akmaya devam etti o da yanımdan geçip gitti. Durup sormamıştı belki de yanımda biri olduğu içindi? Olmasa sorar mıydı? Bilmiyorum ama sanki bir an bakışlarındaki endişeyi yakalamıştım ya da öyle görmek istedim. Aslında kendisine benim gözlerimle bakmasını öyle isterdim ki… Benim onu gördüğüm gibi kendisini görmesini, ancak o zaman anlayabilirdi beni çünkü bunu anlatacak hiçbir kelime yoktu. Adeta bağımlı olmuştum, ama ne yazık ki çıkmaz sokaktaki duvara yumruk atmaktan öteye gidemiyordum.
Zaman öyle hilekar bir arkadaş ki… Sanki hep kontrol edilebilirmiş gibi durup sizi öyle güzel kandırıyor ki… Beni de kandırdı bu oyunuyla. Dakikalar, saatler, günler, aylar hızla birbirini kovaladı ve ben bir an bile zamanımın daralıyor olabileceğini düşünmedim. Sanki o hep oradaydı ve ben de hep onun yanında olacaktım. Asla söylemeyecektim sevgimi ama hemen yanında bir ömür ona bakacaktım… Bir buçuk ay önce ciddi bir kaza geçirdi ve o zaman bu detay yüzüme tokat gibi çarptı, beni kendime getirdi. Hiç vaktim yoktu aslında, belki de bu onunla son günlerimdi. Halbuki yaşayabilmek için ihtiyacım olan tek şey oydu. O yokken nefes alamıyordum, asla mutlu olamıyordum. Hastane de kaldığı süre boyunca onu çok az gördüm, o hızla iyileşiyordu ama ben kan kaybediyordum.  İyileştiği gün evimde bir parti düzenledim. Küçük bir sürpriz… Şaşırdı, benden bunu beklemiyordu belli ki, ama mutlu gibiydi, yüzünde o bilindik gülümsemesi vardı, gerçi kalabalığı pek sevmezdi… Gecenin sonunda herkes giderken onu durdurdum ve konuşmak istediğimi söyledim. Şaşırmış gibiydi, herkes yavaş yavaş daireyi terk ederken o benimle kaldı. Terlemeye ve titremeye başlamıştım, onu bir kez daha kaybetme riskini göze alamazdım. İkimize de içecek bir şeyler hazırladım, o yavaş yavaş içerken ben de laflarımı toparlamaya çalışıyordum ama o kadar zordu ve ben de bu işte o kadar kötüydüm ki… Kazadan iyileşmesine kadar bir ton şey saçmalıyordum o da sabırla beni dinliyordu. En sonunda onu ne kadar çok sevdiğimi ve benimle kalmasını istediğimi söyledim, bir anda elindeki kadehi yere düşürdü. Bir şey söylemedi, şaşırmıştı ama benimle kalacağını biliyordum. Gülümsedim ve sabah iş yerine göndermek için onlara bir süre işe gidemeyeceğimizi anlatan bir e-posta hazırladım ve uzun süredir yapmak istediğim o şeyi yaptım; onunla oturup konuştum. Saatlerce, günlerce konuştum kaç gündür evde olduğumuzu bilmiyorum, dört gün? Bir hafta? Çok mutluyduk, siz gelene kadar…”
Yaklaşık bir saattir donuk bir şekilde konuşan kızın sesi ilk kez titremişti, boş bakan gözlerinden bir damla yaş süzüldü;
“Geldiniz ve onu götürdünüz. Gitmek istemiyordu oysa ki!”
Karşısındaki adam elini hızla masaya vurdu, kız gözlerini kırpıştırdı;
“Ne tür bir hastasın sen! Onu öldürmüştün! Kokusu apartmanın girişine kadar geliyordu!”
Kız hızla başını sağa sola çeviriyordu, gözlerinden yaşlar boşalırcasına akıyordu;
“Hayır, hayır, hayır, hayır…” sesinin sakinliği hiç bozulmamıştı “Yanılıyorsunuz en ona asla zarar vermedim, veremem de zaten. Ben sadece benimle olsun istedim…”
“Götürün şunu!”
Kız bir an duraksadı ve cümlesini tamamladı;
“Sonsuza kadar benimle ve sonsuza kadar mutlu…”

29 Mayıs 2009

4
Düşler Limanı / Bir Parça Aşk
« : 07 Mayıs 2009, 23:40:13 »
Biraz sonra okuyacağınız hikaye tek bölümlüktür. İyi okumalar. =)

Bir Parça Aşk
“Beni asla sevmeyecekti biliyorum, ama hayali bile güzeldi”
Acı çekiyordu, söyleyememenin, eksik kalmış olmanın acısını yaşıyordu. Bitmek tükenmek bilmeyen bir aşk içini yakıp kavuruyor, onu yavaş yavaş tüketiyordu. Bir anda bitirmiyor keyfini sonuna kadar çıkartıyor, acı vermenin tatlı hazzını yaşıyordu. Kız aynı karşısında kendini inceledi, acaba o hiç kıza dikkatli bir şekilde bakmış mıydı? Gerçekten var olup olmadığının farkında mıydı? Kız gerçek olup olmadığını anlamak için yüzüne dokundu. Yumuşak pürüzsüz cildi ellerinin alında kayıp gitti. Kendi gözlerinin içine baktı, ışıl ışıl parlıyorlardı ama mutluluktan ya da heyecandan değildi bu parıltı. Gözleri dolmuştu, içinde taşıdığı yük artık ona fazlaydı. Bedeni ne kadarına dayanabilirdi? Ne kadar fazlasını kaldırabilirdi? Onu her gördüğünde hiçbir şey olmamış gibi yapmaya ne kadar devam edebilirdi? Gözlerindeki aşkı daha ne kadar kaçıracaktı? Dudaklarını ısırdı, bir damla yaş süzüldü gözünden. Hemen yanı başında duran tarağı alıp hafifçe saçlarını taramaya başladı.
“Ne kadar güzel” dedi “Onu sevmek ne kadar güzel” bir damla yaz daha süzüldü ve dudaklarına ulaştı. Gözyaşlarının tuzlu tadı bir anda dudaklarını sarıp sarmaladı. Hafifçe yaktı ama acıtmamaya özen gösterdi.
“Bir o kadar da güç… Sevmenin bu kadar zor olacağını bilmezdim”
Saçlarını özenle taramaya devam etti, sanki hazırlanıyordu, bir yandan da aynada kendisiyle konuşmayı sürdürdü;
“Biliyor musun belki de farkında ama beni kırmamaya çalışıyor çünkü…”
Bu sefer birkaç damla süzüldü gözünden. Boğazında bir şeyler düğümlenmişti. Tarağı yerine bıraktı ve gözyaşlarını sildi;
“Gözlerinde ışığı görüyorum sanki, varlığı mutluluk sebebim oluyor. Parfümüyle beni sarhoş ediyor, gülüşüyle başımı döndürüyor. Kişiliğiyle hayran bıraktırıyor kendine, bense her gün ona bir adım daha yaklaşacakken geri dönüyorum. Ona bakarken beni yakalamasın diye başımı çeviriyorum, gözlerimdeki aşkı görmesin diye gözlerine bakamıyorum”
Bir süre sustu, gözlerine baktı tekrar. Aşk ve acı birbirlerini bırakmamak üzere kenetlenmişlerdi.
“Hasta mıyım ben?” diye sordu kendi kendine “Aşk ir hastalık mı?” Cevabı duymak istemiyordu, sabırsızlıkla yerinden kalktı ve dolabına gitti. Dolabın içinden sade ama çok şık siyah bir elbise çıkardı. Özenle giyindi ve tekrar aynasının karşısına oturdu. Saçının sol tarafında ufak bir bozukluk vardı, tarağı alıp tekrar düzeltmeye başladı. Bakışlarını aynadaki görüntüsünün biraz gerisine sabitlemişti;
“Bir şeyler anlamış olmalısın, en azından ben öyle umuyorum. Belki de sadece küçük şüpheler içimdekiler; ama görüyorum seni, bazen bana bakarken yakalıyorum. Sence çok mu aşığım? Bu yüzden mi en ufak şey bile bana önemli geliyor?”
Saçı tam istediği gibi olmuştu. Masanın üstündeki pudraya uzattı ellerini. Zarif, ince, uzun parmakları vardı. Biraz renk versin diye yüzünde pudra sürdü;
“Seninle ilgili her şeyi biliyorum, seni şaşırtacak kadar hem de…”
Masanın üstünden pembe bir allık aldı ve yanaklarına sürdü nazikçe;
“Hep senden bahsetmek istiyorum, saatlerce, günlerce… herkesle seninle ilgili konuşmak istiyorum… Öyle zor ki düşünceleri hapsetmek. Direniyorlar bedenime, karşı koyuyorlar. Kural ya da kısıtlama istemiyorlar, ama durduruyorum onları”
Masadan rimeli alarak kirpiklerine sürmeye başladı. Koyu yeşil gözlerinin üzerindeki kirpikleri kıvrıldı ve güzel bir şekil aldılar;
“Adeta savaşıyorum seninle. Sen ki her gün yanımda… Bir anda duruyorum sana bakarken, ellerim titriyor, kalbim sıkışıyor, midemde kelebekler… Konuşmak istiyorum seninle ama ne sen ne de ben izin vermiyoruz buna”
Masadaki parlak pembe rujlardan birini alarak özenle dudaklarına sürdü, dudaklarını yavaşça birbirine sürttü ve gülümsedi;
“Ama artık buna bir son vermeli. Bu hastalığa bir son vermeli. Sadece aşk istediğim, taşıdığı acı değil”
Aynanın gerisinde, hemen arkasında duruyordu, gülümsedi;
“Artık kurallar ve sınırlar yok. Hiç söyleyemedim ama ben…” heyecandan duraksadı, elleri titriyordu;
“Ben seni seviyorum”
Tekrar ayağa kalktı ve yatağına doğru yürüdü. Yatağın kenarına oturdu ve komidinin üzerindeki sürahiyi alarak kendine bir bardak su doldurdu. Su tüm saflığıyla, pırıltılı taneleriyle bardakta kıpırdandı. Elleri tekrar komidine döndü, çekmeceyi açarak bir şişe ilaç çıkardı. Son kez aynadaki görüntüye baktı, hala orada duruyordu ama silikleşmişti. Şişenin kapağını hafifçe açtığında ise görüntü yok oldu. Avucuna ilaçları boşaltmaya başladı ve bir avuç ilacı bir anda ağzına attı, hemen ardından de rujunu bozmamaya dikkat ederek bardağındaki suyu içti. Dudaklarını tekrar birbirine sürterek rujunu düzeltti ve düzgünce yatağına uzanıp gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı ve hafifçe fısıldadı;
“Belki bu zaman olmadı ama bir dahakine…”
Vücudu bir bulutun üstündeymiş gibi hissediyordu. Kendini karanlığa teslim etmiş onu buradan götürmesini bekliyordu. Başka bir zamana götürürdü belki onu, daha uygun koşulların olduğu bir zamana… Karanlık onu almaya geldiğinde kendi kendine yemin etti, ona ulaşana kadar asla pes etmeyecekti ve sonsuza dek onu sevecekti. Karanlık onu sarıp sarmaladı ve kollarına alarak nazikçe taşımaya başladı. İstediği bir parça aşktı daha fazlası değil…

