Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Acmert

Sayfa: [1] 2 3 4
1
Düşler Limanı / Canımı Yakan Şeyler
« : 01 Ocak 2016, 23:27:00 »
Bir


Yolun yarısına gelmişti. Arkasına baktı. Sonra önüne döndü. Yürümeye devam etti. Birkaç adım sonra ayağına bir şey battı. Topallayarak birkaç adım attı. Canının acıdığına emin olunca yere oturdu. Ayakkabısını çıkarttı. Ayağına batan dikeni buldu. Dikeni söktü. Dikeni peçeteye sardı, peçeteyi bir kez daha katlayıp cüzdanının içine koydu. Ayağa kalktı. İlk birkaç adımda yine topalladı. Ardından normal yürüyüşüne devam etti. Görevinin peşindeydi. Korkmuyordu. İçinde en ufak bir tereddüt yoktu. Yapılması gerekeni, o yapacaktı. Başka kimsenin yapmaya cesaret edemediği şeyi o yapacaktı. Yürümeye devam etti.


İki


Kucağındaki bebeğe baktı. İçinde sevgi hissetti. Bebeğin alnını öptü. Sanki kendi doğmuş gibi bir his doğdu içine. Bebek ona gülümsedi. Bebeğin gülümseyişi içinde bir şeyler kırılmış hissi yarattı. Bebeği annesine verdi. Annesinden bebeğin fotoğrafını çekmek için izin istedi. Kadın izin verdi, çantasındaki fotoğraf makinesini aldı. Bebeğin fotoğrafını çekti. Fotoğraf makinesi ona ödülünü verdi. Kadına gülümseyip, iyi günler temennisinde bulundu. Oturduğu koltuktan kalktı. Odanın kapısına yürüdü, kapıyı açtı, dışarı çıktı, kapıyı kapattı. Evin salonuna gelmişti. Evin salonu kocamandı. Sanki içinde yıkılmayı bekleyen binlerce umut var gibiydi. Sokak kapısından dışarı çıktı. Yorulduğunu hissetti. Kendi evine doğru yürümeye başladı. Yürüdü. Ev yakındaydı. Yürüdü. Eve vardı. Evin kapısını açtı, üzerindeki montu çıkarttı. Çantasını yere bıraktı. Kapıyı kilitledi. Oturma odasına gitti. Oturma odası küçücüktü. Sanki yıkılmayı bekleyen binlerce umudun hepsi gitmişti. Hepsi yıkılmıştı. Telefonuna mesaj gelmişti. Mesajı açtı. Gelen mesajı dikkatle okudu. Bitirdi bir daha okudu. Canının yandığını hissetti. Mesajı kapatmadan telefonu dikkatle masanın üzerine bıraktı. Kapının önüne gitti. Çantasının içinden fotoğraf makinesini çıkarttı. Masanın önündeki sandalyeye oturdu. Telefonun fotoğrafını çekti. Fotoğraf makinesi ona ödülünü verdi. Ayağa kalktı. Odasına gitti. Yatağına uzandı. Rahat bir uyku çekebilmek için inanmadığı tanrıya dua etti.


Üç


Sigarasını söndürdü. Kokmasın diye elini daha önceden kopardığı yaprağa sürdü. Yaprağı yere attı. Cebindeki sakızla dolu kutudan iki tane sakız çıkarıp ağzına attı. Merdivenlerden çıktı. Evin kapısını çaldı. Bekledi. Birinin geldiğini duydu. Bekledi. Kapının arkasındaki kişi kilidi açarken ayakkabılarını çıkarttı. Küçük gelen ayakkabılar yine ayağına vurmuştu. Acısını belli etmedi. Kapıyı açmış olan annesine sarılıp içeri girdi. Annesi birçok şey söyledi. Duymadı. Odasının kapısı açıktı.  İçeri girdi. Kapıyı kapatıp, üzerini değiştirdi. Telefonunu yastığının altına bıraktı. Odanın kapısını açtı, dışarı çıktı. Oturma odasına yürüdü. Babası televizyon izliyordu. Selam verdi. Babası da ona karşılık verdi. Onun oturmadığı koltuğa oturdu. Babasını görünce aklında daha önce gördüğü binlerce fotoğraf karesi canlandı. Cüzdanını eliyle yokladı. Sonra televizyon izlermiş gibi yaptı. Babasının ifadesiz yüzüne baktı. Yarın gideceğini söyledi. Babası onun yüzüne baktı. Ölü gibiydi. Babası cevap vermedi.


Dört


Yağmur yağıyordu. Islanmamak için eliyle başını kapatmaya çalışıyordu. Başaramadı. Yürümeyi bıraktı. Koşmaya başladı. Demir kapının öbür tarafına geçti. Hızla koşmaya devam etti. Okula gelmişti. Kapı kapalıydı. Kapıyı açmak için elleriyle hareket yaptı, açıldı. İçeri girdi. Sınıfa kadar çıktı. Kapıya vurdu. İzin alınca içeri girdi. Sırasına oturdu. Bir zamanlar sevdiği insanlarla konuşmadı. Öldüğünü hissettiren bakışlarının canını yaktığını hissetti.  Cüzdanını eliyle yokladı. Çantasından kırmızı defterini ve kalemini çıkarttı. Cüzdanını da cebinden çıkarttı. İçinden arkadaşlarıyla çekinmiş olduğu bir fotoğraf aldı. Fotoğraf katlanmıştı. Düzeltti. Sırasının altından daha önce bıraktığı yapıştırıcıyı aldı. Fotoğrafın arkasına sürdü. Defterin ikinci sayfasına yapıştırdı. Sonra ilk sayfasını çevirdi. Sayfaya “Canımı Yakan Şeyler” diye başlık attı.


Bir


Yolun yarısına gelmişti. Arkasına baktı. Sonra önüne döndü. Yürümeye devam etti. Birkaç adım sonra ayağına bir şey battı. Topallayarak birkaç adım attı. Canının acıdığına emin olunca, oturdu. Ayakkabısını çıkarttı. Ayağına batan dikeni buldu. Dikeni söktü. Dikeni peçeteye sardı, peçeteyi bir kez katlayıp cüzdanının içine koydu. Ayağa kalktı. İlk birkaç adımda yine topalladı. Ardından normal yürüyüşüne devam etti. Görevinin peşindeydi. Korkmuyordu. İçinde en ufak bir tereddüt yoktu. Yapılması gerekeni, o yapacaktı. Başka kimsenin yapmaya cesaret edemediği şeyi o yapacaktı. Yürümeye devam etti. Yolun kalan yarısını tamamladı. Evine gelmişti. Evine girdi. Odasına gitti. Masasına oturdu. Cüzdanından dikeni sardığı peçeteyi, çantasından da kırmızı defterini çıkarttı. Son sayfasını açtı. Masasının üzerindeki yapıştırıcıya kapladı dikeni. Sonra defterin son sayfasına yapıştırdı. Defteri kapattı. Ayağa kalktı. Tüm pencerelerin kapalı olduğuna emin olduktan sonra mutfağa gitti. Gazı açtı. Odasına döndü. Odasının kapısını sonuna kadar açtı. Sonra yatağına uzandı. Rahat bir uyku çekebilmek için inanmadığı tanrıya dua etti.
Bir kapı açıldı.


