Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - kalemistik

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Benim Adım Robot
« : 07 Eylül 2013, 21:22:33 »
Bugün, Dünya’ya gelişimin dördüncü günü... Sanırım, Karnabahar ve ailesi varlığıma alışmakta zorlanıyorlar. Bana karşı çok kibarlar ancak, Anne, Karnabahar’a biraz kızıyor gibi. İkisini birkaç kez tartışırken gördüm. Bu tartışmanın, küçük kızın beni sahiplenmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Anne ise bana gülümsüyor. Ben de ona gülümsüyorum. Gülümsemek iyi bir şeymiş. Sanırım dost olduğumuza işaret; Karnabahar öyle dedi.
   Karnabahar, kendisine ismiyle hitap etmem konusunda beni birkaç kez uyarsa da, onu dinlemedim. İsmi bu değilse, neden Baba ona öyle desin ki? Bence kesinlikle ismi bu; üstelik kulağa da hoş geliyor. Üstüne üstlük, bana taktıkları isimden de güzeldir: Robot. Bu kadar yavan bir ismi hak edecek ne yaptım, merak içerisindeyim. Solumsya’da bana, “c-314” derlerdi. Ne kadar da havalı… Keşke gezegenimi yeniden görebilsem!..
   
Gezegenimin kozmosisleri, beni burada unuttuklarından beri dünyadayım. Kozmosun en hareketli asteroitine, uğruna âdemoğlunun birbirini katlettiği bir kaynak numunesi için gelmiştik. Bunca ahmakça hareketi doğuran bir kaynak, oldukça değerli olmalıydı. Petrol denen maddeyi, fotoelektrik etkiyi kullanarak ışık hızında gemiye aktardık. İncelemek üzere kendi asteroitimize dönüyorduk ki, o ışık humması içinde bir kişiyi akıllarından çıkarmışlardı. Geride kalan tek Solumsyalı bendim. Baba, bunun benim de ahmak olduğuma işaret olduğunu söyledi. Diğerleri de güldüler. Nasıl oluyordu da bolca var olan bir şey için birbirlerini yok edenlerle aynı sıfatı alıyordum, doğrusu devrelerim çözümleyemiyor.
   Karna gülümseyerek mutfağa girerken, bana sesleniyordu: “Günaydın Robot.”
   “Ah evet oldukça aydın. Sağ ol!”
   “Şapşalsın…”
   Sanırım bana bir durum bildirmiyordu. Taburelerden birine oturdu.
   “Bizimkileri gördün mü?
   “Evet, odalarındalar… Baba kötü biri mi Karna?”
   “Yo, değil. Neden sordun Robot?”
   “Şey… Baba önündeki çubukla Anne’yi kovalıyordu da.”
   Bir anda gözleri, göz kapaklarını iterek korkunç bir hal aldı.
    “Kapa şu çinko ağzını!”
   “İçeri girdiğimde, onlar da senin gibi sinirlendiler ve beni odadan kovdular.”
   “Tamam! Bahsetmeni istemiyorum.”
   “Sadece biraz krom yağı var mı, diye soracaktım Karna. Kötü bir niyetim yoktu.”
   Şimdi daha sakindi.
    “Anladım Robot, anladım. Daha fazla detaya girmeyelim. İnsanlar bazı şeyleri konuşmazlar.”
   “Peki, olur. Tamam mı?”
   “Gecen nasıldı bakalım, sevimli çinko?”
   “Sıkıcı! Şu âdemoğlu uykusunu kendime programlamak isterdim. Siz yokken etrafta boş boş dolandım. Salondaki dev ekranınız ve alıcılarınız gayet güzelmiş. Biraz kurcaladım ve Solumsya’yı izledim.”
   “Nasıl! Nasıl yaptın bunu?”
   “Alıcıyı Titan Yapay Uydusu’na eşleştirdim. Mesafeli ve asimetrik de olsa bir süre gezegenimi izleyebildim.”
   “Demek kabiliyetlerin var ha!”
   “Sadece sıradan şeyler… Bu arada alıcıyı geri eski haline getirdim. Bir ara Pleasure Tv ikonunun altında Anne ve Baba’yı görür gibi oldum.”
   “Robot!”
   “Kızma Karna… Fazla bakmadım. Zaten Anne ve Baba değillermiş. Ama uzun saçlı olana cidden acıdım Karna! Çok üzgün görünüyordu.”
   Karnabahar’ın, cümlemi bitirmeden kulaklarını tıkamasını çözümleyemiyordum. Küçük olduğu için, bunları ona anlatmamam gerekiyormuş. Yaptıkları her neyse, utanç verici şeylermiş. Baba’nın Anne’ye yaptığı, herkesin ekranlarda izleyebildiği, hatta şu her gün aldıkları resimli kâğıtlarda bile açık seçik gösterilen şey, nasıl utanç verici olabilirdi ki! Küçük arkadaşımın bir yanlışı olsa gerekti.
   Anne ve Baba, az öncekinden hoş kıyafetleriyle merdivenlerden iniyorlardı.
   “Günaydın Robot.”
   “A, evet, Karnabahar haber verdi.”
   “Yüce Allah’ım!..”
   “Nasılsın Anne? Baba seni yakalayabildi mi?”
   Doğrusu sohbet olsun diye sormuştum; kafama bardak fırlatacak ne vardı, anlamadım. Anne’nin yüzünden gülümseme silindi. Şu an pek dost değiliz gibi. Gene de işe gitmeleri taraftarı değildim.
   Anne ve Baba evden ayrıldıktan sonra, Karna ile biraz zaman geçirme fırsatımız oldu. Ekranlarına ses algısı eklediğime ne kadar sevindiğini görünce, bilgisayarının bellek görüntüsünü havaya yansıtan albedo teknolojisini kullandım. Aklık derecesini yükselttiğimde ortaya net bir görüntü çıktı. Karnabahar, bu teknolojiyi hiçbir kozmoloğun bile icat edemeyeceğini söyledi.  Ve bana gülümsedi. Metal yüzüm ona karşılık vermeme engel oluyordu. Yapabilseydim, dudaklarımı sonuna kadar genişletir ve güzellik içinde gülümserdim. İnsanların somurtmasıyla, gülümsemesi arasında ciddi bir güzellik farkı oluyordu. Bu yetiye sahip olmak isterdim.
   
   Günün geri kalanında, küçük arkadaşım bana, hava kararıncaya kadar kitap okudu. Kitapta halkını korumak için, bütün gözü karalığıyla kılıçların önüne atlayan bir savaşçıdan bahsediyordu. Karnabahar, ne onurlu davranış, diye imreniyordu. Hatta yüz ifadesinin hüzne düştüğünü görür gibi oldum. Âdemoğlunun duygu denen şeyi bu kadar yoğun yaşaması çözümleyemediğim olgulardandı.  Kitap bitince, mehtabın ışığı cama yansıdığında, dışarı bakmak için pencereye yanaştım. Arka bahçeye baktığımda, yansıyanın sadece mehtap olmadığını anladım. Bu, Plazma Gemisi’nin florans ışığıydı.
   
Geminin orta kısmından, dönen fanus, içindeki kosmitlerle toprağa indi. İçlerinden hemen lider A-5’i ayırt ediyordum. Kosmitler, mavi çelikten yapılmış ellerinde, silah tutuyor gibiydiler -gibiydiler çünkü ellerindeki görünmez nano silahların olduğunu sadece ben biliyordum. Gemiden inen ilk gurup evin etrafına sismik termosları yaydılar. Son termos da toprağa deyince duyar çalıştı ve evin etrafını siyah sis bulutu kapladı. Böylelikle evi, dış dünyaya karşı kamufle ettiklerini anladım. Karna, bütün bunları endişeyle izliyordu. Ona her şeyin yolunda olduğunu söylemek isterdim; ancak yalan, programlarım arasında yoktu.
   Karna ile birlikte bahçeye indik ve A-5’in umarsız tavırlarıyla yüz yüzeydik.
   “Hemen gemiye bin C-314!”
   “Peki. Yalnızca bana biraz zaman verin. O’na misafirperverliği için teşekkür edeyim.”
   “Ona sonsuz bir veda etsen iyi olur.”
   “Ne demek istiyorsun kaptan?”
   Küçük kızın dizleri titriyor, kalbi ritmini kaybediyordu.
   “Gizlilik misyonumuzu unuttun mu 314?”
   “Yo, hayır! Böyle bir şey olmayacak!”
   “Kurallar her şeyimizdir. Ne oldu sana böyle? Neredeyse bir insan olup çıkmışsın. Kimin tarafında olduğunu hatırlamak ister misin? Hemen… Şimdi…”
   “Bu misyonda bir ilke vardı…”
   “Hangi ilkeden söz ediyorsun?”
   “Fesih manifestosu… Gizliliği aşikâr eden Solumsyalı radyolojik ışınlarını âdemoğluna gönderip hafızasını siler; biten enerjisiyle de bir hurda oluverir.”
   Karnabahar etrafında nelerin döndüğünü anlayamıyordu. Robot ise harekete geçmişti bile. Karna onu durdurmak için ne yapacağını bilemiyordu.  Robot söylediği eylemi gerçekleştirirken, yavaş yavaş yere yığılıyordu.
   “Yo!”
   “Tıpkı kitaptaki gibi Karna… ben onurlu bir savaşçıyım, öyle değil mi?”
   Karnabahar dizlerinin üstüne çökmüş, bir yandan beynine gelen sinyallerin ağırlığının, diğer yandan Robot’un fedasının altında eziliyordu.
   “Hadi ama Karna! Gözünün şu şekli de ne böyle?
   “Yo! Hayır Robot… Hayır!”
   “Artık dost değil miyiz? Neden gülümsemiyorsun bana?
   “Aptal Robot! Aptal!”
   “Hadi gülümsesene. Bak işte… senin gibi uyuyabiliyorum şimdi.   “   

2
Kurgu İskelesi / Kafatası Yargısı
« : 16 Ağustos 2013, 19:58:04 »
Ölüm, şeytan için bile mutsuz sondur.

   Ay ışığı, gölgeyi buğday başaklarının üstüne perde yapıyordu. Kafatası başakları yararcasına ilerlerken, sessizliği sapların hışırtısı bozuyordu. Gecenin ürküntüsü, zalim kalplere neşe katıyordu.

   Çiftliğin etrafı köpek ezgileriyle sarılıydı. Kesik gürültünün Kafatası için vahametli bir yanı yoktu. Katanasını yerle yeksan peşinden sürüklüyordu. İnce soluklarla köpek kulübesine yanaştı. Zincire bağlanmış dağ tazısını iştahla süzdü. Huşu ile yalandı. Katanayı diliyle ısladı. Bir an sonra köpeğin kellesi semada savruluyordu. Kan ilginç su oyunları yapan fıskiye edasındaydı. Kafatası ağzını fıskiyeye yanaştırdı. Cansız cismaniden, keyifle kan şerbeti tatmaktaydı. Beslenmesini de düşünerek kanı hemen tüketmedi. Esasen israftan hiç hazzetmezdi. Bir yandan etini tadıp bir yandan kanı içmek daha mantıklıydı. Böylece sindiriminde sorun yaşamazdı.

   Bu lezzetli öğünden ötürü katanaya şükretti.

   Yemeğini bitirdiğinde ise aile babası olarak mesuliyetini yerine getirmesi gerekiyordu. Çocukları ve eşi aç biilaç onu bekliyordu.  Eve biraz ekmek götürse iyi olurdu.

   Gözü çiftlik evine kaydı. Kapıyı tıklattı. Bu geç vakitte rahatsızlık vereceğinden mütevellit üzgündü. İçeriden merdiven gıcırtıları duyuldu. Bir ayak kapı dibine kadar yanaştı. “Kim o?” diyen meraklı sesi endişe içindeydi. Sesi duyan Kafatası, kapıya bütün gücüyle omuz attı. Bu itimatsız sese sinirlenmişti. Kadını kapının altından çekip omzuna yüklendi. Babalığın verdiği gururla gülümsüyordu.

