Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Quad

Sayfa: [1]
1


İhanet edenin gerekçeleri ne kadar önemlidir ihanete uğrayanın gözünde? Peki ya ihanete uğradığını iddia eden birinin vahşeti ne kadar haklı görülebilir? Gücüyle güçler yaratan bir büyücünün ihanete uğrayacağını görememesi koşulsuz sevgiden mi kaynaklanır? Adil bir kral kılıçtan geçirilen halkının intikamını almak için neleri göze almalıdır? Çocuk yaşta alevlerin en sevdiklerini yuttuğunu gören biri için kimleri yok ettiğinin bir anlamı var mıdır? Tanrısal adalet mi daha ağır basar vicdan kantarında yoksa intikam duygusu mu?
Saflarda iyi ve kötü yok bu defa. Ne kadar sürerse sürsün, neye mal olursa olsun bitmesi gereken ve bir defa yaşanacak olan bu savaşta, nerede durduğunuzdan çok nasıl durduğunuz önemli. Unutmayın! Kazanan, gelecek nesillere bu savaşı nasıl kazandığını anlatma hakkına sahip olacak. Ve kaybeden… Ne mürekkep yazacak onu unutulmuş sayfalara ne de dil kabul edecek isminin telaffuzunu. Tüm bunların farkında olduğunuzu varsayarak söylüyorum.
Tarafınızı seçin… Nazracha Tarihi sizi ya altın harflerle yâd edecek ya da kirli, tozlanmış raflarda bile yer bulamayacaksınız.
Farklı kurgusu, sıra dışı olayları ve güçlü anlatımıyla Kalsedon Serisinin ilk kitabı Karanlığın Yükselişi sizi Nazracha topraklarında geri dönüşü garanti olmayan bir gezintiye çıkarıyor.
İyinin en acımasız, kötünün en masum olduğu topraklarda siz olsanız ne yapardınız?



Merhaba arkadaşlar. Karanlığın Yükselişi adlı ilk kitabım Yakın Plan Yayınları'ndan çıktı.



2
Şişedeki Mısralar / Lanet
« : 12 Mayıs 2013, 01:35:36 »
Lanet olsun seni anımsatana,
 Sokakta sana benzeyene,
 Sesi seni özletene.
 Kırmızıya da lanet olsun,
 Sarıya da, seni hatırlatan siyaha da,
 Garezim var artık oh olsun.
 Şiirlere de küstüm,
 Hikayeler de yerin dibine batsın.
 Senin olmadığın her yere lanet olsun.
 Sen kokmayan gül,
 Bülbüle hasret ölsün...
 Su senin tadını vermeyecekse ona da lanet olsun.
 Ateş senin gibi yakmayacaksa, cehennem yuvam olsun.
 Sokaklar yansın sen yoksan üstünde,
 Kuşlara da lanet olsun senin yasında öteceklerse,
 Çiçekler açacaksa onlara da lanet!!
 Mavinin de canı cehenneme,
 Siyahında, beyazında...
 Sensiz yaşam cümlesindeki
 Yaşamanın da canı cehenneme.
 Derdi verenin derman olmadığı dünyada,
 Yasakların da günahlarında,
 Hatta;
 Cehennemin bile canı ceheneme!

3
Şişedeki Mısralar / Özledim
« : 12 Mayıs 2013, 01:34:43 »
 Uzun zaman oldu sesini duymayalı.
 Çok uzun zaman oldu kokunu çekmeyeli.
 En zifirisinde bir gecenin,
 Kırdım kalbini parça parça.
 Sabah yoktun.
 Ne bavul almıştın,
 Ne de başka bir eşya.
 Öylece gittin.
 Seneler oldu,
 Kokunu unutmadım,
 Seneler geçti, unutmadım sesini.
 Biliyor musun?
 Her sabah aynı sensizliğe uyanıyorum ben.
 Her sabah gitmemişsindir diye ilk senin odana bakıyorum.
 Sana kavuşmayı özledim.
 Her gece belki de bu gecedir diyerek,
 Her gözyaşımda sileceksin diye bekleyerek,
 Nereye kadar yaşarım bilmiyorum.
 O kadar yıl, kocaman aylar, haftalar.
 Niye acın hiç hafiflemedi ki?
 Yine mayıs geldi bak.
 Şimdi senin acına benzeyen
 Bambaşka bir acıyla uyuyacağım.
 Üzülme, biraz acı birazcık gözümde nem.
 Ama unutma ne olur.
 Seni çok özledim annem.