5
Düşler Limanı / Tuzak | Bölüm 4 | Tuzak
« : 03 Mayıs 2009, 00:43:32 »
Arkdaşlar biraz sonra okuyacağınız hikaye dört bölümden oluşmaktadır.
Bölüm adları şu şekilde olacaktır;
Bölüm 1 - Kaza
Bölüz 2 - Tesadüf
Bölüm 3 - "O"
Bölüm 4 - Tuzak

Bölüm 1
Kaza

Yorgun ve yoğun geçen bir günün ardından yapılabilecek onlarca şey vardır. Akşam sakin kafayla hafif bir şiir kitabı okunabilir mesela ya da güzel bir komedi filmi tüm yorgunluğu unutturabilir, ama bu seçeneklerin arasında kesinlikle şizofren bir kızın terapi esnasında çekilmiş videolarını izlemek yoktur.
Ne yazık ki Elizabeth Borman tam olarak bunu yapıyordu. İki sene önce hastaneye yatırılmış Olan Sarah Carmody’nin videolarını izleyip iki sene içinde ne gibi bir değişiklik olduğunu gözlemleyip bir rapor yazması gerekiyordu. Ellie kızı izledikçe bir garip oluyordu, kızın yüzü solmuştu, gözleri ağlamaktan şişmişti ve inatla inkar ediyordu.
“Peşimdeler yemin ederim! Çok gizli bir sır biliyorum ve Rus Ajanları beni takip ediyor. Lütfen izin verin gideyim!”
Ellie videoyu durdurarak yavaşça yerinden kalktı ve banyoya doğru yürüdü. Işıkları yakıp içeri girdi, o beyaz ışıklar fayanslardan yansıyıp doğruca yüzüne vuruyordu. Lavaboya eğilerek yüzünü yıkadı ve hemen lavabonun yanında duran kenarları işlemeli havluyla da yüzünü kuruladı. Doğrulup aynada bir süre kendini süzdü. Yüzü en az Sarah’ın ki kadar solgundu, tabii bunda ışıkların da katkısı yok değildi, kahverengi düz saçları dağınık görünüyordu ve yeşil gözleri sanki yavaş yavaş rengini kaybediyordu.
“Sanırım biraz uyumalıyım” diye mırıldandı kendi kendine “Ama şimdi değil”
Hemen arkasında duran dolaba yönelip, pembe lastik bir toka çıkararak saçlarını topladı. En azından şimdi eskisine göre daha düzgün görünüyordu. Tekrar işinin başına dönmek üzere banyodan çıktı ama mutfağa yöneldi. Buzdolabının kapağını açıp dolaptan iki bira şişesi çıkardı ve dolabın üzerinde duran mıknatıslı açacağı aldı ve şişelerin kapaklarını açarak salona, koltuğuna döndü. Koltuğun rahatlığı onu bir anda kavradı ve birasından bir yudum aldı. Soğuk bira boğazını biraz yakarak biraz da serinleterek akıp gitti. Bir an gözlerini kapatıp odanın sessizliğini dinlerken bir öksürük her şeyi silip götürüverdi;
“Ehem… Biliyorsun ki içmiyorum, her defasından bana da bir tane açmaktan vazgeçmelisin”
Ellie güldü, içeri uzun boylu, oldukça zayıf, sarışın bir kadın girmişti.
“Biliyor musun Beth her defasında belki başlarsın diye açıyorum, biraz da yalnız hissetmemek için”
Beth alaycı bir tavırla dudaklarını büzdü;
“Üzgünüm tatlım ama bu olmayacak” Sonra bir an gözü televizyona ilişti ve konuşmasına devam etti;
“Tanrım bu hafta kaçıncı! Yeter artık şu kızın yüzünü görmekten çok sıkıldım Ellie”
Ellie yine güldü, o da çok sıkılmıştı ama izlemek zorundaydı;
“Raporun sadece son kısmı kaldı ve ben hiçbir şey atlamadığımdan emin olmak istiyorum”
Beth omuz silkti “İzleye izleye çıldırmada… Sonra yanıma Rus Ajanlarından bahsederek gelme lütfen”
İkisi de gülüştüler. Beth iyi geceler dileyip odadan çıktı ve Ellie, Sarah Carmody’nin kayıtlarına geri döndü.
“Lütfen, lütfen!! Bu yüzden savaş bile çıkabilir, bırakın beni!”
Kız bir anda yerinden sıçradı. İki tane görevli kızı kollarından yakaladılar. Kız çaresizdi ama o solgun, zayıf görüntüsünden beklenmeyecek kadar kuvvetliydi. Tam havaya tekmeler savurmaya başlamıştı ki yaşlı; beyaz, kısa dalgalı saçlı bir hemşire kameranın görüş alanına girdi ve kıza bir iğne yaptı. Sarah önce sarsıldı, ilaca direndi ama sonra kendini ilacın uyuşturucu ve gevşetici etkisine bıraktı. Yavaşça onu tutan görevlilerin kollarına yığıldı. Bu sırada Ellie yarı açık gözlerle onları izliyordu. Tam gözleri kapanırken yaşlı hemşire kameraya doğru yaklaşıp onu kapattı. Ekran birden karıncalanıverdi. Ellie de bunu bekliyormuşçasına gözlerini kapattı ve kendini tatlı uykuya bıraktı.
Saat sabahın dokuzunu gösterirken Ellie onu uyandırmaya çabalayan telefonuna daha fazla karşı koyamadı. Kör gözlerle masanın üstündeki telefonu almaya çalışırken sırtına saplanan ağrı onu bir anda hayatan döndürdü ve bütün gece sıkışık bir koltukta, hareketsiz yattığı gerçeğini ona söyledi. Ellie eline aldığı telefonunu artık az çok gören gözlerle süzdükten sonra açtı;
“Alo?”
“Lütfen bana şimdi uyandım deme Ellie?”
“Aman Tanrım Matt! Saat kaç?”
Telefondaki ses huzursuz biraz da sabırsız bir şekilde konuşuyordu;
“Sana “Aman Tanrım!” Ellie! Yarım saat önce burada olmalıydın. Doktor Derek raporunun son halini görmek istiyordu”
Ellie eliyle alnına sert bir şekilde vurdu, tamamen unutmuştu;
“Neden bu kadar erken? Kahretsin oyala onu geliyorum!”
Matt’in cevap vermesini beklemeden telefonu kapattı ve koşarak odasına yöneldi, bir yandan da Beth’e sesleniyordu;
“Beth! Beth neredesin!”
Işık hızıyla pantolonunu giydi.
“Madem erken çıkacaktın neden uyandırmadın beni kahretsin!”
Aynı hızla üzerine gök mavisi bir bluz geçirip raporları ve telefonunu alarak evi terk etti. Arabasına binip ilerlerken bir yandan da dosyaarı düzeltmeye çalışıyordu. Ne olduğunu anlayamadan araba bir anda şiddetle sarsıldı, kafasını hızla direksiyona vuran Elli acı ve korkuyla karışık bir çığlık attı. Kafasında küçük bir yara açıldı ve yoğun sıcak kan yavaşça yüzüne kamaya başladı. Kafasını yavaşça geri iterken ona doğru koşan birini gördü. Etrafta karanlık küçük noktalar belirdi, yabancı ona koşmaya devam ederken noktalar büyüdü ve bir andan etraf karardı.

6
Düşler Limanı / "Asimptot"
« : 07 Nisan 2009, 23:52:08 »
Nasıl denir... Ufak bir deneme, bir anda olan bir şey. Sizden istediğim yazıyı okuyup bitirdikten sonra ve en sondaki notuda okuduktan sonra yazıdaki kişiler arasında neler olduğuna dair tahminler ya da görüşler. Şimdiden teşekkürler, iyi okumalar...

Tüm "asimptot"lar için...


“Asimptot”

Çok da uzun zamandır tanımıyordum aslında onu… Bir buçuk yıl falan olmuştu. İlk kez nasıl tanışmıştık? Aslında çok da farklı bir hikâyesi yok. Her zaman olduğum yerlerde takılmaya başlayan yeni biriydi. Yeni taşınmıştı ve tabii hemen dikkatimi çekmişti. Biraz soğuk biriydi, mesafeyi severdi. Aynı arkadaş grubuna sahip olana dek iletişim kuramadık onunla. Sadece birbirimizi görüyorduk, bakıyorduk, bazen bir nezaket gülümsemesi… O kadardı işte. Zaten doğru düzgün de tanımıyordum onu, ilk başta onun kim olabileceği, nasıl biri olabileceğine dair değişik fikirlerim vardı. Kahkahası çok içtendi, gülümsemesi çok çarpıcıydı ama yine de mesafeliydi işte. Aslında herkesten farklı bir yanı vardı bunu tanımadan dahi söyleyebilirdim.