-SON-

3
Kurgu İskelesi / Ruh kapanı
« : 07 Ekim 2012, 14:13:59 »
                Ormanın yeşilliği, evin ahşap yapısına yeşil bir gölge konduruyor gibiydi; bütün huzuruyla kucaklamıştı sanki. Hasan Ali, tam da istediği gibi bir ev bulduğundan emindi. Gözlerindeki ışıltı emlakçı Kadir Bey’i de mesut etmişti. Tabi kafasındaki senaryoyu sakin bir dağ evinde yazmak isteyen Hasan Ali’nin memnuniyeti ile boy ölçüşemezdi.

                Hasan Ali, senaryolarını yazmak için şiirsel bir ortamı tercih ederdi. Bundan mütevellit, odayı mavi ve kokulu mumlarla donatmıştı. Evin eşyalı olması, ona sadece bir çantalık eşyasını alıp gelmesi ve zaman kaybetmemesi konusunda fayda sağlamıştı.

                Senaryosunun karakter yaratma kısmındaydı. Esas oğlan ve esas kız ile ilgili karara varabilmişti de birkaç yan karakter konusunda derin mütalaalar içindeydi. Ellerini birbirinin üstüne kapatıp masanın üstüne koydu ve çenesini ellerinin üstüne dayadı. Mumların ve dizüstü bilgisayarının ışığının loşluğunda yan karakterlerle ilgili detayları düşünmeye başladı. Loşluğun göz kapaklarını yormasının yanında mumun ısısı da tenine uyku hükmünü verdi.

                Tık… Tık… Tık…

                Sağ göz kapağı sol göz kapağından yukarıda açıverdi gözlerini. Ahşap sesi seyran ediyordu kulaklarında. Hafif gıcırtılı ve süreğendi. Saniye başına bir “Tık” sesi düşüyordu. Ufak bir hayvandan çok iri bir insan cüssesi çıkarabilirdi bu sesi. Hasan Ali, anbean tek başına bir dağ evinde kalma fikrini sorguladı. Yavaşça ayaklandı, parmak ucunda sesin geldiği koridora yöneldi. Kafasını koridor boşluğuna uzattı. Odanın loşluğu koridora kadar yansımıyordu. Hafif bir aydınlığın arkasından, kırmızı giysili bir insanın merdiven altındaki kilere girdiğini gördü. Eline ilk gelen şamdanı aldı ve balet misali parmak ucunda adımlayarak kilere yanaştı. Ne yapması gerektiğini hiç bilmiyor gibiydi; soluk alışı da değişmişti hani. Yavaşça eğilerek kapının deliğinden baktı. Kırmızı bir göz ona bakıyordu. Saniye geçmeden kapı sertçe açıldı ve Hasan Ali’nin kafasına çarptı.

                Gözlerini, az önce uyuya kaldığı sandalyesinde açtı. İçine bir huzur doldu. Gördüklerinin rüya olmasından mutluydu ki sağ kaşındaki acıyı ve kendisini sandalyeye bağlayan ipleri fark etti. Hayır, olanlar rüya değildi.

                Arkasından gelen horultulu sesle irkildi: “Demek uyandınız, Ruh Çerisi adayımız.”

                Kafasını gelen sese çevirdiğinde, kırmızı, şeffaf bir ruh güruhu beklemiyordu. Sanki kırmızı bir tulum giymişçesine pürüzsüz vücut tabakaları vardı. Sadece baş kısımları farklılık gösteriyordu. Havada, ayakları yere basmayarak, süzülerek ilerliyorlardı. Kalbinin hızlı atışını fark etti. Libidosu düşerken adrenalini artıyor olmalıydı. Gene de sakin kalmayı tercih etmek, en azından böyle görünmek istiyordu.

                Karşısına geçen, az önce konuşan ruh olmalıydı. “Sen de kimsin? Neler olduğunu anlatacak mısın?” dedi kıvırcık saçları kaşlarına kadar düşmüş, büyük burunlu ruha. “Ben çeri başıyım. Eğer Ruh Çerisi olmayı kabul edersen birlikte dünya âleminin yeni sahipleri olacağız.” diyerek karşısında geziniyordu Çeri Başı. Hasan Ali, iliklerinin boşaldığını hissederek, “Bak! Ben kimseye bir şey yapmadım. Bırakın beni gideyim. Ev sizin olsun. Hem sahiplik falan…” derken, Çeri Başı, “Kes!” diye araya girdi. Diğer ruhlara, “Getirin!” dedi. Ruhlardan biri 4 parça pamuk, 2 tane de çift taraflı jilet getirdi. İki ruh, Hasan Ali’nin göz kapaklarını ayırdı. Çeri Başı, iki pamuğun arasına bir jileti koydu ve Hasan Ali’nin göz kapakları arasına yerleştirdi. Daha sonra aynısını diğer gözü içinde yaptı. Şöyle devam etti: “Aklın varsa gözlerini kapatma. Tabi göz kapaklarını kaybetmek istemiyorsan! Pamuğun ince bir dokusu olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Eğer uykuya ya da dalgınlığa düşersen, göz kapaksız ne kadar dayanırsın bilemem.” Hasan Ali, ağlamaya dahi korkar bir haldeydi. Ayrılmış göz kapaklarında jiletin acısını şimdiden hissediyordu. Göz kapaklarını kapattığı takdirde çekeceği acıyı düşünmek dahi istemiyordu. “Ya uykum gelirse?” diye düşünmekten alamıyordu kendini. “Benden ne istiyorsan söyle artık,” diye seslendi ruha. Çeri Başı: “Bak genç adam! Önünde iki yol var. Birincisi: Ruh Çerisi olmayı kabul etmek... Ruh Çerisi olursan, ordumuza katılırsın ve insanlarla yapacağımız savaşta askerimiz olursun. Biz cehennemi kabul etmeyenleriz. Bu dünyayı istiyoruz. Bu dünyayı topraktan yaratılmışlardan alıp Ruhya ilan edeceğim. Sonsuz olacağız. Anladın mı? Sonsuz…” dedi. Hasan Ali, Baş Çeri’nin çıldırdığını düşünüyordu: Ancak sormadan edemedi “Ya ikinci... İkinci yol nedir?” Baş Çeri gülümsedi ve “Birinci yol sonsuzluksa ikincisi ölümdür genç adam. Ölüm… İnan bana bu jiletten katbekat acımasız yöntemlerim var. İkinci yol seni ölüme götürür. Seç: sonsuzluk ya da yaşam, kırmızılık ya da grilik, zafer ya da hezimet…”

                Hasan Ali, işkenceyle çığlıklar içerisinde ölmeyi göze alamadı. Kendisine söylenen Çeri Yemini’ni etti. Kırmızı İksir’i aldı ve yeminin ardından içti. Artık bir Ruh Çeri idi…
 

4
Kurgu İskelesi / Haçlı katliamı
« : 27 Eylül 2012, 16:55:18 »
   Tepenin hâkiminde, saf toprak kokusunu içine çekiyordu. Birazdan bu masumiyeti soluyamayacağının farkındaydı Tuğra Kağan. Beyaz ve heybetli atının eyerinde, en önde duruyordu. Kudreti ve asaleti cılız gölgesinde dahi hissediliyordu. Nede olsa bir Selçuklu Tarkanı idi.

   Karşıdaki tepenin ardında, atlıların öfkeye bezenmiş toz bulutu görünmeye başlamıştı bile. At nalları, kulaklara savaş davulu gibi geliyordu. Tepe boyunca birkaç flama belirdi. Bunlar beyaz, üçgen ve ortasında kırmızı haç işareti olan flamalardı. Giderek yükselen bir dalga gibi yaklaşarak belirginleşiyorlardı. Flamaların merhabasının ardından, Haçlılar da zırhlı bedenlerini ayyuka çıkardı. Tıpkı flamaları gibi, zırhlarının üstüne beyaz kumaştan, kırmızı haç işaretli bir tabard giymişlerdi. Tam tepeye ulaştıklarında durdular. İki güreşçinin meydan okuması misali, ordular birbirlerini süzüyordu.

   Tuğra Kağan, önce sağ taraftaki nehri süzdü. Ne kadarda berrak diye geçirdi içinden. Atının dizginlerini sağ tarafa çekti. Selçuklu Eyalet Ordusu’na şöyle bir göz attı. “Koçlar!” diye seslendi. “Gün, zafer günüdür. Gün… Ya, şereflice bir zaferle vilayetinize dönmenin ya da onurluca bir ölümle hayattan sağ salim gitmenin günüdür. Değişmeyen tek şey yengidir. Bu böyle biline!” diye ekledi. Son olarak, “Herkes birbirinin arkasını kollasın! Unutma, bir şeyi kaybetmekten korkarsan korkun gerçek olur… Allah yardımcınız olsun!” diyerek atının dizginini sola doğru çekti. Kılıcını kınından çıkardı ve sağ elinde tutarak havaya kaldırdı. Bu hareketle beraber yeşil flama havaya kalktı. Haçlılar, bu flamaya kırmızı üçgen flamayla karşılık verdi. Tuğra Kağan, ölümün emrini verircesine indirdi elini. Ölümün eliyle birlikte flamalarda indi; kırmızıdan uzak son saniyelerini yaşayan toprağa doğru.

   Selçuklu ve Haçlı Orduları, zafer arzusuyla dörtnala koşuyorlardı birbirlerine. Anlamsız meydan okuma nağraları, gökyüzünde seda bulutu oluşturdu. Ancak, Tuğra Kağan tepenin ardına kemankeşleri saklamıştı. Atlılar tepeden aşağıya, Dar Vadi’ye doğru koştururken. Tepenin ardından kemankeşler hâkime doğru çıktılar. Oklarını gerdiler ve savaş meydan muharebesine dönmeden vakitlice, Haçlılar’ı Türk zırh delici temrenleriyle keklik misali avladılar. Haçlılar, Türk askeriyle göğüs göğse gelene kadar epey zayiat vermiş oldu.

   Tuğra Kağan, kemankeşlerin temren yağmurunu kesmesiyle atını iyice hızlandırdı. Ordunun önünde mızrağı olmayan tek kişi oydu. İlk temasta mızraklı askerlerle düşmanı yarmak çok önemliydi. Ardından kılıç ustası sipahiler savaşın kaderini tayin edecekti.

   Baş Tarkan Tuğra Kağan, üstüne gelen mızraklı askeri umursamadı. Aksine daha da hızlandı. Kılıcını iyice kavradı. Tam da iki ordu burun buruna geldiğinde yavaşladı, karşısındaki mızraklı askerin mızrağını sol eliyle kavradı ve sağ elindeki kılıcıyla mızrağı ortadan ikiye böldü. İvedi bir şekilde kılıcını sağ tarafa doğru savurdu. Onca uğultunun arasından, et, kemik ve tekrar et sesini algıladı: İlk baş düşmüştü. Keskin kılıcını, bir başka haçlının kol uzvuna denk getirdi. Et, kemik ve tekrar et sesi… Ardından havada bir kan eğrisi…

   Muharebe bir saati aşkındır sürüyordu. Tuğra Kağan’ın deri zırhında, kahverenginden eser kalmamıştı. Bedenine sarı ve kırmızı hâkimdi. Haçlıların sayısı oldukça azalmıştı; yengi yakın gözüküyordu. Baş Tarkan, haçlı katliamına devam ediyordu. İnsan ne kadarda zayıf ve çaresizdi. Esaslı bir kılıç darbesiyle var oluşu son buluyordu. Bir mezrada hayvan etleri ne kadar önemsizse burada da insanlar o durumdaydı şu halde.