4
Kurgu İskelesi / Araf'ta Dans - I
« : 10 Mayıs 2013, 18:55:40 »
Gökyüzündeki tüm bulutlar söz birliği etmişçesine, bir örümceğin bacaklarının kirli kayayı kavradığı gibi kavramıştı Barallus'u. Yağmur kendisini yollamaya çalışan bulutlara kafa tutuyor, bu lanetli şehre inmemek için yalvarıyordu adeta. Yıldırımlar, belki de ateşle yoğrulup, ışıkla bilendiklerinden beri ilk defa bu kadar zevkle boşaltıyorlardı elektiriklerini Barallus'a. Rüzgar şiddetini, arduvaz çatılardan, aka çınarlardan esirgemek bir kenara, gövde gösterisi yapıyordu, hırçın toprağa. Dalgalar kendi aralarında yarışır gibi Barallus kıyılarına, sadıh başlarını vurmakla meşgullerdi. Doğa Ana kızmıştı ve bunda en büyük pay, muasır Mistik Rahipler'e aitti.

 Mistik oda tüm ihtişamıyla parlıyordu fakat bu ışığın bile söndürmekte zorlandığı karanlık, kaderleri olan halkın, çaresiz çığlıklarına bakıp, ellerini koca göbeklerinde birleştirmiş kahkahalar atıyordu. Yuvarlak bir kürenin tavan kısmında gibiydiler. Duvar, zemin ve tavan tamamen camlardan yapılmıştı. Masa, bulutlardan çalınan şimşeklerle dizayn edilmiş, sandalyeler, üstlerinden duman çıkan alev kayalarından yontulmuştu. Mistik odanın, güneş kadar sıcak, buzullar kadar soğuk ve kaynayan lavlar kadar dehşetli kapıları açılırken, eflatun masanın üstünde parşömenlerden, kitaplardan başka birşey yoktu.

  İhtiyarlar kırışık yüzleri, buruşmuş elleri, kederli gözleri ve öfkeyle saçılan sözleriyle içeri girdiler birer birer. Her birinin yüzünde muğlak bir keder vardı. O heybetli görünümlerinin altında, düşünceleri paspal ve mücrimdi. Üstlerinde, kumaşı ateş, ipliği toprak olan cübbeleri vardı. Hepsi kapüşonlarını başlarına geçirmiş, artık sararmaya yüz tutmuş saçlarını gizliyorlardı. Ayaklarında, kara yılan derilerinden yapılmış ayakkabıları her adım atıldığında, odanın tıslama sesleriyle yankılanmasına sebep oluyordu. İçinden, lekeli kanların geçtiği mavi damarların aşırı belirgin ve şiş durduğu uzun, geniş ellerini masaya koydular sırayla. Tırnaklarını, bir köpeğin tırnaklarından ayırt etmek neredeyse imkansızdı. Dudakları, bir zemheriden geçilmiş kadar beyaz, burunları böceklerin yer yer yediği bir kemik yığını gibiydi.

 Eflatun masanın en ucunda oturan ve bu loş ruhlu ihtiyarların başında olduğu açıkça belli olan, kanla çizilmiş dişlerini göstererek konuştu.

 "Her biriniz" dedi kükreyerek, "Bu duruma nasıl geldiğimizi bilirsiniz. Sözlerinizi dikkatle seçin, artık duyulmadığımız yer kalmadı" Söylediği her kelimede cam oda renkten renge giriyordu.

 "Ben" dedi sağında oturan kişi. "Bu nefreti berzahlara taşıyacak kudretin, ellerimizin altında olduğunu bilirim" Diğer ihtiyarların yüzünden anlaşıldığına göre, sözleri sıradan ve sıkıcıydı.

 Tekrar söz aldı baş koltuğun sahibi. Bu esnada titreyen cam odada, yer yer patlamıştı duvarlar.