Tanışmamız pek de kalabalık olmayan arkadaş grubumdan birinin yardımı ile oldu. Onunla bir işleri vardı ve grubumuza bir anda dahil oluverdi. Belki tesadüf, belki de olması gereken bir şeydi bu. Oturup hep beraber bir şeyler içtik. “Mesafeli” bir sohbete dahil oldum. İlk kez doğru düzgün baktım ona. Bir ara bir şeyler mırıldandım, duydu ve güldü. O an farklı bir şeyler hissettim. Ben de güldüm bir anda bir şey çaktı gözlerimde, anlam veremedim… Bunu takip eden günlerde onu hep görmeye devam ettim. Mesafeli konuşmalarımız da sürdü böylelikle. Yavaş yavaş tanıyordum onu, sanki sindire sindire anlatıyordu kendini insanlara. Garip bir şey vardı aramızda, aslında bir türlü rahat olamıyordum yanında. Onu benden daha az tanıyanlar bile ona şaka yapabilirken, ben yapamıyordum. 
Bir şekilde bir iş vasıtasıyla beraber çalışmaya başladık. Daha sık görüyordum artık onu ama konuşmalarımız bununla beraber de azalmıştı. Artık sadece iş konuşuyorduk, hâlbuki tersi olması gerekirdi, daha rahat olmamız gerekirdi ama olmuyordu… Korkuyordum, yanlış bir şey söylemekten, yanlış bir şey yapmaktan… Neden diye de soramıyordum kendime çünkü alacağım cevaptan da korkuyordum. Onun yanında kendimi mutlu hissediyordum ama bunu ona belli edemiyordum, komik…  Uzun uzun bakamıyordum bile… Asimptotlar gibi, ona yaklaşabiliyordum ama asla dokunamıyordum. Şimdi hatırladım da bir gün aynı yerde aynı anda yemek yerken karşılaşmıştık. Ben tam kalkıyordum o ise önümden geçiyordu. Beni gördü, bende onu… Bir an öyle birbirimize baktık. Saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere, saatler günlere dönüşsün istedim. Ne yapacağımı bilemeden ona baktım, sonra silkelendim çünkü o yürümeye devam ediyordu ve birazdan çıkacaktı ama hala bakıyordu. Bir şey yapmam gerektiğini hissederek gülümsedim, hafifçe, ağzımı açmadan gülümsedim, o da karşılık verdi ve ben hemen kafamı çevirdim. Sonrasında tabii ki kalp atışlarımı dindirmeye çalışırken acaba o kapalı ağızlı gülüşümü samimi bulmamış mıdır diye düşündüm… Belki beni tanısaydı samimi olduğumu anlardı ama ikimiz de birbirimize bunun için fırsat vermedik ki! Benim ağzı açık bir şekilde gülümsemekten hoşlanmadığımı asla öğrenemedi ya da o anı dondurmak istediğimi… 
Zaman ilerledikçe ben de bir şeyler fark etmeye başladım. Herkese yakın davrandığı zamanlar oluyordu ama bana hep mesafeliydi. Bu beni içten yaralıyordu, nedenini anlayamıyordum. Bazen gözlerim doluyor ama gözyaşlarımı ondan saklıyordum. Yine beni tanısaydı belki onun yanında zayıf görünmek istemediğimi bilirdi ama bunu da öğrenemedi tabii ki… Sorular hala kafamı kurcalıyor, hala beynimi bulandırıyor ve hala gözlerimi dolduruyor. Ben ki herkesle konuşmayı başarabilmiş biri olarak neden onunla iletişim kuramıyordum? Onun çekingen tavırları bana da geçmişti belki. İnsan yavaş yavaş sevdiği insana adapte olur onun gibi davranırmış, doğrudur belki… Onu nasıl, ne şekilde sevdiğimi de anlayamadım aslında, öyle biriydi ki küçük küçük parçaları olan bir yapboz gibi…. O küçük parçalar öyle birbirine benzer ki her defasında doğru parçaları birleştirdiğinizi sanırsınız ama aslında yanlış parçalarla oynuyorsunuzdur. Ben de bir türlü bütün resmi bir araya getiremedim…

Bir gün elime bir mektup ulaştı, bir iş belgesi… Üç ay yazıyordu kâğıtta “ Üç aya kadar çalışma bölgeniz değiştirilecektir” anlam veremeden baktım. Mektup aslında iyi bir haberdi, bir terfi, ama ben bunu istemiyordum ki…. Mektubu okuduktan sonra onun yanına gittim, boğazım düğümlenmişti. Yalandan bir kahkaha attım, kulaklarımı tırmaladı. “Benden kurtuluyorsun, yine iyisin gidiyorum” diyerek mektubu uzattım. Elimden yavaşça zarfı aldı, o an eli hafifçe elime değdi, içim ürperdi. Kalbim yerinden çıkmaya çalışırken midem bulanıyor bir yandan da gözyaşlarım onları serbest bırakmazsam isyan çıkaracakları yününde sinyaller veriyordu. O ise gayet sakin mektubu okudu, bir şey düşünüyorsa bile iyi gizliyordu. Mektubunu bitirdiğinde bana geri verdi, yüzüme bakmıyordu ama bu yeni bir şey değildi. Çok fazla yüzüme bakmazdı zaten, baktığı zamanlarda da göz göze geldiğimizde birkaç saniyelik sessizlik olurdu sonra o kafasını çevirirdi ben de kafamı çevirirdim ve konuşmamızı öyle sürdürürdük. Ona doya doya bakamadım aslında hiç ama her detayı zihnime kazınmıştır… Çekingen parlak gözleri, kısa kumral saçları vardı. İnce dudakları ve hafifçe yuvarlak bir çenesi vardı. Gülümsemesi yüzüne yayıldığında ona bakmaktan kendimi alamazdım… Mektubu bana verip “Ne kurtulması saçmalama” dedi “Daha farklı bir hayata gidiyorsun ama elbet görüşürüz, hiç gelmeyeceksin sanki buraya” dedi “Gelirim tabii” dedim. Bir sessizlik oldu yine. İkimizde bunun büyük bir yalan olduğunu biliyorduk. Bu şekilde ayrılmalarda hep söylenen bir sözdü bu. “Görüşürüz mutlaka!” ama hiç görüşme olmazdı tabii ki… Zaman tüm yıkıcılığıyla arayı açardı. Karşılaşamazdınız bile… Gözümden bir damla yaş süzüldü şansıma o bunu görmedi çünkü yüzüme bakmıyordu. Bir anda yanımdan geçip hızlı adımlarla ofisine ilerlemeye başladı. Ne düşündüğünü merak ettim, hatta bunu öğrenmek için her şeyi yapardım, ama öğrenemedim tabii ki… Yavaş yavaş toplandım, üç ay üç saniye gibi geçip gitti. Son gün ona veda etmek için ofisine gittim. Yolda neler söyleyeceğimi düşünüyordum, belki de her şeyi anlatırdım… Ellerim terliyordu, belki de bana gitme derdi… Ofise girince pembe düşlerim önce koyu maviye sonra da siyaha dönüştü. Ofisinde yoktu… Son günümde işe gelmemişti, bana ona veda etme şansı tanımamıştı. Son bir kez gözlerine bakmama izin vermemişti. Beni önemsemediği gibi bir düşünceyi hızla aklımdan uzaklaştırdım ama gözyaşlarımı durduracak kadar hızlı olamamıştım. Gözyaşlarım bir anda yüzüme düştü, yakıp geçti yanaklarımı, dudaklarımda hafif tuzlu bir tat bıraktı ve özgürlüklerine koştular. Ne yapacağımı bilemeden oturdum, sanki bilmiyordum böyle olacağını… Hızla oradan uzaklaşıp kendi ofisime gittim, kendimi en iyi hissettiğim şeylerin yanına, kalemimle kâğıdımın… Umarım bunları bir gün fark eder ve okur düşüncesiyle geçirdiğim koca bir saatin yanına gittim… Ona onu ne kadar sevdiğimi yüzüne söylemediğim için kendimi asla affetmeyeceğim…


Açık kumral, kısa saçlı adam elindeki kâğıdı bulduğu yere, masasının üstüne, geri koydu. Oturduğu koltukta arkasına yaslandı, elleriyle belli belirsiz gözlerini ovuşturdu ve kâğıttaki çok da güzel olmayan el yazısına baktı. Yavaşça ayağa kalktı ve kâğıdı nazikçe katlayarak cebine koydu. Ofise şöyle bir baktı ve odayı terk etti…

Yazar Notu: “Çekingen, kısa kumral saçlı, ince dudaklı, yuvarlak çeneli, hoş gülümsemeli gencimizin ne düşündüğünü asla bilemeyeceğiz sanırım… O bize söylemezse tabii…”

Loren Summers
07.04.2009

7
Düşler Limanı / Sütlü Kahve
« : 29 Mart 2009, 00:28:42 »
Küçük bir hikaye, bir iki hafta önce yazmıştım, öyle bir şeyler... =)

Sütlü Kahve

“Hikayenin sonu yaklaşıyordu ve ben bitmesinden korkuyordum.”