   Tuğra Kağan, nehre doğru koşan bir haçlı askerini gördü. Askerin kafasının üstündeki yıldızlı başlığa bakılırsa bu onların komutanı olmalıydı. Kaçıyor olması Haçlıların trajedisini anlatmaya yetiyordu. Hemen arkasından gitti. Tam nehri geçmeye çalışırken arkasında bitiverdi. Kılıcını kaldırdı ve ucundan tuttu. Bir iki kere yaylandırıp fırlattı. . Et, kemik ve tekrar et sesi… Ardından havada bir kan eğrisi…  Kılıç nehre haçlının sol uzvuyla birlikte düştü. Haçlının bedeni önce dizleri üstüne çöktü, sonra da sola doğru yıkıldı. Tuğra Kağan, kılıcı nehrin akıntısına kapılmadan almak adına koştu. Kılıcın akıp gitmesine engel olan taşa teşekkür edercesine bir bakış attı. Bu esnada, kinlice bir nidayla sağ omuzunda bir kol ve sırtında bir insan bedeni kadar ağırlık hissetti. Haçlı komutan bu hamlesi ve nehrin akıntı gücüyle Tuğra Kağan’ı devirdi. Nehrin buz gibi sularına gömüldüler. Haçlı komutanı, kendisinin de nehre batmasına rağmen Tuğra Kağan’ı bırakmadı. Tuğra Kağan, artık ciğerlerine dolan suyun yerini oksijenle dolduramayacağını anlayınca, umutsuzca nehrin dibini seyretti. Ne kadar da berrak diye geçirdi içinden. Ta ki ağzından gelen kan ebruli olana dek.

   Selçuklu Ordusu, Dar Vadi’den büyük bir zafer ve komutansız ayrıldı. Üstelik zaferin tadı, ölümün kederinden hoştu.

5
Kurgu İskelesi / Mavi berenin öyküsü
« : 16 Eylül 2012, 17:56:45 »
         Yaz ayının, -sabahın ilk ışığında dahi- tenimi bu kadar sıcak tutmasını anlayamıyorum. Üzerimde tek bir yeşil fanila ile Ankara’da olsaydım titrerdim herhalde. Ancak, Tunceli-Hozat’ta bulunmaktayım. Unimogların açık kasasına yanlamasına oturmuş şekilde Çağlarca Köyü’ne gidiyoruz. Bölük Komutanı Üsteğmen Hüsnü Duran, burada yaklaşık 2 ay kalacağımızı söyledi. Görevimiz: Daha önce 43 defa basılan ve bunun akabinde -nihayet- akıl edilip boşaltılan, eski bir karakolun etrafındaki mayınlar temizlenene kadar, mayıncıların emniyetini almak. 43 defa basılmış bir karakol…

   Yolculuğumuz 1 saat kadar sürüyor. Karakolun ilk görüntüsü tüyler ürpertici. Camları kırılmış, harabeye dönmüş; üstüne üstlük köyün dibinde. Komandoluğun en önemli hususlarından, hâkimde -yani zirvede- olma politikasına ne oldu böyle? Bu karakolun 43 defa basılmış olmasına şaşmıyorum doğrusu.

   Unimoglar, karakolun bahçesine giriyor. “Araç in!” komutuyla, bir bir iniyoruz araçlardan. Yaklaşık 40 asker, 7 komutan varız. İlk işimiz kamyonetteki eşyaları indirmek. Daha sonra araçlar geri dönecekler. Uzun zamandır selamı sabahı kesen şansım “Merhaba,” diyor bugün. Murat Uzman, “Oktay! Sen nizamiye nöbetine geç! Arkadaşların eşyaları taşırken, emniyet al!” diyor. Seviniyorum haliyle! Zaten çok severim Murat Uzman’ı. Babacan bir adam olduğu gibi timimizin unsur komutanı olarak, her zaman hakkımızı savunmuştur. Timde kimin derdi olursa ona gider. En ağır cezayı da o verir, en vefa duyulası komutan da odur hani.

   Elde HK-33, geçiyorum nizamiyeye. Nizamiye dediğimde üstüne sac gerilmiş, tahta ve taşlardan yapma, fare kapanı gibi bir şey. Hani bir roketlik işi var.

   Karakol, minik bir tepenin yamacında kurulmuş. Ama oldukça minik… Öyle ki tepenin yukarısına varmak 1 dakika bile sürmüyor. Bu tepeninde üstünde, dört bir yana bakan 4 nöbet kulesi var. Karakol telleri, bu tepeyi de içine alıyor. Tepenin arka tarafı ise mayın tarlası… İşte bu bölge mayından arındırılacağı için buradayız. Bu taraf ise köye bakıyor. Köy evleri 100 metre sonra başlıyor. Oldukça yakın. Karakolu bu hale getiren köylülere, pek güvendiğimizi söyleyemem. 10 haneli bu köye, belki de mezra demek daha doğru olur. Ancak adı bu: Çağlarca Köyü!

   Bulunduğumuz yer, yeni karakolu da görüyor. Baskınlardan dolayı taşınan karakol, yaklaşık 400 metre ileride bir tepenin en zirvesinde. Mantıklı olanda bu görünüyor. Aramızdan 10 asker, 3 günlüğüne bu yeni karakola gidecek. Daha sonra onlar inip diğerleri gidecek. Bu şekilde temizlenme ve 3 günlüğüne de olsa yatakta yatma şansımız olacak. Evet! Yatağımız yok. Sadece komutanlar için 7 adet istihkak sağlanmış. Askerler yerde, metin üzerinde yatacak. Buna ve harabe karakola rağmen, hiçbir arkadaşımın şikâyetçi olduğunu görmedim. Oldukça özveriliydik.

   Arkadaşlarım, sırasıyla yemekhaneyi, komutanların yatakhanesini, bizim viranemizi temizliyor. Sonra eşyaları taşıyorlar. Bu arada sivilde aşçılık görmüş 2 asker yemek hazırlıyor.

   Karakol 3 parçadan oluşmakta: Büyük ve geniş yemekhane-depo bölümü, komutanların yatacağı bölüm ve bizim yatacağımız bölüm. Yatılacak bölümler, birer köy evini andırıyor. Yemekhane ve deponun bulunduğu bölüm ise bir okul gibi, ince ve uzun bir yapı… Bende bu yapının hemen yanındaki nizamiyede yeni karakolun bulunduğu tarafı gözetliyorum.

   Akşama doğru -nihayet- her şey tamamlanıyor. Yemekhaneden bulgur pilavı ve kuru fasulye kokusu, guruldayan mideme inat burun deliklerime doluyor. Önce, onca işi halleden arkadaşlarım karınlarını doyuruyor. Murat Uzman akıl etmese, bana yemek getiren olmayacak hani. Bütün gün aç kalmanın verdiği göz açlığıyla saldırıyorum tabldota. Bir sineğe dahi düşecek bir lokma bırakmıyorum.

   Hüsnü Üsteğmen’in emriyle, gece nöbeti de bana ve diğer gündüz nöbetçilerine kalıyor. Diğer arkadaşlarımız, gün boyu yoruldukları için haklıca bir durum. Zaten görevlerden alışığım uykusuzluğa. Dağın ötesinde terörist olduğunu bilerek uyumak pek mümkün olmuyor.

   Akşam boyunca, gece çavuşu Tolga’dan başkası uğramıyor yanıma. Tolga, ufak yüzlü, her asker gibi kısa saçlı, yüzünde daha önceden geçirdiği trafik kazasında oluşmuş dikiş izleri olan, benim gibi 1.77 boylarında, sert bakışlı, karizmatik bir çocuk. O her zaman sert çocuğu oynar, psikopat takılır, esrarkeş ve alkol düşkünüdür; ancak bu kötü alışkanlıklarını yapamaz askeri nizam içerisinde. Birde çok esprili bir çocuktur. Burnu çok uzun olan tim arkadaşımız Malkoç’a “Bana bak! Sen limana gemiden önce giriyormuşsun. Doğru mu lan?”  deyişi hâlâ aklıma geldikçe gülmeme sebep olur. 24 saatlik nöbette böyle komik bir adamdan daha iyisi olamaz. Biraz hoş sohbetten sonra, o da gidiyor yanımdan. İlerleyen saatlerde gecenin karanlığıyla, çekirge seslerinin arasında sıkışıp kalıyor yalnızlığım.

   Elimde dürbünle, ayın kraterlerinin muazzam görüntüsünü izlerken, tahta ve taştan oluşmuş nizamiye kapanının dibinden bir ses geliyor. Kulağımı çekirgelerin sesinden soyutlayıp, o yöne odaklıyorum. Hışırtıları, ot ve sürünme sesi olarak algılıyorum. Hk-33’ü hiç bu kadar saygıyla tutmamışımdır. Kafamı taş duvarın üstünden uzatıyorum ve aşağı bakıyorum.

6
Kurgu İskelesi / Katana +18
« : 07 Eylül 2012, 16:07:59 »
   Gözlerini, karanlığın esintisine doğru çevirdi. Rüzgârın, ağaç dallarını üzerine esnetmesinden hoşlanmamıştı. Bir gıdım daha yalnızlık arzulamaktaydı. Bu gece buna ihtiyacı vardı. İhtiyaç, âna ve zamana göre farklılık gösterirdi. Bu an, yalnızlığa meyilliydi.

   İki eliyle Katana’yı siyah tsuka-sından kavradı. Soldan sağa yarım sekiz çizdi ve ani bir hamleyle indirdi.

        Elleri ve ayakları bağlanmış kadın, yaşlı gözlerle Katana’nın ölüm dansını izliyordu. Sanki kılıcın keskin tarafı, ağır ağır geliyordu, kıldan ince boynuna. Ağlamaya fazla vakti de olmadı zaten. Katana, işini çok çabuk halletti. Gövdesini, piknik masasının üstünde bırakırken, kellesini de yamaç aşağı yolculuğa çıkardı. Özgür kelle, toprak ve kandan çamur yaptı kendine; çamurla oynaya oynaya gezdi, eğimli ormanda. Bazen birkaç çam iğnesi de eşlik etti ona. Biraz takılıp, ayrıldılar; fazla kalmadı çam iğneleri. Özgür kelle, dereye kadar yuvarlandı. Çamurdan sıkılmıştı herhalde(!).

   Gövde, öylece piknik masasının üstünde kalmış, artık gerek duymadığı kanı boşaltıyordu. Suyun, kesilmeden bir an önceki hâli gibiydi: İnce ve süreksiz. Katana sahibi, musluğa dayanır gibi dil uzattı bu kan çeşmesine. Kana kana içmek istiyordu; ama akıntı çok tıknazdı. Bütün boğazını doldururcasına kan içmek için, masanın altına oturdu ve iyice uzandı. Gövdeyi gömleğinin yakasından tutup, aşağı sarkıttı. Kan daha bir gürleşti. Katana sahibi, gülümsemeler arasında kafayı buldu. Kan damlaya düştüğünde, sırtını masanın oturaklarına dayadı. Kan sarhoşu olmuşçasına kala kaldı orada. Gülümsemeye devam ediyordu. Kırmızıya boyanmış dişleri, birer nar tanesini andırıyordu.

   Günlerce kuru kalan ağzı, kan görmüştü nihayet! Şimdi biraz yemeklik zamanıydı. Katana ile bedeni parçalara ayırdı. Havada bir sekiz işareti ve hep tek hamle. Katana’nın en sevdiği yanı buydu: Tek hamle! Özenle hazırladığı etleri, el arabasına koyup Etobur çocuklarına götürebilirdi artık.

   Etobur aile için inanılmaz bir ziyafet akşamıydı. Baba, çocuklarının yüzündeki mutluluğu görmek için sabırsızlanıyordu!
   

