Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - ersin96

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Hikayemin Giriş Kısmı (Part II Eklendi)
« : 31 Temmuz 2014, 18:22:06 »
Part 2 Eklenmiştir. Hala bölüm tamamlanmadı ama yayınlamayı düşündüğüm yere kadar geldim, bundan sonrasını paylaşmayı düşünmüyorum. Tavsiyelerinizi dikkate alacağım. :)

Giriş

  Ethult elindeki notlarıyla vaazların yapıldığı Tanrı Evi’nin geniş salonuna girdi. Bugün fazlasıyla heyecanlıydı Ethult çünkü birkaç gün önce Baş Rahip olmuştu. Bundan sonra ayda bir yapılan büyük vaazları hep o sunacaktı, Tanrı Evi’nin idaresinden artık o sorumluydu. Baş Rahip olduktan sonra insanların karşısına ilk defa bugün çıkacaktı. Görevini fazlasıyla iyi yapacaktı, tanrıların ona ısmarladığı bu görevi son nefesine kadar doğru bir şekilde sürdürecekti. Bu büyük bir onur! Tanrılar, bana karşı çok cömert davrandılar.

  Küçük bir çocukken Tanrı Evi’ne bırakılmıştı Ethult. Önce okuma yazma öğrenmiş, ardından din ve bilim dersleri almıştı. Eğitim süreci çok zor geçmişti Ethult için; ailesini özlediği, onlara geri dönmeyi düşündüğü zamanlar olmuştu; oyun oynayan şehirli çocukların arasına karışıp eğlenmek istediği günler olmuştu ancak bütün istek ve arzularından bir şekilde sıyrılmış, eğitimini tamamlayıp bir rahip olmuştu. Şimdi de Baş Rahip oldum. Bunun için çok çalıştım, çok emek verdim.

  Ethult, ellisini geçmiş olmasına rağmen yaşıtlarından daha genç gösteriyordu. Beyazlamaya ve önden hafifçe dökülmeye başlamış olan saçları dışında yaşlılığını gösteren herhangi bir emare yoktu. Yüzünde hiç kırışıklık çıkmamıştı, cildinde ise buruşmalar yok sayılacak kadar azdı. Bedeni ve ruhu ile birlikte kendini tanrılara adamış olan Ethult’un sıhhatli ve dinç oluşu çokta garipsenemezdi aslında, neticede o Tanrı Evi’nin sadık bir hizmetkârıydı, tanrıların onu ödüllendirmiş olması anormal bir durum sayılamazdı.

  Tanrı Evi, Izak Krallığı’nda her şehirde mutlaka bulunan büyük ibadethanelerdi. Daha küçük yerleşim birimleri olan kalelerde ise Tanrı Evi’ne oranla çok daha küçük ibadethaneler bulunurdu ama yine de bazı kalelerde Tanrı Evi’ne rastlamak imkânsız değildi. Ethult’un içinde görevli olduğu Astafro’daki Tanrı Evi, ülkedeki en büyük yapılardan biriydi, Rahip Kral Veamer’in saltanatı zamanında inşa edilmişti. Hikâyeye göre Kral Veamer, bir savaşta ağır yaralanmış ve derin bir uykuya dalmıştı. Hatta ona ölü gözüyle bakılmıştı ancak Veamer bir sabah gözlerini aniden açmış, çok geçmeden de gücünü tekrar toplamıştı. Veamer uyandıktan sonra olduğundan farklı bir krala dönüşmüştü; anlatılanlara göre Kral Veamer, önceden büyük bir günahkâr olduğunu iddia etmiş ve günahlarının telafisini ise bundan sonra tanrılara hizmet ederek ödeyeceğini ilan etmişti. Astafro’daki Tanrı Evi’nin inşası da işte bu yıllarda gerçekleşmişti. Tanrılar ona merhamet etsin. Bu ülkenin gördüğü en büyük krallardan biriydi.

  Tanrı Evi, şehrin merkezinde yer alan çok geniş bir alan üzerine kurulmuştu. Tanrı Evi, yapısal olarak üç ana bölüme bölünmüştü: İbadetlerin yapıldığı, Tanrı Evi’nin idaresinin yürütüldüğü ibadethane; rahiplerin ve rahibelerin barınak olarak kullandıkları hizmetkâr evleri; rahiplerin dinlendiği, ziyaretçilerin gezmekte serbest oldukları geniş bahçe…

  Tanrı Evi’nin ana binası olan ibadethane gri renkli tuğlalardan inşa edilmişti. Binanın giriş kapısının üzerine Zoimk Sembolü çizilmişti. Zoimk Sembolü, içi küçük hilallerle dolu bir yarım çemberden oluşuyordu. Çemberin etrafını ise gözyaşı damlaları sarmıştı. Bu sembol Kadofit dininin kurucusu sayılan Lourth Peroce tarafından çizilmişti.