 "Fevkinize bir bakın hele ne görürsünüz"  dedi gözlerini başına getirip, gökyüzünü izlerken.

 Tüm ihtiyarlar kafalarını yukarı kaldırdılar. Camların ötesinde, bir çift göz kendilerine bakmaktaydı kara bulutların arasından. Tedirgin oldular yaşlı adamlar, birerce koltuklarından kalkıp, öfkeyle duvarlara yaslandılar.

 O sırada yer çatladı, gök sallandı. Kara bulutlardan oluşmuş, muazzam bir el gelip avucunu cam kubbenin üzerine yerleştirdi. Şimşekten gözlerini yakınlaştırıp, kubbenin dibine kadar vardı.

 Konuştuğunda, tüm Barallus'u sanki kollar arasında sallanıyormuş gibi bir titreme aldı.

 "Sizler, görmez misiniz kudretimi. Günlerce sınamanıza sebep neydi asaletimi. Şimdi siz söyleyin, sizleri köpeklerin karnınızı yiyeceği, arslanların  kollarınızı parçalayacağı Alev gölleriyle süslediğim, lavlardan dağlarla gözetlediğim derin çukurlara göndermemem için sebep ne?"

 İhtiyarlar ellerini açtılar O'na doğru.

 "Seni yapmaktan alıkoyan nedir?" dediler hep bir ağızdan. Karanlık avuçlarını kaldırdıkları zaman göğe, bir çığlık koptu altı yerden.

 Homurdanarak geri çekildiğinde;

 "Bu savaşı siz başlattınız" dedi ve göklerin zemin olduğu, kudretli tahtına geri çekildi.

 Mistik Rahipler, birer birer odadan çıkarken, son yapılan ayini düşünüyorlardı ister istemez. Altısının birden aklına altı fikir geldi. Altı dünyaya haber göndererek, altı Tanrı ile savaşmak için altı savaşçı istediler.

 Düşüncelerini yolladıkları an yoz dünyalara, maruf krallar, gözleri oyulmuş sırtlanların üstlerinde geliyorlardı Barallus'a. Her birinin boyu altmış insan boyunda, kollarında farklı farklı silah ve gözlerinde altı farklı isyan vardı. Zırhları sisten, derileri dumandandı. Gözleri yoktu hiçbirinin ve hiçbiri konuşmazdı. Altı başlı kuşları vardı -ki onlara Zemmar denirdi.  Zemmar'lar, tanrının köpeklerinin derisinden, gagaları, tanrının kılıçlarıyla donatılmıştı

 Birinci kral, zümrüt ellerinde yılandan palalar taşıyordu.

 İkinci kralın mızrağı, bin ejderhanın dişlerinin eritilmesiyle yapılmıştı.

 Üçüncü kralın gürzü eski tanrının kemiklerindendi.

 Dördüncü kral, sırtında ruhlardan yay ve karanlıktan oklar taşıyordu.

 Beşinci kralın bir elinde kitap, diğer elinde ateşten asa vardı.

 Altıncı kral, buzdan  baltasını hep önünde tutuyordu.

 Sırtlanlarını sürdüler gökyüzüne doğru, kükremeler gök gürültüsünden ibaretti. Yağmaya başlayan yağmurlar ağlayan dünyanın gözyaşlarıydı. Savaşa hazırlık bitti ve Araf'a beş kala yeryüzü altıya ayrıldı.


 Tahtından inerek, emri altındakilere baktı son defa. "Bu savaş" dedi, "suyun ateşle, karanın akla, yeşilin toprakla savaşmasına benzemeyecek. Bir defa inilecek meydana ve bir defa kaybedilecek"

 Tahtın arkasından altı başlı, altı aslan çıktı.  Hepsi, kuyruklarında güneş taşıyor, gözlerinde yıldızlar tutuyorlardı. Pençeleri şimşeklerden, yeleleri alevdendi. Bindiler aslanlara ve Araf'a beş kala gökyüzü altıya ayrıldı.