7
Kurgu İskelesi / Şeytan ve muşta
« : 29 Ağustos 2012, 18:59:16 »
-Bebeğinin kanı… Bu kadar basit!  Sadece onun pak kanı…
-Anlaşıldı efendim!
   Adam, bebeğin boynuna, esaslı bir kasatura darbesi indirdi. Bebeğin başı, boynundan merhametsizce ayrıldı: Hiç arkasına bakmadan. Kan, gecenin boğuk siyahını karamsar bir kırmızıya buladı.
   Yıldırım’ın esmer teni, siyah kıvır kıvır saçları ve kömür siyahı boncuk gözleri, bu boğuk siyahın perdesinden rahatlıkla faydalanıyordu. Korkuyla izledi, iki adamın havada oluşturduğu ebruliyi! Eşi haklıydı; Muşta, vardı…
   Şeytan, Zehir adını verdiği yüzükler var etti. Yeryüzüne azami kötülük yayma hülyalarındaydı. Bu yüzükleri, kötülüğü putlaştırmış “kaybetmişlere”  bağışlıyordu. Bu kaybetmişlere de “Muşta,” diyordu. Muştalar, yüzüğün ucundaki iğnede var olan, “sonsuz kötülük esansını” iyiliği putlaştırmış “inanmışlara” batırıyordu. Böylece daha fazla kötülük… Ve daha fazla kötülük…
   Tanrı, bütün bunları da test olarak gördü. Elleşmedi, izlemekle yetindi. Elbet kötülüğe hizmet edenlere azap, iyiliğe secde edenlere vahap vardı.
   Yıldırım, beyninin uzun belleğine kaydettiği resmi hatırlayarak, salınıyordu sokaklarda. Ellerini, siyah polarının cebine koydu. Kafasını kaldırımla empatik öne düşürdü. Kapalı dükkânların tabelaları, loş bir gölge indiriyordu bedenine. Eşinin söylediklerini çıkarıyordu bir bir, aklının odalarından. Eşi ona, şeytanın hain; ama küstah planını anlatmıştı. Şeytan eşini de Muştalar’a dâhil etmek istemişti. Üstelik Muşta olabilmek için, kötülüğü putlaştırmış bir “kaybeden” olmak gerektiğini de söylemişti; ama ne gibi bir kötülük yapmıştı ki? Neyi kaybetmişti? Zihnini kurcalayan soruların cevabını arıyordu.
   Eşini öldüren de büyük ihtimalle: Şeytan yâda ona hizmet edenlerdi. Muşta olmayı katiyen reddetmişti eşi. O gün, ay yüzünü göstermeden ellerine düşmüştü cansız bedeni. Ne pahasına olursa olsun, öğrenecekti bu kaybetmişliği. Cansız bedenin öcünü almak ve kötülüğün sebebini öğrenmek… Bunu yapabileceği tek yöntem ise: Muşta olmaktı.
   Yıldırım, kafasını kaldırdı; karşıdan gelen sarışın güzel bayanın, fermuarı açık sırt çantasına bıraktı bombayı. Bu sarışını, gittiği bir barda görmüştü. Konsomatris kız, birkaç adımlama sonrasında varacaktı o bara. Vardı da…
   Yıldırım telefonunu aldı kederli ellerine. Ölümü aradı. Aramayla birlikte bomba arz-ı endam etti gökyüzünde. Şarapnel parçalarına, et parçaları eşlik etti. Gene kırmızı, gene siyah, gene ebruli…   
   Yüzünde tebessüm belirdi, genç adamın! Hedeflediği gibi, onlarca insanı gönderdi meleklere. Kaybetti masumiyetini. Artık o da bir “kaybedendi”.
   Sabah uyandığında Zehir’i –yüzüğü- buldu başına paralel komodinde. Hedeflediği gibi “Muşta” olmuştu artık.
   Eşinin anlattığı üzere: 2 Muşta birbirine ters düşerse, Muştalık düşecekti. Azami kötülük sona erecekti. İnsani kötülük kalacaktı geriye. En önemlisi: Biricik eşi ne kötülük etmişti yahu? Bu soruyu sormak için, şeytanı karşısına alması gerekiyordu.
   Gece yarısı olduğunda, tekrar parselledi sokakları. Yüzük, dün geceki Muşta’ya çekiyordu onu; zihnini etkiliyordu. Caddeyi boydan boya geçtikten sonra, köşeden dönen Muşta’yı gördü. Ara bir sokağa girmişti. Yıldırım, sadık bir gölge gibi tamda dibindeydi. Tekinsiz sokağın, sessiz atmosferindeki bir çift ayakkabı sesini, çekti çıkardı Muşta’nın kulakları. Arkasını döndüğünde, Yıldırım’ın sol işaret parmağındaki Zehir’i gördü: “Senin ne işin var bu bölgede?” dedi. Yıldırım tersledi: “Hepimizin azabına müşkül olmaya geldim” diyerek. Yıldırım, Muşta’nın tedirgin suratına, kendi suratından bir tebessüm selam etti! Yüzüğün ucundaki iğneyi, Muşta’nın teniyle buluşturdu. Anbean, yüzükler toz olup ufalandı: Aheste aheste. Muştalık düşmüştü.
   Yüzük tozu kokusunu, içine çekti Yıldırım. Gururla arkasını döndü. 1 metre kadar ileride, bir çift kırmızı göz gördü; öfkeli, intikamcı, hesapçı…
-Tam da hayallerdeki gibisin: Alabildiğine kırmızı, alabildiğine öfkeli!
-Hayallerindir, seni ölüme denk getiren.
-Alabildiğine Şeytan!
-Azami kötülüğümü yerle yeksan edip, hayatına devam edeceğini sanıyordun demek?
-Sanmak, ummaktır. Benim umduğum ise iki şeydi: Biricik eşimin intikamını almak ve hangi kötülüğü yaptığını öğrenmek.
-Sen hâlâ biricik eşim mi diyorsun, –kibirli bir kıkırdamayla- hah, dedi! Seni aldatan karına? Hah!
Yıldırım, öfkeden mantığına “elveda” dedi. Doğru muydu bu? Gözleri titreyerek, bir iki damla gözyaşı saldı yanaklarına!
-Lütfen! Yalan olduğunu söyle! Yalvarırım…
-Oradan, sana yalan söylemeye muhtaç olduğum gibi bir görüntü mü görüyorsun? Asla! Ben kaybedenleri alırım yanıma. Senin karında kaybetti! Masumiyetini kaybetti! Onun suçu: Kocasını aldatmak ve sevgilisini öldürmekti.
   Yıldırım, nemden Şeytan’ı göremeyerek, başını öne eğdi: “Sevgili?”. Umutsuz bir şevkle koştu, caddenin ortasına. Koca bir “vesselam,” dedi hayata. Hayat da uğurladı onu. Toprağını bol tutarım diye de söz verdi.