  İbadethane Tanrı Evi’nin ana binasıydı; vaaz salonu, Baş Rahip odası, kütüphane, oruç odaları gibi Tanrı Evi’nin önemli kısımlarını içinde barındırıyordu. Hizmetkâr evleri ise rahipler ve rahibeler için ayrı olarak inşa edilmiş büyük evlerdi; yemekhane, çalışma odaları ve yatakhaneler bu evlerin içinde bulunurdu. Tanrı Evi’nin bütün görevlileri bu evlerde kalırdı. İbadethane büyük bahçenin ortasında konumlanmıştı, hizmetkâr evleri ise bahçenin köşe uçlarına kurulmuştu. Bahçenin kalan kısımları ise usta bahçıvanların elinden geçtiğini haykırır şekilde fazlasıyla düzenli, güzel ve huzur doluydu; daha kısa ifade etmek gerekirse büyüleyiciydi. Bahçenin büyüleyiciliği tüm Astafro’da bilinirdi, kral bile ayda birkaç kez bahçeye huzur bulmaya gelirdi.

  Bahçede gülden lalesine kadar her türlü çiçeği bulmak mümkündü. Güller soylu görünüşleriyle dikkatleri üzerine çeker fakat onları koparmaya heves edecekleri de dikenleriyle hemencecik tehdit ederlerdi. Laleler renk renk desenleriyle bahçenin dört bir yanına yayılmışlardı, öyle ki lalelerin arasında yürüyen biri kendini bir renk cümbüşünün içinde buluverirdi. Bahçenin meyve ağaçlarıyla dolu kısmında ise mevsimine göre elma, armut, şeftali, portakal olurdu, ağaçlara zarar verilmemesi şartıyla insanların bu meyvelerden yemeleri yasak değildi. Bahçenin başka bir kısmı ise çam, kozalak gibi süs ağaçlarına ve insanların, üzerine uzanabileceği çimenlik alana ayrılmıştı. Orada, çimenliklerin üzerinde uzanıp başını yaşlı bir ağacın, toprağın üzerindeki kalın köklerine yaslayıp yeşil yaprakların arkasında gizlenen gökyüzünü izlemek gibi huzur veren başka bir şey düşünemezdi Ethult; yeşil ile mavinin sonsuz uyumu muhteşemdi.  Ama her şeye rağmen Ethult’un bahçede gezmeyi en çok sevdiği kısım Kahramanlar Meydanı’ydı. Kahramanlar Meydanı, tarih boyunca ülkesi ve dini için savaşmış ünlü kahramanların, rahiplerin ve rahibelerin heykelleriyle dolu geniş bir meydandı. Bu meydanın etrafını yüksek duvarlar, onların da etrafını uzun ve görkemli ağaçlar çevrelemişti. Meydan boyunca duvarlara yaslanmış bu kahramanların heykellerine bakmak Ethult’un içine cesaret ve ilham verir; yüreğinin dini bir huzurla dolmasını sağlardı. Kendi heykelinin de burada yer alması için canını dahi verebilirdi Ethult.

  Tanrı Evi’nin batı tarafında, yaklaşık olarak dört yüz metre kadar ilerde krallık sarayı vardı, o bölgedeki arazinin büyük bölümünü bu saray kaplamıştı. Sarayın çevresini ise soyluların, şehrin zenginlerinin ve emekli olmuş bazı devlet adamlarının köşkleri sarmıştı. Kuşkusuz Astafro’nun en görkemli kısmı burasıydı fakat şehrin doğu yakasında bulunan turnuva alanı çok daha fazla ilgi çekici bulunurdu halk tarafından. Tanrı Evi’nin batısı ile turnuva alanının doğusunda kalan, şehrin ortalarında bir yerde ise askeri kışlalar bulunurdu. Askeri kışlalar, Tanrı Evi’ne oldukça yakındı, bu da Tanrı Evi’nin güvenliğinin oldukça yüksek olmasını sağlıyordu. Askeri kışlanın Etrafını sarmış olan alt tabakadan insanların evleri düzensiz bir görüntüye sebebiyet vermişti ancak yine de şehrin, zengin olan batı tarafı hariç, en temiz ve en derli toplu bölgesi olduğu da su götürmez bir gerçekti.

  Ethult içeri girdiğinde gördüğü ilk manzara sıraları doldurmuş olan insan seliydi. Vaaz salonu tıklım tıklımdı. Büyük vaazı dinlemek için gelmiş insanlar sıraları doldurmuşlardı. Sıralardaki insanlar kendi aralarında fısıldaşıyor, yeni Baş Rahip hakkında birbirlerine sorular soruyorlardı.

  İçerdeki bütün insanlar Ethult’un içeri girmesiyle bakışlarını ona yönlendirdi. Ethult’u meraklı gözlerle süzmeye başladılar, besbelli ki onu tanımaya çalışıyorlardı. Bir rahibin halk tarafından tanınmaması acı bir durumdu ama halk çokta haksız sayılamazdı aslında. Ethult, Baş Rahip olmadan önce halkın içine çok ender durumlarda çıkardı ama bu durum kazandığı bu yeni makamla birlikte değişecekti.