5
Şişedeki Mısralar / Suç ve Ödül
« : 10 Mayıs 2013, 02:34:14 »
Maviden bir hüzün sardığında geceni,
Suç ve Ödül kaplayacak ellerini.
İtiraflar, şeytanın kahkahası,
Ve kabullenme Tanrı'nın borcudur,
Biz insanlara...
Ölüm, miğferler ardında gizlenen
Yaşama sevinciyle doluysa,
Dünya döndükçe,
Ve ağladıkça insanlar,
Her gece dua edince Tanrı,
Ellerini açarak kendi mabedinde;
Bir umut daha ölecek paslı yüreğinde.
Yaldızlı mintan giymek neyinize?
Bebeklerin kundaklarında,
Nice gelinler kirlenecek.
İnsanlar bir olacak, İblis korku saçacak,
El ele, Tanrı'nın tahtında,
Son hesaplar görülecek.
Kızıl bir sabaha uyandığında,
Mahşer değil üstünde durduğun anımsa;
O gün, zafer şarkıların duyulduğunda,
Yasak meyveyi yiyenler çoğaldığında,
Cennet onların olsun,
Yeter ki;
Cehennem'imize yaklaşmasınlar,
Tanrı'ları ağladığında...

6
Şişedeki Mısralar / Tanrı Kasesi
« : 18 Ocak 2013, 23:50:10 »
Çatıktı kaşları.
Neler olduğunu sormaya cesaretim yoktu.
İlahilerim, mabedim dedi. Susmuşlar.
Al kanatlarının altına, seni savunayım, seni anlatayım dedim.
Güldü.
Kahkahası ile yıldırımlar düştü yeryüzüne.
Alnı çatıldı yine.
Sen dedi,
Karanlığı, benim yasakladıklarımdan daha çok taşıyorsun.
Evet dedim.
İşte bu yüzden en iyi ben anlatırım karanlığı aydınlığa.
Şaşırdı.
İndirin yeryüzüne, görelim hele kollarında ne taşıyor dedi.
Micheal'in kanatlarında indim yeryüzüne.
Tanrıyı utandırma dedi.
Ve gitti.

7
Şişedeki Mısralar / Olimpos'a Mektuplar
« : 18 Ocak 2013, 23:33:26 »
Olimpos'a yürüdüm, ayağımda alev taşlarıyla,
Yanımda Hades vardı, karanlıktan saçlarıyla.

Akbaba gibi hazır beklemekteydi ölümümü,
Kerberos'tan olmasa, görecekti gününü.

Azgın dişlerinin arasında, eritirdi kemiklerimi,
Üç başıyla deşerken, şu yorgun bedenimi.

Keşke gelse ya o büyük Orfe dedim,
Yine çalsa şarkılarını, şu an bunu diledim.

Korkunç Kerberos'tan, şimdi bir kurtulsam,
Ahh ölümsüz Hades'le, tek başıma savaşşam.

Şu ilerde gördüğüm toz bulutu da nerenindir?
Şimdi farketmekteyim, bu baston Osiris'indir.

Unutmamış, verdiği sözü tuttu nihayet,
Gözlerinde ışıklardan, aydınlıktan merhamet.

Set, acımasız Hades'i parçalamakla başladı işe
İsis, korkunç Kerberos'u geçirdi güneşten dişe

Dönderdim başımı sağımda Anubis ordularla,
Hissediyordum şimdi solumda Horus aslanlarıyla.

Başımın üstünde ki güneşten tac ile duran,
Anladım Ra'nın ateşiydi, büyük Nil'i kurutan.

Olimpos'a yürüdüm ayağımda alev taşlarıyla,
Yanımda kadim Tanrı'ların eşşiz yardımlarıyla.

Duyuyorum Olimpos'ta, kargaşa baş göstermiş,
Ak sakallı Zeus, elinde bulutlarla beklermiş...