“Sütlü kahve sayesinde tanıştık aslında…Her sabah gelirdi buraya, onu yüzümde kocaman bir gülümsemeyle karşılardım. Sütlü nescafe isterdi ve her zaman oturduğu koltuğa otururdu. Onu kızdırmayacak ama burada daha fazla kalmasını sağlayacak bir hızla kahvesini yapıp masasına götürürdüm. Kalbim küt küt atardı, kahveyi masasına koyarken göz göze gelirdik. Kaç saniye sürerdi? Belki iki belki de üç… Hemen kafamı çevirirdim. Kim bilir, anlıyordu belki ama anlamazlıktan geliyordu. Yüzünde hoş, çarpıcı gülümsemesiyle kahvesini masanın üstünden alır ve nazikçe teşekkür ederdi.  Yüzümü ateş basardı ama belli etmemeye çalışır ve belli belirsiz gülümserdim. İfademi kontrol altında tutmaya çabalardım ama ne kadar başarılı olduğum tartışılır. Biraz bekler kahvesinden bir iki yudum daha aldıktan sonra çantasından gazetesini çıkarırdı, bende tezgahtaki yerime dönmüş olurdum bu sırada. O gazetesini okurdu bende müşterilerden fırsat buldukça onu seyrederdim. Bazen göz göze gelirdik, o an hiç bitmesin isterdim ama kahveyi bırakırken olduğu gibi, yaramazlık yaptıktan sonra yakalanmış küçük çocuklar gibi, hemen gözlerimi kaçırırdım. Her defasında da pişman olurdum. Halbuki belki baksam gözlerine, kendi yansımamı görecektim orada ama kendime hiç izin vermiyordum ki… Pek arkadaşı yoktu sanırım, telefonu hiç çalmazdı, hep yalnız gelirdi. Biraz utangaçtı ama bu onu daha da sevimli yapıyordu sanki. Bir keresinde bana ismimi sormuştu, kalbim o an kapana kısılmış bir kelebek gibi hızlı hızlı çarpmıştı, heyecandan ellerim terlemişti, soğukkanlı davranmak için hiç bu kadar çaba sarf ettiğimi hatırlamıyorum. Yüzüme kocaman ama korkutucu olmayan bir gülümseme yerleştirerek ismimi söylemiş ve yanından uzaklaşmıştım. Hala kızarım kendime neden bu korkaklık diye? Bana çok yakın ama aynı zamanda da çok uzak davranan bu adamla konuşmakta neden bu kadar çekiniyordum ki? Onu birkaç kez dışarıda görmüştüm, o da beni tabii… Hep o rahat olan ben, onun yanında rahat olamıyordum, ne dışarıda ne de o küçük cafede… Yanına gidip saatlerce konuşmak istiyordum, kimseye anlatmadıklarımı ona anlatmak istiyordum. Bunun için fırsatlar yaratmaya çalışıyordum hep ama o an geldiğinde donup kalıyordum. Belki o da farkındaydı çabalarımım ama bir şey demiyor, adım atmıyordu. Bazen bana baktığını görüyordum ama nedenini açıklayamıyor, adını koyamıyordum…. Elimi uzatsam ona dokunabilirdim ama yapamıyordum. Aramızdaki her şey birkaç küçük bakış, belli belirsiz gülüşler ve “Teşekkür ederim” den ibaretti.  Geceleri uyuyamıyordum ve hep onu düşünüyordum. Ne düşünüyordu ne yapıyordu? Ve en önemlisi onunla konuşabilecek miydim? Ne söyleyeceğini bilmeyen bir insan neden bu kadar konuşmaya aç olur onu da açıklayamamak başka bir şey tabii… Ne hissettiğimi bilmiyordum aslında bildiğim tek şey onun ne düşündüğüydü… Benimle ilgili neler düşündüğünü, söyleyebilse neler söyleyeceğini…”
Kız bir an sustu, gözleri dolmuştu. Kendini toparlamaya çalışarak devam etti;
“Duymak istedim, neler söyleyeceğini… Ona baktığımda bana bakmasını ve hiç bitmemesini istedim…”
Tekrar sustu, bu seferki bir öncekinden daha uzun olmuştu. Artık tutmakta zorlandığı gözyaşları boğazında düğümlenmiş ona baskı yapıyordu. Karşısında onu dinleyen beyaz sakallı orta yaşlarının üstünde olan adam kızı ürkütmeden konuştu;
“Sonra ne oldu?”
Kız artık tutamadığı göz yaşlarını serbest bıraktı. Bir anda yüzünden gözyaşları süzülmeye başladı.
“Bitti. Bir sabah gelmez oldu. Boş bir zarf bırakmış üstünde adım yazan… Yazarak bile anlatamamış ne düşündüğünü. Onu bir daha göremedim… Veda etme şansım olmadı bile…”
Kız artık hıçkırıklara boğulmuştu, adam kız sözünü bitirince biraz sakinleşmesini bekledi ve sonra konuştu;
“Bunları anlattığın için teşekkür ederim, şimdi senden beni birazcık daha burada beklemeni istiyorum”
Kız yorgun bakışlarını adama yöneltti ve başıyla sessizce onayladı. Şimdi kafasını hafifçe öne eğmiş bileklerindeki sargılarla oynuyordu. Beyaz sakallı adam kızla konuştukları küçük beyaz odadan yavaşça çıktı ve kızı kendisiyle baş başa bıraktı. Dışarıda onları siyah camdan izleyen orta yaşlı, beyaz önlüklü diğer iki adamın yanına gitti.
“Klasik bir vaka… Kimseye bir zararı yok…” Beyaz sakallı adam bunları diğer iki adama söylerken kız da odada kendi kendine konuşmaya başlamıştı.
“Benimle buraya kadar geldiğin için sana teşekkür ederim Ellie, sen olmasan yapamazdım san—“
Beyaz sakallı adam önce kızın bileklerine sonrada boş odaya bakıp başını iki yana salladı;
“Kendinden başka kimseye… Onu ikinci katta diğerlerinin kaldığı yere koyun ve ona asla ama asla cafeye gelen şu gizemli yabancısının gerçek olmadığını söylemeyin. En azından bir süre… Buna hazır değil”
Arkasını dönerek ağır adımlarla oradan ayrıldı. Biraz sonra uyutucu bir iğneyle bayıltılacak ve dış dünyayla bağlantısının sadece bir hastane bahçesinden ibaret olacağından habersiz olan kızı yalnız bıraktı. O kızsa adamlar içeri girerken “hayali arkadaşına” gizemli yabancısının bir gün gelebileceğini söylüyordu…

8
Düşler Limanı / Ölüm Bizi Ayırana Dek
« : 29 Ocak 2009, 15:15:00 »
Tek bölümlük bir hikaye...

Ölüm Bizi Ayırana Dek

Güneşli güzel bir günde ayrılık olur muydu? Böyle şeyler yağmurlu, siyah günlerde olmaz mıydı?

Genç kız gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Sanki aldığı son nefesmiş gibiydi. Havayı, havaya sinen o parfüm kokusunu kokladı. Her şey ne kadar yeniydi, ne kadar taze. Odada etrafına baktı. Yepyeni koltuklarla döşenmiş, ferah bir salonun ortasındaydı. Odanın dört bir yanına saçılmış düğün fotografları odayı neşelendirir gibiydi. Sehpanın üzerinde açık duran kırmızı şarapsa hiç bilmeyen biri için bir kutlama işareti olabilirdi. Genç kız, düz, kızıl, omuzlarına düşen saçlarını yavaşça geri itti. Daha iki gün önce salonun ilerisinde duran vazoyu kırmıştı yanlışlıkla. Saatlerce gülmüşlerdi buna çünkü taşındıklarından beri yaptığı sakarlıklar bitmek bilmemişti. Ela gözleri odayı bir kez daha taradı. Üçlü koltuğa geldiğinde takılı kaldı. Düğünden sonra orda oturup şampanya içmişlerdi. Genç adam nazikçe kızın dudaklarına bir öpücük kondurup onu asla bırakmayacağını söylemişti. Kızın bir anda gözleri doldu, odadaki havayı hapsedebilmek için derin bir nefes daha aldı ve yavaşça arkasına dönerek odadan çıktı. Merdivenlere yönelerek yavaş yavaş yukarı çıktı. Yatak odasının kapısa geldiğinde duraksadı, sanki kapıyı açtığında onu görebilirmiş gibi... Kapının kulbunu tutup yavaşça açtı ve içeri girdi tıpkı evlendikleri sabahki gibi... Genç adama kahvaltı hazırlamıştı o sabah, koşarak odaya girmişti, dudaklarına bir öpücük kondurarak onu uyandırmış, heyecanlı heyecanlı onu kahvaltıya çağırmıştı. Tanrım ne kadar güzel bir gündü! Saatlerce oturmuşlar, gülüşmüşlerdi. İlk tanıştıkları günden bahsetmişlerdi. Sahi nasıldı? Hoş bir anıydı. Bugün ne kadar tezatsa durumla o gün de öyleydi. Hava karanlıktı, yağmur tüm gücüyle sokakları dövüyordu. Genç kızın şemsiyesi yoktu ve eve gidene kadar sırılsıklam olacağını bildiğinden anın tadını çıkarıp yürümeye karar vermişti. Genç adam da kızın güzel kızıl saçlarını görmüş ve içinde ıslanmamak için beklediği dükkandan bir şemsiye kapıp kızın yanına koşmuştu. İlk görüşte aşktı sanki, bir anda şemsiyeyi açıp yanında belirmişti. Kız kızgın bakışlarla genç adama döndüğünde vurulduğunu hatırlıyordu. Yine de başta süphelenmedi değil. Bir kaç kısa konuşma, ufak gülüşmeler o soğuk havayı ısıtmıştı sanki. O günden sonrada hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı... Hayatının en güzel bir buçuk yılını yaşamıştı.

Yavaşça dolabın kapağını açtı ve parfüm kokusu daha yoğun bir şekilde burnuna geldi. Adamın gömlekleri hala dolaptaydı. Genç kız kendi kıyafetlerini çıkardı ve yavaşça giyinmeye başladı. Üstüne giydiği siyah elbiseyi o almıştı. Gözünden bir damla yaş süzülerek yüzünü yakıp geçti. Dolabın altından siyah, parlak ayakkabılarını da alarak giyindi. Artık gitmeye hazırdı ama ayakları kıpırdamıyordu. Beyni bedenine söz geçiremiyordu. Gitmese, kendini bu odaya kapatsa, anılarla yaşasa olmaz mıydı? Ne kadar kalabilirdi? Üç gün, dört gün? Sonra acısı da dinerdi hem... Olmazdı, onu bir kere daha görmesi gerekiyordu. Bu dayanılmaz arzu onu öldürüyordu. Hızla odadan çıktı, aynı hızla evi de terk etti. Üzerine bir şey alma imkanı bile tanımadı kendisine. Hava güneşliydi ama rüzgar sert esiyordu. Bedenini yalayıp geçen rüzgara aldırmadı, titreyen bedeni sanki artık ona ait değildi. Yarı yarıya dolu sokakları görmeden geçti. Güzel ela gözleri uzakta bir yere dalmıştı, hiçbir şey önemli değildi şu an. Zorlukla yürüttüğü bedeni sonunda varması gereken yere varmıştı. Kapıdan herkes onu bekliyordu, kimse nasıl tepki vereceğini bilmiyordu. Genç kız kimseye aldırmadan zar zor yürüyerek içeri girdi. Hayatının aşkı tam karşısında duruyordu. Uzanmış, gözlerini kapatmıştı. Neden kapalıydı? Halbuki çok güzel bakardı o... Girişinin hemen ardından çalan çan seslerini duydu. Bu onun geldiğini herkese ilan ediyordu. İnsanlar yavaş yavaş içeri girmeye yanından geçip gitmeye, oturmaya başladılar. O ise olduğu yerde, ayakta, hayatının aşkına bakakalmıştı. Ona ihtiyacı vardı ama o bir daha geri gelmemek üzere onu bırakıp gitmişti. Ama söz vermişti hani? Biri ayağa kalkmış konuşuyor, başka biri de oturması için onu çekiştiriyordu ama ne kulakları duyuyor ne de bedeni hissediyordu. En sonunda yavaş yavaş sevgilisinin yanına yürüdü, herkes susmuş onu izliyordu, o ise sevgilisine son bir kere yakından bakmak, belki dokunmak...

