Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Methild

Sayfa: [1]
1
Düşler Limanı / Bilgisayar
« : 30 Ocak 2015, 14:53:32 »
-Gerçek bir öyküdür.

Duvardaki kırmızı saatin akrebinin yirmiye geldiğini görünce kalbim hızla çarpmaya başladı. Elim ayağım titriyor, heyecandan yerimde duramıyordum. Babamın eve gelmesine dakikalar kalmıştı. Birazdan zil çalacak, babam elinde koca bir kutuyla girecekti kapıdan. Uzun zamandır bu anın gerçekleşmesini hayal ediyordum. Heyecandan dayanamayıp oturma odasındaki koltukların üzerinde zıplamaya başladım. Koltukların tellerini koparana kadar zıplıyor, tavandaki avizeye dokunmaya çalışıyordum. Aslında neden böyle bir şey yaptığımı bilmiyordum. Heyecan ve sevinç ikilisinin yaşattığı tuhaf bir enerji patlamasıydı. Her mutlu olduğumda böyle yapardım. Bu da onlardan biriydi. Zıplamak çok zevkli gelmişti. İyice keyiflenmiştim. Birden dayanamayıp çığlık atmaya başladım. Bir koltuktan diğerine atlıyor, kollarımı iki yana açıp, gökyüzünde uçan bir süper kahraman olarak hayal ediyordum kendimi.

Annemin “Koltuklarda zıplama eşek sıpası!” diyen öfkeli sesini umursamıyordum bile. Hayal dünyasına kapılmıştım. Gerçek gibiydi her şey. Koltuklar benim için uzun kulelerdi. Şimdi, o uzun kulelerin üzerinde zıplıyordum. Halılar kum tepelerine dönüşmüştü. Kuvvetli esen rüzgar kum tepelerini savuruyor, etrafına zor görünür kılıyordu. O kum yığınlarının içinden büyük bir örümcek, beklemediğim bir patlama eşliğinde fırladı. Savrulan kum taneleri yüzünden geç fark etmiştim. Tek amacı beni yakalamaktı. Elimde sihirli bir kılıç olduğunu hayal ettim hemen. Kılıcımı, bana doğru saldıran örümceğin gözlerinden birine sapladım. Hayvan kan dondurucu bir çığlık attı ve üzerinde dolaştığım kule şiddetle sarsıldı. Son anda biraz daha uzaktaki kuleye atladım. Örümcek, beni yakalayabilmek için ağlarını fırlatıyordu . Üzerime doğru gelen ağ demetlerini kılıcımla kestim. Öfkesi giderek artan hayvan, kuleye tırmanmaya başladı. Çok hızlıydı. Neredeyse yakalanıyordum ki bir başka kuleye atladım. Ayağım kayar gibi oldu, en sonunda dengemi buldum.

Bu iş uzamıştı. Örümceği hemen öldürecektim. Artık sıkılmıştım bu oyundan. Kılıcımı havaya kaldırıp zafer naraları eşliğinde örümceğin üzerine doğru atladım. Ama hata etmiştim. Örümcek kocaman ağzını açmış, benim düşmemi bekliyordu. Korkarak çığlık attım. Süper kahramanlığı falan boş verin. Örümceğin içi sonsuz bir karanlığı andıran ağzına düşmek üzereyken gözlerimi yumdum.
Benim gibi bir süper kahraman için kötü bir sondu. Örümceğin pis nefesini hissettiğimde her şeyin sonuydu. Bitmişti her şey. Beni gülümsetmesi için örümceğin midesinin konforlu bir yer olduğunu  ve birçok oyuncağın orada beni beklediğini söyledim kendime. Bu düşünce tebessüm etmeme neden olmuştu. Hızla düşerken yumuşak, narin bir şey tuttu beni.

Birden annemin kucağında açtım gözlerimi. Kaşlarını çatmıştı.

“Sana kaç defa koltukların üzerinde zıplama, düşersin dedim. Ama dinlemedin. Az kalsın düşüp bir tarafını yaralayacaktın. Büyüklerinin sözünü hiç dinlemiyorsun, Kağan.”

Öyle mi olmuştu gerçekten ? Koltuktan mı düşüyordum? Etrafıma baktım. Oturma odasındaydım. Kum tepeleri ve kuleler gitmişti. Annem beni yere indirdi.