8
Şişedeki Mısralar / Tanrı'nın Orkestrası
« : 18 Ocak 2013, 23:02:06 »
Nerede obua çalan grup?
Klarnet ve arp girsin şimdi de.
İşte böyle.
Keman ve viyolonsel hazır mı?
İşte şimdi Tanrının tahtını salladınız.
Davulların girme zamanı.
Bu müzik evrensel değildir!
Çelloooo!
Seni bekliyorduk
Gökyüzü kulaklarını tıkıyor.
Koro da sıra.
Mırıldanın herkese,
Canlıya, cansıza.
Bu müzik savaşın müziğidir!
Savaş kanunlarıyla yaşadığımız dünyada
Savaş davullarının müziğidir!
Titremeyecekse eğer beyin duvarları,
Korkuya kapılmayacaklarsa kanun yazıcılar,
Kırın atın aletlerinizi!
Bu müzik evrensel değildir!
Adalet dağıtın notalarınızla
Yürüyün tozlu beyinlere.
Timpani!
Son besteni çal.
Tanrı'ya kapısına dayandığımızı haber ver!

9
Kurgu İskelesi / Kasvet
« : 17 Ocak 2013, 22:07:27 »
   "Taht Merlin’in kontrolü altında iken, gürüldeyen şimşekler, kara bulutlar eksik olmazdı şehir üstünde. Vakit sabırsızlığı gösteriyordu bir şafak vakti sabırsız askerlerin yüreğinde. Karbehe surları üzerindeki kötülüğün kadim hizmetkarları, gelenlerin olduğunu çalan acımasız savaş davullarından anlıyor, yürekleri titreten sesler tedirginliği de beraberinde getiriyor ve gülümsemeye başlıyordu şehir. Bartor'un on binlerce askeri eşliğinde şehrin kapısına dayanması ile başlamıştı her şey. Ellerinde meşaleler ile gökyüzünü bile yakabileceklerini gösteriyorlardı düşmana. Tokmakların davullarla buluştuğu an ortaya çıkan ses olağanüstü bir korku yaratıyordu. Bartor atının üstünde kendi bölgesinde süvarileri ile beraber izliyordu şehri. Uğultular çığlıklar birbirine karışıyor ve surların üstünden yoğun ışıklar göze çarpıyordu. Okçuların yağmuru başlıyordu önce düşman saflarına, sonra sessizlik çöküyordu Karbehe'ye. Davullar çalmaya devam ediyor, kılıçlarını kalkanlarına vurarak davullara eşlik ediyordu askerler. Uzun mızrak sahipleri, yere vurdukları an silahlarını, şiddetle sallanıveriyordu toprak. Çelik sesleri, at kişnemeleri, derin çığlıklar birbirine karışıyordu. Sonra yine sessizlik oluşuyor, herkes susuyor ve dev kapı gıcırdayarak açılıyordu yavaş yavaş. Herkes saf tutmuş, mızraklar ileri bakıyor, kanat süvarileri savaşı izliyordu. Kapının ardından atının üstünde Lord Mija gözüküyordu. İlk görev yerine getiriliyor ve Lord Mija, şehre limandan süzülerek, tahtın gerçek sahibine kapıyı açıyordu. Okçular son oklarını da fırlatıp kılıçlarını çekiyor ve çığlıklar atarak kapıya doğru koşmaya başlıyordu piyadelerin arkasında. İç içe geçmiş binlerce piyade ve mızraklı aynı anda giriyorlardı içeriye. Şehrin içinde kılıç sesleri, acı çığlıklara karışıyordu. Simsiyah atının üstünde Bartor ise yanındaki muhafızları ile saraya doğru ilerliyordu düşman saflarını yararak. Nehrin kenarından geçerken eğilerek salladığı her kılıç darbesinde bir baş düşüyordu yere. Atının ihtişamlı zırhı ile önüne geçmeye çalışanların kemik çatırtıları yankılanıyordu kara sokaklarda. Süvariler, düşman okçularının yaylarını germelerine bile fırsat vermeden toprağa düşürüyordu başlarını ve bir sürünün dağılması gibi dağıtıyorlardı hepsini. Zırhlı atlar ezip geçerken düşmanı, meydan kan gölüne dönüyordu Karbehe’de. Mızraklılar ise düşman süvarilerini ölüme mahkum etmişti çoktan. Atların kişnemeleri, piyadelerin süvarilerle karşılaştığı an şiddetle artıyordu. Hızla gelen düşman atlılarına, bir grup mızraklının tuzağı görülmeye değer bir hal alıyordu. Mija’nın emri ile gerilen mızraklar, atların boyunlarına geçiriliyor, yere düşen askerler yine mızrağın bir ejderha dişini andıran keskinlikteki ucu ile gönderiliyorlardı sınırsız yeraltına