  Vaazı dinlemek için gelmiş olan insanları başıyla selamlayarak yürümeye devam etti Ethult. Sıraların sonunda zeminden yüksek bir yerde rahipler için ayrılmış olan bir bölge vardı, Ethult adımlarını sıklaştırarak oraya yöneldi. O sırada salon görevlileri yapılacak vaaz için hazırlık yapıyorlardı. Ethult’un vaaz sırasında kullanacağı eşyalar uygun yerlere yerleştiriliyor, salona yeni gelen insanlar boş sıralara yönlendiriliyordu.

  Ethult basamakları adımlayarak vaaz için ayrılmış olan bölgeye çıktı. Hizmetliler, işlerini bırakarak Baş Rahip’i selamladılar.

  “Her şey hazır mı?” diye sordu Ethult Seymon’a sabırsızlıkla. Vaazın bir an önce gerçekleşmesini istiyordu, o kadar heyecanlıydı ki… Geçen her saniye ona işkence gibi geliyordu.

  “Evet, hazır!” dedi Seymon. “Salonun tamamen dolmasını bekliyoruz, Baş Rahip!” Vaaz salonunda görevli hizmetlilerin başı olan Seymon kısa ve şişman bir adamdı. Yaşlanmaya başladığı için grileşmeye başlamış olan gür sakalları tüm yüzünü kaplamıştı. Sakalı her ne kadar gür olsa da saçları için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildi zira saçları, başının ortasını kel bırakacak şekilde dökülmüştü. Kalan saçları da beyazlamaya başlamış hatta yer yer dökülmeye bile yüz tutmuştu.

  “Pekâlâ! Halka Baş Rahip’in değiştiği duyuruldu mu?” diye sordu Ethult. Onu izleyen meraklı bakışları hatırlayarak rahatsızca kıpırdandı. Bugünü bir an önce atlatmak istiyordu.

  “Evet, haberleri var. Salon tamamen dolunca vaazdan hemen önce tekrar açıklanacak Baş Rahip!” dedi Seymon soğuk ve mesafeli bir sesle. Seymon her zaman görevine sıkıca bağlı bir adam olmuştu, hiç evlenmemişti, bulabildiği bütün boş saatlerini ibadet ederek geçirirdi.

  Ethult yeni bir şey sormaya hazırlanıyordu ki yanlarına başka bir hizmetli daha geldi. “Efendim!” dedi gelen hizmetli. “Prens Lfesto sizinle bir şey görüşecekmiş. Onu odanıza aldık, sizi bekliyor.” Prens Lfesto, Kral Heaftrold’un kardeşiydi. En son Asi Bellac’ın üzerine yürümüştü. Şimdi belli ki Astafro’ya geri dönmüştü ama Baş Rahip ile konuşacak neyi olabilirdi ki? Öğrenmenin tek yolu gidip görmekten geçiyordu. Bu yüzden Seymon’a “Ben dönene kadar her şey tamamlanmış olsun!” deyip hizmetlinin peşinden seri adımlarla yürümeye başladı.

  Duvarları artık birer döküntü olan, yetersiz meşale ışıklarıyla aydınlatılan koridorları aşarak Baş Rahip odasına geldiler. Ethult’un bundan sonra sık sık kullanacağı bir odaydı bu. Kapıdan içeri girerken kendisiyle gurur duydu, sonunda en üste gelmeyi başarabilmişti. Hükmeden Tanrılara şükürler olsun!

  Baş Rahip odası küçük fakat şirin bir odaydı. Gayet derli topluydu, kitaplar, parşömenler, kalemler kitaplıklara uygun şekilde yerleştirilmişti. Odanın sonuna gayet görkemli bir koltuk ve eskimeye yüz tutmuşsa da gayet sağlam gözüken bir masa yerleştirilmişti. Masanın önüne ise gelen misafirleri ağırlamak için birkaç koltuk yerleştirilmişti.

  Prens Lfesto koltuklardan birine oturmuştu, parmaklarıyla masaya hafifçe vurup bir ritim tutturmaya çalışıyordu. Ethult’un içeri girmesi üzeri ayağa kalktı ve resmi bir tavırla elini uzattı. Ethult da aynı resmi tavırla prensin elini tuttu ve sıktı. “Lütfen, oturun!” dedi Ethult resmi bir nezaketle ve prensin hemen karşısındaki koltuğa da o oturdu.

  “Ne içersiniz?” diye sordu Ethult. “Şarap, bira, meyve şurubu?”

  “Hayır!” diye onu yanıtladı Prens Lfesto, bir yandan koltuğuna otururken. “Nezaketiniz için teşekkür ederim ancak bir şey içmeyeceğim. Buraya önemli bir mevzu hakkında konuşmaya geldim.” Prens Lfesto bir savaşçıya yaraşır şekilde fazlasıyla iri, görkemli bir adamdı. Geniş omuzlu ve uzun boylu biriydi. Gecenin koyu karanlığı kadar siyah ve uzun saçları omuzlarından dökülüyordu. Işıltılı kahverengi gözleri ardındaki bilgeliği ve cesareti yansıtıyormuş gibi geldi Ethult’a. Bu görkemli adamı, üzerine giydiği krallık arması işlenmiş olan zırhı tamamlıyordu.