Bir anda yapamayacağını anladı. Onu uğurlamak, bir daha dönmeyeceğini bilmek istemiyordu. Ona kızgın değildi, sözüne ihanet etmemişti. Ne demişlerdi? "Ölüm bizi ayırana dek"
Koşarak dışarı çıktı. Uzun zamandır içinde sakladığı gözyaşları firar edercesine gözlerinden akmaya başladı. Nereye gittiğini bilmeden, yorulana kadar koştu. En sonunda yorulduğunda, bir banka oturdu. Ağlaması durmuyordu bir türlü, dudakları hafifçe büzülmüştü. Hesap sormak istiyordu ama kime soracağını bilmiyordu. Ne yapacağını bilmez bir halde oturdu bir süre. Önünden gelip geçen insanlar ona bakıyorlar, kimileri çaresizce geçip giderken kimileri neler olduğunu öğrenmeye çalışıyor ama yanıt alamıyordu. Bu sırada genç kız ise sadece ağlıyordu. Bir anda durdu;
"Ölüm bizi ayırana dek" diye fısıldadı rüzgara. Belki onları ayıran ölüm yeniden birleştirebilirdi? Batmakta olan güneş rüzgarın getirdiği bu fısıltıyı duyunca korkudan hemen çekildi gökyüzünden. Ay gökyüzünü aydınlatmak için hem de kızı kollamak için ortaya çıktı ama geç kaldığını anladı. Genç kız yerde gördüğü parlak şeyi eline aldı. Küçük bir cam parçası... Yavaşça ayağa kalktı ve ilk kez tanıştıkları yere doğru yürümeye başladı. Havanın kararmasıyla insanlar evlerine çekildiler, kimse bu kızın neler yapacağından habersizce mutlu evlerinde, mutlu aileleriyle, mutlu bir akşam yemeği yerken, o kız acı içinde sokağın başına geldi ve kaldırıma oturdu. Elindeki cam parçasına şöyle bir baktı, bir anda gözleri şaşkınlıkla açıldı, sevgilisinin yansımasını gördüğüne yemin edebilirdi... Hemen arkasını döndü ama soğuk karanlık karşıladı onu. Kızı cesaretlendirmek istercesine her yanını sarmıştı, sokak lambasından gelen zayıf ışık zar zor gösteriyordu etrafı. Kız tekrar fısıldadı;
"Ölüm bizi ayırana dek..."
Cam parçasıyla bileğinde derin bir kesik açtı. Yıldızlar bu anı görmemek için gözlerini yumdular, ay bir bulutla yüzünü gizledi, karanlıksa akan sıcak kanın tadına baktı. Sevinçle yerinde duramaz oldu, küçük bir çocuk gibi kızın etrafında döndü durdu. Kızsa yüzünde küçük bir gülümsemeyle yavaşça kaldırıma düştü. Gözlerini kapatmadan;
"Geliyorum" dedi "Bu defa elini hiç bırakmayacağım"
Yavaşça ela gözleri de karanlığa teslim oldu. Karanlıksa kızın narin bedenini sarıp sarmalayarak ortadan kaldırdı...

9
Seri Katiller

Tarih boyunca insanlar her şeye uygun bir kılıf uydurduğunu düşünmştü. Karanlık sokaklardaki esrarengiz ölümlerle ilgili çok mantıklı (!) fikirleri vardı. Nazik ve hafif ölümler için vampirleri uygun görmüşlerdi. Biraz daha vahşileri için kurtadamlar idealdi ve artık iğrenç denebilecek kötülükteki ölümler içinse canavarlar çok uygundu. Ama o muhteşem zekaları çok yanılıyordu. Bu cinayetlerle ilgili gerçek olan tek bir şey vardı, önlenmesi çok zor olan bir şey;
Seri Katiller.


Çok Yakında...

10
Düşler Limanı / Siyah Gül | Bölüm 5 | Hayal
« : 08 Ağustos 2008, 19:29:19 »
Evet arkadaşlar, daha önce yazıp bitirdiğim bir hikayeyi burada yayınlıyorum arkadaşlar. Beş bölümden oluşuyor, çok uzun değil zaten bir hikaye olduğu için çok uzun tutmayı gereksiz gördüm. Romantik bir hikaye ve ilk bölümün ismi hikayenin ana ismiyle aynı. =) İlk bölümü koyuyorum beğenilirse beş bölümü de seri bir şekilde burada koyabilirim. Hikaye başta biraz karışık gelebilir ama sonunda kafalardaki soru işaretlerinin çoğunun silineceğini düşünmekteyim. İyi okumalar.

Küçük bir not: Bu hikayede de Loren karakterini göreceksiniz. Hikayelerimde genelde Loren karakteri vardır ama birbirinden bağımsız hikayelerdir. Okuyucunun okuyup ve Loren'in en çok şu hikayesini beğendim bence başından şu olaylar geçsin diye yorumlamasını istediğimdendir bu.


Siyah Gül
Karanlık gecelerde mi olur böyle şeyler hep? Yağmurlu havalar?  Sorunlar bir kere gelince peş peşe mi gelir hep? Belki başka bir yerde değil ama bu hikayelerde hep böyle olacak. Soğuk bir hava, karanlık bir gece, mutsuz bir kız…


Yine her zamankinden daha karanlık bir günde, küçücük bir oda da, mutlak sessizliği bozan hıçkırıklar duyuldu. Odanın kapısı hafif aralıktı, kapının hemen karşısında bir yatak, yatağın üstünde de bir kız oturuyordu. Bir elinde beyaz bir kağıt, bir elinde de kurşun bir kalem. Kafasını eğmiş bir yandan ağlıyor bir yandan da bir şeyler çiziyordu. Uzun kahverengi saçları kağıttaki resmin dışarıdan görülmesini engelliyordu. Gözlerinden süzülen göz yaşlarının kağıda düştüğü andaki ses ise yankılanarak büyüyordu sanki. Yatağın hemen yanında cam vardı, hiçbir yere bakmayan bir cam… Kafasını kaldırdı ve kapıdan süzülen o minicik ışıkta kendisini gördü. Dalgalı saçları omuzlarına dökülüyordu , yanakları göz yaşlarıyla ıslanmıştı, buğulu gözleri her zamankinden de üzgündü. Sonra camda kağıda çizdiği resmi gördü. Islak bir sayfa ve her gece çizdiği o resim. Büyük bahçeli bir ev, bahçedeki salıncak, salıncakta oturan bir kız ve onu sallayan bir oğlan. Loren kızla oğlana baktı, ne kadar da mutlu diye düşündü içinden, her şey ne kadar da güzel onlar için. Öylece daldı gitti resme. Salıncak yavaşça sallanmaya başladı, kızın saçları rüzgarla dalgalandı, bir kahkaha attı, kahkaha odada yankılandı büyüdü, büyüdü, büyüdü… Loren artık görmek istemiyordu resmi, yırtmak istedi ama olmadı, buruşturup duvara fırlattı. Bacaklarını karnına kadar çekti ve ağlamaya devam etti. O ağladıkça salıncağın sallanırken çıkarttığı gıcırtı arttı, Loren artık hıçkırıklara boğulmuştu. Oğlanın kıza seslendiğini duydu, gözlerini yumdu. Bir şey söyledi kıza, kız daha çok güldü. Loren kulaklarını kapattı elleriyle “Yeter!” diye bağırdı boş odaya “Yeter. Lütfen!” Bir anda tüm ses kesildi, Loren saçlarını dalgalandıran bir rüzgar hissetti. Gözlerini açmaya korktu, neydi bu rüzgar? Odasında hiç rüzgar esmezdi ki. Yavaşça gözlerini açtı, bir anda neye uğradığını şaşırdı çünkü karşısında hep resmettiği ev vardı ve o tanıdık salıncak… Ama salıncak boştu, ne kız vardı ortada ne de oğlan. Bir ağacın dibinde oturur bulmuştu kendini Loren, sonra hemen ardında bir ses duydu, tanıdık bir ses…
“Seni seviyorum”
Oğlanın sesi değil miydi bu? Kalbi yerinden çıkacak gibi oldu, tam arkasını dönecekti ki yeni bir ses geldi
“Bende”
Loren öylece kaldı, sırtını ağaca yasladı, oturdu. Sıcacık göz yaşları yüzünü yaktı, yüreğini kavurdu. Kafasını yukarı kaldırdı, bulutları gördü, minik yağmur bulukları… Bulutlar yanlarına gelene kadar orda oturdular. Loren sessiz sessiz ağladı ağacın dibinde. Bulutlar gelince birden yağmur bastırdı. “Bitti” diye düşündü Loren “Artık bu kabustan uyanabilirim” ama öyle olmadı. Kız ve oğlan kalkıp salıncağa koştular. Kız salıncakta sallanmaya başladı, tıpkı resimdeki gibiydi… daha çok ağladı Loren, onu görmemeleri ne büyük şanstı, böyle avutmaya çalıştı kendini. Saatlerde ıslandılar yağmurda. Ne kadar devam etti bu işkence kesin olarak? Bir önemi yoktu… Kız salıncaktan indiğinde sırılsıklam olmuştu, oğlana sarıldı, sıkıca öptü onu. Eve doğru gitmeye başladılar. Oğlan kapıyı açtı, içeri girdi, kız kapıyı kapatmak için hamle yaptığında kafasını çevirip Loren’e baktı. Yüzünde bir kızgınlık vardı “Git!” dedi. Loren nefesi kesiliyor sandı, boğazını tuttu. Kız bir hamlede kapıyı kapattı, kapının kapanışı bir tokat misali Loren’in yüzüne indi, bir kesik oluşturdu yanağında. Yavaş yavaş kanadı yara, yağmur sularına karıştı ve yere damladı. Her kandamlasının düştüğü yerde kırmızı bir gül açtı. Güller yapraklarıyla Loren’in üzerini örttüler üşümesin diye. Boylu boyunca toprağa uzandı Loren, güllerin onu sarmalamasına izin verdi. Yapraklar tekrar açıldığında Lorenin yerinde yeni kırmızı güller filizlenmişti, yağmur yağdı, onlar beslendi, hızla büyüdüler ve Loren’in kalbinin olduğu yerde siyah bir gül bitti. Beklide evin kapısı ikinci kez açıldığında her şeyi anlaracak olan bir güldü bu…

