Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Refeco

Sayfa: [1]
1
Müzik / J.B. Lenoir
« : 24 Ocak 2014, 22:22:38 »

J.B. Lenoir (5 Mart 1929 - 29 Nisan 1967)

Afro-Amerikan blues gitaristi, vokali ve bestecisi. Aktif olduğu yıllar 1950'li, 1960'lı yıllardır. Sahnede kendini "La NOR" olarak tanıtır ve bilinenin aksine isminin başındaki J.B.'nin özel bir anlamı yoktur.

Kişisel görüşüm; birçok popüler Blues/Rock müzisyenini duymuş olsak da J.B. Lenoir gibi tabiri caizse sapına kadar blues müziği yapan büyük bir ustayı pek tanımayız. Buraya konu açmamın temel sebebi de bu zaten, böylesine bir ustayı daha çok kişi tanısın, bilsin, dinlesin.

Zaten olur da bir parçasını dinleyeyim derseniz arkası gelir, öyle bir etki yaratır. Hele ki bir "Alabama Blues" u vardır ki, her kelimesinde akşam eve yorgun-argın dönmüş ve iki kelam müzik yaptığını belli eder, isyanını müziğe döker. 

Blues müziğe ilginiz yoksa bile Afro-Amerikan ayrımcılığını katıksız anlatması sebebiyle dinlenilmeli der, tavsiye ederim.

J.B. Lenoir - Alabama Blues

2
Kurgu İskelesi / Dorian Güncesi
« : 22 Ocak 2014, 15:12:46 »
Dorian Güncesi


I

Kafamın içinde savaş talimi varmışçasına bir ağrı var. Bilincim açık, uyandığımı fark edebiliyorum ama neden ve nasıl burada olduğuma dair hiçbir fikrim yok. Gözlerimi henüz açmadım, istesem açabilirim ama önce nerede olduğumu çözmem gerekiyor. Etrafı dinlemeliyim ve kim olduğumu bulmam gerek. Yahu ne oldu bana böyle? Midem de bulanmaya başladı. Ölüyor muyum, diriliyor muyum bilmiyorum. Ama oldukça saçma bir haldeyim ve sanırım işemem gerekiyor. Kim dövdü beni? Kim bu hale getirdi? Gözlerimi açsam mı? Ya hiç bulunmak istemediğim bir yerde uyanırsam? Ne yapsam ki?

Toparlanmam gerek, eğer kaçmam gereken bir yerlerdeysem de bu halde kaçmamın imkânı yok. Bir an önce durumumu bilmeliyim. Biraz derin nefes almalıyım, evet, işte böyle. Sakinleşiyorum. Gözleri açmak yok. Etrafı dinle, dikkatini ver, bak, birisi konuşuyor. Yaşlı birisinin sesi olmalı, çok kirli ve anlaşılmaz bir telaffuzu var. Of, işte yine başladı ağrılarım. Eğer bu durumdan kurtulabilirsem, başımı koparacağım. Bir daha başıma böyle işler gelmesin.
 
Dur, dur. Bir başkası konuşmaya başladı, daha genç ve konuşması daha anlaşılır birisi. Konsantre ol, dinle, ne dediğini iyi anla. Evet, galiba anlayabiliyorum. “Çocuk yaşayacak demek. Efendi bu duruma oldukça sevinecek değil mi? Her neyse, bizi ilgilendirmez. Ne zaman uyanır demiştin?” Yine o ağrı, hay bacağı topal olası ağrı, biraz izin ver. Yaşlı adam yine bir şeyler mırıldanıyor, anlayamıyorum, biraz sesli konuşsan ölür müsün be ihtiyar? Diğeri cevap veriyor. “Anlıyorum, öyleyse yavaş yavaş uyandırın. Ürkütmeyin, çocuğun hafızasını yerine getirmek biraz zor olacak. Neyse ki efendinin bu işler için tonlarca eğitmeni var. Unutma, eğer çocuğa bir şey olursa sana yapılacakları tahmin bile edemezsin.”