  “Tabi, buyurun lütfen!” dedi Ethult.

  “Halefleriniz hakkında konuşacağım Baş Rahip. Kazandığınız bu onurlu rütbe için sizi tebrik ederim, sizin adınıza çok mutlu oldum ama halefiniz Rolph’un ölümü çok esrarengiz geldi.” dedi prens. Sonra bir an sessiz kaldı, belli ki kafasındakileri toparlamaya çalışıyordu. “Baş Rahip Rolph’un cesedini gördüm. Gözleri bir noktaya korkuyla dikilmiş ve ağzı dehşetle açık kalmıştı. Bunun hakkında ne düşündünüz?”

  “Baş Rahip Rolph çok iyi bir rahipti, hayatı boyunca tanrılara hizmet etti. Tanrılar son ayını bir Baş Rahip olarak geçirmesine izin verecek kadar cömerttiler.” dedi Ethult, söylediğine kendi de inanmayarak. Gerçekte Rolph yaşlı, inatçı, huysuz pisliğin tekiydi. Baş Rahip olmasını tanrılara değil, taşıdığı soylu kana borçluydu. Neyse ki çok uzun süre Baş Rahip kalamamış, kısa sürede bu dünyadan çekip gitmişti. “Ölümün korkunç bir şey olduğu söylenir, zavallı ihtiyar Rolph’un ölüm ile karşı karşıya kaldığında yaşadığı dehşeti hayal etmek güç ama zavallının yüzüne işlemiş o dehşet ifadesinden durumunu aç buçuk anlayabiliyoruz. Tanrılar, ölümü olabildiğine uzak tutsun üzerimizden.”

  “Baş Rahip Rolph’tan önce görev yapan Ourel hakkında ne düşünüyorsun? Baş Rahip Ourel, son günlerinde şeytan saldırıları olacağına dair telkinlerde bulunuyormuş. Adamı, Kahramanlar Meydanı’nda Şeytan Avcısı Rulois’in heykelinin yanında ölü bulmuşlar.” dedi Lfesto şüpheci bir ses tonuyla. “Uzun zamandır buralarda değildim. Yokluğumda pek çok olay dönmüş, özellikle burada Tanrı Evi’nde. Bir an önce işlerin tekrar yoluna girmesini istiyorum.”

  “Ah, Ourel! O, Tanrı Evi’ne uzun yıllar boyunca Baş Rahip olarak hizmet etti. Yaşlanmıştı ve daha da önemlisi akli dengesini yitirmişti. Ölümü pek çok kişiyi sarstığı gibi beni de sarstı.” dedi Ethult, sesi epey zayıf çıkmıştı. Ourel, Ethult’un öğretmenlerinden biriydi, ona karşı derin bir saygısı vardı. Ourel’in ölümü Ethult üzerinde ciddi bir yıkıma sebep olmuştu.

  “Belki öyle, belki de değil.” dedi prens, gizemli bir ses tonuyla. “Burada ne oluyor bilmiyorum ama normal bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bir yıl içerisinde üç Baş Rahip değişikliği ilk defa gerçekleşen bir olay. Sizinle iletişim halinde olacağım Baş Rahip Ethult! En ufak bir gariplikte derhal bilgilendirilmek istiyorum.” Prens Lfesto’nun sesinden anladığı kadarıyla prensin söylediklerine inancı tamdı. Hâlbuki Ethult garip bir şeyler döndüğüne dair en ufak bir şüpheye dahi kapılmamıştı. Ourel de Rolph da yaşlı adamlardı, ölümlerinde ilginç bir şey yoktu.

  “Elbette, Prens’im!” dedi Ethult. “Ancak garip bir şeyler döneceğini pek düşünmüyorum. Haleflerim yaşlı adamlardı, ecelleriyle öldüler. Ancak yine de en ufak tuhaflıkta size haber göndereceğim, şüpheniz olmasın.”

  “Teşekkür ederim, Baş Rahip!” dedi prens, geldiğinden beri yüzünde olan aynı ciddi ifadeyle. Ethult, prensi kapıya kadar geçirdi, kapıda el sıkışırlarken “Tekrar görüşmek üzere, Baş Rahip!” dedi prens. Sonrasında arkasını dönüp seri adımlarla uzaklaştı. Koridorun sonunda onu bekleyen muhafızları da kıpırdandılar ve prensle birlikte yürümeye başladılar. Çok geçmeden de gözden kayboldular.

2
1.) Bir hikaye, roman vs denemesinde yazdıklarımızın akıcı olmasını nasıl sağlarız?
2.) Okuyana zevk ve merak duygularını nasıl aşılarız?
3.) Düz yazılarımızda süslü kelimeler mi önem arz eder yoksa kurgu mu?
4.) Süslü kelimeleri kullanabilme becerisini nasıl kazanırız, kurgu kabiliyetimizin gelişmesi için ne yapabiliriz (Kitap okuma dışında)?