2
Şişedeki Mısralar / Ben Komşum
« : 03 Nisan 2015, 21:45:27 »
Bir komşum vardı pek uzak
Sağlığından uzaktı yazımından şüphe edinilen
Bardağı vardı bükük ve anlamsızdı üzerimize afiyet
Bir kitabı vardı yalnızca o da turuncuydu sarı kütüphanesinde

Bir de korkumu vardı kuzey rüzgarlarından üşüyen
Güneyli yalnız bir kadın gibi gözleri titrek süzülen
Kağıtlarını ise hiç sormayın ben bile mem
Karalanmış defterim kadar çoktu komşum gibi mahremiyet

Ben hiç içki içmedim komşum da içmez
Arada bir kusardı gelen seslere bakılırsa
Ben gibiydi elbet ben de özümü sıvı atmağa kurmuşum
Eğik bir çizginin iki ucuyduk komşum ve ben

Komşumu anlatmayı en iyi dipnotlar becerir
Ben bir sınav çözüyorum o şiir olmayanları yazarken
Beceremiyoruz ikimiz de belli ki bazı şeyleri
Bakılırsa elbet ikimizin de dipnotlarda kırıntı kalmasına

Nedendir bilmiyorum komşumun yüreği
Biraz sıcaktır ama ürkektir deli kaynamasına bakmayın
Kar yağarken gocuğunu üstüne almayı unutma diyen ben
Komşumun -tekrarla- yüreğindeki alevi hesab etmemişim

Tek sayfayı doldurursa uzaktır geri kalan ticaretten
O orda olduğu gibi biter der ve ben şaşarım
İşte bu yüzdendir atılan dipnotlarımız
Bu yüzdendir şekeri demlenmemişsek atmamamız

Yine bir kırmızı mahlukat gibiyiz bugünlerde
Yeşiliz, kahveyiz, laciverdiz sigara içilmeyen yerlerde
Beter oluruz ben ve komşum gibi şey konu edildiğinde
Evimiz lojman, komşumunki ise ev değil

Her kelime imgelenmemelidir, diyordu ya
Haklıydı kendince beceriksizliğini dört işleme kattığında
Bitmiyorsa imge, çayını bitir uyu diyorsa bana
Eh, yani, tamam derim komşuluk bizim neyimize

3
Şişedeki Mısralar / Son Olarak
« : 27 Mart 2015, 14:35:51 »
Benim suçum bir adım atmaktı gereğinden erken
Tanrı, kullarına secdeyi emretmezken

İsmine güvenemedim ben hiç kimsenin
Üssümü önüme eklediler hep, çok zaman geçti eksiktin

Kucağıma yattığımda bir vakit deliririm
Derde düşmezsem acır içim, ben hemen gerilirim

Kulağımda çınlayan sesler uzaklaştırdı beni candan
Her bıçak ise bıktırdı biraz daha akan kandan

Birinci sıraya yazıldım ben hep boş kaldım
Biraz daha büyüyünce belki dedim, silik kaldı adım

Kabuğumu soyduğumda "çözemem" dedim bu problemi
Ben çözdükçe koydu önüme tanrı, yeni bir denklemi

Son olarak bir şeyler demek istedim
Kendime gelebilmek için kendimce bir özür denedim

Mavide ben en çok kendime güvendim
Özür dilerim, ben yanlış demlikte demlendim

4
Şişedeki Mısralar / Sezdi
« : 02 Mart 2015, 23:29:42 »
Adamın biri sanki dört duvar varmış gibi
Onu dinledi ve onu konu edinmedi hiçbir şiire
Hiçbir şiire edinmedi konu ve yakındı
Yakındı ölümü bundan ötürü belli ki anlaşılmadı
Çünkü adam besbelli görev edinmiş anlaşılmamayı duvarlardan
Görünmedi bir ömür, ömür gitti durdu
Adam sessizdi sakindi
Onun kaburgalarını sayardı bitmeyecekmiş gibi sanki
Halbuki kaburga azaldı, epey azaldı yavaştan kaçarcasına
Hızlıya sarıldı da ölümü büsbütün benim yaptı
Adam insan mıydı bilinmez çünkü hep
Adam hep kendine taptı duvarlarda ağlanmayan tapınağında
Kaburgalara da tapardı koydu tabancasını dahil olmayan birine
Namus dendi ve o her seferinde sezdi
Sezdi yaklaştığını sanki biraz ölecek
Biraz ölecek ve gidip duran ömür bir gün bitecek
Bilirdi, sezerdi ilginçtir biraz da severdi
Ölümü azalır mıydı hiç bilemedi sezemedi
Bunlar yetmezmiş gibi bir de şarabını külledi durdu
Külledi. Durdu. Aynaya baktı. Kustu.
Adam ömür billah konuşması lazım olduğunda
şarabından derin ve ağır ve durgun bir yudum alıp sustu.
Belki duvar değildi bunlar biraz buzdu.
Suskundu tamam, bir kuzuyu sever gibi
Ama ne kuzu vardı dişleri sapsarı şarap gibi dingin
Bir gün hepsi durdu. Şarap gibi dingin durdu.
Adam da durdu o da durdu kaburgalar da
Sonra gitti.
Kalmadı.

5
Şişedeki Mısralar / Karga
« : 20 Ocak 2015, 16:23:38 »
Kargaların olduğu bir gökyüzünün anlamı
Beyaz bir kağıdı okumaya benzemekte
Bunu yapan bizler yada sizler değilsiniz
Kargaları karga yapan
Yahut onları gökyüzüne koyan, Kafka olmadığı gibi
Bizler de dünyaya düşmüş iyilik melekleri değiliz.

Çaya şekeri koymak, koymamak
Aynı kapıya çıkıyor, çıktığı her kapının ötesinde
Bu bir şeytanın sol boynuzunun yırtık olması
Keskin değil, sesi de çıkmıyor
Çayı şeytan, şeytanı da karga yaratır.

Yine attık bir dizeyi
Çalınmış bir kitap kadar acınası
Kargaların boyunları küçük bir açı yaratıyor
Kargalar ölümlü müdür,
Hem dizeler kargalardan ne istiyor?

Yine baştan savılmış
-casına demeyeceğim
Bu bir kitabın çalınması kadar
Gittikçe büyüyor ve durdurulamaz
Son kargayı, şeytan çaya koyup içti
Hem de sarıp sarmalamadan

Epey bir markete girip
Yirmi üç lira on kuruşa bir sigara aldırdım
Çiviler bitmişti, huzursuzlukla silkindim
Kafka'yı düşündüm, Turgut Uyar'ı , Karga'yı
Sanki bir önceki hepimize daha çok uyardı

Karaladım, bittim
Gökyüzüne bakamam
Şeytan'ın ışığı başımı ağrıtıyor.