      Bartor ise atından damlayan kanlara aldırmadan kıyım gerçekleştiriyordu adeta. Hızlıca sürdüğü atının üstünde, savurduğu çift kılıcı ile yarıp geçiyordu düşman saflarını. Sarayın giriş kapısında Merlin’i gördüğü zaman dizginleri çekiyordu. Merlin ise elinde ki devasa asası ile şimşekler çakıyor, alevler parlatıyor ve Bartor'un askerlerini yakıyordu zevkle. Uzunca boyu, üstünde ayaklarına kadar süzülen yakut kırmızısı kaftanı göz kamaştırıyordu. Yakaları kulaklarına kadar uzanmış ve sırtında ise aynı renk pelerini vardı. Yüzünün tamamı ve giysisinden görünen elleri iskeletten ibaretti. Atından asalet kokan bir edayla indiğinde Bartor, çift kılıcını kınına soktuktan sonra, sırtındaki geniş kılıcını çıkarmak için hamle yapıyordu. Mija o anda direniş gösteren düşmanın kanı ile yıkanıyordu. Kılıç bırakanlara merhamet gösterilmiyor, dizüstü çökenlerin karşısında piyadeler saf duruyor ve saplıyorlardı mızraklarını düşmanın kalbine. Sur üstünde bir grup sancak taşıyıcı şehrin ele geçirildiğini bayrak sallayarak haber veriyordu generallerine.
 Bartor, bir elinde kılıcı, sessiz, hızlıca ve sinsi bir şekilde yürüyordu. Bir atın gölgesi gibiydi. Yıldırımlar gökyüzüyle beraber, Merlin’in asasında çarpmaya devam ediyordu. Kılıcının ucunu birkaç defa yere vurarak merlin’in dikkatini çekmeyi amaçlıyordu Bartor. Arkasını dönen Merlin, iğrenç suratıyla gülümsüyordu. Elindeki büyük asası buharlar çıkararak devasa bir kılıca dönüşmüştü. Saatler sürüyordu çarpışmaları. Kılıçları birbirine çarptığı an gökyüzü çığlık atıyor ve geceye birkaç saniyeliğine ışık veriyordu yıldırımlarla. Sanki Karbehe pislikten arınmak istiyormuş gibi yağmur şiddetle yağmaya başlamıştı. Merlin iyice gerdiği kolunu sertçe salladığında eğilerek sıyrılıyordu bu hamleden Bartor ve ani bir hareketle arkasına geçiyordu. Tam o an sessizleşti birden tüm şehir. Saray muhafızları şaşkınlık içinde yaşlı krallarına bakıyorlardı. Hafifçe başını öne doğru eğip, göğsünden dışarı çıkan kılıcın ucuna bakıyordu Merlin. Önce kılıcı çakıldı yere, sonra ise dizleri üstüne çöktü. Bartor'un sırtını vurduğu ayak darbesi ile yüzüstü düştü Karbehe toprağına. Bedeninden kara ışıklar ruhunu söküp alırken, sessizlik yerini zafer naralarına bırakmıştı. Kötülükten dolayı kararan saraya bakıyordu Bartor ve tebessüm ediyordu çenesinden damlayan kanlara aldırmadan"

  

 "İhtiyar. Bu hikayenin anlatılması lanet getirir topraklara" dedi hışımla tavernanın kalabalığından bir asker.

 Yaşlı bilge, karanlık köşedeki karanlık masasında duran, kartal işlemeli bakır kadehini yudumladıktan sonra koluyla ağzını sildi.

 "Biliyorum evlat. Biliyorum" dedi yılların eskittiği kırışık yüzünde gülücükle.

 Bu sırada tavernanın kapısı hızla açılmıştı. Gözlerinde dehşet dolu ifadelerle bir muhafız etrafına bakındı, sonra hancının masasında kendisine bakan komutanı Lemira'ya döndü.

 "Efendim. Davul kuleleri çalıyor. Samros yanıyor" dedi heyecanla, ellerini dizlerinde birleştirip derin ve kesik nefes alıyordu.