Bir parmağını bana doğru sallayıp azarlamaya başladı.

“Baban gelince söyleyeceğim, bakalım o zaman ne yapacaksın?”

Başımı öne eğip masum görünmeye çalıştım. Eğer babama söylerse hayallerim suya düşerdi. Babam, o çok istediğim şeyi vermezdi bana. Sahi, babamın bana getireceği şeyin adı neydi ya. Bil... bir şey, bir şey. Oyun oynayabileceğim şeydi. Neredeyse aylardır hayalini kuruyordum o şeyin. Bunun için  yalvarmak üzereydim ki, gözüm tavan arasına ilişti. Bir örümcek! Ağlarını örüyordu.

“Yakaladım seni!” diye bağırdım. Annem şaşkın şaşkın bana baktı. “Neyi yakaladın, oğlum?”

Benimle savaşan örümcek buydu. Emindim. Bir koşuda mutfaktaki süpürgeyi kaptım geldim. Annem ne yapacağımı anlamıştı.

“Oğlum, öldürme hayvanı. Günahtır. Bırak süpürgeyi! Bir kağıt getireyim de camdan dışarıya atalım.”

Annem öyle diyordu ama ben kararlıydım. Öldürecektim o örümceği. Süpürgemi dengesiz bir şekilde savurdum. Ama boyum yetişmedi. Etrafıma baktım. Annem gelmek üzereydi. O gelmeden, bir süper kahramanın yapması gerekeni yapmalı, düşmanımı alt etmeliydim. Hiç düşünmeden yemek masanın üzerine çıktım. Hala yetişemiyordum. Ayak parmaklarımın üzerinde durmaya çalışıp süpürgemi savurdum. Aniden parmaklarımın arasından kurtulan süpürge tam akşam yemeğimiz olan çorbanın üzerine düştü. Tabii yuvası bozulan örümcek de.

Annem sesleri duymuş olacak ki söylene söylene geliyordu. Tekrar saate baktım. Çok çok az kalmıştı. Babam, belki de site bahçesine girmişti. Ne yapmalıydım? Hızlı davranıp önce süpürgeyi aldım yerden. Sonra da tarhana havuzunda yüzen örümceği. Annem içeriye girince olduğum yerde zıpladım.

"Ne yapıyorsun sen bakayım?" diye şüpheci bakışlarla süzdü. Bir yalan uydurmak zorundaydım. Beni zeki bir çocukmuş gibi hissettiren şu sözleri söyledim;

"Çorbanın tuzuna bakmak istedim, anne. Bir şey yok yani."

Annemin kaşları birleşti. Yüzümü inceliyordu.

"Tuzu yerinde mi bari?" diye sordu. Başımı evet anlamında salladım. Ucuz yırtmıştım. Ama annemin bakışları "bunun hesabı verilecek" der gibiydi.

O sırada zil çaldı. Kalbim yine kanat çırpıyordu. Bu sefer çok daha şiddetliydi.  Müthiş bir heyecan dalgası kabarmıştı içimde. Babam gelmişti çünkü. Babam ve hediyesi!

Önce babam girdi içeriye. Ardından iki uzun boylu genç adam. Büyük ve ağır görünen bir kutuyu benim odama taşıdılar. Büyülenmiş gibi kutuya bakıyordum. Benim güzel hayalim, o kutunun içindeydi işte!
Annem bir bıçak getirdi. Adamlar, bıçak yardımıyla kutunun dışındaki naylonu kestiler. Kutunun bantları söküldü. Genç adamlardan bıyıklı olanı elini kutunun içine soktu ve koca bir ekranla beraber tekrar çıkardı. Koca bir ekran! Ardından ne işe yaradığını bilmediğim birkaç ara gereç daha. Sonra en önemli parça olan kasa çıkarıldı. Dilim tutulmuştu. Televizyonlarda, gazetelerde, komşuların oğlanlarında gördüğüm ve hep hayalini kurduğum büyük oyuncağım buydu işte. O zaman adını hatırladım: Bilgisayar.