6
Şişedeki Mısralar / Terzileri Öldüren Şeyler
« : 08 Ocak 2015, 16:36:40 »
Kendi çelişkimi boğmak üzere
Boğulmuşlarla ve aşkla çırpınırken gün ışığında
Savaştım iğrenilmiş tüm kalp çırpıntılarıyla
Dağın etekleri karanlıktı
Kalkanımı çektim, ardından bir de duman aldım
Sigaram sönüktü, uyku ilaçlarımla yaktım
Kalkanımı doğrulttum düşmana, sonra vurdum
Tam olarak hacıların kaşları arasına

Hacılar öldü, din doğruldu
Yaktım geçtim tüm Babil asmalarını
Piramitleri -bileklerinden başlayarak- öptüm
Tükürüğüme çarpan güneş ışığı
Onları daha parlak yaptı
Sonra kurudu buharlaşarak göz altlarım
Aynada göz altlarımı öptüm
Ayna kırıktı, antidepresanlarla yapıştırdım
Aklımı uzattım ve vurdum
Tam da psikolojinin bozuk kısmına

Hastalarıma zaman tanıdım biraz
Biraz da piramitlereydi bu mühlet
Zaten uyuşturucunun içindeki
Tüm uyuşlar turuncuydu.
Ben de kırmızı
O da mavi
Onu öldürdüm yerini ben aldım
Göğe baktım ve gelen gün ışığıyla
Annemin beslediği tüm karıncaları yaktım.

Üç tane meyve parası çalanlara piramitlerle ilgili şarkılar taktım
Üç saniye geçtikten  sonra onu da kapattım
Azımsanmış tüm ruhlar için bu gece
Bir Fatihayı çok gördüm
Ölümlülere güldüm
Rüyama baktım ve özümü benimsedim
Fanusta görünen köy kılavuz istedi
Sağ cebimden beş lira çıkarttım
Beşini piramitlere
Beşini kılavuza verdim
On beşini de sol cebime attım

Cebim alev aldı
Terziye gittim, alevleri
Birbirlerine diktirdim boyunlarının altından
Terziye baktım bir de alevlere
Terziyi yaktım
Bir de buna aldırış ettim
Tüm bunlar yaşanırken
Bir terzi ipliği alev alırken
Ben terzinin dişinde kalan
Bir parça kurumuş ettim.

Kirli sepetinde yanmış patlıcanlar vardı
Engizisyon mahkemelerine gittim
Çıkarttım patlıcanlar hakkında kararını
Çarmıha gerdiler dişimde kalan
Nikotinle yoğurulmuş ekmek parçalarını
Hristiyanların ve yahudilerin kırmızı tanrılarına
Bir boğa olarak baktım

Ne çok acı var diyen
Bir şair gördüm yanarken
Ben bir terziydim
Yırtık cebimden çıkarttığın bir buçuk milyonla
Şairin acılarının iki bölü üçünü aldım
Sonra oturdum terzi masasına
-Yayılmışken belden yukarı çıkan bir sıcaklıkla-
Ne çok acı var yazdım.

Dizlerimin üstüne düştüm
Hislerimin bir kabuk gibi soyulduğunu hissettim
Orta yaşlı beyefendiler
Biralarını yudumlarken, soyulmuş his tanelerini
Çerez yapıyorlardı
Tıpkı sanki adeta ve mütemadiyen gücendim
Değişik şekillerde ifade ettim gücenmişliğimi
Başımı eğdim ve öfkelenmiş bir vampir gibi
Küfrettim

Vampire de terziye de küskündüm
Derdimi piramitlere anlattım
Kulak misafiri oldu buna orta yaşlı beyefendiler
Kendilerine üç gücenmişlikli bir çay ikram ettim
Bol demliydi bu ve bol denildiğinde
Terzilerin sesi yankılandı alevlerle öpülmüş tükürüğün içinde
Ne yazık ki
Hırsı ve gücenmişliği ve acıları ve patlıcanlarıydı
Terziyi öldüren.

7
Şişedeki Mısralar / Cümlenin Anlamı ve Yorumu - II
« : 27 Aralık 2014, 21:33:51 »
1.

Damağımda bir damla kan kurudu sonra
Sevabıma ortak olmuş her kitap
Bir adım attı ona
Sadıklardı. Kan da damağım da huysuzdu oysa
Onları anlamak zordu
Onlar yaptıkları her işi
Bol keseden sevap dağıtan Tanrı’ya sordu.
Bir altın kurudu damağımda sonra
Kitaplar oldu bin bir parça
Her hecenin dağılışını, her sayfanın yırtılışını
Göğün yedi kat altındaki tahtından izledi Tanrı
Zor dedim içimden Tanrı’ya
Korkmak zor iş.

Kitaplardan biri kurtuldu zor da olsa
Adı yoktu, sanı ise kapkara
Kim yazmıştı bilinmiyordu
Belli belirsiz bir gülümseyiş daha yıkıldı sonra
Kimin gülümseyişi bu
Birinin değildi ki bu bundan sonra
Ahlar vahlar içinde izledi bunu Tanrı
Sonra durdu.

Bir telefon çaldı bir evde
Arayan kimdi
Cevap veremedim bunu soran kitaplara
Sessize aldım ruhumu
Emin ellerde yaşayan bir kız çocuğu ağlıyordu
Ama kız çocuğu gülüyordu
Ben emin ellerde yaşamıyordum ama ağlıyordum
Ruhum titreşti anlamsızca
Tanrıydı dedim kendi kendime
Sonra uykuya daldı ruhum
Yıkılmak üzere olan bir gecekondunun altında
 
2.

Kapıları kim kapatmıştı
Üşüyordum, açın dedim
Açın kapıları içeri biraz sıcaklık gelsin
Bunu duyan soğukluğum kırıldı sonra bana
Yıllar önce ölmüş bir kadından gönlünü aldım
Sonra verdim onu soğukluğuma

Lavlardan korkan bir cehennemdi bundan sonrası
Hiçbir zebani uyumazdı benle birlikte
Onlar çalınmış bir kağıt için kavga ederken
Özür dilerim dedim Tanrı’ma
Özür dilerim dedim üşüdüğüm için Tanrı’ya
Haklıydım halbuki
Kitaplarım yırtılmıştı.

3.

Bitmeye yüz tutmuş mataram için göle indim
Göl beni görünce irkildi
Susamıştı o da
Veremezdi bir damlasını bile bir Adem oğluna
Sözümü tutmamışçasına inledim göl kenarındaki çayırda
Çayırın içinde tek bir yeşillik yoktu oysa
Oysa bu hiç çayır olmamış bir bataklıktı.

Bunları düşünebilmek aptallıktı
Ne de olsa ben Tanrı değildim
Sanrılarından ve sonralarından kurtulamamış biri gibiydim
Söze nerden başlamalı
Söze Tanrıdan başlamalı
Tanrının sözünü ararken grapon kağıtlarında
Ahlar ağacının gölgesinde uyuyakalmış biri gibiydim
Bunlar beni anlamıştı huysuzca

Birden doğduğumu hissettim
Ev ile ağaç arasındaki açıklıkta
Açlıktan uyuyakalmış gibiydim
Zor da olsa adım attım damağımda kurumuş kana
O bile istemedi beni sonra döndüm
Ağaca baktım ve içimden akıp giden
Son kurumuş hüzün yaprağını düşledim

8
Şişedeki Mısralar / Cümlenin Anlamı ve Yorumu-I
« : 22 Ekim 2014, 10:58:26 »
Nerede şimdi
Yüzbinlerce yıldır görmediğimiz,
O siyah aşkın
Soba kokulu mektubu.
İsle mühürlenmiştir kurban edilmiş sözcükler

Boyanmış mı mavi duvarlar
Beyaz renge
Beyaz rengine düşman edinilmiş adamların,
Kanından dökülen irinin.
Pis bir meltem eser mutlaka göğsüne
Canı alınmış kilise bahçelerinin.

