4
« : 10 Mayıs 2013, 18:55:40 »
Gökyüzündeki tüm bulutlar söz birliği etmişçesine, bir örümceğin bacaklarının kirli kayayı kavradığı gibi kavramıştı Barallus'u. Yağmur kendisini yollamaya çalışan bulutlara kafa tutuyor, bu lanetli şehre inmemek için yalvarıyordu adeta. Yıldırımlar, belki de ateşle yoğrulup, ışıkla bilendiklerinden beri ilk defa bu kadar zevkle boşaltıyorlardı elektiriklerini Barallus'a. Rüzgar şiddetini, arduvaz çatılardan, aka çınarlardan esirgemek bir kenara, gövde gösterisi yapıyordu, hırçın toprağa. Dalgalar kendi aralarında yarışır gibi Barallus kıyılarına, sadıh başlarını vurmakla meşgullerdi. Doğa Ana kızmıştı ve bunda en büyük pay, muasır Mistik Rahipler'e aitti.
Mistik oda tüm ihtişamıyla parlıyordu fakat bu ışığın bile söndürmekte zorlandığı karanlık, kaderleri olan halkın, çaresiz çığlıklarına bakıp, ellerini koca göbeklerinde birleştirmiş kahkahalar atıyordu. Yuvarlak bir kürenin tavan kısmında gibiydiler. Duvar, zemin ve tavan tamamen camlardan yapılmıştı. Masa, bulutlardan çalınan şimşeklerle dizayn edilmiş, sandalyeler, üstlerinden duman çıkan alev kayalarından yontulmuştu. Mistik odanın, güneş kadar sıcak, buzullar kadar soğuk ve kaynayan lavlar kadar dehşetli kapıları açılırken, eflatun masanın üstünde parşömenlerden, kitaplardan başka birşey yoktu.
İhtiyarlar kırışık yüzleri, buruşmuş elleri, kederli gözleri ve öfkeyle saçılan sözleriyle içeri girdiler birer birer. Her birinin yüzünde muğlak bir keder vardı. O heybetli görünümlerinin altında, düşünceleri paspal ve mücrimdi. Üstlerinde, kumaşı ateş, ipliği toprak olan cübbeleri vardı. Hepsi kapüşonlarını başlarına geçirmiş, artık sararmaya yüz tutmuş saçlarını gizliyorlardı. Ayaklarında, kara yılan derilerinden yapılmış ayakkabıları her adım atıldığında, odanın tıslama sesleriyle yankılanmasına sebep oluyordu. İçinden, lekeli kanların geçtiği mavi damarların aşırı belirgin ve şiş durduğu uzun, geniş ellerini masaya koydular sırayla. Tırnaklarını, bir köpeğin tırnaklarından ayırt etmek neredeyse imkansızdı. Dudakları, bir zemheriden geçilmiş kadar beyaz, burunları böceklerin yer yer yediği bir kemik yığını gibiydi.
Eflatun masanın en ucunda oturan ve bu loş ruhlu ihtiyarların başında olduğu açıkça belli olan, kanla çizilmiş dişlerini göstererek konuştu.
"Her biriniz" dedi kükreyerek, "Bu duruma nasıl geldiğimizi bilirsiniz. Sözlerinizi dikkatle seçin, artık duyulmadığımız yer kalmadı" Söylediği her kelimede cam oda renkten renge giriyordu.
"Ben" dedi sağında oturan kişi. "Bu nefreti berzahlara taşıyacak kudretin, ellerimizin altında olduğunu bilirim" Diğer ihtiyarların yüzünden anlaşıldığına göre, sözleri sıradan ve sıkıcıydı.
Tekrar söz aldı baş koltuğun sahibi. Bu esnada titreyen cam odada, yer yer patlamıştı duvarlar.
"Fevkinize bir bakın hele ne görürsünüz" dedi gözlerini başına getirip, gökyüzünü izlerken.
Tüm ihtiyarlar kafalarını yukarı kaldırdılar. Camların ötesinde, bir çift göz kendilerine bakmaktaydı kara bulutların arasından. Tedirgin oldular yaşlı adamlar, birerce koltuklarından kalkıp, öfkeyle duvarlara yaslandılar.
O sırada yer çatladı, gök sallandı. Kara bulutlardan oluşmuş, muazzam bir el gelip avucunu cam kubbenin üzerine yerleştirdi. Şimşekten gözlerini yakınlaştırıp, kubbenin dibine kadar vardı.
Konuştuğunda, tüm Barallus'u sanki kollar arasında sallanıyormuş gibi bir titreme aldı.
"Sizler, görmez misiniz kudretimi. Günlerce sınamanıza sebep neydi asaletimi. Şimdi siz söyleyin, sizleri köpeklerin karnınızı yiyeceği, arslanların kollarınızı parçalayacağı Alev gölleriyle süslediğim, lavlardan dağlarla gözetlediğim derin çukurlara göndermemem için sebep ne?"
İhtiyarlar ellerini açtılar O'na doğru.
"Seni yapmaktan alıkoyan nedir?" dediler hep bir ağızdan. Karanlık avuçlarını kaldırdıkları zaman göğe, bir çığlık koptu altı yerden.
Homurdanarak geri çekildiğinde;
"Bu savaşı siz başlattınız" dedi ve göklerin zemin olduğu, kudretli tahtına geri çekildi.
Mistik Rahipler, birer birer odadan çıkarken, son yapılan ayini düşünüyorlardı ister istemez. Altısının birden aklına altı fikir geldi. Altı dünyaya haber göndererek, altı Tanrı ile savaşmak için altı savaşçı istediler.
Düşüncelerini yolladıkları an yoz dünyalara, maruf krallar, gözleri oyulmuş sırtlanların üstlerinde geliyorlardı Barallus'a. Her birinin boyu altmış insan boyunda, kollarında farklı farklı silah ve gözlerinde altı farklı isyan vardı. Zırhları sisten, derileri dumandandı. Gözleri yoktu hiçbirinin ve hiçbiri konuşmazdı. Altı başlı kuşları vardı -ki onlara Zemmar denirdi. Zemmar'lar, tanrının köpeklerinin derisinden, gagaları, tanrının kılıçlarıyla donatılmıştı
Birinci kral, zümrüt ellerinde yılandan palalar taşıyordu.
İkinci kralın mızrağı, bin ejderhanın dişlerinin eritilmesiyle yapılmıştı.
Üçüncü kralın gürzü eski tanrının kemiklerindendi.
Dördüncü kral, sırtında ruhlardan yay ve karanlıktan oklar taşıyordu.
Beşinci kralın bir elinde kitap, diğer elinde ateşten asa vardı.
Altıncı kral, buzdan baltasını hep önünde tutuyordu.
Sırtlanlarını sürdüler gökyüzüne doğru, kükremeler gök gürültüsünden ibaretti. Yağmaya başlayan yağmurlar ağlayan dünyanın gözyaşlarıydı. Savaşa hazırlık bitti ve Araf'a beş kala yeryüzü altıya ayrıldı.
Tahtından inerek, emri altındakilere baktı son defa. "Bu savaş" dedi, "suyun ateşle, karanın akla, yeşilin toprakla savaşmasına benzemeyecek. Bir defa inilecek meydana ve bir defa kaybedilecek"
Tahtın arkasından altı başlı, altı aslan çıktı. Hepsi, kuyruklarında güneş taşıyor, gözlerinde yıldızlar tutuyorlardı. Pençeleri şimşeklerden, yeleleri alevdendi. Bindiler aslanlara ve Araf'a beş kala gökyüzü altıya ayrıldı.