8
Kurgu İskelesi / Solumsya nın laneti
« : 28 Ağustos 2012, 11:33:08 »
-Ah Solumsya! Ben buranın sakiliyim. Bizi terk etme! 
Adonia:
-Kaygılanma Tolunay! Bu gece ritüeli gerçekleştiriyoruz. Yarın Solumsya bize, biz Solumsya’ ya döneceğiz.
   Solumsyalılar, şehirlerini kanlı bir savaşla kaybedeli haftalar olmuştu. Öyle ki kan, toprağın rengini unutturmuştu. Yeraltının güneş görmez canavarı Yutpa, insan etinden nemalanıp, Üzütler’e de daha fazla kadavra daha fazla kan vaat etmişti. Solumsya’yı ele geçirip, yerleştiler. Yutpa, toprak eşelemekten kurtulmuşken; Üzütler, Şamanların soykırımından kaçmış oldu. Bu düpedüz bir lanetti!
   Solumsyalılar, bu taarruzdan pek bir az kurtulabildiler. 50’yi aşkın Solumsyalı, Tılsımlı Geçit’ den geçip, Boro Ormanı’na bıraktılar yaralı bedenlerini; elemli kalplerini. Yeraltını, neşeli kasveti, barışı, mutluluğu, huzuru kısacası: Solumsya’yı da gerilerinde bıraktılar; krallarını da. Solumsya Kralı Korbey, Yutpa’nın dişleri arasında bedenine el salladı.
   Lanetten kaçan bir tutam Solumsyalı, Aselbent Ağacının tepesine yerleşti. Aselbent Ağacı, yeşil Boro Ormanı’nın tam ortasındaki, Fısıltılı Göl’ün ortasında fidanlanmış devasa bir ağaçtı. Yaprakları sarmaşıktan ibaretti. 200 metre boyundaki bu ağacın sarmaşık dalları, göle kadar iniyordu. Toprak olmadan, öylece suyun içinden boy gösteriyordu.
 Zamanında, yer tanrıçası Ötügen yeşertmişti Aselbent Ağacını; insanlara sığınak olsun diye. Tepesine de meşeden sağlam bir mezra kurmuştu. Hüma Kuşu ve asil soyuna, Aselbent’e sade ve sadece ruhu saf, kalbi elemli insanları çıkartmalarını buyur eyledi. O insanlara birde emir bıraktı: “Bağış istiyorsan benden, bağış eyle kalbinden!”
Ay, güneşi dünyanın öteki yüzüne uğurladığında, ritüel hazırlıkları bitmişti.
Solumsyalılar, kıtlık yaşadıkları dönemlerde, tek gıdaları olan keçiboynuzunu kutsal sayarlardı. Kralın karısı Aslin, hazırladığı keçiboynuzu çorbasını Hakan’a içirdi. Cellat, devasa giyotini indirdi ve Hakan’ın kellesini uçurdu. Kan öylece havada asılı kaldı; gözlerde yerde. Sonra kan yeri suladı; gözlerde havayı. Yer tanrıçası Ötügen’in istediği bağış yapılmıştı.
Aslin, ölen torunun arkasından göz şelalesi kurdu. Her şey kralın: “Ölüyorsam sebebi var. Boşuna değildir kırmızı.” demesinden ibaretti. Solumsya alınmalı, tekrar huzur ve barış içinde ürenmeliydi.
Güneş aya, yokluğunda dünyanın bu yakasını aydınlattığı için teşekkür etti ve onu uğurladı. Onca yaralı, yaşlı ve çocuk arasından 3 cengâver kalmıştı ellerinde. Sadece onlar gidebilecekti Solumsya’ ya: Tolunay, Adonia, Ohannes.
Solumsyalılar, barış içinde yaşayan yüzlerce milleti barındırıyordu içinde. Türk, Ermeni, Yunan, Bulgar, Moğol, Kafkas, Gürcü… Hepsi yek kardeşti.
   Tolunay, yağız bir Türk oğluydu. Yutpa’yı yok edecek tek şey, ondaki timsah dişinden başka bir şey değildi. Ötügen bu dişi, Aselbent Ağacı’nın üstüne yaptığı mezraya yerleştirmişti. Birde emir: “Eğer saldırırsa yeraltından, kullan kuyruk ucundan!”
Tolunay,  omuzlarına kadar uzanan saçlarıyla, kirli sakalı, zeytin gibi kara gözleriyle, uzun boyuyla, iri kalıbıyla hemen dikkat cezbederdi. Sağ kaşının üstündeki yara izi, diklemesine alnının ortasına kadar geliyordu. Hiddetli bir yüz ifadesi vardı. Azmi ve hırsıyla tanınırdı. Keçi gibide inatçıydı hani! Öylesine inattı ki Adonia’ ya olan ilgisini perdeliyordu. Adonia’nın birkaç kez bunu ima etmesi, geri adımlamasına neden olmuştu. Bu kumral, minyon güzelliğe alaka göstermemek de olanaksızdı hani! Hele o koca gözleri yok muydu? Ufak yüzünde, nasılda parlıyordu yıldız gibi. Parlak ciltli Yunan kızı işte!
   Ohannes ise bir Ermeni oğluydu. Kısacık saçlarını geriye doğru atar, beyaz teni ve mavi gözlerini cömertlikle sergilerdi. O da iri kalıbıyla güven verirdi. Ailesi, Solumsya’nın en zenginlerindendi.
   Bu 3 kahraman, dev Hüma Kuşu’nun sırtına atladılar. Hüma Kuşu, beyazın hâkim olduğu bir kuş olmasına rağmen, kanatlarının ucundaki tüyleri mavi, pileli-uzun kuyruğunun ucu ise pembemsi, kırmızı renkte olan bir hayvandı. Kafası, bir kartal kafasına benziyordu; ancak boynu daha uzundu. Ona cennet kuşu diyenlerde yok değildi.
   Tolunay en öndeydi ve arkasına alaylı bir bakış atarak: “Korkuyor musun Adonia?” dedi. Adonia’nın bakışı daha bir sertti: “Ölüm benim için, hayattan sağ salim gitmek demektir.” Tolunay bu sözle hem cesaretlenmiş hem de kederlenmişti. Kendi ölümü zahmetsiz geliyordu da Adonia…
   Kuş, onları önce Fısıltılı Göl’ün, sonra Boro Ormanı’nın üzerinden aşırıp, çölün ortasındaki Solumsya Girdabına götürdü. Bu girdap, çöl kumunu içine çekiyor, kuma karışan canlıyı da doğruca Solumsya’nın kalbine kusuyordu. Yani içeri girer girmez, Yutpa ile burun buruna geleceklerdi.
Tolunay:
-Bana, timsah dişini, kuyruk ucuna saplayacak fırsatı yaratmalısınız. Ohannes! Sen Üzütler’i al! Adonia! Şamanlardan öğrendiğin büyülere ihtiyacımız olacak.
Ohannes:
-Benden önce ölen olursa… Gözüme gözükmesin!
Adonia:
-Ötügen aşkına…
   Üçü gözleriyle birbirlerinden cesaret aldılar. Derin bir nefes alıp, girdabın oluşacağı kum kütlesini adımladılar. Kum yavaşça dönmeye başladı ve üçünü de içine çekti. Girdap kusmayı bitirdiğinde Yutpa ile göz gözeydiler.
   Üzütler, birer zombiydi aslında; ancak akıllı olanlarından. Bilinç yok, hüküm var. Soluk ve parçalanmış bedenleriyle aheste aheste taarruza geçtiler.
   Yutpa, dev bir kuyruklu kurbağayı andırıyordu. Dört ayaküstünde,  ucu üçgenli bir kuyruğu olan, kocaman irissiz kırmızı gözlere sahip, mavi tenli, tombul bir yaratık…
   Planladıkları gibi Ohannes, Üzütler’i zincirli kancasıyla kendine çekip, organlarına ayırıyordu. Tamda bu sırada, Yutpa’nın arkasına geçmenin bir yolunu arayan Tolunay, sivrikuyruk darbesiyle yere yığıldı. Gözlerini korku bulutu kaplayan Adonia, hemen onun yanında bitiverdi. Tolunay’ın kolu, kan şelalesine dönmüştü. Adonia, dizlerinin üstüne çöktü. Şamanlardan öğrendiği “ökse otu esintisi”ni uygulamaya karar verdi. Bel kesesinden, bir miktar ökse otu çıkardı. Bu sırada Ohannes, Üzütler yetmiyor gibi, Yutpa ile de uğraşıyordu. Adonia, ökse otunu avuçladı; birkaç kelime fısıldayarak, Tolunay’ın koluna üfledi. Birkaç saniye içinde, büyü etkisini gösterdi; kalkıp sarıldılar. Arkalarını döndüklerinde, kendilerine doğru gelen, yaratıkları gördüler. Ohannes yerde, hareketsiz olarak yatıyordu. Ruhu çoktan bir, “elveda” çekmişti. Ruhu olmayan bir fiziğe, büyü de işlemezdi. Tolunay; halkı, kral babası ve evladı yetmiyormuş gibi arkadaşını da kaybetmişti. Zeytin gözlerini intikam bürüyen Tolunay, belinden timsah dişini çıkardı. Özgürlüğe, barışa koşarcasına Yutpa’nın kuyruğuna atladı. Bir iki silkelemeye rağmen, dişi batırdı; canavarın içinden söktü aldı barışı. Yutpa’nın mavi kanını, cemaline yiyen Üzütler, arkalarına bakmadan kaçtılar.
   Tolunay’ı da Adonia’yı da elleri birbirine kavuşmuş ve ölü olarak buldular; Tılsımlı Geçit’in çıkışında. Yer tanrıçası Ötügen, Solumsya’yı başlarına yıkmıştı ikisinin de. “Bağış istiyorsan benden, bağış eyle kalbinden!” derken, bir çocuğun kendisine kurban edilmesini emretmemişti o. Çok sinirlenmişti, bu bağnazca katliama! Kalpten edilen bir duayı kastetmişti ulu tanrıça.

9
Kurgu İskelesi / Ruhun gemisi
« : 27 Ağustos 2012, 13:05:14 »
   Bu gemi, ruhların buluştuğu, huzurlarının ebediyete vardığı yegâne yerdi. Büyüklüğü bir transatlantiğin iki katıydı. Görüntüsü soluk bir dumanı andırırdı. Ruhların kendi gibi renksizdi. Gezintiye çıkmış ruhların, sonsuzlukta seyir eden bu gemiyi bulması çok kolaydı. Nede olsa ruhların maneviyatı, topraktan gelmişlere göre daha kuvvetliydi.

   Geminin müdavimlerinden; Havin ve Alp birbirlerine sırılsıklam âşıktı. Fakat bu aşkı, fiziksel dünyadaki yaşantılarına bir türlü aktaramamışlardı…

   Topraktan gelenler, uyuduklarında, ruhlarının ne yaptıklarını bilmiyorlardı. Hafızalarındaki görüntüleri “rüya,”  diye adlandırıyorlardı. Hâlbuki bu koca bir vesveseydi.  Onlar uyuduklarında, ruhları serbest kalır ve gezintiye çıkarlardı. Ruhlarının yaşadıklarının çoğunu hatırlamaz, hatırladıklarını da halisine ederlerdi. Ruhlar, fiziksel dünyadaki, fizyolojik bedenlerine hükmedemezlerdi. Beyin, neyi nasıl algılamak istiyorsa, öyle algılardı.
   Alp, fizyolojik dünyada, Havin’ in bir üst sınıfında okuyordu; ancak sabah olup uyandığında, ruhsal âlemde yaşadıklarını beyni tam olarak kavrayamıyordu. Her şeyi rüya sanıyor, Havin’ in de yüzünü hatırlamıyordu. Bu sebepten dünyevi ortamda Havin ile tanışmışlığı yoktu. İçi çok daralıyordu. Sanki bir şeyleri yanlış yapıyor gibi hissediyordu. Tabi bu daralma ruhunun verdiği bir huzursuzluktu.

   Alp’in ruhu, Havini fizyolojik bedeniyle tanıştırıp, gündüzleri de onunla birlikte olmak istiyordu. Havin’in fiziksel güzelliğinin yanında, ruhunun temizliğini de en iyi o biliyordu. Balın tadı, görüntüsünden güzeldi.

   Alp’in aklına bir fikir geldi. Topraktan gelenler, gece yatmadan kimi çok düşünürse, ruhlar geceyi onunla geçirmek durumunda kalırdı. Bu alp ile Havin arasında çok sıkıntı yaratırdı. Bu yüzden çok ayrı kaldıkları olmuştu. Alp, bunun tam tersini denemek istedi. Geminin kaptanı Koca Timur’a dert yandı. Koca Timur “ruhun gemisinde, her ruhun ilacı vardır,” dedi. Ona Zihin Odası’ndan bahsetti: “Orada, fizyolojik bedeniniz uyanana kadar, beraber oturacaksınız. Hep birbirinizin cemaline bakıp, birbirinizi düşleyeceksiniz. Onunla ne yaşamak istiyorsan, onu hayal et! İyi şeyler düşün! Bedeniniz uyandığında, istemsizce birbirine çekilecek. Şansın da yanındaysa, isteğin olacak.”

   Ertesi gece, bedenlerinin uykuya dalmasıyla, Alp ve Havin ruhun gemisinde buluştular… Planladıkları gibi Zihin Odası’nda el ele bir gece geçirdiler…

   Güneşin merhabasıyla beraber, Alp uyandı. Annesine bir rüya gördüğünden bahsetti. Sarışın, buğday tenli, incecik, şirin bir kızın rüyasında; beyaz bir gelinlikle kendisine doğru koştuğunu söyledi. Annesi gülümsedi ve çok mutlu oldu. Ölmeden, oğlunun mürüvvetini görmek istediği, her halinden belliydi. Yüzünü yıkayıp, üstünü giydi. Her zamanki gibi kahvaltı yapmadan, sokağı adımlamaya başladı. Okulun önüne kadar geldi. Çözülmüş ayakkabı bağcıkları, tozları yalıyordu. Fark eder etmez, eğildi ve bağlamaya koyuldu. Gözünün ölü noktası, bulanık bulanık bir kişinin kendisine yaklaştığını haber etti. Net olarak görebilmek adına, kafasını kaldırdı. Sarışın, buğday tenli, incecik, beyaz elbiseli şirin kız “affedersiniz! Belediye tiyatrosuna nasıl gidebilirim?” diye sordu. Bu Havindi. Havin’in güzelliğinden afallayan Alp, tiyatronun olduğu yere doğru, parmağını kaldırarak adımladı. “işte şu ta…” diyordu ki(!) bağcığına basıp yere kapaklandı. Havin, şaşkınlıkla martı şeklini almış kaşlarının altındaki gözleriyle Alp’e bakakaldı. Hemen “iyi misiniz?” diyerek elini uzattı. Bu nazik yardımı geri çevirmedi Alp ve Havin’in elini kavradı. O an ikisi de hep tuttukları bir eli tutar gibi hissettiler. Sanki bir dejavu yaşıyorlardı. Alp ve Havin, tanışma hikâyelerini, işte bu şekilde anlatacak olsalar da onlar çok daha çılgınca bir hikâyeye sahipti. Şimdi, ruhları daha bir uysaldı. Nedense(!).

10
Kurgu İskelesi / 3 dakika
« : 24 Ağustos 2012, 23:40:51 »
   Can, geç saatlere kadar çalışmış, son metro treniyle birlikte eve dönüyordu. Tren oldukça boştu. Kenarda köşede oturmuş birkaç insan vardı vagonda. Hepsi kendi halinde ve yorgunlardı.

   Can, tünele girmiş trenin camından kendi siluetini izliyordu. Açık renkli saçı, simsiyah gözüküyordu. Orta boylu, orta kalıplıydı.

Bir ara günün yorgunluğunu, omuzlarında kulunç halinde hissetti. Kollarını, baldırlarına dayadı ve kafasını öne eğerek gözlerini yumdu. Birkaç saniye iç çekip, içindeki yorgunluğu kustu adeta. Hafifçe kafasını kaldırıp, cama baktığında yanında oturan bir adam silueti gördü. Orta yaşlı, kırışıksız surata sahip olan bu adam, ne ara oturmuştu yanına? İstemsiz olarak, adama doğru döndü ve göz göze geldiler. Adam Can’a gülümsüyordu. Can da hafif bir tebessümle, kafa sallayarak karşılık verdi. Kafasını önüne çevirdi ve düşüncelere daldı. İneceği durağa geldiğinde, yanındaki adam “bu gece tekrar görüşeceğiz,” dedi ve ani bir hamleyle iniverdi trenden. Can, uyuşmuş kafasıyla çakılı kaldı oracıkta. Hiçte gizem kaldıracak havasında değildi. Kafasını toplar toplamaz yerinden kalktı ve trenden indi. Etrafa göz gezdirdi; ancak o adam ortalıkta yoktu. “Neyse,” diye geçirdi içinden; istasyondan çıkarak, gecenin karanlığına bıraktı bedenini.