11
Birazdan okuyacağınız hikaye en yeni hikayem olmakla beraber bölüm sayısı belli değildir. İyi okumalar. =)

Bölüm 1
Altın Elmas
Ağustosun o sıcak gününde yüzlerce insan hiç sıkılmadan veya şikayet etmeden ellerinde kitaplarıyla kitapçının önündeydiler. Kimse klimanın yetersizliğinden, havanın sıcaklığından veya dükkanın ne kadar küçük olduğundan şikayet etmiyor, hatta hiç konuşmadan sessizce bekliyordu. O gün önemli bir gündü onlar için. Çıktığı günden bu yana – yaklaşık bir ay gibi kısa bir süredir – inanılmaz bir şekilde satan o kitabın yazarıyla karşılaşıp kitaplarını imzalatacak hatta eğer şanslılarsa belki bir fotoğraf bile çekileceklerdi. Uzun bir kuyruk oluşturmuş o kalabalık heyecanlı bir şekilde etrafına bakınıyor bir yandan da sabırsızca ellerimdeki kitabı karıştırıyordu. Kitabın üzerinde büyük bir odada duran makul ölçülerde bir sehpa – çok şıktı ve küçük oymalarına kadar çizilmişti – ve sehpanın üzerinde kocaman bir elmas vardı. Arka planda duran oda çok ihtişamlı bir yerdi, bir saray ya da bir şatoyu getiriyordu akıllara. Elmasın bulunduğu sehpanın gerisindeki duvarda çok büyük, uzun ve boyalı bir cam vardı. Camda simsiyah cüppe giymiş biri resmedilmişti ve gelen gün ışığı tam onun gözlerinden çıkıyor – en azından öyle düşünüyorlardı çünkü yüzü gözükmüyordu – ve elmasa ulaşıyor, onu altın rengine boyuyordu.  Onun dışında odaya ışık girmiyordu ama yine de pek karanlık sayılmazdı. Camdaki resmin biraz üzerine de kitabın ismi yazılmıştı (tabii ki altın sarısıyla);
“Altın Elmas”

İçeri yavaşça yaşlı bir adam girdi, tüm kalabalık bir anda gözlerini ona çevirmişti, insanlar yazarı görmeyi ummuşlardı aslında ama karşılarında kitapçının sahibini görünce düş kırıklığına uğradılar. Adam yaşlı elini havaya kaldırdı ve yavaşça, bileğinden aşağı yukarı salladı, bir yandan da konuşuyor insanlara bekledikleri haberi veriyordu;
“Yazarımız birazdan geliyor, eğer daha düzgün sıra olursak sevinirim. Dükkanımda kargaşa istemiyorum”
Adam yine ağır adımlarla içeri girdi ve meşhur kitabın meşhur yazarına;
“Haydi kızım” dedi “Seni bekliyorlar”
Kız ona sıcacık bir gülümsemeyle yanıt verdi ve içeri doğru yürümeye başladı. Yaşlı kitapçıyla aralarındaki bu samimiyet yeni doğan bir şey değildi aslında. Kız yıllardır onun yanında çalışıyordu ve şimdi şu hale bakın, bir yazar olmuştu. Onu bu yaşlı adam büyüttü denebilirdi aslında ki zaten kız içeri giderken de adamın gözleri dolmuştu. Gururla kıza bakıyordu.

Yazar yavaşça içeri girdi ve kalabalık heyecanla fısıldanmaya başladı. Yazar en fazla yirmilerini süren genç bir kadındı. Omuzlarına dökülen dalgalı, kahverengi saçları ışıkla parlıyordu, etrafına dişlerini göstermeden, nazikçe gülüyordu. Uzun, askılı, siyah bir elbise giymişti, teninin beyaz olması bu sebeple biraz dikkat çekiyordu. Heyecanla etrafındaki kalabalığa baktı. Bu kitabı yazarken bu kadar beğenileceğini hiç ama hiç düşünmemişti. Ona ayrılan yere oturdu ve ilk kişi geldi;
“Ah, merhaba. Ben Elena Sagor, sizinle tanışmak büyük bir şeref” Ufak tefek, hızlı hızlı konuşan bir kızdı. Gözleri pırıl pırıldı ve elleri titriyordu. Bu kadar iyi miydi gerçekten kitabı? Kızın kitabını onun titreyen ellerinden yavaşça aldı. Önce içine ne yazacağını bilemedi, daha sonra kendini klasik cümlelere bıraktı.

“Elena’ya sevgilerle
                            Loren Summers”
Kız sevinçle bir çığlık attı ve hızla kitabı alıp inanamaz gözlerle imzaya baktı. Loren şaşkınlıkla onu izliyordu ve kızın kitaba sıkı sıkı sarıldığını görünce ister istemez yüzünde bir tebessüm oluştu. Koşa koşa – tabii o kalabalık içinde ne kadar koşabildiyse- dışarı çıktı ve gözden kayboldu. Sonraki iki saat Loren için hemen hemen aynı geçti, pek çok farklı insanla karşılaştı. Kimisi çok heyecanlıydı, kimisi çok mutlu. Bazıları yaşını başını almış olgun insanlarken bazıları daha çocuk denecek yaştaydı. İki saatin sonunda dükkan sahibi hala kapıda bekleyen küçük kalabalığa kötü duyurusunu yaptı;
“Evet millet! Üzgünüm fakat imza günümüz burada bitiyor, bu kızcağız biraz daha imza atarsa ömrünün sonuna kadar yazı yazamayacak. Bu sebeple dağılmanızı istemek durumundayım”
Kalabalıktan mutsuz ve reddeden bir “Aaaa” sesi yükseldi, insanlar belki fikrini değiştirir diye yaşlı kitapçıya baktı ama adam beyazlamış kaşlarını çatmış kafasını sağa sola sallıyor, iki kolunu açmış kalabalığa doğru yürüyordu. İnsanlar, biraz zor da olsa, dışarı kovaladıktan sonra Loren’in yanına gelip oturdu;
“Ne kalabalıktı ama!”
“Sen bir de bunu elime sor”
İkisi de keyifli keyifli güldü, bir süre dinlendirici bir sessizlik olduktan sonra yaşlı adam konuştu;
“Söylesene kızım nedir kitabının sırrı? Nedir bu Altın Elmas?”
Loren sevecen bir kızgınlıkla bağırdı;
“Edward! Üşenmeyip kitabımı okusaydın Altın Elmas’ın ne olduğunu bilirdin. Kitabımın sırrıysa aslında basit ama bunu sana söyleyemem, rakip istemiyorum” neşeli bir kahkaha attı ve kitabını eline alıp karıştırdı;
“İşte! Dinle bakalım;
    … ve Adam Altın Elmas’a dokunmak üzereyken, evrenin tüm sırlarını keşfetmeye bir adım kalmışken, o geldi. Elmasın karanlık muhafızı! Elmasın üzerine yayılan güneş ışığı bir anda soldu ve camda resmedilmiş siyah cüppeli muhafız hareket etti. Yavaşça camdaki yerini terk ederek elmasın yanına geldi. Donup kalmış olan Adam ne yapacağını şaşırmış, hareket dahi edemezken muhafız cüppesinden uzun bir kılıç çıkardı…”
Yaşlı adam dikkatle dinleyen gözlerini kısmıştı;
“Ve?!”
“Ve kitabımı oku Edward!” Loren bir kahkaha daha patlattı Edward homurdanarak – ve yaşlı dizlerini tutarak- ayağa kalktı;
“Gözlerim görüyor da sanki! Hem o kadar vaktim bile yok, ne olur özetlesen?”
“Edward!”
“Tamam tamam. Ben en iyisi sana biraz çay ve kurabiye getireyim”
Yaşlı adam küçük adımlarla ilerlerken Loren gülümseyerek ona seslendi;
“Beni kurabiyelerinle kandıramazsın Edward”

Adam yavaşça arka odaya geçerken kitapçının kapısı yavaşça açıldı ve içeri açık kumral saçlı, gözlüklü bir adam girdi. Loren kuşku dolu bakışlarla ayağa kalktı ve henüz içeri girmiş olan adama doğru yürüyerek konuşmaya başladı;
“Merhaba, eğer imza günü için gel—“ ama sözünü tamamlayamadan adam elini havaya kaldırdı ve onu susturdu. Giderek Loren’e yaklaşıyordu, kız korkuyla bir adım geriledi ve adam konuşmaya başladı;
“Hayır ben imzanızla ilgilenmiyorum” insanı etkileyen güzel bir sesi vardı “Benim ilgilendiğim şey bizzat sizsiniz”
Loren bir an ne diyeceğini bilemeden adama şaşkın gözlerle baktı. Onu tanıyıp tanımadığını düşündü (aslında birine benzetiyordu) ama bir cevap bulamadı. Bu yabancı her kimse, sesi ne kadar hoş olursa olsun, hiç de hoş bir başlangıç yapmamıştı.