Mikrob bulaşmış diyorlar
Kızamık mikrobu yenilmez yenilen
Muhakkak saklamışızdır acı kartımızı
Asidi alınmış midelerimiz-de yanarken

Benim adım sağ kalacak mı
Ya da ölecek mi diğer yumruk kalkarken
Bilinmezi bilme merakı artarken;
Birkaç düşünenin bilinmesi,
Beni rahatsız etmiştir ay dolarken.

Hangi filozof ölür ki
Binası yıkılmazken
Farklarını ayırt etmek kimyasal bir tepkimedir
Ve aşı çektirir birçoğuna
Bir de azı ezdirir.

Bem bir itfaiye şefinin
Islak bir mendiliyim
Yangını söndürdüğü.
Ve değmişsem suya sabuna
Leş yaşta ölmeliyim.

9
Şişedeki Mısralar / Aldırmamak
« : 14 Ekim 2014, 15:53:42 »
Kucağıma almak istiyorum
Silgimin tozlarıyla alınmak istiyorum.
Siyahları intihara sürükleyen değil
Değil geceye küfür savurtan
Kulaklarıma aldıramıyorum!

Özümü yanlış yerlerde dallandırıyorum
Kavrulmuş bir avuç ağaç kabuğunda
Bir kaloriferin yok ettiği bacanın
Dumanındayken
Yanıklarıma aldırmıyorum.

Huylarımız onlarda değil
Silgimin tozlarına özeniyorum.
Yere düşenlere değil
Olup büyüyenlere bir arada
Silinmeyen yazılarıma da aldıramıyorum.

Adım bir açının
Tanımlanmamış bir kolunda tanımlı
Tavır koymaktan uzaktı oğlan
Çünkü tanınmamış bir koyu vardı
Ve acısı sönmüş bir sobaya aşıktı.

Üçüncü çizgiyi çekiyorum kitaplarıma

10
Kurgu İskelesi / Askeri Koğuşun Birinde Geceler
« : 30 Eylül 2014, 19:50:55 »
ASKERİ KOĞUŞUN BİRİNDE GECELER

“Annemi aramak istiyorum,” demiştim bir gece vakti.

Kimse dinlememişti sanki beni. Karşımdaki her yüz ağır adımlarla umursamamıştı beni. Başka da bir şey diyememiştim. Çünkü o cümleleri kurmak bile büyük bir külfet taşıyordu benim için. Epey içine kapanık biriydim anlayacağınız. Suskunluğumla bir şey başaramasam bile en azından başarısız da olmuyordum. Bu bir başarı mı bilemiyorum tabi ki. Ancak o zamanlar böyle davranmak başarı gibi görünüyordu gözüme.

Her neyse… Birkaç gece daha susmuştum o vakitten sonra. Yıldızları seyretmiştim ranzanın üst katında benim için ayrılmış yatakta. Ne büyük şanstı o yatak benim için, duvar kenarında olup gökyüzünün lacivert karartısından uzak kalsaydım üç bilemediniz dört gecede delirirdim. Çünkü o yıldızlardı benim tek dostum. Koğuşumdaki diğer kişiler gece boyu sohbet edip, uyuyup tekrar sohbet ederlerdi. Birkaç kez yatağımdan kalkmadan dinlemiştim ben de onların sohbetlerini. Genelde sohbetlerinin konusu düşmanı nasıl darmaduman edecekleri oluyordu. Ben de içten içe gülüyordum onlara. Gülünç durumdalardı muhakkak. Böyle düşünmemin iki nedeni vardı.

Birincisi; onlar koğuşlarında konuşmaktan başka bir şey yapmayan birkaç çelimsiz çocuktu. Aralarında on yedi yaşından büyük yoktu. Ben de on beş yaşındaydım o zamanlar. İkincisi ise ortada düşman falan göremiyordum! Evet, düşman falan yoktu işte. Tarih kitaplarında okuduğumuz hiçbir şey olmuyordu. Ne top ne tüfek sesleri duyuyorduk dışarıdan ne de bir yurttaşımızın öldüğü haberi geliyordu. Hem, hangi askeri koğuşta bir kütüphane dolusu kitap olurdu ki? Olmazdı işte.

“Düşman var!” demişlerdi bize bir gün televizyonlarımızı izlerken. “Ellisinden küçük, onundan büyük herkes askere alınacak!” İlk başta şaka sanmıştık elbet. Annem, babam, ablam ve ben gülmüştük yalnızca. Sonra bir akşam vakti gelmişlerdi. Almışlardı hepimizi televizyonlarımızın başından. Sesimizi çıkaramamıştık.

Bir kampa götürüldüğümüzü duymuştuk bizi aldıkları arabanın arkasındaki birkaç gençten. Ailesinden ayrı düşeceğini hiç aklın getirmeyen ben, bir anda yüreğimde korkuyla dolmuştum. Korktuğumda başıma gelmişti. Yerleştirildiğim koğuşta tanıdığım kimse yoktu. Bu garipsenecek bir durum da değildi aslında. O zamana kadar ailemdekilerden başka kimle tanıştım diye düşündüğümde aklıma televizyonda izlediğim dizilerdeki insanlardan başka kimse gelmiyordu.

Televizyonumu da özlemiştim. Gündüz kuşağındaki saçma programlar bile gözümde tütüyordu. Komedi dizilerine amaçsızca gülmeyi hatta savaş filmlerini görünce kanalı değiştirmeyi bile özlemiştim. Belki de bu yüzden diğer çocukların düşmanı darmaduman edecekleri yönündeki iddialarına gülüyordum. Savaşmak anlamsız geliyordu. Koğuşumdaki birkaç çocuk arada sırada kavgaya tutuşurlar, savaş filmlerindeki taktikleri birbirlerine uygularlar, sonunda da sıkıldıklarında koğuştaki hayat her zamanki monotonluğuna dönerdi.

Bir hafta kadar sonra dikkatimi bir şey çekmişti. O zamana kadar kimse tarafından el sürülmeyen kitaplar birkaç kişi tarafından okunur olmuştu. Herhalde çok sıkıldıklarından olsa gerek diye düşünmüştüm. Ama mantığım yine de almıyordu. Kim birkaç kağıt parçası karşısında saatlerce hiç sıkılmadan durabilirdi ki? Onlar yüzünden koğuştaki çekilmez hayat daha da çekilmez hale gelmişti. Birkaç kişi kitap okuyor, geri kalanlar sohbet ediyor ben de diğerlerinden iyice uzaklaşmış bir halde devlet tarafından hala yapılmamış açıklamayı bekliyordum. Açıklama geldiğinde ise yine bir gece vaktiydi. Koğuşun öbür ucunda bulunan ve önüne hiçbir şey konmamış olan duvar bir anda nereden verildiğini anlamadığımız bir görüntüyle tüm odayı aydınlatmıştı. Ekrana görüntüsü verilen adam altmışlarında bıyıkları kırlaşmış, kafasında saç kalmamış gözlüklü biriydi.