Yine o baş ağrısı! Kim acaba bu çocuk? Sanırım efendinin çocuğu ya da akrabası falan. Yaşlı adam çocuğu iyi edemezse işkence mi edecekler acaba? İyi de benim bunlarla ne alakam var? Acaba şifacı mıyım? Yok, daha neler. Kendi ismini hatırlayamayan şifacı mı olur? Ulan dur, yoksa çocuğu bu hale ben mi getirdim? Şimdi boku yedim işte. Yaşlı adam, çocuğu iyi edemezse öldürülecekmiş. Kim bilir bana ne yaparlar? Neden her şeye burnumu sokuyorum ki? Dur bakayım, belki sağda solda kendimi koruyacak bir şeyler bulabilirim. Gözlerini sakın açma, sakin ve yavaş hareketlerle kolu oynat, örtünün kenarından aşağıya doğru sarkıt…

Oha! Kollarımı masaya bağlamışlar. Ne yapsam ki? Şu işten kurtulursam, kendime bu aptallıklarım yüzünden epey bir acı çektireceğim. Geri zekâlı herif, ne işin var efendinin çocuğuyla falan. Otursana kıçının üstüne.

Masaya bağlı olduğuma göre gözlerimi açmaktan başka çare yok. Belki etrafta kendimi kurtaracak bir şeyler görürüm. Yavaş yavaş sağ gözü arala bakalım. Gözlerim çapak içinde kalmış, kaç yıldır uyuyorum ben? Aralanmıyor lanet gözler, hadi biraz daha güçlü, biraz daha, biraz daha. Lan! Gözüm pat diye açıldı, umarım kimse görmemiştir. Kapan hemen kapan. Aceleden göz atamadım da etrafa. Şimdi aynı işlemi sol göze yapalım, hadi bakalım, yavaş yavaş arala gözleri. Başardım, karartıların arasında bir şeyler görebiliyorum. Kocaman bir pencere, beyaz perdeler, duvar… Yanlış tarafa bakıyorum galiba. Burada hiçbir şey yok. Yine sağ göze geçeyim, yavaşça arala, evet, görüyorum biraz, geniş bir oda burası. Cam şişelerin durduğu ahşap bir masa var. İçlerine türlü renklerde içecekler konulmuş. Büyük bir ahşap leğen, yanında kocaman bir askılık, havlular, uzun bir kılıç, kitaplar… Dur bir dakika, işte kaçış anahtarım, kılıç. Ulaşmam gereken yer orası, şu lanet yerden kurtulup bir şekilde o kılıcı ele geçirirsem, kaçar giderim buradan.

Baş ağrısı yine başladı. Tam zamanında başlıyor kör olası. Neyse, ayak sesleri duyuyorum, kapat gözleri kapat. Dinle bakalım. Baya gürültülü bu gelenler, ahşap zemine vuran ayak darbelerinden sonra sallanan metal aksamın sesi bu. Zırh gibi bir şey sanırım. Tabii ya, zırh! Gelenler beni öldürecek olan askerler olmalı. Ben de kılıcı alıp, kasap gibi milleti doğrayacaktım. Yahu sen kimsin? Adamlar seni tavada kavurma yaparlar. Öleceğim galiba. En azından kim olduğumu bilseydim bari. Nasıl dövdülerse artık geçmişe dair hiçbir şey kalmamış kuş beynimin içerisinde. Bu oyundan iyice sıkıldım. Öleceksem beni öldürenleri göreyim bari, en azından öbür tarafta yapılacak bir maceram olur. Aptalım ben aptal. Benim gibisinden adam olmaz arkadaş. En iyisi açayım gözlerimi.

Bu ne şenlik, gözlerimi açar açmaz, beynim sarsılmışa döndü. Odanın tavanın asılmış koca şamdan gözlerimi aldı. Lanet olsun. Hiçbir şeyi seçemiyorum. Aha, dur. Biraz kendime geldim sanki, alıştı gibi gözlerim. Vay anasını, nasıl bir odadayım ben ya? Burası bildiğin saray gibi bir şey lan! Kime bulaştım ben böyle? Anamdan emdiğim sütü burnumdan getirecekler şimdi. Şu ipek halılara, ahşap pencerelere, ince işlenmiş demir parmaklıklara, tül perdelere, zırhlı askerlere, yaşlı adama…

Dört tane asker var içeride. Niye zahmet ettiniz kardeşim, iki kişi de beni bir güzel öldürebilirdi zaten. Yaşlı amcanın gözlere bak, sanırım askerlere pek iş bırakmayacak. Yahu, yapmayın be, öldürmeyin beni desem, ne derler acaba? Kıçlarıyla gülerler büyük ihtimal. Neyse, olan olmuş. Battı balık yan gider. En azından kim olduğumu öğreneyim bari. Toparlan, toparlan, cesareti topla, şimdi söyle: “Neredeyim ben? Siz kimsiniz? Ben kimim? Öldürmeden önce bunları söyleyin, yoksa yemin ederim öbür tarafta yakanızı rahat bırakmam.”