Cevaplayabildiğiniz kadarını cevaplayın ve özellikle ayrıntılı olsun lütfen. :) Şimdiden çok teşekkürler.

3
Kurgu İskelesi / Ele Geçirilmişler
« : 17 Nisan 2014, 13:32:40 »
Öncelikle bu yazdıklarımın sadece taslak olduğunu bilmenizi isterim. Elbette ki değişiklikler yapılacak ve geliştirilecektir.

Kitap Arkası Yazısı

“Ele Geçirilmişler geldiğinde dünyayı bir karanlık kaplar! Gözlere perde iner. Kim iyi, kim kötü bilinmez. Baba oğlunu, oğul anasını, kardeş kardeşini katleder. Ele Geçirilmişler istilaya başladığında bir kapı açılır ve O “Ben Geliyorum!” der.

Izak Krallığı'nda bereketli bir bahar yaşanmaktadır. Hayat sıradan fakat güzeldir. Ancak kutsal kitaplarda bahsedilen kadim gün yaklaşmaktadır. Dünya felaketler çağına doğru ilerlemeye başlar. Kadim zamanlardan beri dünyaya egemen olmuş olan insanoğlunun gücü sorgulanacaktır artık. Cehennem orduları toparlanır, eski güçler uyanır ve büyük bir savaş başlar. Bu savaşın tam merkezinde yer alacak olan insanlar, büyük bir imtihana tâbi tutulacaklardır.

Bölümler

1.Bölüm

4
Kurgu İskelesi / Işığın ve Karanlığın Savaşı
« : 21 Mart 2014, 19:05:36 »
Yeryüzü şeytanlarla dolar ancak tüm perdeler kapalıdır. Kim iyi kim kötü bilinmez. İnsanlar arasında kargaşa çıkar ve birbirlerini öldürürler. Anne çocuğunu, oğul babasını, kardeş kardeşini, dost dostunu katleder. Ele Geçirilmişler istila ettiğinde ilk kapı açılır ve O "Ben geliyorum!" der.

Tanrı'nın Sesi kitabında böyle der Ele Geçirilmişler hakkında. Dünyada güzel günler yaşanmaktadır. Bahar güzel geçmiştir. Bereketli bir dönemdedir insanlar. Fakat Tanrı'nın Sesi kitabındaki karanlık gün her geçen gün yaklaşmaktadır: Kıyamet Günü! Bir adam peygamber olduğunu iddaa eder ve insanları bu güne karşı uyarmaya başlar. Bir şövalye evine döner ve kendini karanlık bir oyunun içinde bulur. Bir prenses, bir iç savaşın içinde bulur kendini. Bir ozan, zorluklarla dolu bir yolculuğa çıkar. Cennetin ve Cehennemin Savaşı başlamıştır. Kadim güçler uyanır ve dünya felaketlere kucak açar!

Yazmayı planladığım bir fantastik kitap serisidir bu. Kitabın konusunu basitçe açıklamak gerekirse kutsal kitaplarda geçen kadim gün yani Kıyamet yaklaşmaktadır. Tabi bu kıyamet v dini figürler tamamen kendi kurgulamış olduğum evrende gerçekleşecek. Kıyamet Alametleri tek tek gerçekleşmektedir. İlk kitapta Kıyametin ilk alametini yani Ele Geçirilmişleri işleyeceğim. Kitaptan ilk kısımları burada yayınlamayı planlıyorum. Görüşlerinizi, önerilerinizi bekliyorum. Ayrıca serinin adı dediğim gibi Işığın ve Karanlığın Savaşı olacak. Ancak kitap isimlerinde kararsızım. İlk kitap ismi olarak I.Alamet - Ele Geçirilmişler ismini kullanıyorum şuan ancak daha güzel bir isimle değiştirebilirim. O yüzden ilk kitap için isim önerilerine de açığım.  :)