“Merhaba kutsal savaşımızın fedakar askerleri!” demişti adam. “Biliyorum, uzun zamandır bizden bir açıklama bekliyordunuz. Sizden gelecek olası bir karşı koymaya karşı açıklama yapmak için biraz zaman geçmesini uygun gördük. Ancak şimdi size makul bir açıklama yapma zamanı… Sevgili yurttaşlarım, bu savaş televizyonda gördüğünüz savaşlardan biraz farklı. Açık konuşmak gerekirse, o savaşlarla uzaktan yakından alakası yok. Çünkü bu seferki düşmanımız ne kanlı canlı bir devlet ne de uzaydan gelip dünyamızı işgal etmek isteyen yaratıklar değil. Ve bu düşman şehirlerimize saldırmıyor, yakıp yıkmıyor, bizi öldürmüyor. Bu düşman bundan daha tehlikeli… Bu düşman gündüzlerimizi çalıyor! Fark ettiğinizi sanıyorduk ama artık fark etmediğinize neredeyse eminiz.
Sevgili yurttaşlarım, neredeyse yetmiş yıldır gündüzler kısalıyor. Birkaç aydır günde yaklaşık sekiz saatlik bir zaman dilimi yaşıyoruz. Biliyorum, rakamlar korkutucu. Ancak bunlar gerçeğin ta kendisi! Korkuyoruz yurttaşlarım. Sizin korkmanız gerektiğini de biliyoruz. Sizi gecelerdir o koğuşlarda savaş için beklettiğimizi düşünüyorsunuzdur. Hayır, maalesef öyle değil.  Savaşımız şuan, şu dakika bile duraksamadan devam ediyor. Savaşımız o koğuşlarda. Size nasıl savaşacağınızı anlatamayız. Nasıl savaşacağınızı siz keşfetmelisiniz. Şunu bilmelisiniz ki, eğer kazanamazsanız günler biraz daha kısalacak ve dünyamız yok olacak! İyi şanslar!”
Açıklamadan sonra koğuşta oluşan sessizlik savaşmaya değerdi.

Artık kimse konuşmuyordu; kimse düşmanı darmaduman etmiyor, yalnızca yataklarında ya da orada burada sessizce düşünüyorlardı. Herkes benleşmişti sanki. Suskunların sayısındaki artış, kitapların okunuşuyla da doğru orantı gösteriyordu. Koğuşun yarıya yakını kitap okuyordu. Hatta bir ara birkaç kişinin de bir şeyler karaladığını görmüştüm. Beni ilgilendirmiyordu yine de. Bana dokunmayan yılan bin yaşasındı. Ben televizyonuma kavuşacağım günün hayalini kurmakla yetiniyordu. Nasıl olsa kimseye zararım yoktu.

Yanılıyordum. Günler geçtikçe kitap okuyanların sayısının artmasıyla birlikte, kitap okumayanlara ters ters bakılma süresi de artış gösteriyordu. Nasıl olmuşsa bir anda kitap okumayanlar azınlıkta kalmış, istenilmeyenlere dönüşmüştük. Şüphelerimdeki haklılık birkaç gece sonra belli oldu. Kitap okumaya ilk başlarda başlayan koğuş sakinlerinden biri yanıma geldi.

“Böyle yapmaya devam edemezsiniz,” dedi on yedisinde olan çocuk. “Düşmanı asla yenemeyiz.”

“Ortalıkta düşman falan yok!” diye cevap vermiştim ben de. Kitap okumanın zararları diye düşünmüştüm. İnsanları hayalperest yapıyor. “En başından beri kandırıldık.”
Çocuk güldü. “Hala anlayamadınız değil mi? Yazık.” dedi ve kitaplardan birini alarak masasına oturdu.
Eğer pek umursasaydım, o çocuğun bu tavrıyla şok olabilirdim. Ama umursamıyordum. Hiçbir şeyi umursayamıyordum. Ne de olsa, umursayamamam da pek umurumda değildi.

Sonuç olarak tahmin edebileceğiniz gibi yalnız kaldım. Koğuşta kitap okumayan bir tek ben vardım. Her gece saatlerce kitap okuyorlar, saatlerce kitap tartışmaları yapıyorlardı ve bazen beni gözleriyle paramparça ettiklerini hissedebiliyordum. Bir süre sonra bu baskılara dayanamayacak hale geldim. Gecenin birinde yatağımdan kalktım ve herkesi şaşırtarak kitaplıktan yeşil ciltli ince bir kitap aldım. Hızlıca karıştırdım ve rastgele bir yerde durup okudum. Anladığım kadarıyla bu bir şiir kitabıydı.

“Kalbimiz.
Yerin ve gökün altedilmez bir dirilikte olduğu
Tutkumuz, direnmemiz, ellerimiz, kalbimiz.
Kalbimiz.
Kalbimiz hızla gelişecek.”


Tüm gece o kitabı okudum. Bitirdim, bir daha okudum. Sabah olduğunda, savaşın bittiği haberini aldık. Uzun zaman sonra ilk defa güneş doğmuştu.

11
Şişedeki Mısralar / Çölde Geçen Dün
« : 10 Eylül 2014, 18:23:46 »
Halkın asrın hatasını yaptığı
alt edilmiş ruhların gecesi olmuş
bazen uyumuş taşların ve
duvar saatlerine yazılmış adların ağlamışlığı


Bal dökülmüştür sevgilisinin kaşlarına
kararmıştır belki ama epey delidir
ejder mavi göğe bakar ve
"haydi! yıklarım şu duvar saatlerini" der yurttaşlarına


Ekşi ya da fark etmez tatlı da olabilir
karıncalar bakmaktadır hala kırıntılara
ezilmişlikleri hissedilmese de bazılarınca
tüm karıncalar bir vakitte delirir


Aşka düşmüştür belki geçen gün
sadık mıdır acaba kozlarına
kullandığı her takvim geçicidir de
bir dudak öpülemezdi çölde geçen dün


Şairsin kabul ama baytar da olabilirsin
tanrın kızmaz mı bedduaya kaçınca
uzak dur benden ben yalan söyleyemem
bu nedenle göğe nefretle bakabilirsin


Rahmetinden kaçındığın her melek tanesi de
dağlara düşmüş kar gibi saf değildir
ve çantana yerleştirdiğin her deler geçer gibi
güzel kokarsın ama saf değilsindir


Ağlayabilirsin elbet sen de acizsin hepsinden
küfretmedin mi çöldeki dün olduğunda
defolayım ben de kin tutmak zor iş
bağırabilirsin elbet sen de öfkelisin geçmişinden


ve şimdi ben denen yaratık
kaçabilir o güzel ejderin gazabından
bir duvar saatine dönüşüpte
ez azından dedirtmeyecektir kendine
"yeter artık, bıktık!"

12
Düşler Limanı / Bizler
« : 03 Temmuz 2014, 04:27:17 »
Bizler

Sevda bizim gibilere çok yakın. Şah damarı ile kalbin tam ortasında bir yerlerde, yaşamamızı sağlayan bir parça bizlere. Ve sevda bizim gibilere çok uzak. Ta öteki diyarlarda bir yerde, oğlunun açlıktan ölmüş bedenine bakan bir annenin yüreğindeki nefretle bir olup saldırıyor bizlere. Sevgi ve ölüm tıpkı bir kurdun koyuna olan sevgisi gibiydi bizim gibiler için. Bizler sevgi beslenince, en çok acı çektirenleriz. Biz anlatamayanlarız.