Gülüyorlar işte, demiştim ben. Ulan bari öldürmeyin falan deseydim. Nasıl olsa yine güleceklerdi, en azından şansımı denemiş olurdum. Şu bunağa bak, kahkaha atıyor resmen. Öbür tarafta ilk bunun peşine düşeceğim, suratına iyice bakayım da hafızama yer edinsin. Kel bir kafa, bembeyaz bir bıyık, bıyığın kenarları da yukarı doğru kıvrılmış, kepçe kulaklar, kahverengi gözler, mavi bir cüppe, koyu renk bir ahşaptan yapılmış bir baston. Tamamdır, gerekenleri kafaya yazdım. Öbür tarafta boş oturmam bari.

“Neden gülüyorsunuz be? Delikanlı olun, bir hamlede bitirin şu işi. Hey, sen! İçi geçmiş kabak! Yemin ederim, senin peşine düşeceğim.” Şu sol kolumu yerinden çıkarabilsem, bir şansım olabilecek gibi. Ama şu hıyarların dikkatini başka yere vermek lazım: “Siz asker bozuntuları! Kendinize adam mı diyorsunuz be? Silahsız, kolları bağlı bir adamı öldürmek için dört kişi gelmişsiniz. İçinizde biraz adamlık varsa elime bir kılıç verirsiniz.”

Acınacak haldeyim, askerler de kahkaha atmaya başladı. Sinirlerim alt üst durumda resmen. En iyisi kendimi masadan aşağıya atmayı denemek sanırım. Haydi bakalım, bütün ağırlığını önce sağ tarafa doğru sarkıtmaya çalış, sonra sol tarafa, sağ ve tekrar sol...

Yok, bu işe yaramayacak. Beni bağladıkları şey yere çivilenmiş galiba. Öleceksem birkaç kelam etmeli. “En azından son isteğimi yerine getirin, kızarmış tavuk fena olmaz. Yanında koca bir bardak ayran isterim. Ayrıca kızarmış tavuğa acı sos kesin olsun ve belki biraz salatalık turşusu…” Biliyorum, biliyorum, bu yaptığım çok saçmaydı. Yalnız bizimkilerin üzerinde ters etki yaptı sanırım, gülmeyi kesti hepsi. Yaşlı adam önce bana baktı sonra askerlerden birisine başını çevirdi ve eliyle “Git” anlamında bir işaret yaptı. Ne oluyor yahu? Bak şimdi bana doğru döndü, kim bilir neler yumurtlayacak?  “Prens Zenaid’in başka bir isteği var mı? Kullarınız size hizmet etmekten onur duyar efendim.” Resmen dalga geçiyor bu herif. Yok, yok. Öbür tarafa bırakmadan bunağı hemen öldürmeliyim. Şu masayı yerinden bir çıkarabilsem, sağ, sol, sağ, sol. Oyna ulan oyna, ne biçim bir şeysin sen? “Ulan bunak! Yemin ederim öldüreceğim seni. O kel kafana kızgın yağ dökeceğim, göreceksin bak.”

Son sözlerimden sonra yaşlı adam bana doğru geliyor. Son hamleyi vuracak galiba. Neyse, en azından çok uzamadı. Öldür lan bunak, hemen öldürürsen seni affedeceğim. “Prensim, bir kaza geçirdiniz. Bu yüzden hafızanızı kaybettiniz. Lütfen izin verin, size yardımcı olalım. Az önce hizmetkârlarınızdan birisi isteklerinizi getirmek üzere mutfağa gitti. Kısa bir süre sonra istedikleriniz hazır olur. Biliyorum, sorularınız çok fazla ama merak etmeyin. Cevaplar için uzun bir süre var. Yine de kısa bir giriş yapayım, siz Pirahen İmparatoru Akritla’nın tek oğlu ve varisi, Ovest Cîtta valisi Zenaid Pirahi’siniz. Şu an Meisterwerk şehrinde, İmparatorluk sarayının şifa odalarından birisindesiniz. Ben babanızın yani imparatorumuzun danışmanlarından Baira’yım. Yanımdakiler sizin kişisel muhafızlarınız, Korin’li Temes, Pegua ve Tuka. Az önce istediklerinizi getirmek üzere mutfağa giden ise Sançiz. Umarım bazı sorularınız cevap bulmuştur. Lütfen kendinizi yormayın, dediğim gibi her şeyin zamanı gelecek.”