Eve geldiğinde, eşi ve 1 yaşındaki kızı uyumuştu. Dolaptan bir iki lokma bir şeyler atıştırdı. Yorgunluğu, gözlerinin beyaz kısmını, kırmızının santim santim ele geçirişiyle, hemencecik anlaşılıyordu. Bu sebepten hemen üst kattaki yatak odasına çıktı. Eşinin güzelliği, kızının masumiyeti; o zor tepki veren mimiklerine bir tebessüm konduruverdi. Yorgun bedeninde, bu mutluluğa yer vardı. Eşofmanlarını giydi ve yanlarına uzandı. Uzanırken, kızı çakır gözlerini babasına dikti. Uykusundan olan minik Asya, huzursuzlandı, ağlamaklı oldu. Yarım yamalak Türkçesiyle “baba! Su!” dedi. Asya’yı kucaklayıp; koklayıp, öpen Can, eşini uyandırmamak adına, kızını da alıp aşağı mutfağa indi. Mutfakta, loş bir sarı gece lambası yanıyordu. Beyaz lambayı yakmak için, elini dolabın arkasına götürdüğünde, sol mutfak tezgâhının uzak köşesindeki, siyah giysili yaratık dikkatini çekti. Can, tepkisiz bir şekilde kalakaldı. Korkmuş ve kızının onu görmemesi için, Asya’nın kafasını omuzuna bastırmıştı. Öylece yaratığı süzmeye başladı. Kapüşonlu ve dikişsiz simsiyah bir elbise bütün vücudunu kaplıyordu. Elleri, ayakları ve yüzü görünmüyordu. O kısımlar ya elbisenin içinde kamıştı yâda hiç yoktu. Yaratık hafifçe ilerlemeye başladı. Sanki havada uçuyordu. Yerle birdi; ancak bir insanın yürürken sağa sola yalpalaması, inip çıkan omuzlar yoktu, onda. Dümdüz bir şekilde ilerleyerek, Can ve kızına yaklaştı. O kadar yaklaşmasına rağmen hâlâ yüzü görünmüyordu; sadece karanlıktı. “Bu gece tekrar görüşeceğiz demiştim,” dedi yaratık. Can, nutku tutulmuş bir şekilde, tepkisiz olarak ona bakıyordu. Devam etti:
-Nefes almak için, yaklaşık 3 dakikan var! Bu süreyi iyi kullan! Daha sonra ruhunu bedeninden alacağım. Bugün, senin günün!

   Bütün bu konuşmayı pür dikkat dinleyen Can’ın, korkudan gözleri doldu; dudakları titremeye,  sırtından terler boşalmaya başladı. Yalvarır gözlerle bakıyordu Azrail’e. “Hayır, çocuğumun gözleri önünde alma canımı,” dedi. “Zamanın geldi mi (!)  gidersin,” diye karşılık verdi, Azrail. Can hemen antrede bulunan sehpanın üstünden minibüsün anahtarlarını kaparak, Asya ile birlikte arabaya atladı. Telaşla kontağı çevirdi, gaza bastı. Kısa bir süre gittikten sonra, arabanın lastiği patladı. Can, direksiyonun hâkimiyetini kaybetti ve yol kenarındaki çaya uçtu. Saniyeler içinde can verdiler ve ölüm, hayatın kıymetini hatırlattı.

11
Kurgu İskelesi / Rüzgar
« : 22 Ağustos 2012, 22:44:41 »
“Mavi gözlerinin derinliklerinde kaybolmanı istemiyorum artık. Yapma bunu Melis!”
“Düşünmeden edemiyorum, biliyorsun Rüzgâr.”

   Melis’in aklını gezintiye çıkaran, anne ve babasını kaybettiği olaydan başkası değildi.  Bir hafta dahi olmamıştı henüz. Anne ve babasının uçağının düştüğü haberini izleyişi hep gözünün önünde bir perde gibiydi; kalan hayatı görmesini engelliyordu. Artık televizyonlardan nefret ediyordu. Elinde kumandayla öylece donup kalmıştı. Ağlamak için dahi tepki verememişti. Hayatın koca bir yalan olduğunu düşündüren bir andı. Kendisinden en değerli varlıklarını çekip almıştı bir anda. Teyzesiyle, birde Rüzgâr’ la kala kalmıştı öylece.

   Saçını maviye boyatışı, bir tepkiydi belki de. Ellerinden uçup giden bir kuştu, yaşam sevinci. Peşinden uçamazdı. Sadece geri dönmesi için bekleyecekti. Kuşun gönlü olursa dönerdi. Ama hangi kuş, özgürce uçmak varken geri dönüşü seçerdi ki? Kaybetmişti umutlarını. Umut, nefes gibi bir şeydir insanlar için. Vazgeçilmezdir, en temel ihtiyaçtır. Umutlarını ve hayallerini yitirmiş bir insanın yaşadığı nefes daralması da bundan olsa gerek.

   Melis’in tek konuştuğu varlık Rüzgar’dı. O da olmasa, var olan yarım aklını da yitirecekti.

   Melis, hareketsiz bir mumya gibi yatağında yatıyordu. Her zaman olduğu gibi, ayağında bir esintiyle hafifte olsa tebessüm etti. Arkadaşı Rüzgâr gelmişti gene.

“Bugün doğayla pek bir barışıksınız.”
“Evet! Gökyüzünü ele geçirmemize izin verdi. Bulutlar ağlarken, şimşekler bu kadar kızgınken, ağaçların yapraklarını savurup, kurumuş çalılarla oyun oynamanın tadını bilemezsin.”
“Rüzgâr! Senin şu özgürlüğünü kıskanıyorum. İstediğinde gökyüzünde gezintiye çıkıyorsun. İster bir kızın eteğinde, ister bir dağın tepesinde…”
“Tarifsiz bir güzellik… Beni boş ver, sen nasılsın?”
“Kendimi boşlukta hissediyorum. En hoş yemekler bile acı geliyor. Annem ve babamın yanında olmak istiyorum.”
“Annen ve baban hep yanında Melis! Onları değerli kılan senin kalbin... Senin kalbinde oldukları sürece değerli kalacaklar. Değerli kaldıkça da kalbinde…”
“İyi ki varsın Rüzgâr!”
“Unutma, onlar kalbinin içinde ve hep seninleler.”

   Rüzgâr’a rağmen, Melis’in psikolojisi adına pek umut yoktu. Gittikçe kabuğuna çekilen bir yengece dönüyordu. Elini uzatıp, kabuğu kırmak isteyenin de elini ısırıyordu hemen. Teyzesi onun için ciddi derecede endişeliydi. Bütün psikolog önerilerine ters yanıt almıştı. O da bu zor günlerinde, fazla zorlamamayı düşündü; bu kızgın yengeci.

   Melis, esmer tenine ufak ellerini yaslamış, Rüzgâr’ın söylediklerini düşünüyordu. Bir ara kalbini dinledi. Acı acı bağıran bir sesi vardı. Ölen iki insanın çığlıklarını duyar gibi oldu. “Tabi ya,” diye düşündü. Mutfağa indi, çekmeceleri karıştırdı. Aradığını buldu. Bir esinti çıktı o anda. Rüzgâr “dur,” diye bağırarak geliyordu. Sanırım yanlış anlamıştı Rüzgâr’ı. Kalbinde, annesi ve babasının olduğu fikrini beyninde somutlaştırdı. Onları oradan çıkartmak adına, sapladı bıçağı kalbine. Amacına ulaştı. Artık, annesi babasıyla beraber olabilecekti. Farklı boyutlarda, farklı yerlerde… Bıçağı saplar saplamaz,  Rüzgâr da kayboldu. O, Melis’in kalbindeki boşluğu dolduran bir esintiydi sadece. Şimdi, ortadan ikiye ayrılmış bir kalpte ona da yer yoktu.



12
Kurgu İskelesi / Almis cadısı
« : 21 Ağustos 2012, 19:49:19 »
   Alya, son iki gecedir olduğu gibi, boğazında bir çift el hissiyle uyanır. Kan ter içinde kalmıştır. Önceki gecelerde yaptığı gibi, vurdumduymaz olmaktan kaçınır.

 Kocası Mir Bey, Moğol sırtlarında seferdedir. Türkler adına, savaşın en kanlı elidir, Mir Bey. Bir o kadar da gözü pektir. Seferden gazi olarak dönen her Türk yiğidi tarafından, kahramanca anlatılmaktadır.

Alya’nın bu yalnızlığında, sadece büyük anası Çılga Ana yanındadır. Sabah kalktığında bilge anasına danışır:
“Anacığım benim. Kalbi, ellerinden pamuk anam!”
“Buyur, yüzü aydan nurlu Alya’m.” 
“Benim kaç gündür söyleyemediğim bir derdim var.”
“Cahil anan yüzündeki kraterleri görmez mi sanırsın. Hadi söyle derdini anacığına.”
“Anacığım, kaç gecedir uykumdan boğazımda bir çift elle uyanıyorum. Bana, canını ver deyip duruyor.”
“Aman aman, evlerden ırak… Bunu akıl etmem gerekirdi. Güzel kızıma musallat oldu işte.”
“Ne, ne musallat oldu bana?”
“Almis Cadısı!”

Alya’nın mavi gözlerini korku, beyaz tenini ise deniz gözlerinden akan yaş kaplamıştı.

“Canımı mı istiyor, anacığım? Ne istiyor benden?”
“Canından ötesini istiyor senden. Karnındaki evladını istiyor.”
“O benim kanım canım. Et tırnaktan ayrılır mı? Ayrılsa da o tırnaktan hayır gelir mi? Vermem canımı, ciğerimi. Bana ne yaparsa yapsın vermem. O daha dünyaya dahi gelmedi. Ne yapacak benim oğulcağızımı?”

Alya, Çılga Ana’nın kucağına yatarak beline sarılır. İyice gözyaşları sel olmuştur artık. Çılga Ana, Alya’nın kömür karası up uzun saçlarını okşayarak anlatır:
“Almis Cadısı, lohusa dönemindeki kadınlara musallat olur. Kanlı cenin böbreği ve ciğeriyle beslenir. Bu sebepten insanın içine girmeye çalışır. Cenin halindeki bebeği oradan alıp, beslenmek ister. Düşük yapman demek, Almis Cadısı’nı doyurman demektir.”
“Nasıl kurtulacağım bu illetten? Anacığım, bana bir akıl ver.”
“Onu ben bilemem yavrum. Mergen’den yardım istememiz gerekir.”

   Mergen, akıl tanrısıdır. Bütün bilgilere sahip olan tanrı o’dur. O karanlığın güçlerini yenen tanrıdır. Bunun bilincinde olan Çılga Ana, Mergen’e köyden bir ulak gönderir. Ulak, bir ejderhanın tepesine biner ve göğün 7. Katındaki Mergen’in yanına çıkar. Mergen’e durumu anlatır. Mergen, ulağa tılsımlı bir iğne verir. Almis Cadısı’nın sadece geceleri uykuda görünebileceğini ve Alya’nın vücuduna girmeden önce, kısa bir sürelerinin olduğunu anlatır. Bu sürede cadıya bu iğneyi batırması gerektiğini söyler. İğne cadının içindeki kötülüğü serbest bırakacaktır ve cadıyı Alya’nın kölesi yapacaktır. Cadının en çok sevdiği şey ise atların yelesini örmektir.