Hep düşünürüz. Hep tartarız kafamızın içinde. Yaşamaya çalışıp, yaşamın ciğerlerindeki dumandan nasibini almayanlardanız. Bazen çok konuşan biriyizdir, bazen susan, ağzı bıçak açmayan biri. Bazen taş çatlasa üç adım uzağındayızdır anlatabilmenin mutluluğunun, bazen bir ömür uzağında. Anlatamayız her önüne geleni ama çoğu kişi, konuşkan zamanlarımızın yanılgısına düşüp boşboğaz sanıverir bizi. Eğer anlatabilseydik, varlığımızdan geçen her düşünceyi; belki olabilirdik bir nebze sizlerden biri.

Şüphe yok ki, bir cümle kurar her varlık bizim hakkımızda. Bazıları hakikatli cümlelerdir elbet, büyük adam laflarıdır, üstüne söz söylenmez ya hani! Bazıları ise gereksizdir, yer kaplayıcısıdır, utanç kaynağıdır. En iyisi yorum yapmamaktır kanaatimizce. Biz böyle düşünürüz, biz böyle anlatamayız. Bizler uzaktaki bir evde, zihnin ucuz şarabını yudumlayıp kusamayanlarız.

Neden mi anlatamayız? Çünkü denmez elbette bu sorudan sonra. Bilseydik eğer anlatamayışımızın nedenini, yer yerinden oynardı bizden sonra. Ah bir bilseydik! Tek bir cümle kurmadan anlaşılmayı bekleyenleriz biz, sıkıntılarımız içimizde pek bir derinde, yüzeyimiz ise çok fazla göz önünde… Bizler kendimizi anlatamayışımızdan öyle sıkıntı çekeriz ki, konuşuruz her şey hakkında. Her şey hakkında bir yorum yapar, kendimiz hakkında konuşamayız ne yazık ki. Ne yazık ki…

Kudretli bir aklımız vardır, bundan da şüphe duyulmaz. Zekiyizdir, tartışılmaz. Dışardan nasıl görünürüz bilinmez ancak bilinsin ki bizler ne aptalız ne ahmak! Bizler Tanrı’nın bu gezegene yalnızca yaşamaları için gönderdiği insanlarız. Bizden ne birine hayır, ne de kendimize bir gram yardım dokunur.

Anlatabilseydik eğer Tanrı’nın bize bahşettiği düşünceleri, kıvranırdı her karınca hissettiği ses dalgasının anlamından. Utanç duyardı bulutlar bize akıttığı her bir yağmur damlasından. Ve acı hissederdi her anlatamayan, kendi varlığından.

Bizler bir zaman sonra vazgeçeriz anlatmaya çalışmaktan. Çünkü dil dönmedikçe, akıl körelir. Akıl köreldikçe, her anlatamayan uzaklaşır benliğinden, anlatamayanlığından… Bizler eksi bin derecede yananlarız. Bizler bir komedi filminin sonunda ağlayanlarız. Bizler, biz olmaktan en uzak olanlarız. Bizler Tanrı’nın anlatamadığı benliğiyiz. Bizlerden uzak durmalı elbet…

Bizlerden kimseye fayda gelmez.

Ve lütfen, uzak durunuz bizlerden.

13
Düşler Limanı / Devlet Baba
« : 26 Mayıs 2014, 22:28:43 »
Devlet Baba

Saat öğleden sonra üç sıralarıydı. Güneş gökte yavaş yavaş bükülmeye başlamış, eğikçe adliye avlusunda bekleyenlerin yüzlerine çarpıyordu.  İnsanlar öğlen sıcağının yeni yeni etkisini kaybetmesiyle saklandıkları gölgelerden çıkıyor, adliyenin avlusu daha da kalabalıklaşmaya başlıyordu. O sırada adliyenin geniş kapısında bir karmaşa oluşmaya başladı. Ardından içeri fiyakalı takım elbiseli ve güneş gözlüğü olan bir adamla; ufak tefek kırklarına yeni dayanmış, parlak kırmızı kazaklı gülümseyen bir adam girdi. Adamın yüzü mutlulukla ışıldıyordu, sanki dünyanın en güzel mekânına adımını atmış gibiydi.

Adliyenin avlusunda yavaş adımlarla yürüyen adam tek tek herkesi gözüyle kesiyor, daha sonra yürümeye devam ediyordu. Daha sonra adliyenin köşesinde dizlerinin üstüne iki büklüm oturmuş, sıkıntıyla sigarasını tüttüren bir adama gözü takıldı. Bu adam yetmişlerinde, bıyıkları sigaradan sararmış, saçları ise yarım asır önce kırlaşmış biriydi. Yüzündeki çizgiler adamı öfkeli bir ruh halindeymiş gibi gösteriyordu. Kıyafetleri kirliydi. Üzerindeki keten ceket başka bir çağa aitmiş gibi duruyordu. Pantolonun ise her yeri yamalanmıştı. Kafası eğik olduğu için adliyenin avlusuna giren adamı görememişti. Kırmızı kazaklı adam peşindeki takım elbiseliye bir hareket yaptı ve takım elbiseli etrafı kolaçan etmek istermiş gibi uzaklaştı.

Kırmızı kazaklı adam yaşlı adamın yanına dizlerini bükerek oturdu ve konuştu.

“Kaldır kafanı emmi! Burası boynu büküklerin kafalarını kaldırmaları için yapıldı!”

Yaşlı adam bir fırt daha çektiği sigarasının dumanını üflerken genç adamın yüzüne baktı. “Ben boynumu bükmeyeyim de kim büksün delikanlı! Pislikte sürünüyorum, nasıl kaldırayım bu boyundan fazlalığı!”

“Kim büktü senin boynunu da pislikte sürünürsün?”

“Boşver evlat boşver! Benim derdim ne anlatmakla, ne dinlemekle biter. İyisi mi sen kalk da başkalarına soruver!”

“Amma nazlısın be amca! Anlat da dinleyeyim, vakit bol bende!”

Adam yanında duran iskemleyi altına çekti ve ellerine dizlerine koyup konuşmaya yeltendi. Bu sırada cebinden bez bir peçete düştü. Eğilip aldığı pislikten kararmış peçeteyi cebine tıkıştırırken anlatmaya başladı.

“İki ay evveldi sanırsam. Bizim köy güneyde dağın eteğine kuruludur. O kara dağdan on kadar jandarma indi. Her evdeki delikanlıları, kızları bir de doksan beşlik babamı aldılar. Tüfekleri, keleşleri vardı pezevenklerin! Dur diyemedik biz de bükük belimizle. Ne yapmışlar bilinmez babamla evlatlarıma amma yakalanmışlar polise. Meğer bizim deyyuslar jandarma falan değillermiş. Kim olduklarını öğrenmek ister hakim, savcı. Söylemediler yakalandıklarından beri. Evlatsızım ondan beri. Ne kolum çalışır ne bacağım. Ne ile geçinirim bilemedim. Komşularla idare ettik birkaç gün amma nereye kadar! Süründük mahkeme yollarında. Bulamazlarmış derler evlatlarımı. Gavat jandarmalar da hapis yatacakmış. Başımda atam, elimin altında evlatlarım olmadıktan sonra ne yapayım onların hapsini! Bir devlet büyüğümüz de çıkıp gelmedi ki buralara! Tüm mecmualar yazmıştır kaçırılanları. Ama kimsenin sesi soluğu çıkmadı. Demediler ki gel emmi sana bir bakayım, halini hatırını sorayım! Alayı kansız puşt bunların! Senin de kulağını kuruttum amma ne yaparsın. Çok çektim bu avluda. Geçmez gitmez bir dert bu. Ölümü bekliyoruz. Ölüm de ha deyince gelmiyor ki…”

Genç adam, karşısındakinin sözleriyle sessizleşmiş, pür dikkat dinlemişti. Adamın sözleri bitince hemen cevap veremedi. Düşündü, kafasında tarttı diyeceklerini. Avluya ilk girdiğinde gülümseyen, ancak şimdi kurumuş olan ağzından sözler çıkmadan önce yutkundu.