1.Bölüm
Spoiler: Göster
Lfenso

  Izakrat'ın surları nihayet gözükmüştü. Şimdilik küçücük görünüyorlardı. Öyle ki elleriyle koca şehri avuçlayabilirdi. Normalde açık kahverengi olan surlar batan güneş yüzünden simsiyah görünüyordu, bulunduğu noktadan bakınca. Birkaç saatlik yolları kalmıştı ama ilerlemeye de mecali kalmamıştı pek. Gözleri isyan noktasını çoktan geçmişti. Bu yolculuğa çıktığından beri düzgün bir uyku çekebilmiş değildi. "Burda kalıyoruz!" dedi.
  "Şehre yaklaşmıştık." dedi adamlarından biri. "Şehre ilerlemek daha iyi olmaz mıydı Sör?"
  "Yaklaştığımız doğru!" dedi Lfenso. "Fakat saatte epey ilerledi. Önümüzde uzun bir yol var henüz."
  Atından indi. Arkasındaki adamlar da onu izleyerek atlarından indiler. Yüklerini atlarından indirdiler. Çadırlar kurulmaya başlanmıştı. Sabırsızlıkla çadırların kurulmasını izledi. Kendi çadırını Bilf adlı yardımcısı kuruyordu. Çocuk seri hareketlerle kazıkları toprağa sapladı. Çubukları da dengeli bir şekilde oturtuktan sonra iplerle bağlayıp sağlamlaştırdı. Daha sonra çadırın üzerini örtüp şiltesini içeride serdi. Tüm işleri tamamladıktan sonra küçük çadırın içinden çıkıp karşısında dikildi. Muhtemelen bir tebrik, övgü dolu bir söz bekliyordu ama beklediğini bulamayacaktı. Lfenso kendi eğitiminde her zaman takdir edilmemişti, aslında hiç edilmemişti. Şövalyeliğe çıkan basamaklar epey uğraştırıcıydı, Lfenso bir çırpıda şövalye olmamıştı. Çok zor günleri olmuştu. Üstelik bütün bunları Bilf'ten daha genç bir yaştayken yaşamıştı. Karşısında dikilen bu genç adam on beşindeydi henüz. Sarı saçları ve gerçekten çok hoş bir yüzü vardı. Yaşına oranla uzun sayılırdı. Bfsitlilerin geleneklerine uygun kıyafetler giyiyordu hep: Deri kıyafetler. İpek bir gömlek, üzerine ayı derisinden bir kürk yelek giymişti bugün. Gri bir pantolon giymişti ama ne kadar pantolon denilebilirse... Başına ise tilki derisinden işlenmiş bir kavuk sarılmıştı. Uzun bot ayakkabıları kıyafetlerini tamamlıyordu. Ailesini tanımıyor olsa asla bir soylu çocuğu olduğuna inanmazdı. Bfsitliler, Izak ülkesinin en garip insanlarıydı Lfenso'ya göre. Gerek giyimleri, gerek gelenekleri, gerekse yaşam tarzları... Karşısında dikilmiş ve bir cevap bekleyen delikanlıyı hatırladı birden. "Tamam, kendi çadırını kurup inzivaya çekilebilirsin!" dedi. Delikanlı başıyla onaylayıp çekildi. Çocuk hiçbir şey söylememesine rağmen Lfenso onu anlıyordu şuan. Zamanında o da benzer şeyler yaşamıştı. Eski günlerini hatırlayarak güldü ve çadırına girdi.


  Şiltesine uzandı. Izakrat'ı özlemişti doğrusu. Aradan çok uzun zaman geçmiş olmalıydı. On üç yaşında ayrılmıştı şehirden. Şövalye olmak istemişti hep ve olmuştu da. Yıllarını merhum Sör Maart ile geçirmişti. Yedi koca yıldan sonra o büyük şövalyeden herşeyi öğrenmişti ya da öğrendiğini umuyordu. Aslında üçüncü yılını tamamladıktan sonra ayrılacaktı ancak o sıralarda patlak veren bir savaş yüzünden kalmak zorunda kalmıştı çünkü Maart'a borçlu olduğunu hissediyordu. Savaş çok kanlı geçmişti. Frask'ın savunmasında o da vardı. Maart'ın babası Lord Genry için kaleyi birlikte savunmuşlardı ama Sör Maart... Kalbinde bir acı hissetti. Geçmişi, en azından o savaşla ilgili geçmişini düşünmeyi bırakmalıydı.
  Babası geldi aklına birden: Yaşlı Lord Slep. Son gördüğünde siyah saçlarına beyazlar inmeye başlamıştı. Şefkatle bakan mavi gözlerini, candan kucaklamasını özlemişti doğrusu. Her oğul gibi babasını gözlerinde kahraman olarak mı görüyordu yoksa gerçekten öyle miydi hatırlamıyordu ama hatırladığı lord babasının güçlü bir adam olduğuydu. İyi kılıç kullanırdı. Orta boyluydu. İnsanlar onu babasına benzetirlerdi hep ve bu Lfenso'nun gururunu okşardı daima. Babasını hatırladığı gibi bulmayı ümit ediyordu, değişmişse de daha az yaşlı... Tek kardeşi Caef de son gördüğünde küçük bir çocuktu. Şehirden ayrıldığında dört yaşındaydı Caef, şimdi epey büyümüş olmalıydı. Caef, annelerine çekmişti. Mavi gözlerini babaları Lord Slep'ten almıştı ancak geriye kalan tüm yönleri annelerini andırırdı. Zavallı Caef, annelerini bir kez bile görememişti, doğumunun ardından çok geçmeden dünyadan ayrılmıştı anneleri. Ateşli bir hastalığa yakalanmıştı ve hekimlerin, bilgelerin hiçbiri çare olamamıştı.
  Annesini düşünmek ayrı bir hüzündü. Annesi dünyanın en tatlı kadınıydı belki de. Kızıl saçları, yeşil gözleri, kar kadar bembeyaz teni vardı. Yaramaz bir çocuktu Lfenso ve sık sık düşerdi. Babası bu tür şeylerle ilgilenmezdi, onun daima işleri olurdu. Babasının onu sevdiğini biliyordu ama babasından çokta ilgi görmezdi çocukken ama annesi... Her zaman yanında olurdu. Her düştüğünde onu kaldıran, yarasını saran annesiydi. Lfenso onun bakışlarını asla unutamazdı. Şefkat dolu ve endişeli gözler... Masum bir gülüş...
  Şövalye olmayı hep isterdi zaten, her çocuk gibi... Izakrat sınır bir şehirdi ve şövalyelik yemini için çok kuzeye gitmeliydi: Astafro'ya. Izak başkenti Astafro'da Kral Heaftrold'un önünde diz çöküp yemin etmeliydi. Bundan önce de bir şövalyeden dersler alması ve ondan da önemlisi kendini bir turnuvada kanıtlaması gerekiyordu! Annesi öldükten sonra Izakrat'a yabancı kalmıştı. Uzun bir süre içine kapanık biri olmuştu. Bir süre misafirleri olmuş Sör Maart'ın peşinden bu yüzden gitmişti belki de. Babasını ikna etmek için çok uğraşmıştı, sebebi annesinin ölümünü kabullenememek olabilir miydi? Bunları düşünmemeliydi. Yarın Izakrat'a girecekti. Girebilecek miydi, annesinin olmadığı o şehre? Evet, girecekti. Bir yanıysa yapamayacağını söylüyordu. Düşünmeyi bırakmalıydı. Gözlerini kapattı ve uyumaya çalıştı.