Bu adam şarabı fazla kaçırmış sanırım. Yok Pirahen prensiymişim, varismişim, falanmış, filanmış. Hele şu kişisel muhafız şeysi da ne öyle? Söylerken bile komik. Yaşlı adam iyice yaklaştı yanıma, bence sağlam bir tokat yiyeceğim.

Aha, adam kolumdaki bağları açıyor. Sakin ol, sakin ol. Diğer bağları da açmasını bekle, evet, son bir tane kaldı. Onu da aç. Şimdi kaçmanın vaktidir, şu koca leğene doğru koşup oradan kapıya kaçacağım. Tamamdır, plan hazır. Çok düşünürsem öldürür bunlar beni. Bir, iki… Aha, orta yaşlı bir kadın kapıdan içeri girdi, elinde koca bir tepsi var. O ne güzel kokudur öyle, tavuk, ayran, turşu! Ulan ciddi ciddi getirmişler. Kadın iyice yanıma yaklaşıyor, beyaz tenli, gözleri kahverengi, saçlarını arkadan topuz yapmış. Üzerinde gri renkli bir elbise var, derin bir göğüs dekoltesi gözlerimi esir alıyor, balık etli olduğu için her adımında tepsinin ve tavuğun üzerinden görünen bembeyaz göğüsleri kıpır kıpır hareket ediyorlar. İştahım açıldı, anlarsınız ya, bu harika manzaradan sonra kesinlikle uyandım.

Kadın tepsiyi önüme koyuyor, eğilirken manzara daha da güzelleşiyor ve tatlı tatlı gözlerimin için bakıyor. Az önce cehennemdeydim, şimdi cennete düştüm. Uyanıklığım da gitgide artıyor. Kadın giderken, dur gitme desem ne olur acaba? Kadın gidiyor, gidiyor, kalçaları dans ediyor, yürüyor, yürüyor. Bir şey diyemedim yine. Neyse, en azından şu tavuklara saldırayım, karnım bir kurt gibi acıkmış. Tam istediğim gibi üzerine acı sos dökmüşler, ayran çok güzel görünüyor, turşular da çok taze. Bir but koparıyorum, ısırıyorum, tavuğun yağı yanaklarımdan aşağı akıyor. Turşuyu ısırıyorum, sanki benim için yapılmış gibi. Bu kadar lezzetlisi olamaz. Sonra ayrandan bir yudum, ohh, işte bu iyi geldi. Nefes alıp vermeyi unutmadan tepsiye saldırıyorum, tavuk, turşu, ayran, ekmek, tavuk, turşu… Tepsinin dibindeki yağa ekmeği bandırırken aklıma geliveriyor: “Bunlar zehirliydi değil mi? Anlamalıydım, zehirlediniz beni.”

3
Kurgu İskelesi / Zümrüt ile Beyaz
« : 08 Aralık 2013, 13:58:58 »
Sanki madende az çalışmışım, işim gücüm yokmuş gibi yazıyorum. Sanki bunu okuyacak birileri varmış gibi, kendi kendimi kandırarak, karalıyorum şu eski parşömeni.

“Huc venire! Refeco! Loquor vobiscum. Etrusci la Turca!”
(Buraya gel. Refeco! Sana söylüyorum. Türk'ün Etrüsklüsü!)


Annemin bana seslenişini hatırlıyorum. O masum günlerimde Tiber nehrine doğru çırılçıplak koştuğum günlerin özlemini çekiyorum hala. Gözlerimi kapattığımda sanki yanıbaşımda o güzel ev. Meyve ağaçları, doru atlar, uçsuz bucaksız tarlalar…

Refeco ismim, İtalya’da doğdum ya da doğmuşum, yani öyle diyorlar. Ailem soylu bir kökene sahipti. Beyaz mermerden yapılma büyük bir evimiz vardı. Her sabah uyandığımda babamın yanına koşardım. Atların yanıbaşında olurdu. Hemen bir parça saman alıp Priska’ya verirdim. Dudaklarından akan salya ile ellerimi yapış yapış ederdi Priska. Sonra üstüme sıcak nefesini bırakıverirdi. Babam saçlarımı okşar ve annemi üzmemem gerektiğini söylerdi. Priska’ya bindikten sonra her zaman aynı cümleyi tekrarlardı.

“Nolite oblivisci. Vos es an Etrusci. Vivere quasi Etrusci.”
(Unutma. Sen bir Etrüsksün. Etrüsk gibi yaşa.)