   İğneyi, bilgileri ve Mergen’in verdiği mektubu alan ulak, köye döner. Dinlediği her şeyi anlatıp, iğneyi Çılga Ana’ya verir. Mektubu da Mergen’in isteği üzerine Alya’ya verir. Alya, mektubu okur. Çılga ana ve Alya bir plan yapar.

   Gece yarısı olmuştur. Alya uykuya dalar. Çılga Ana, uyur numarasıyla yatmaktadır. Birkaç vakit kadar sonra, Almis Cadısı kapıda belirir. Uzun boylu, uzun tırnaklı; kızıl, uzun ve dağınık saçlı, kocaman memeleri olan, iri gözlü, ayakları ters, kızıl elbiseler giyinmiş, çirkin mi çirkin bir yaratık gibidir. Odaya girer girmez, pencerenin önüne bağlanmış olan ata yönelir. Hemen yelelerini örmeye başlar.  Çılga Ana planladıkları gibi, dikkati dağılan Almis Cadısı’na yanaşır ve iğneyi saplar. İğneyi saplamasıyla birlikte oda da kara bir tufan çıkar. At kaçar, Alya uyanır. Alya ve Çılga Ana odadan kaçar. Birkaç saniye içinde tufan sona erer. Odaya döndüklerinde, yerde yatan güzeller güzeli sarı saçlı bir kız görürler. Kötülük Almis Cadısı’nı terk etmiştir. Artık o Alya’nın kölesidir. Alya’da küçük bir tanrı sahibidir artık; çünkü Mergen’in verdiği mektupta, eğer bebeğini kurtarırsa karşılığında onu kendine vermesini ister. Alya’nın bir oğlu olur ve oğlunu haberci tanrı olarak Mergen’e verir.   


13
Kurgu İskelesi / Hoşçakal dünya
« : 20 Ağustos 2012, 13:39:27 »
HOŞÇA KAL DÜNYA
Karanlık, sonunda ışık varsa aydınlıktır. Ya her yer karanlıksa?
Bütün aile toplanıp Murat’ı yolcu ettiler. Ona veda etmek oldukça zordu. Kimileri ağlarken, kimileri güçlü insan rolünü oynuyordu. Oradan ayrılmak istemeseler de, artık karanlık çöküyordu. Son kez arkalarına bakıp, evlerine döndüler.
“Hiç gitmeyecekler sandım. Demek adın Murat ha?”
“Evet öyleydi.”
“O, Murat’ım Murat’ım diye ağlayan annendi galiba.” 
“Evet öyleydi.”
“Bende yaklaşık 1 saat önce geldim buraya. Ne annem var ne babam. Öylece birkaç akrabam uğurladı beni.”
“Vücudun solmuş, yer yer kararmalar var.”
“Farkındayım. İşte kabir azabı böyle bir şey…  Ruhun, bedenin iflas edene kadar tam anlamıyla çıkmaz. Daha ne acılar çekeceğim, kim bilir!”
“Nasıl yani? Bende bedenimden tam manasıyla ayrılamadım. Hayır! Ben bu azabı çekmek istemiyorum. Hayır!”
“Bunu dünyadayken düşünecektik.”
“Peki, senin adın ne?”
“Kadirdi.”
“Vücudum da karıncalanma başladı. İyi hissetmiyorum.”
“Bu daha başlangıç... Hiç mi kitap okumazdın? Önce ufak bakteriler, et sineği, diptera böceği yiyecek vücudunu. Daha sonra dermestid böcekler ve kemik böcekleri derin dokularına girecek. Kemiğe kadar inecekler. Tabi bunlar azapta olduğumuz için birkaç saat içinde gerçekleşecek.”
“Allah’ım affet beni. Ağlamak istiyorum; ama ağlayamıyorum. Ne oldu benim duygularıma?”
“Ruhun bedeninden duygusal ve işlevsel anlamda ayrıldı. Vücuduna hükmedemezsin; ancak acıyı hissedeceksin. Artık yapacak bir şeyimiz yok.”
“Nasıl bu kadar çok şey biliyorsun Kadir?”
“Ben patologdum.”
“Yani?”
“Özel bir hastanede çalışıyordum. Dokulardaki değişimlerde uzmanımdır. Bu uzmanlığımdan dolayı birçok otopside de imzam vardır.”
“Şu ironiye bak! Dokuları çürüyen bir doku uzmanı…”
   Murat ve Kadir’in vücudu ciddi derecede çürümeye başlamıştı. Sanki bütün mezar üstlerine geliyordu. Sıkıştıkça sıkışıyorlardı. Çektikleri bu acılar hiçbir şeye benzemiyordu. Dünyevi acılar vardır… Diş ağrısı bile bu acının yanında devede kulaktı. Bir zehrin vücudu santim santim ele geçirmesi gibiydi. Bu durum, mazoşist bir insanın dahi acı eşiğini geçiyordu.
“Nasıl bir suç işledin, be Murat? Nasıl bir şey yaptın ki, böyle ayın kraterli yüzüne döndün.”
“Hiçbir fikrim yok. Ya sen Kadir?”
“Hıh! Sanırım benim lanetim belli. Annem ve babam girdikleri solaryumda, yanlış uygulama sonucu kansere yakalanmışlardı. Tabi onlara tanıyı ben koyup, kendim tedavi etmek istedim. Ve sonucunda ne oldu dersin? İkisi de yanlış tedaviden kollarımda öldü. “
“Bu insanın başına gelebilecek en kötü şey. Bu, insanın iki kolunun kesilmesinden daha kötü; ama bu azabın nedeni bu olamaz.”
“Tabi ki hikâye burada bitmedi. Senin de dediğin gibi, bunun iki kolunu kaybetmekten daha kötü olduğunu düşündüm. Bende bütün bedenimi kaybettim.”
“İntihar mı ettin?”
“Evet. Koca atmosfere benim 82 kiloluk bedenim fazlaydı. Kendimi tabancayla vurdum; ama şu talihe bak ki hâlâ bedenimden ayrılabilmiş değilim.”
“Şu etrafa bak. Bütün diğer cesetler çürümüş. Neredeyse kemiği dahi kalmamış cesetler var. Biz de bunlara benzemeye başladık.”
   Bütün bu konuşma bittikten sonra, derin dokularına inen ceset böceklerini hissetmeye başladılar. Bu acı ise tarifsizdi. Allah’ı tasvirlemek kadar zordu.
“Kadir, yüzün kap kara oldu. Bazı yerlerde kemiklerin görünüyor. Kemik, sararmış etin, kararmış üst tabaka, etrafı çürümüş kocaman gözler, bir zombi bile senden daha sevecen. Allah’ım dayanamıyorum bu acıya. Al artık beni bedenimden.”
“Sende pek farklı değilsin. Sadece 1 saat geriden geliyorsun. Bak işte bana. Bak da ibret al. Kendi ailesini öldüren bir caniyi görüyorsun. Allah’ın verdiği bedene sahip çıkamayan sorumsuzu görüyorsun. Sanki kafamı giyotinle sıkıştırıyorlar.”
“Bir yanlışlık vardır. Sen çok bilgili bir patologsun… Ah canım yanıyor… Seni tanımıyorum; ama senin suçun olmadığından eminim… 1 saat sonrasını düşünemiyorum bile. Denizin dibinde nefes almaya çalışan bir insan gibiyim. Çaresizce bitmesini bekliyorum. Gözlerim kapanacak ve ciğerimin yanması bitecek. Keşke ölüm kadar kolay olsaydı. Ölüm masumiyete kavuşmaktır. Bu ise geçmişinin hükmüne kavuşmak…”
 “Dayan kardeşim. Az kaldı. Çok az. Baksana neredeyse bütün kemiklerim ortaya çıktı. Birazdan ruhumu da alıp gideceğim bu iğrenç düny...”
“Kadir? Kardeşim? N’oldu.  Ulaştın mı masumiyetine. Unutma sen masumsun. Bir yanlışlık olmalı. Annenle baban senin yüzünden ölmedi. “
   Kadir, ruhunu da alıp gitmişti. Kabir azabı dayanılmaz acılar içinde bitti. Bundan sonrası sur borusuna kadar özgürlüktü.
   Murat da aynı acı eşiklerinden geçip, “hoşça kal dünya” dedi ve 1 saat kadar sonra özgürlüğüne kavuştu. O, neden bu azabı çektiğini dahi bilmeden kırmıştı zincirlerini.
   Yaklaşık 1 hafta sonra, Kadir’in annesi ve babasının otopsi raporu çıkmıştı. Kadir boşu boşuna kendisini suçlamıştı. Annesi ve babası geç teşhisten dolayı ölmüşlerdi. Kadir’in zannettiği gibi tedaviden kaynaklanan hiçbir durum yoktu. Kanser hücreleri tedaviye başladıklarında çoktan bedenlerini ele geçirmişti. İntihar ve onca azap boşu boşunaydı.
   Hayat bir senaryodur. Yönetmen sana bir rol verse de, sahneye çıktığın andan itibaren ne yapacağın sana kalmıştır. İstediğin kadar doğaçlama yapma hakkına sahipsin. Tabi oyun bittiğinde iki şansın vardır; alkışlanmak ya da kovulmak. Kadir ve Murat rollerini yanlış seçti. Her şeye rağmen, kukla olmaktansa rolünü kendin seç!