12
Düşler Limanı / Rus Ruleti
« : 19 Temmuz 2008, 15:54:32 »
                               
RUS RULETİ
Yazı yazmanın bu denli zor olduğunu düşünmemiştim hiç. Kelimeleri arka arkaya sıralamaktan ibaretti her şey. Ama bugün farklı, bugün anlatmam gereken bir şey var…

Hiç yaşamamayı dilediğim o soğuk gündü tüm bunların başlangıcı sanırım. O buz gibi siyah gece… Üzerimde siyah paltom ve elimde kırmızı şemsiyemle, yağmur damlalarını delerek ilerliyordum. Adımlarımda biraz telaş, biraz da hüzün vardı. Yağmur deli gibi yağıyor, insanda asla durmayacakmış gibi bir hayal yaratıyordu. Karanlık pek çok sokaktan geçtikten sonra nihayet gördüm onu, ellerini soğuktan korumak için montunun ceplerine sokmuştu. Yağan yağmur yüzünden sırılsıklam olmuştu, öyle yakışıklıydı ki… Ama bunu anlatamam, görmeden anlamanız mümkün değil ne yazık ki. Eğer ona bir kez bakmış, onu bir kez görmüş olsaydınız, ne demek istediğimi anlardınız. Oraya vardığımda bunun basit bir buluşmadan fazlasını olmamasını diledim sonra hep, ama bu bir buluşma değildi, bu bir vedaydı. O parlak kahverengi gözlerinde sevinç ışıltısı yerine kararlılığın getirdiği karanlıklar vardı. Ellerini yavaşça montundan çıkartıp ellerimi tuttu, buz gibi olmuştu elleri. Sıkıca tuttum, bırakmak istemiyordum ama yavaşça elini elimden kurtardı. İkimizde kırmızı şemsiyenin altında öylece birbirimize baktık. Aramızda öyle bir bağ vardı ki, onu anlamamı hatta konuşmasa bile onu duymamı sağlıyordu… Ama ne anlamak ne de duymak istiyordum, hafifçe kıpırdandı, gidiyordu, anlamıştım…
“Özleyeceğim” daha ne olduğunu anlamadan bu sözler döküldü ağzımdan. Özleyecektim, onu seviyordum. Sevmek ne demek bilir misiniz? Peki ya sevdiğiniz birinden ayrılmak? Yavaşça dudakları aralandı ve;
“Biliyorum” dedi. Ne yalan söyleyeyim duymayı beklediğim kelimeler bunlar değildi, ama bir şey demedim. Başımı önüme eğdim ve sessizce bekledim. Tam gidecekken durdu, elini yanağıma koydu. Tanrım elleri ne kadar da soğuktu! Ya da belki ben yanıyordum, kim bilir? Dudakları dudaklarıma değdiğindeyse afalladım, açıkçası bunu da beklemiyordum. İçimi saf bir mutluluk kapladı, heyecanla doldu vücudum.
“Ben de özleyeceğim” dedi ve yavaşça çıktı şemsiyenin altından. Arkasını dönüp ilerledi, bir kere, bir kerecik olsun dönüp bakmadı ama ben belki bu sefer bakar diye oradaydım. O uzaklaştıkça içimdeki mutlulukta eriyip gitti, şimdi yalnızlık ve korku vardı içimde. Sokağın giderek karardığını hissettim, o ışığımdı benim… Şimdi düşünüyorum da insanın kalbi acır mı? Benim acımıştı, acıyı, gerçek acıyı hissettim kalbimde.
En sonunda onun gittiğine kendimi tamamen ikna ettiğimde ters istikamete doğru yürümeye başladım. Acaba bunların olması bu olay yüzünden miydi? Bilmiyorum.
Evime geldiğimde koltuklardan birine çöktüm, ağlamak istedim, yapamadım. Gitme dememiştim ona, durdurmamıştım. Neden? Bilmiyorum. İnsanın kendisine sorduğu en fena soru bu sanırım; “Neden?” cevaplayamamak, suskun kalmak ne feci… Ağır ağır koltuktan kalktım ve banyoya yürüdüm. Banyoya girer girmez bir ayna karşılar sizi evimde, size hemen kendinizi gösterir, en doğal, en gerçek haliyle. Kendime baktım ama tanıyamadım, bu aynadaki ben olamazdım. Peki ama kimdi bu karşımdaki? Sinirlendim ve daha önce hiç yapmadığım bir şey yaptım, aynaya sert bir yumruk indirdim. Paramparça olan ayna elimde kesikler açtı ama ne gariptir ki canımı yakamadı. Sessizce güldüm, beni dışardan gören biri deli olduğumu düşünürdü ama aldırmıyordum, sadece güldüm. Sakinleşince yavaşça ve beceriksizce elimdeki cam parçacıklarını ayıkladım ve elime bir bez sardım. İçeri geri döndüğümde etrafımdaki her şeyin bana onu ne kadar hatırlattığını fark ettim, bu detay bir tokat gibi yüzüme inmişti. İçim acıdı, geriledim. O yokken burada ne kadar kalabilirdim? O kadar güçlü değildim. Çekmecede ne kadar param varsa aldım ve tam çıkacakken gözüm portmantoya ilişti, minik bir silah duruyordu, hani şu rus ruleti oynarken kullanılanlardan. Adını bilmiyorum, pek aram olmadı silahlarla. Silahı elime aldım ve incelemeye başladım. Soğuk metal tenimi acıdı, yüzümü buruşturdum. Silahı elimde evirip çevirirken birden kurşunların takıldığı bölme açılıverdi. Beynimde sanki isteyerek ve bilerek bana kurşunlarını gösterdiğine dair çılgınca bir düşünce belirdi. Altı tane kurşun yeri vardı ve altısı da doluydu. Dikkatlice bölmeyi kapattım ve aslında çok daha önceleri aklıma gelmesi gereken o soru canlandı birden; Bu silah nereden gelmişti? Açıkçası aldırmadım, gerçi şimdi yine düşündüm de bu sorunun bir cevabı yok. O silah o gün her nasılsa oraya geldi ve ben onu yanıma aldım. Yoksa tüm bunların yaşanmasının sebebi bu silah mıydı? Bilmiyorum… Hızla evden çıktım, insanın nereye gideceğini bilmeden ilerlemesi çok garip doğrusu. Önce yürümeyi düşündüm ama yürürsem kısa sürede eve dönmeye karar vereceğime inandığım için vazgeçtim, arabayı alacaktım. Eve tekrar çıkmak istemiyordum, bir umutla paltomun ceplerini karıştırdım. Anahtar oradaydı, aslında bu oldukça şaşılacak bir şey çünkü ben anahtarlarımı asla paltoma koymam, ama oradaydı işte ve ben buna aldırmadım. Arabanın kapısını açarak içine bindim, eski bir modeldi ama iyi çalışırdı. Arabayı hızla sürmeye başladım, buradan, olanlardan ve ona ait her şeyden uzaklaşmak, unutmak istiyordum ama gözden kaçırdığım bir şey vardı ben de ona aittim. Buna daha sonra tekrar değineceğim, hala anlatmam gereken şeyler var. Öncelik sırası farklı ve ben sıralama yapmayı seven bir insan olarak bunu da koyduğum kurallara göre anlatacağım. Arabanın benzini bitene kadar ilerlemeye devam ettim, arabaya bindiğimde depo nereden baksan yarısına kadar doluydu, artık siz tahmin edin ne kadar yol aldığımı. Bu konuda da pek iyi değilimdir, tıpkı silah modellerini ayırt edemeyişim gibi. Benzinin bitmeye başladığını görüyordum ama çevrede hiç benzin istasyonuna rastlamadım ve aslına bakarsanız aldırmıyordum da. Eminim bu yazıyı bulduktan sonra okuyacak olanlar bu “Aldırmıyordum” lafına sinir olacaklardır, ama inanın vurgu için, o anı iyice kavramanız gerekli yoksa beni anlayamazsınız. Benzin bittiğinde arabayı anahtarları üstünde ve kapısı açık bir şekilde yolun kenarına bıraktım, araba umurumda değildi, ne hali varsa görsün! Hah! Bunları arabaya mı yoksa kendime mi söylüyorum emin değilim. Hava aydınlanmış ve etrafta ıssızdı, bu durumda yapabileceğim en iyi ve yegane şeyi yaptım; yürüdüm. Ara sıra yanımdan hızla arabalar geçiyor, bazıları duruyor ve beni gideceğim yere kadar bırakabileceklerini söyleme cüretini kendilerinde buluyorlardı. Tabii her şeyin bir karşılığı vardı. Bu tip durumlarda genelde yürüyüş hızımı kesmeden ilerliyordum ve arabadaki adamda bir küfür savurup gaza basıyordu. Cehenneme kadar yolları var! Hah! Bunu kime söyledim? Onlara mı kendime mi? Bir önemi yok aslında. Yavaş yavaş yürürken acıkmaya başlamıştım ve hala kalabileceğim hiçbir yer bulamamıştım. Hava hafiften kararmış, soğuk rüzgar kendini iyiden iyiye belli etmeye başlamıştı. Sakin sakin yürürken anıma bir araba yaklaştı, içerideki adam bir şeyler söyledi ama açıkçası dinlemedim, diğerlerinden biri olduğunu düşünmüştüm. Tabii cümlenin gidişatından da tahmin edersiniz ki öyle değildi. Adam arabayı durdurdu ve arabadan hızla indi. Zayıf, uzun boylu biriydi ama ondan beklenmeyecek kadar da güçlüydü. Sol kolumdan sıkıca tuttu ve tısladı:
“Küçük kızlar yalnız gezmemeli”
Adam bunları söylerken alkol kokusu yüzüme vurdu, tiksintiyle başımı geri çektim ama Allahın cezası herif kolumu bırakmıyordu. O an ne düşündüğümü gerçekten bilmiyorum. Hava artık tamamen kararmıştı ve ben uzun süredir yürüyordum. Sanırım bir şey düşünmedim, evet evet kesinlikle düşünmedim. Silahı olduğu yerden çıkarttığım gibi adamın kafasına ateş ettim. Ayyaş herif ne kan döktü ama! Bir anlık şokla dona kaldım, adam ayaklarımın dibine düşüverdi. Hızla etrafıma bakındım ama her yer bomboştu. Uygun ortam uygun koşul, buna inanmaya başlamıştım. Kimse gelmeden adamı bagaja tıktım ve arabaya atladım, üstümdeki paltoyu da alelacele çıkartıp arabanın arka koltuğuna atıverdim. Arabayı hızla sürerken geride izler bırakmıştım ama aldırmadım. Nerden baksan bir ya da iki saat ilerledikten sonra en sonunda yol kenarında, biraz içerde, bir yer buldum. Han tarzı bir yerdi, alt katta insanların yemek yediği ve üst katında da küçük odalarda kalınan şu eski, pis ve harap yerlerden biriydi. Yavaşça kapısını açtım ve bütün gözlerin bana döndüğünü hissettim. Kaçamak bakışlarla etrafıma bakındım fakat garson kızlardan başka kız yoktu içerde. Biraz korkarak, biraz da çekinerek oturdum. Üstümde kısa kollu bir bluz vardı ve onun üstüne de şu eskilerde moda olan kot gömleklerden giymiştim. Silahı kot gömleğin iç tarafına koymuştum, gariptir ki orada bu tip silahlara uyacak bir yer olduğunu hiç fark etmemiştim. Belki de aslında yoktu da bugün ortaya çıkmıştı. Kafa yormadım. Garson kızlardan biri yanıma geldi ve hızlı hızlı konuşmaya başladı:
“Bak tatlım buradan hemen gitsen iyi olur, yalnız bayanlara göre bir yer değil burası”
İster istemez güldüm, ben de farkındaydım bunun ama gidecek bir yerim yoktu, artık yalnız kalmıştım ve bana ait olmayan bir bagajda bir ceset vardı. Hafifçe başımı kaldırdım ve kızı inceledim. Üzerinde incecik beyaz bir gömlek vardı ve altında da oldukça kısa kırmızı pileli bir etek. Han eski ve berbat bir yer olduğundan olsa gerek müşteri çekmek için farklı politikalar uyguluyordu.
“Çok açım” dedim, kızın yüzünde bir anlık kavrayamadığım bir ifade belirdi ve yok oldu.
“Tamam, sana bir şeyler getireceğim, ama ye ve git lütfen”
Kızın beni biran önce buradan çıkartmaya çalıştığını, beni kurtarmaya çalıştığını biliyordum ama aldırmıyordum. Hafifçe başımı salladım. Gitmesiyle gelmesi bir oldu, bir sandviç getirmişti.
“Hızlısın” dedim, güldü ve gitti. Ne yazık ki ben o kadar hızlı değildim, hanın müşterilerinden biri gelip masama oturdu. Bu seferki iri yarı şişko bir adamdı. Orta yaşlı gibi duruyordu, sahi kaç yaşındaydı? Kırk falandı herhalde, önemsiz. Yüzünde aptal sırıtışıyla konuştu:
“Yalnız mısın tatlım? İstersen sana eşlik edebilirim”
Kıpırdandım, kalkıp gitmeye yeltendim ama adam hızla sol elime yapıştı. Ne ilginç hep sol elim… Ben sağ elimi kullanırım aslında, uygun ortam, uygun koşul… Hala elimi kurtarmaya çalışıyordum, herkes bize bakıyordum. Adam daha da sıkı tuttu ve parmaklarımı büktü, korkunç bir çatırtı handa yankılandı. Alçak herif parmaklarımı kırmıştı! Bir anlık acıyla haykırdım, diğer masadakiler yüksek sesle güldüler. Bana servis yapan kızın yüzünde ise “Biliyordum” ifadesiyle “Zavallı” ifadesi karşımı bir bakış belirmişti. O andan sonra her şey çok hızlı oldu. Silahı çıkartıp bir hışımla adama iki el ateş ettim. Adi herif bunu hak etmişti! Koşarak handan çıktım ve arabaya binip çalıştırdım, ısız bir yerde arabayı durdurdum ve düşündüm. Neydi bunların olmasına sebep? Onun gidişi miydi? Sebep buydu sanırım çünkü giderken yalnız gitmemiş, içimdeki merhamet, vicdan türü kavramları da beraberinde götürmüştü. Sinirle sağ elimle direksiyona vurdum ve sonra arka koltukta duran kağıt ve kalem gözüme ilişti. Yazmam gerekiyordu bunu hissediyordum. Bir yandan bunları yazarken bir yandan da düşündüm, iki kişiyi öldürmüştüm ve handakiler çoktan polise haber vermiş olmalıydı. Beni canlı yakalamalarına izin veremezdim ama yine de şansımı zorlayıp küçük bir oyun oynadım. Silahla üç el ateş etmiştim, şimdi içinde üç mermi vardı. İkisini çıkarttım ve çıkan parçayı yerine oturtup döndürdüm. Rus ruleti heyecanlı bir oyun doğrusu, hikayeyi yazarken kendi kafama beş el ateş ettim ve şimdi kurşun nerede biliyorum. Yazmamı istiyordu sanırım, son mermiyle beraber ona ait son şeyden de kurtulmuş olacağım aslında, kendimden… İşte polisin gelişini duyuran siren… Beni canlı ele geçiremeyecekler. Uygun koşul, uygun ortam ve uygun zaman…