Öyle hafızama kazınmış ki bu cümle. Ailemin kökenlerinin Roma İmparatorluğunun kurucu kabilelerinden biri olan Etrükslere dayandığını çok sonradan öğrendim. Etrükslerin kim olduğunu öğrenmek de bir o kadar zaman aldı. Neyse, tarih dersi kısmını sonraya bırakalım.

İnsanoğlu, hayatını seçemiyor. Hayat O’nu seçiyor. Sanki koca bir çocuk var, ismi de “Hayat”. Biz de O’nun oyuncaklarıyız. Canı sıkıldığında bir kenarı fırlatıyor bizi. Bazen bu güzel romanın baş kahramanı oluyoruz. Bazen de bir bahçedeki bir taş parçası.

“Lumina, quod viridi! Ahh illi oculi! Viridi similis smaragdo!”
(Gözleri yeşildi! Ahh o gözler! Zümrüt yeşili!)


Şimdi nerede miyim? Belki inanmayacaksınız ama bir Türk kasabasındayım. Binbir çeşit yemeği beğenmeyen ben, pazaryerinden mısır alıp haşlıyorum her gün. Baloların değişilmezi ben, alkol bile bulamadığım meyhanelerde geziyorum. Neden mi? Bir çift yeşil göz uğruna.

Bir çift yeşil göz efendim. Zümrüt yeşili gözler. Unutamadığım o gözler. Hala hayallerimi süsleyen o gözler. Uğruna her şeyi bıraktığım gözler. Uğruna hayatımı mahvettiğim gözler. Peki şimdi nerede o gözler?
Biraz şarap olsaydı ne olurdu sanki?

Cümleler iyice birbirine karıştı. Gözler diyordum. O güzel gözleri görmüştüm bir baloda. Yanıbaşında pala bıyıklı bir yeniçeri vardı. Yaklaşmıştım. Dün gibi hatırlıyorum her şeyi. Elini öpmeye çalışmıştım, yeniçerinin nasır tutmuş elleri aramıza girdi. Ben derdimi anlatmaya çalışıyordum, yeniçeri dinlemiyordu bile.
“Bacım, sen dedün deyü nerelere geldük, şimdi yerle bir edeceğün bu sünnetsüzü. Bre git belanı başkasından bul tohumu bozuk irezül!”

Türkçe bildiğimi bilmiyordu yeniçeri. Bozuntuya vermemiştim. Bir tercüman bulup, adetlerini bildiğimi falan söylemiştim. Az önceki hareketimle yaptığım terbiyesizlikten ötürü özür falan dilemiştim o gözlere. Ama nafileydi tabii, yeniçeri de hiçbir değişiklik yoktu. Sonra hanımefendiye bir hediye sunmak istediğimi söylettirmiştim tercümana. Yeşil gözleriyle şu boş dünyamı doldurduğu için diye eklemesini istemiştim. Tercümanın bana korku dolu bakışlarını hala hatırlarım. Sert bir şekilde çevirmesini emretmiştim. Sesi titreyerek ve gözünü yeniçerinin yatağanına bakarak çevirmişti. İşin doğrusu, ben de sert bir tepki beklemiştim. Ama öyle olmadı. O yeşil gözlerin altında iki güzel gamze ortaya çıkıverdi. O hokka gibi burnu genişledi, sonra ıslak dudaklarının arasındaki beyaz dişleri ortaya çıktı. Ahh be ne kadar güzeldi. Ne kadar güzel gülmüştü öyle!
Yeniçeri de gülümsemişti. Sebebini bilmiyorum. Sonra yeniçerinin eşliğiyle birlikte bahçeye çıktık. Ailemin nişan işareti olan gri bir kurt işlenmiş pelerini çıkardım heybemden. İşin doğrusu bu pelerini o akşam birlikte olmayı planladığım Cristia’ya hazırlatmıştım. Ama hayat işte, kime niyet, kime kısmet.

Pelerini alan o yeşil gözler, yeniçeriyle birlikte uzaklaştı. Hiçbir tepki yoktu. Ertesi günü aynı yeniçeri kapımıza gelip, bana bir mendil getirdi. Önce ne olduğunu anlayamadım. Sonra kaba bir İtalyanca ile “Mei Ab domine” (Sahibemden) dedi. Mendili açtım, elleriyle işlediği bir mendil. Üzerinde iki kelime vardı, alt alta şöyle yazıyordu.