...

  Gün ışığı göz kapaklarını rahatsız ediyordu. Rahatsızca bedenini döndürdü şiltenin içinde. Sonra birden gözlerini açtı, sabah olmuştu. Dışarı çıktı. Adamlarının bir kısmı uyanmıştı, diğerleri henüz uyuyorlardı. "Herkes uyansın!" diye bağırdı. "Uyayanları uyandırın ve derhal toplanmaya başlayın."
  Adamları rahatsızca kıpırdandı. Uyuyan adamlar uyandırılıyor, çadırlardan bazen küfürler yükseliyordu fakat eninde sonunda herkes kalkıyordu. Uyanmış adamları çadırlarını kaldırmaya başlamışlardı bile. Eşyalar toplanıyor, bineklere yükleniyordu. Çok geçmeden tüm hazırlıklar bitmişti ve yola çıkmaya hazır hale gelinmişti.
  Atlarına binip yola çıktılar. Lfenso en önde at sürenlerden biriydi. Yemyeşil çimlerin ortasındaki toprak yolda gidiyorlardı. Yolun kenarında bazen küçük kayalara rastlanıyordu. Yolun iki yanını çevreleyen geniş çimenlik alan ise çeşit çeşit, renk renk çiçeklerle doluydu, manzara muhteşemdi doğrusu.
  Bazen küçük çiftliklere de rastlanıyordu yol üzerinde. Çiftlikler bile çok şirin gözüküyordu. Geniş bir tarlalık alandan sonra etrafı çitlerle kapatılmış küçük şirin evler... Çiftliklerin yakınlarında küçük hayvan sürüleri de oluyordu: Koyun, keçi, inek...  Kuzeye doğru yolculuğunda benzeri araziler, kuzeyde de vardı yol boyunca. Orası da renkli manzaralarla doluydu fakat dönüş yolunda gördüğü şey yok edilmiş, yağmalanmış topraklar ve çiftliklerden geriye kalan harabelerdi. Arazilerin sahipleri de yanlarına alabildiklerini alıp kaçmış olmalıydılar. Savaş güneyi vurmamıştı çok fazla çünkü çok büyük çapta yayılmamıştı. Babası krallığa küçük bir birlik göndermekle yetinmişti, kendisine ise mektup göndermiş ve dönmesini istemişti. Ama Lfenso dönememişti, dönmemişti çünkü Sör Maart... O savaş bitmişti, yuttuğu herşeyle birlikte geride kalmıştı artık. Düşünmemeliydi artık onları. Savaşın bir oyun olmadığını çok acı bir tecrübeyle öğrenmişti, şövalye olmanın gerçek anlamını o günlerde öğrenmişti. Öğrenmişti ve artık geri dönüyordu; babasının, savaşa göndermiş olduğu birlikten geri kalanlarla birlikte...


