1
Düşler Limanı / Piyanist
« : 11 Temmuz 2010, 01:07:24 »
İri, koyu renk gözlerini gezdirdi odada, dolunaydan başka hiçbir aydınlığın giremediği karanlıkta. Genişti oda, çok genişti. Ama geniş olması neye yarar, sınırları görülemeyecek kadar karanlık olduktan sonra?
Odanın ortasında, Ay’ın nazikçe dokunduğu siyah bir kuyruklu piyano vardı. Müziğin asalette vücut bulmasıydı o, enstrümanların en bilgesi ve en onurlusu. O’nu böyle cezbetti işte, siyah elbiseli kadını, kudretli bir aşk büyüsü gibi.
Ağır adımlarla ilerledi piyanoya. Şefkatli elleriyle kapağını kaldırdı, bir aşığın sevgi dolu dokunuşu gibiydi bu. Yavaşça oturdu sonra. Tuşlara dokundu. Müziğin büyüsünü ellerinde gördü, bütün vücuduna dalga dalga yayıldığını hissetti.
Çalmaya başladı, istemsizce. Küçük, beyaz elleri ondan bağımsız hareket ediyordu. Gözlerini kapattı, kendi yarattığı mucizeye doydu. Aşk doluydu ellerinden çıkan müzik, tutku dolu. Biraz acı, biraz mutluluk. Biraz sevgi, azıcık da nefret.
Birden, acı bir tada büründü çaldıkları. Aniden, sebepsiz. Notalar ölümcülleşti, acımasızdılar artık. Derler ki o gece o sesi dinleyen en güçlü adamın bile kalbi paramparça olur, duyguları savrulur, yok olurdu. Su gibi yaşlar boşaldı kadının gözlerinden. Elleri kontrolsüzce titredi. Ruhunun içinde çürüdüğünü duydu. Aldığı nefes ciğerlerini yakıyordu, yaşadığı her saniye yeni bir acıyı tattırıyordu.
Ay ağladı, kaybettiklerine ağladı. Sevdiklerine, sevemediklerine. Parça parça oldu, Battı ve gitti sonra, dünyayı dipsiz bir karanlığa terk etti.
Kadının gözlerinden akan su kana döndü. Piyanonun siyahına kanın kırmızısı karıştı. Elleri çalmayı bıraktı, ama müzik devam etti. İçine işledi. Mahvetti. Öldürdü onu. Ruhu özgürdü, ancak sonsuza kadar tarifsiz kederlerle dolu dünyada tarifsiz acılarıyla dolaştı.
Bedeni ise… Hep olduğu gibi kaldı. Hiç değişmedi. Ve bir daha hiç ışık uğramadı o bedene. Kendi ruhu da, Ay da, sonsuza kadar siyahın içinde bıraktılar onu.
Odanın ortasında, Ay’ın nazikçe dokunduğu siyah bir kuyruklu piyano vardı. Müziğin asalette vücut bulmasıydı o, enstrümanların en bilgesi ve en onurlusu. O’nu böyle cezbetti işte, siyah elbiseli kadını, kudretli bir aşk büyüsü gibi.
Ağır adımlarla ilerledi piyanoya. Şefkatli elleriyle kapağını kaldırdı, bir aşığın sevgi dolu dokunuşu gibiydi bu. Yavaşça oturdu sonra. Tuşlara dokundu. Müziğin büyüsünü ellerinde gördü, bütün vücuduna dalga dalga yayıldığını hissetti.
Çalmaya başladı, istemsizce. Küçük, beyaz elleri ondan bağımsız hareket ediyordu. Gözlerini kapattı, kendi yarattığı mucizeye doydu. Aşk doluydu ellerinden çıkan müzik, tutku dolu. Biraz acı, biraz mutluluk. Biraz sevgi, azıcık da nefret.
Birden, acı bir tada büründü çaldıkları. Aniden, sebepsiz. Notalar ölümcülleşti, acımasızdılar artık. Derler ki o gece o sesi dinleyen en güçlü adamın bile kalbi paramparça olur, duyguları savrulur, yok olurdu. Su gibi yaşlar boşaldı kadının gözlerinden. Elleri kontrolsüzce titredi. Ruhunun içinde çürüdüğünü duydu. Aldığı nefes ciğerlerini yakıyordu, yaşadığı her saniye yeni bir acıyı tattırıyordu.
Ay ağladı, kaybettiklerine ağladı. Sevdiklerine, sevemediklerine. Parça parça oldu, Battı ve gitti sonra, dünyayı dipsiz bir karanlığa terk etti.
Kadının gözlerinden akan su kana döndü. Piyanonun siyahına kanın kırmızısı karıştı. Elleri çalmayı bıraktı, ama müzik devam etti. İçine işledi. Mahvetti. Öldürdü onu. Ruhu özgürdü, ancak sonsuza kadar tarifsiz kederlerle dolu dünyada tarifsiz acılarıyla dolaştı.
Bedeni ise… Hep olduğu gibi kaldı. Hiç değişmedi. Ve bir daha hiç ışık uğramadı o bedene. Kendi ruhu da, Ay da, sonsuza kadar siyahın içinde bıraktılar onu.