“Gratias!”
(Teşekkürler!)
 ”شكرا.”
(Teşekkürler!)


Hep O’nu aradım sonraki günlerde. Bir kez daha görebilmek için her şeyi feda ederim diyordum arkadaşlarıma. Gülüp geçiyorlardı. Sonunda dayanamadım, üç direkli bir yelkenli kiraladım Roma’dan. Yola çıktım, Osmanlı topraklarına varıp bulacaktım o iki çift gözü. Ölmek pahasına bile olsa, tekrar görecektim o gözleri.

“Sancti ventus!”
(“Ulu rüzgar!”)


Yağmur ve fırtına, tuzlu suyun ciğerlerimi yakması, ana direğin çatırtıyla kırılması, denize kavuşmak…

O geceden hatırladığım daha fazlası değil. Sonradan kendimi bir gemide buldum. Gemide Osmanlı flaması dalganıyor diye ümitlenmiştim ama Yunan korsanlarının bir hilesi olduğunu görünce ümitlerim boşa çıktı. Derdimi anlatmak için o kadar dil döktüm ama nafile. Küreklerle buluştu ellerim önce, kalburum çıktı, nasır tuttu her tarafım. Vücudum yaralarla doldu. Açlık ve susuzluk bedenimi kavurdu. Kırbaçlandım. Kağnılara bağlı öküzler gibi saatlerce kırbaçlandım.

Bütün ihtiyacımızı kürek çekerken karşılıyorduk. Yemeğimizi orada yiyorduk, tuvalet ihtiyacımızı orada gideriyorduk, orada uyuyor, orada dayak yiyorduk. Ne kadar zaman geçti Tanrı bilir. Sonra birkaç Osmanlı kadırgasının saldırısıyla uyandık. Daha ne olduğunu anlayamadan korsanlar denizin dibini boyladı, bizleri ve gemiyi arkalarında getirdiler. Derdimi anlattım, şansım yaver gitti. Kurtuldum. Beni serbest bıraktılar. O’nu aradım ve buldum. Ne mi oldu? Tanımadı bile! Evet, tanımadı. Bir de babasının adamlarından iyi bir sopa yedim.

Gül peşinde koşan bu yürek,
Bilmem kaç papatyayı ezdi geçti.
Zannetme ey zümrüd-ü yeşil gözlüm,
Elbet yetecek senin de hüsranını görmeye ömrüm.

Bir nefes,
Bir kafes,
Bir mendil ,
Bir adımla biter mi yollar?
Bir rüzgar devirir mi o koskoca hayalleri?
Bir parça kumaş mıdır adamı adam yapan?
Birkaç yara izi mi beni serseri eden?

Şimdi, sadece sana bakıyorum.
Şimdi, sadece sana acıyorum.


Ahh şimdi nerede miyim? Bandırma diye bir kasabadayım. Yolum buralara düştü işte. Öyle kalabalık bir yer değil. Herkes işinde gücünde, herkesin kendine göre sıkıntıları var. Kimileri ekmek peşinde, kimisi çok para kazanıp buralara yerleşecekmiş, gününü gün edecekmiş falan. Arada kasabanın yanıbaşındaki tepelere oturuyorum ve uçsuz bucaksız mısır tarlalarını izliyorum. Aklıma İtalya geliyor, annem, babam, kardeşlerim, beyaz bir ev, taş avlu, balolar, güzel kızlar...

Özlemiyorum diyemem. Canımı acıtıyor da. Her şey geçer, her şeye alışır insan. Ama O’nun acısı beni hep daha çok acıtıyor.

Ne olurdu bir bardak şarap olsaydı şu masada?

Yarın madenler beni yani Refeco beyi bekler. En soylu madenci benim sanırım. Ahh şu felek! Buralarda güzel bir laf var.

“Kul kurar, kader gülermiş!”

Kalın sağlıcakla.

Sanki birileri okuyacakmış gibi…





4
Çizgi / Refeco'nun Çizgilerinden
« : 08 Aralık 2013, 13:15:26 »
Geçen sene Grafik tablet edindim, pek tecrübeli sayılmam, şimdilik bulabildiğim çizimlerimi şöyle takdim edeyim.

Yarım kalan kurgularımdan bir karakter, Batı ormanlarındaki Mesarr kabilelerinin lideri Moustâck;

Spoiler: Göster


Bir başka kurgumdan, diyarın sevilen hanedanı Kral Jardien ve Kraliçe Zei Urelia;

Spoiler: Göster


Sayfa: [1]