  "Sör Lfenso!"
  Atını yavaşlattı. Atı yavaşlarken arkasına baktı, ona seslenene... Konuşan Bilf'ti. Savaş bittikten sonra Izakrat'a dönmek için hazırlık yaparken Lord Hastork, Bilf'i yanına getirmiş ve onu yanına almasını istemişti. Tecrübeli bir şövalyeden şövalyeliği öğrenmesini istiyordu. Çocuk ile konuşmuştu önce. Şövalye olmak isteyip istemediğini, niçin istediğini sormuştu, şövalyeliğin zorluklarını anlatmıştı ama çocuk her söylediğine bir cevap bulmuştu ve işte yanındaydı, onu eğitiyordu. "Evet, Bilf!"
  "Gelf hastalandı, Sör! Birdenbire! Ne olduğunu anlayamadık. Benim yanımda at sürüyordu. Şimdiye kadar gayet iyiydi fakat biraz önce kötü hissetmeye başladığını söyledi. Çok üşüyormuş."
  "Üşüyor muymuş?" dedi Lfenso. İnanmaz gözlerle gökyüzünde pırıldayan güneşe baktı fakat parlaklığı yüzünden gözlerini hemen kaçırmak zorunda kaldı.
  "Ben de garip buldum. Atlarımızı durdurduk ve onu attan indirdim. Ne olduğuna bakmak için... Onu çimenliklerde bir yere yatırdım. Alnına dokundum ve... Şey... Çok garip efendim ama bedeni cayır cayır yanıyordu, elimi değdirir değdirmez çekmek zorunda kaldım. Daha önce bu kadar ateş yükselmesine sebep olan bir hastalık hiç görmedim veya işitmedim." dedi.
  Lfenso da garip bulmuştu bunu. Gelf, babasının kuzeye gönderdiği birliğin içindeki askerlerden biriydi. Savaş sırasında çok yararlılık gösterdiği için savaştan sonra Lfenso onu kendi şahsi muhafızı yapmıştı. Sadık ve cesur biriydi, şuana kadar iyi hizmet etmişti. "Beni onun yanına götür."
  Bilf atının başını çevirdi ve Lfenso'yu Gelf'i bıraktığı yere götürdü. Lfenso, atının başını çevirip Bilf'i takip etti. Diğer adamlar da Lfenso yönünü çevirdiği için onu takip etmek zorunda kalmışlardı. Biraz yol aldılar ve sonra Bilf durdu. "İşte burada bırakmıştım Sör Lfenso! Atı da şurada." Bilf atından inerek çimenliklere doğru koştu. Sonra bir çığlık attı. Lfenso da atından inerek onun yanına gitti. Çimenlikler bomboştu ama birinin orda yattığına dair yığınla kanıt vardı: Çimenliklere bulaşmış kan, yere düşürülmüş hançer, kanlı bir mendil, ezilmiş çimenler... "Buradaydı efendim!" diye inledi Bilf. Sesi ağlamaklı çıkmıştı. "Burada beklemesini, yardım getireceğimi söylemiştim."
  "Gelf'e ne oldu dersin?" diye bir fısıltı duydu Lfenso.
  "Muhtemelen bir yerlerde sızmıştır." diye cevap verdi başka bir ses.
  "Sanmam!" dedi başka bir fısıltı. Çok sessiz konuşuyordu. Lfenso cümlelerini zar zor seçti. "Kardeşim de bir ara böyle hastalanmıştı. Ne yaptığını bilmeden koca şehri dolaşmıştı, sonra da bir yerde uyuyakalmıştı. Onu zar zor bulmuştuk."

  Lfenso delikanlının omzunu sıkarak sakinleştirmeye çalıştı ama onun da kafası karışmıştı. Çok geniş bir alan boyunca sadece çimenlik alan uzanıyordu. Yakınlarda bir yerleşim yeri veya bir orman yoktu. Atı buradaydı Gelf'in ve bu çok daha garip bir sonuç doğuruyordu çünkü bu kadar kısacık bir sürede atını son sürat sürse bile gözden kaybolacak kadar uzaklaşamazdı, gizlenemezdi... Bu çimenlik alanda mutlaka ama mutlaka görünürdü ama sorun şuydu: Gelf nereye kaybolmuştu? Adamlarına bağırdı: "Etrafı arayın, Gelf'i bulmaya çalışın. Öğlene kadar geniş bir alanı taramanızı istiyorum." Gelf, sadık bir adamdı. Başına bir şey mi gelmişti? Gözleriyle çevresini taradı fakat en ufak bir karartı yoktu, Gelf olabilecek.
  "Bulamayacağız." dedi başka bir fısıltı. Lfenso, konuşanın ilk duyduğu ilk fısıltının sahibi olduğunu düşündü ama emin de değildi.  "Kötü! Başına çok kötü bir şey geldi! Bana sorarsan onu hayaletler aldı. Burada bir savaş olmuş ve bir sürü adam bu meydanda ölmüş. Ruhlarının hala buralarda gezindiği söylenir ve söylentilere göre her zaman çok aç olurlarmış." diye cevap verdi fısıltıdan biraz daha yüksek bir ses. Lfenso arkasına dönüp adamlarına bakma ihtiyacı duydu. "Sanırım bir emir vermiştim!" dedi sertçe. Sesindeki tını etki etmişti. Adamları hareketlenmeye başladı. Gelf hastaydı, en azından böyle olduğunu söylüyordu Bilf. Ve hastaysa yardıma da muhtaç demekti. Hemen bulunması gerekiyordu. Gelf'i bulmayı umuyordu ama bulacağını pekte sanmıyordu, içinden bu geçiyordu nedense.

Sayfa: [1]