“Bugün şanslı günündesin amcacığım. Beni hükümet yolladı buraya! Ta Ankara’dan geldim. Söyle bana. Devlet babadan isteğin, evlatlarının ve babanın bulunması mıdır?”

Yaşlı adam sigarasından aldığı dumanı bırakırken karşısındakinin yüzüne soğuk bir tebessüm attı.

“Benim isteğim evlatlarımın geri gelmesidir. Bundan sonra başımızda devlet babamız olmasa da olur!”


14
Kurgu İskelesi / Hastadan Hisse
« : 23 Aralık 2013, 00:43:29 »

Merhabalar. Ben bir zatürre virüsüyüm. Bu yazımda size içki lanetini nasıl bıraktığımı yazacağım. Umarım ki siz de başımdan geçen olaydan kendinize bir ders çıkarır, bu laneti bırakırsınız.

Hastadan Hisse

Rahatça yayıldım koltuğuma. Televizyonun karşısındaki bu koltuk, hayatımın geri kalanını geçirmek isteyeceğim tek yerdi. Ama geçiremezdim. Televizyonun sürekli çalışır halde kalması için çalışmam lazımdı, çalışmam içinse televizyonun karşısındaki koltuktan kalkmam… Ama bugün çalışmam gerekmiyordu. Bugün biraz televizyonun karşısındaki koltukta oturacak, ardından da diğer en büyük zevkim olan içmeye gidecektim!

Kumandanın en tepesindeki kırmıza tuşa basıp, televizyonu açtım. Karşıma çıkan ilk kanal, ertesi geceden kalma bir erotik kanaldı. Bir grip virüsü ile alımlı bir kanser hücresi vardı ekranda. Neden bu tür filmlerde kanser hücrelerine grip hücrelerini layık gördüklerini merak ettim ancak bunu düşünmenin bir faydası olmayacağını fark ettiğimde kanalı değiştirdim. Daha sonraki kanalda ise bir dizi oynuyordu. Bu diziye daha önce birkaç kez takılmıştım ancak esas karakter olan mikrobun fazlasıyla yapmacık olduğunu düşünüp bir daha izlememiştim. Daha sonradan öğrendiğim kadarıyla bu dizi de yabancı dizilerden uyarlama, klasik çalıntı iyi senaryo-kötü oyunculuk ürünüydü. Bu gece televizyonda bir şeyin olmayacağı kanısına erken varmıştım ama kapatmadım. Hızlıca kanalları değiştirip doğru düzgün bir şey bulmaya çalıştım. Bir kanalda çirkin, bağırsak kaçkını bir bakteri ileride dünyayı zombi virüslerinin yöneteceğine dair komplo teorilerini bağırarak anlatıyor, insanları bilinçlenmeye davet ediyordu. Olsundu. Nasıl olsa sonunda insanoğlu zombi virüsünü yok etmek için bir ilaç bulurdu.

Bu tür saçmalıklardan sıkılmaya başlamıştım ve birazcık haber dinlemenin faydası olacağını düşündüm. Çünkü biraz sonra içmeye gidecektim ve arkadaşlarımla sohbet ederken gündemle ilgili fikirlerimi öne sürüp onlarla tartışmam gerekebilirdi. Hiçbir fikrim olmasa bile bazı fikirler edinmeliydim.  Haber kanalını açtım.

“Uzun süredir süren diktatörlük rejimini yıkılması için Purey Başhastalığı ve Baş Menenjit Legas ile çatışmalarını sürdüren onbinlerce isyancı bugün de Vorey meydanına akın etti. Legas’ı istifaya çağıran isyancıların karşısında duran Legas yanlıları ise bu çağrıya ateşle karşılık verdi. Şimdilik iki yüz yetmiş altı ölü öldüğü sanılıyor!”

Son zamanlarda sürekli bu haber dönüyordu. İyice can sıkar olmuştu.

“Bugün de Hastalıklar Kurulu üyeleri toplandı. HKT’nin ardından konuşan Baştalık Erdug “Tüm Hastalık Cemiyetlerini kapatacağız,” dedi. “Bu tür Cemiyetler devlete paralel bir yapılanma içindeler! Buna asla izin verilemez. Hepsinin inlerini tek tek basacağız!” Başhastalık konuşmasının ardından MGD Devlet Başkanıyla olan yemeğine katılmak amacıyla MGD’ye uçtu."

Televziyonu kapatıım. Bu kadar haber içimi sıkmıştı. Bara gitmek üzere hazırlandım.

Düzenli olarak içtiğim bar evimin iki alt sokağındaydı. Barın kapısında “Hastalık Kardeşler Birahanesi” yazıyordu. Altındaki tabelada ise “Aftlar ve Uçukların girmesi kesinlikle yasaktır!” diyordu. Türümüzün en iğrenç yaratıklarıdır onlar. Gereksizdirler, Tanrı’nın muhteşem yaratıcılığının yan ürünüdürler. Onları sevenler ise günahkâr mazoşistlerdir.

Barın içerisine girdiğimde etrafta bir tanıdık aradım ve köşede arkadaşlarımdan oluşan bir topluluk gördüğümde neşelendim. Oturmadan önce kendime bir antibiratik söyledim ve arkadaşlarımın yanına geçtim.

“Ooo, Wong!” dedi içlerinden birisi. Adı Murhates’di. Kendisi bir verem mikrobuydu. Eskiden onlar da revaçtaydılar ancak insanoğlunun sağlık alanındaki ilerleyişi herkesten çok onları vurmuştu. “Nerelerdeydin?”

Boş sandalyelerden birine otururken “Çalışıyordum üstat,” dedim. “Son zamanlarda çok yoğunuz.”
Faranjit mikrobu dostum Padgar gülümsedi. “Zatürrelik zor zanaat,” dedi. “Azıcık daha okuyup verem olsaydın da, Murhates gibi her gece buralarda sürtseydin!”

Herkes gülerken Murhates alıngan bir tavırla dudaklarını büzdü. “Bir faranjit olup yetmiş yıl aynı insanla uğraşmaktansa verem olup sürünmeyi tercih etmek daha çekici geldi, ne yapayım!” Ona da güldük.
Garsonluk yapan bir ayak mantarını çağırdım ve kendime bir antibiratik daha söyledim.

Saatler ilerledikçe dostlarımla sohbet koyulaşıyor, koyulaştıkça daha da çok içiyordum. Bir süre sonra yavaş yavaş kalkmaya başlayan dostlarımın ardından yalnızca ben ve masadaki en yaşı dostum Kızıl Veba Rok kalmıştı. Rok’un türü çok uzun yıllar önce dünyanın yarısını kırmıştı, ancak bilinmeyen bir nedenden dolayı hastalık bir anda sönmüştü ve Kızıl Veba’nın hükmü yarıda kalmıştı. Artık modern topraklarda Kızıl Veba’ya çok nadiren rastlayabilirdiniz ama insanoğullarının Afrika adını koyduğu topraklarda hala onlar çokça bulunurlar.