13
Kurgu İskelesi / Ölü Bölge
« : 19 Temmuz 2008, 15:48:53 »
Hikaye tek mesaja sığmadığı için iki mesaj halinde gönderilmiştir. İyi okumalar.

Ölü Bölge
“Kaptan! Kaptan kara göründü!”
Bunlar başta usta bir denizciden çıkmış sözler gibi görünebilirdi ama bunları söyleyen henüz 21’ini bitirmemiş bir gençti. Onun bu sözüyle beraber on gündür denizde olan macera avcıları bir anda sevinçle çığlıklar atmaya başladı. Yolculukları sandıklarından uzun sürmüştü, zaten onlarda tecrübesiz bir avuç gençti ve neyi düğü belirsiz bir haritanın ( “Kaptan” ın dedesine ait bir haritaydı bu) peşinden sürüklenmişlerdi. Kaptan, Sam Pixburg, dedesinin ölümünden sonra bunu bir sandıkta bulmuş ve aslında yaşadığı yere yakın olan fakat hiç gözüne çarpmayan bir ada olduğunu keşfetmişti. Dört arkadaşını da alıp ( Kardeşi Rick de zorla gelmek istemişti ve Sam hariç beş kişi olmuşlardı) bu maceraya atılmak istediğine karar verdi. Daha önce hiç bilmediği bir yere gitmemişti ve bu onun için önemliydi. Herkesin ona kaptan demesinin sebebi de aslında lider ruhlu olmasından kaynaklanıyordu ve tabii aralarında tekneyi kullanabilecek tek kişide oydu. Sam tekneyi dikkatlice karaya yaklaştırdı ve aşağı indiler. Altı genç de heyecanla etrafına bakınıyordu, aslında ilgi çeken hiçbir şey yoktu. Kumsalda duruyorlardı ve karşılarında pek çok sık ağaç vardı, biraz ilerde de düz bir patika görünüyordu. İşin ilginç yanıysa hiçbir kıpırtı olmamasıydı, sanki burası tamamen ölmüştü… İçlerinden biri –dayanamayarak- düş kırıklığına uğramış bir ses tonuyla konuştu:
“Tanrım! Issız bir adaya gelmiş olamayız değil mi Kaptan?”
Sam önce bu soruya cevap vermedi, böyle bir ihtimali aklına getirmek dahi istemiyordu, o on günü denizde kahrolası boş bir ada için tepmemişti. Etrafına yavaşça ve dikkatli bir şekilde bakıyordu ki aradığı şeyi buldu. Altın sarısı kumların üzerinde hafif bir kabartı vardı, küçük paslanmış bir metal parçası o kabartıyı sıyırmış ve kumun üzerine çıkmıştı. Sam kısaca:
“Hayır sanmıyorum” dedi ve oraya doğru koşmaya başladı. Heyecanla elleriyle kumu süpürüyordu ve altından yavaş yavaş bir tabela belirdiğini görünce gülümsedi, adanın adı hemen hemen ortaya çıkmıştı.
“Bex…” tamamını görebilmek için biraz daha süpürmek istedi ama bu acelesi hafif sıyrılmış, sivri metal parçasını görmesini engelledi.
“Ah! Kahretsin!”
“Kaptan? İyi misin?”
“Kahrol! Kahrol! Kahrol!”  Sam sıyrılan eline baktı ve hafif bir şekilde kesildiğini gördü, yara derin değildi ama akan kan bunun tersini ispatlamak ister gibiydi. Gömleğinden bir parça yırttı ve eline sardı, sonrada en sonunda beliren yazıyı okudu:
“Bexwille Adası. Evet burası kesinlikle ıssız bir yer değil dostlarım”
Rick endişeyle ağabeysine baktı ve korku dolu bir sesle konuştu
“Ama gerçektende bunu iyi gizliyor Kaptan”
Sam güldü, kardeşinin korkacağını biliyordu, o diğerlerine göre daha küçüktü ve gereksiz korku filmlerinin hastasıydı, ona gelmemesini söylemişti ama bir çocuğa laf anlatmak… Yavaşça ayağa kalktı ve kardeşinin saçlarını okşadı.
“Hadi çocuklar, biraz yemek yiyelim, eğer şanslıysak kalacak bir yer bile bulabiliriz. On günlük deniz yolculuğundan sonra bu hepimize iyi gelir ha?”
Rick dayanamayarak bir kez daha söze girmek için boğazını temizledi, beş kişide dönüp ona baktı. Bu biraz rahatsız edici bir durumdu ama Rick yine de aklındakini söylemek istiyordu:
“Şey.. Ağab.. Yani Kaptan, bence orada kalmak pek doğru değil gibi, hatta gitmek bile öyle…”
“Hadi ama Rick, neyin var? Gideceğiz biraz görüp geri geleceğiz?”
“Ama şuraya bak Kaptan! Tek bir kıpırtı bile yok! Bu seni de ürkütmüyor mu?”
“Hadi ama Rick, korkmayacağına dair söz vermiştin?”
“Ben korkmuyorum!”
Rick çok inandırıcı olmamakla birlikte Sam’in sinirini bozmaya başlamıştı. Sam kızgın bakışlarının ardından başını sinirle sağa sola salladı.
“Şimdi oraya gidiyorum, gelen gelsin!”
Dört kişi de Sam’i takip etmeye başladı, yanında kimsenin kalmadığını gören Rick başka şansı olmadığı için ayaklarını sürte sürte bu beşliye katıldı ve Bexwille’in içlerine doğru ilerlemeye başladılar.

Sayfa: [1]