 Tüm gözler yaşlı adama dönmüştü. Gülümsedi yaşlı bilge, hızla tavernadan çıkan Lemira'yı izlerken.

10
Düşler Limanı / Rüya
« : 16 Ocak 2013, 00:10:03 »
Kadın balkonun soğuk demirine dirseklerini dayadığında, içindeki ateşi söndürmeyeceğinin farkında idi belki de. Sokak lambasının altında çöplüğü karıştıran kedinin hışırtısı, yağan yağmurun aynı sokak lambasının ışığının etkisiyle muhteşem bir görsel şölene dönüşmesi ve suyun tekerleğin içinde kayışına istinaden çıkardığı feci derecede kafa dinleten sesi… Dikkatini dağıtmıyordu kadın. Sırtında battaniyesi ile elindeki sıcak kahvesine bakarken, gökyüzünün kime ağladığını merak ediyordu..Ne için kim için, neler anlam taşırdı ki ve o anlamların ne derece kimi ilgilendirdiğini düşünüyordu şimdi..Aslında kadın bakışlarını kilitlediği yerde olanlarla ilgilenmiyordu ve tüm hissettiği göğsünün üzerindeki ağırlıktı.. Dirsekleri halâ da soğuk demirlerde idi. Bir kaç yağmur tanesinin kahvesinin içine umarsızca damlaması bile sinirleniri bozmuyordu. ”Neden“diyebildi sadece, içinden geçirdiği düşüncesi dudaklarına yansımıştı. Oysa önceki gün, ondan önceki gün ve önceki günler, dudaklarını mühürlediğini ve asla konuşmayacağını söylemişti. Gece güzel bir etki yaratır insanda, hele birde yağmur yağıyorsa, yağmur suyunun ızgaralardan kanalizasyona  akarken çıkardığı ses ile birleşince damlaların kardeşlerine ulaşması, Mozart’ın senfonisini bile etkisiz kılıyordu…Nihayet kahvesini yudumlamak için elini kaldırdığında demirlerden, ağırlığın devam ettiğinin farkına varmıştı kadın..Yalnız olmanın verdiği sıkıntı değildi ki bu, “Daha öncede yalnızdım” dedi kendi kendine.Gitmesini istediği kaç kişi vardı ve kaç git denildiğinde kalmayı dilemişti ki. Yağmur devam ediyordu vurdumduymaz bir tavırla..Gözleri çöp kutusuna ilişti yine..Oradaydı hâla kedicik.Yalnız olsa da gündüz aynı şeyi yapamadığından gecesini birleştirmişti amacıyla.Kendi amacını düşündü, neden gelmeyeceğini ve neden halâ beklediğini, ne için beklediğini ve gelirse neler yapabileceğini düşündü. “Gelmeyecek” dedi..İçeri geçmek isterken, sokak lambasının altında bir karartı gördü kadın.Umursamadı ama kalbi çok hızlı atıyordu.Sırtından battaniyesi düşerken koşarak kapıyı açtı, elinde fincanı duruyordu. Ayakkabı terlik giymekle uğraşmadı, yalın ayak koştu karartıya. Kim olduğunu bile bilmediği karartıya doğru acımasızca götürdü onu ayakları..Yarım kalan kavgalarını sevdalarını düşünmeden koştu. Karşısında dikilmişti karartının, elinde kahvesi duruyorken gözyaşlarına karışıyordu yağmur damlaları. Hareket etti karartı ona doğru. Yüreği çıkacak gibi oldu yerinden. Konuşmayacak mısın halâ” dedi. Mühürlü dudaklarını açmalıydı, “Geldin mi?” dedi ağlayan gözlerle… “Hiç gitmedim ki” cevabını aldığı zaman hıçkıra hıçkıra ağlamaktan utanmıyordu..Omuzlarına düştü yanağı adamın.Elleri sırtında dolaşırken, gözyaşları yağmurdan daha çok ıslatıyordu adamı..Sıkıca sarıldı yüreğine, bir daha bırakmamak üzere yeniden ve bir daha sarıldı.. “Teşekkür ederim” diyebildi sadece, uyanmadan önce o rüyadan…

Sayfa: [1]