“Artık içme,” dedi Rok. “Zamanında çok içen birini tanımıştım. Zararlı çıktı.”

“Aman sende!” dedim ona. “Hastalanacak değiliz ya!” Kendi esprime güldüm.

Rok’un yüzü ciddileşti. “Yüzyıllar önce dünyayı ele geçirmeyi amaçlayan bir veba virüsü vardı. O zamanlar onun yaşadığı topraklarda veba virüsünün hiçbir etkisi yoktu. Kendi devletlerinde tüm bulaşıcılık başka bir hastalık olan Sıtma türünün elinde olduğu için, fakirce yaşıyorlardı. Sıtmalar doğal yaşam alanlarının çok uzağındaydılar. Olmamaları gerekirdi. O zamanlarda kendi türüne çok bağlı yetişen veba hastalığı buna son vermek istedi. Tek derdi tüm dünyaya vebanın en büyük, en lanet hastalık olduğunu göstermekti. Başarılı oldu da. Bir bir, insanlar düşüyordu. Aynı zamanda hastaneler de kurduruyordu. Bu hastanelerde Sıtma hastalıklarını toplayıp, onlara işkence yaptırdı.

O fark etmedi ama git gide kendisi de asıl amacından uzaklaşıyordu. Zevklerine yenik düştü. Sıtmalara işkence yaparken keyiflenmek için bol bol antibiratik içiyor, sabahlara kadar uyumuyordu. Ve bir gün antibiratikler yüzünden iyileşti.” Rok geçmişin anıları yüzünden acı çekiyor gibiydi. “Evet, hastalanamayız. Ama daha da kötüsü olabilir. İyileşebiliriz!”

Rok’un bana anlattığı anısı o gün beni çok etkilemişti. O günden beri ağzıma bir antibiratik bile sürmedim. Demem o ki, iyileşmek istemiyorsanız, içmeyin!


15
Kurgu İskelesi / Tarih'in Kuralları
« : 20 Ekim 2013, 23:24:10 »
Tarih’in İlk Üç Kuralı

Tarih’in ilk kuralı, tekrar yazılamaz olmasıydı. Ne bir zaman efendisi tarih baştan yazabilirdi, ne de gelecekten gelen bir robot tüm tarihi değiştirecek bir olaya imza atabilirdi. Tarih, Varlığı korunduğu sürece sabitti. Bir saniye önce bir olay olursa, o olay asla yok edilemez ya da doğurduğu sonuçlar değiştirilemezdi.

Tarih’in ikinci kuralı ise Tarih’in Varlığının korunması gerektiğiydi. Tarih, asla bir insanoğlunun sorumluluğuna girmemeliydi. İnsanoğlu zevklerine düşkündü. Tarih’i kendi arzularına alet edebilirdi. Eğer Tarih’in tehlikeye girmesini istemiyorsanız, Tarih’in Varlığının koruyuculuğunu mümkün olduğunca bir insandan uzak tutmalıydınız.

Tarih’in üçüncü ve en önemli kuralı ise Tarih’in Varlığını yok edebilen canlının, yepyeni bir tarih yazacak kudrete sahip olacak olmasıydı. Bir varlığın bu güce sahip olmaması için nice canlar verilmişti. Tarih’in Varlığı, ne pahasına olursa olsun korunmalıydı.




Giriş

Bir beden ancak güneşin doğuşunda var olabilirdi ve bir beden ancak güneşin batışında yok olabilirdi. Mavi gök, tüm varlıklara yaşama imkânı sunarken, kızıl gök ise var oluş ya da yok oluş imkânlarını sunuyordu.

Bir gün bir Tanrı, güneşin doğuşu ile kıpkızıl Dünya’ya geldi.

-                                -                               -

Kış soğuğu, tavan arasındaki yabani insanları öldürmüş, sonunda ev sahiplerini rahat ettirmişti.
Ev sahipleri, büyük ve gösterişli bir evde yaşayan orta yaşlı bir çiftti. Erkek olan, bir aslandı. Afrika’da doğmuş ancak babası onu iyi bir eğitim alması için Amerika’ya götürmüştü. Orada önemli bir üniversitede okumuş, başarılı bir doktor olmuştu. Eşiyle de orada tanışmıştı. Eşi, Hindistan’ın güneyinden gelmiş bir çitaydı. Aslan, ilk görüşte çitanın koşuşuna âşık olmuş, hayatı boyunca yanında istediği kişiyi seçmişti. Bu büyük bir şanstı çünkü her zaman âşık olunan kişi o aşka karşılık verecek diye bir kural yoktu.

Eşi, Hayvanlararası ilişkiler bölümünde okumuştu ve en ilkel hayvan türü olan insanlara, diğer hayvanlar tarafından yapılan zulme karşı çıkmak adına oluşturulan dünyaca ünlü “Dünya İnsan Hakları Örgütü”nün kurucu başkanıydı. Devletlerin çıkarmak istediği 50-190 santimetre arasındaki insanların öldürülmesi yasasına karşı yapılan eylemleriyle dünyaca tanınmış, birçok kaynak tarafından çita türünün lideri kabul edilmişti.
Aslan’ın adı Çom Baraslan’dı. Eşinin adı ise Koral Baraslan.

Çom ve Koral Baraslan çifti, güneş tam tepede olmasına rağmen buz gibi bir havanın hâkim olduğu bir günde evlerinde vakit geçiriyorlardı. 

Çom, tavan arasından oturma odasına bir zıplamayla atladı ve koşu bandının üzerinde olan eşinin yanına geldi.
“Hepsi ölmüş,” dedi. “Neyse ki aralarına çok uzunları yok. Hepsi geçen haftaki gün doğumunda gelmiş olmalı. Bir ayı geçmeyiversin lanet olasıcalar, hemencecik uzuyorlardı!”

Koral hüzünle başını salladı. “Onlar için üzülüyorum,” dedi. “Neyse, kafamı şimdi onlara vermemeliyim. Bugün katılmamız gereken üç panel var. Üçünde de baş konuşmacıyım. Spordan sonra çok zamanım olmayacak. Benim için banyoyu hazırlayabilir misin?”

Aslan, eşine doğru savurdu yelesini.  “Birlikte duş almaya ne dersin güzelim?” dedi. Koral güldü.

“Artık o iş için yaşlıyız,” dedi. “Hadi! Fazla zamanım yok.”

Çom banyoya doğru koştu ve Koral da koşusunu bitirmeye hazırlandı. Tam o sırada çalan kapıya bakmak üzere koşu bandından indi ve terli derisini pençeleriyle sildikten sonra kapıyı açtı.

Karşısına uzun boylu, neredeyse 190 santimetre boyunda, beyaz yüzlü ve saçları kazınmış bir insan çıktı. Bu Koral’ın gördüğü en gelişmiş insan bedeniydi. Temizdi hepsinden önce. Hatta neredeyse akıllıymış gibi kapıyı çalmıştı. Birkaç saniye duraksadıktan sonra İnsan’ın ağzından çıkan birkaç cümle, Koral’ı şok edecekti.

“Her şey yanlış! Çabuk bana Tarih kitaplarını getir!”

Sayfa: [1] 2 3 4