14
Kurgu İskelesi / Gölge
« : 19 Ağustos 2012, 21:45:58 »
“Her yaz, bu sıkıcı köye gelmek zorunda mıyız anne?”
“Babanla benim çocukluğumuz bu köyde geçti. Senin için bir şey ifade etmese de, burası bizim ait olduğumuz yer. Hadi git şimdi Hasan’la falan oyna.”
“O çocukta çok sıkıcı. Fable, ne güzel bir oyun dediğimde, aptal aptal yüzüme bakmıştı.”
“Hayat konsollardan ibaret değil. Hadi git şimdi bir şeyler yap. Meşgul etme beni. Yazlığı temizlemem lazım.”
“Hah yazlığa bak!”
   Demiray bedenen evcil, beynen sanal çocuklardandı. 13 yaşındaki bu sevimli çocuk, güneş görmemiş bembeyaz yüzüyle, köydeki çocuklardan hemen ayırt ediliyordu. Ne onlar Demiray’a ne Demiray onlara ısınamamıştı.
   Bu köyde, Demiray kendini çok yalnız hissediyordu. Daha ilk günden sıkılmış ve her zaman gittiği çam ormanına gitmişti. Orada daha önceden kendine yaptığı oturağa oturup, gölü seyrediyordu. Düşüncelere dalmıştı. Birden yanına yaşlıca bir adam oturuverdi. İlk başta saçlarının üst kısmı dökülmüş, geri kalan saçı bembeyaz ve kıvır kıvır, hafif kirli ve yine bembeyaz sakalları ile yeşil kocaman gözleri ve buruşuk bir teni olan bu adamdan korktu. Gözlerini öylece dikmiş adama bakıyordu.  Adamsa Demiray’ın ondan korktuğunu anlamış, hafif bir tebessümle ufka doğru bakıyordu. Küçük çocuk, “sende kimsin?” demeye cesaret dahi edemiyordu. Ormanda ve yalnızlardı. Bu durum açıklaması zor bir hal almıştı. En sonunda adam çocuğa gözlerini kısarak baktı ve “çok mu yalnızsın?” diye sordu. Demiray, hafifçe kafasını sallayarak yalnızlığını onayladı. Adam heyecanlı bir ses tonuyla devam etti:
“Sana öyle bir şey verebilirim ki, bu dünyada hiçbir şeye benzemez.”
“Na… Nasıl bir şey?”
“Fantastik bir şey… Fable gibi, masalsı bir şey.”
“Se… Sen nereden biliyorsun Fable’ı? Onu bilecek kadar genç değilsin.”
“Ama onu bilecek kadar fantastiğim.”
“Git buradan!”
“Üzgünüm, asi çocuk. Senin yalnızlığını bitirmekle görevlendirildim.”
“Nasıl yani? Ki… Kim görevlendirdi?”
“Fazla soru sorma. Al şu kutuyu. Kendini en yalnız hissettiğinde kullan; ancak en büyük yalnızlık karanlığın esiri olmaktır. Bunu da unutma.”
   Bu cümleden sonra küçük çocuk elindeki kutuya bakarken, yaşlı adam gözden kayboldu. Bu olay Demiray için fazlaca gizem doluydu. Ürperdi; ancak aldığı macera kokusu, onu mutlu etmeye yetiyordu.
   Yazlığa doğru ilerlerken, kutuyu nasıl açacağını düşünüyordu. Ayrıca içinde ne olduğu daha büyük bir merak konusuydu. Eve gittiğinde annesine ve babasına ayaküstü bir “merhaba” dedi. Hemen üst kattaki odasına çıktı. Kutuyu inceledi ve bir bıçağın işini göreceğini düşündü. Mutfaktan aldığı bıçakla kutunun kapağını zorlamaya başladı; ancak işe yaramadı. Sinirlenerek kutuyu duvara fırlattı. Duvara çarpıp yere düşen kutuda, hafif bir mavi ışık yansıması oldu. Demiray’ın göz bebekleri büyüdü. Nasıl bir şeye bulaştığının biraz farkına vardı. Odadan çıkıp, birkaç tur attı bahçede. Daha sonra cesaretini toplayıp odaya tekrar girdi. Yavaş ve korkak adımlarla kutuya yaklaştı. Eline aldı ve incelemeye koyuldu. Kutunun altında “benim en sadık dostum gölge gibidir” yazıyordu. Bu sözleri yüksek bir sesle birlikte söylemesiyle kutu açıldı. Açılırken yine o mavi yansıma belirdi. Kutunun içinden 2 adet lens çıktı. Bu küçük çocuk için anlamsız bir hediyeydi. Bunların ne işe yarayacağını merak etti. Lensleri gözüne taktı. Hiçbir şey olmadı. Bir işe yaramıyordu. Bunca uğraşa rağmen, sonucun bu olması hayal kırıklığı oldu. Lensleri kutuya koydu ve odadan çıktı.
   Akşam yemeğinden sonra odasına geri geldi. Lensleri bir kez daha taktı ve hiçbir farklılık sezemedi. Üzgün üzgün yatağına uzandı ve düşünmeye başladı. Tamda o sırada elektrikler kesildi. Aniden olduğu yerde toparlandı.
“Hey sende kimsin?”
“Sen… Sen nasıl görüyorsun beni?”
“Burada şaşkın olan ve normal olan benim. Sence de soruları ben sorsam, daha akılcı olmaz mı?”
“Aa tamam! Kusura bakma.”
“Sende kimsin?”
“Ben bir meleğim. Ama senin beni görememen lazım… Yani ben istemediğim sürece.”
“Melek mi? Biri benimle dalga mı geçiyor? Şaka değil mi?”
“ Hayır!”
“Melek ha? Ne meleğisin peki?”
“Umbra derler bana. Sizin dilinizde gölge… Koruyucu meleklerden biriyim. Yani üstünden bir tren geçip de, ölmediğin zaman teşekkür etmen gereken kişi benim.”
“Teşekkür ederim ukala melek.”
“Lafı bile olmaz ufaklık.”
Demiray,  “demek koruyucu melek ha?” diyerek biraz düşündü ve pencereden aşağı atladı.
“Du… Du… Dur n’apıyorsun?” nidalarıyla; Gölge, hafif bir rüzgârla, çalıları çocuğun düştüğü yere estirdi. Demiray, yüzü gözü çizik içinde yerden kalktı.
“Sen nasıl koruyucu meleksin be? Az kalsın ölüyordum.”
“Sen kafayı mı yedin? Ne diye atlıyorsun camdan. Ben küçük bir meleğim. Dört büyük melekle karıştırdın beni, galiba. Ben sadece, dünyevi işlerin akışını değiştirebilirim. Olmayan bir branda açamam altına.”
“Hadi ya!”
“Bir daha benim işimi zorlaştırma!”
“Sanırım öyle yapsam iyi olacak. Ah yüzüm sızlıyor.”
   Dört büyük melekten biri olan, Mikail tarafından Demiray’a verilen lensler, küçük çocuk için büyük bir şanstı. Ona kimsenin sahip olamayacağı bir dost hediye ettiler. Sadece karanlıkta, yani yalnızlığın en sevdiği kardeşi karanlıkta işe yarıyordu. Gölge meleği, ömrü boyunca Demiray’ın yanında oldu ve ona görünmeyi bırakmadı. Tek bir şartı vardı; kendisinden kimseye bahsetmeyecekti. Yalnızlığın beyni kemiren bir fareden farkı yoktu. Ve kimse fareleri sevmez.
   

15
Kurgu İskelesi / Seyahat
« : 18 Ağustos 2012, 14:48:17 »
   İlk öykümle herkese merhabalar...

Mirza, uzun zamandır yapmak istediği seyahat için; artık hazırdı. Çalar saati, her zaman kalktığı saatten, 2 saat öncesine kurdu. Normal saatinde uyudu.  Uyur uyanık geçen uykunun ardından, saat çaldı ve uyandı.  Yarım yamalak uyuduğu ve kalkması gereken saatten 2 saat önce kalktığı için, yorgun hissediyordu. Bu sayede tekrar uyuyabilecekti.  Saati 5 dakika sonrasına kurarak tekrar yattı. Yorgun olduğu için kısa bir sürede uyuya kaldı. Sonra saat tekrar çaldı ve tekrar uyandı. Kendine “uykuya daldığımda bedenimden ayrılacağım” dedi. Bunu 3 kez tekrar etti. Vücudu inanılmaz bir şekilde titremeye başladı. Garip sesler duyuyordu. Hayvan sesleri olarak algıladı bunları. Yelesi olan bir siyah kedi gördü.  Rüzgârda süzülen yaprak gibi, bir yavaş bir hızlı dans ediyordu yeleleri.

İki haftadır uğraştığı şey sonunda olmuştu. Kendine dışarıdan bakıyordu. Vücudunu inceledi. Aynaların ne kadar sahte olduğunu fark etti. Sanki insanlara kendileriyle ilgili yalan söylüyorlardı. Kendine aynadan bakmakla karşıdan bakmak arasında izometrik farklar vardı. Bu sırada, bilinci tamamıyla açıktı. Kesinlikle rüya gibi değildi. Her şeyin farkındaydı. Dokunma, koklama gibi hisler değil de, enerjiyi hissetme ve algı üzerine yoğunlaşıyordu; duyguları. On yedisinde genç bir kız olması, içini korku bulutuyla kaplamaya yetiyordu. Bu karanlık ve parapsikolojik olay içini fazlasıyla ürpertiyordu. Bir ara metafiziksel canlılar görmekten korktu. “ya bir cin görürsem” diye geçirdi içinden. Bilmediği çok farklı şeyler de olabilirdi; ancak bu kadar emek verdiği ve sonunda ulaştığı seyahatinden çıkmak istemiyordu. Kolay kolay vazgeçmeyeceğine dair söz vermişti ‘O’na. İstese yoğunlaşıp astral bedeninden fizyolojik bedenine, geri düşebilirdi; ama yapmadı.

Bu ilk yolculuğunda biraz etrafa bakmayı istedi. Babasının odasına gitti; orada yoktu. Futbol maçı izlerken sızmıştır diye düşündü. Salona baktığında, şişko budalanın her zamanki koltuğunda öylece uzandığını gördü. Onu böyle gördükçe, nefreti artıyordu babasına. Birden dayanılmaz bir ses duymaya başladı. Sanki biri, kulağının dibinde radyo frekansı kurcalıyordu. Değişken ve çok rahatsız ediciydi. Daha fazla dayanamayıp, “bedenime döneceğim” sözünü 3 kez tekrarladı.
Kan ter içinde uyandı. Hemen bir bardak su içti. Bu şimdiye kadar yaşamadığı mükemmel bir deneyimdi.  Korkutucu olsa da, resmen bir görüngüydü bu.  Yolculuğun başındaki titremeye ve seslere, terleme ve ürpertiye dayanıldıktan sonra, kusursuz bir deneyim oluyordu.

Çalar saatini normal saate kurdu ve uyudu…

Artık yolculuklarında nereye ulaşması gerektiğini biliyordu; uçmak! Uçmak, insanlar tarafından özgürlüğün sembolü olarak görülür. En özgür canlılar kuşlardır. İstedikleri yerlere, önlerinde engel olmadan gittikleri düşünülür. Çoğu insan özenir kuşlara. Sanki bir yerden bir yere gitmek için, insanlardan daha az emek harcıyorlarmış gibi… Mirza uçmayı başarabildiği an, büyük yolculuğu da gerçekleştirebileceğini düşünüyordu. Günlerce uçmayı denedi. Zor bir şey değildi aslında. Çoğu kez bedenine geri düştü; ancak yılmadı ve sonunda başardı.

Bütün bu yolculukları günlerce yaptı. Her defasında farklı yerlere gitti. Ülkenin bir ucuna saniyeler içinde gidebiliyordu. Çok fazla uzaklara gitmeye çalıştığında o radyo frekansına benzeyen sesi duyuyor, hemen bedenine düşüyordu. Işık hızından daha hızlı gerçekleşen bu seyahat, dünyada hiçbir şeye benzemiyordu. Bu astral seyahat yüzünden,  giderek şizofrenleşiyordu. İnancını kaybetmekten, asıl amacını unutmaktan korkuyordu. Gene de etraf ne kadar dağlarla kaplı olursa olsun, bir gökyüzü vardır. O gökyüzü umuttur. Dağların aşılabileceğini anlatır. Mirza da gökyüzüne ulaşmaktan vazgeçmeyecekti.

Büyük yolculuğu yapmak için yeterli değildi. Daha Dünya’da bile gidemediği yerler varken, oraya nasıl gidecekti. Araştırdı ve çalar saat yönteminden farklı bir yönteme ihtiyacı olduğuna karar verdi. Kendisi bir yöntem geliştirdi. Adına da “frekans yöntemi” dedi. Bozuk bir radyo buldu ve bunu yoğunlaşacağı yerin hemen yakınına koydu. Bu şekilde uyudu. Uyur uyanır şekilde, hep bu radyonun frekans sesini duyuyordu. Böylelikle fizyolojik bedeninden aşırı uzaklaştığında, duyduğu frekans sesine, astral bedeni alışacaktı. Saatler geçtikten sonra; artık bir daha uyanmayacak şekilde sese alıştı. Yavaş yavaş bilinci toplanıyordu. Fizyolojik bedeninden ayrıldı ve gökyüzüne doğru, ışınlanırcasına yükseldi. Astral bedeninde iyice yoğunlaştı ve gözlerini kapattı. Dayanılmaz bir acı çekiyordu. Kalbinin sesini duyuyordu resmen. Bir davuldan farkı yoktu. İlk defa fizyolojik bedeninde hissettiği titremeyi kat ve kat astral bedeninde hissediyordu. En sonunda birden hafifledi. Hiçbir şey hissetmiyordu. Algı ve enerji diye bir şey yoktu artık. Gözünü açtığında bir ışık gördü. Işığa doğru ilerledi. Ve oradaydı… Evet, evet oradaydı! Araf’ın girişinde, annesi gülümseyerek karşıladı onu. “Bak anne, sana verdiğim sözü tuttum; vazgeçmedim anneciğim, yanına geldim.”  dedi Mirza. “Öldüğüne, en çok o gaddar babandan kurtulduğun için sevindim bi’tanem; hoş geldin.” 


Sayfa: [1]