Sevinç gözyaşlarım ince bir çizgi halinde süzülüyordu yanaklarımdan. Babama sarıldım. Ağlıyordum. Nedenini bilmiyordum. Sanırım mutluluk gözyaşlarıydı bunlar. Odamdaki gereksiz eşyaları büyük bir torbanın içine atmaya başladım. Oyuncak ayılarımı, askerlerimi, arabalarımı, silahlarımı, resim defterlerimi, oyuncak piyanomu... Her şeyi. Artık onlara ihtiyacım yoktu. Bilgisayar oyunları bana yeterdi.

Bilgisayarım daha önce satın aldığımız masanın üzerine kuruldu. Tam bilgisayarın başına geçiyordum ki annem uyardı.

"Önce yemeğimizi yiyelim, sonra doya doya oynarsın. Nasıl olsa artık bizim."

Artık benim, diye düşündüm. Sürekli komşularımıza gitmek zorunda değildim. Dayanamayıp yine sarıldım babama.

"İsteğin oldu bak," dedi babam. "Ne demiştin? Eğer istediğimi alırsanız hiç yaramazlık yapmayacağım; hatırlıyor musun?"

Başımı salladım. " Hatırlıyorum. Sözüm söz baba, " dedim içtenlikle. "Artık yaramazlık yapmayacağım."

Doyumsuz bir iştahın etkisiyle tüm önüme konulanları silip süpürdüm. Hem annemi hem de babamı şaşırtmıştım. Başımı okşayıp "Aferin," dediler. "İşte şimdi bilgisayarı gerçekten hak ettin."

Bunun ne anlama geldiğini biliyordum. Hemen odama koştum. Öyle hızlı koşmuştum ki odama geldiğimde kendimi ışınlanmış gibi hissetmiştim. Heyecanla ellerimi birbirine sürttüm. Komşumuzda sürekli bilgisayar oynadığım için nasıl açıldığını da öğrenmiştim. Önce prize bastım. Kırmızı bir ışık yandı. Onay verilmişti. Kasanın üstündeki bir tuşa dikkatlice dokundum. Ama bir şey olmadı. Önce korkuya kapıldım. Tekrar tekrar bastım. Yine olmuyordu. Elimle iyice bastırdım ve motor çalışmaya başladı. Bilgisayarım o derin uykusundan uyanıyordu. Ardından ekranı açtım. Ekran, yani bilgisayarın gözleri de açılmıştı. Yeni bir arkadaş edinmiş gibi hissetmiştim. Mavi bir sayfa, ardından rengarenk başka bir yüklenme sayfası açıldı. Farklı bir dünyaya yolculuk ediyordum. O kadar heyecanlıydım ki kalbim duracak gibi olmuştu. Derin bir iç çektikten sonra koltuğuma yaslanıp iyice yerime yerleştim.

Tuhaf bir sayfa açıldı. Farklıydı. Burası bilgisayarımın bana arkadaşlık teklif ettiğini düşündüğüm yerdi. İsmimi soruyordu. "Kağan," dedim bir şey olmadı. Ne yapmam gerekiyordu? Elim klavyenin üzerinde dolaştı. İsmimin harflerini bulmaya çalıştım. Annem okuma-yazma öğretmişti biraz. Harfleri tanıyordum. K-A-Ğ-A-N diye tuşladım. Bilgisayar "Hoş geldiniz" dedi bana. Gülümsedim. "Merhaba."

Açılan yeni sayfa daha geniş ve büyüleyiciydi. Bir sürü dosya vardı. Ama hangisinde oyun olduğunu bilmiyordum. Hepsini tek tek aramak zorunda kaldım. Sonunda oyun yazan dosyaya tıkladım. Bir sürü oyun, "Beni oyna, ne olur beni oyna," diye yalvarıyordu. Şaşırmıştım. Oyunların birçoğu benim hayal ettiğim gibi değildi. Çok daha güzeldi.

Hepsini saatlerce oynadım. Ta ki yatma vakti gelene kadar. O zamana kadar büyülenmiş gibiydim. Bir kere bile gözümü ayırmamıştım ekrandan. Annemin zoruyla bilgisayarın başından kalktığımda vücudum tutulmuş gibiydi. Gözlerim içine kum kaçmış gibi yanıyordu.

"Bu kadar yeter. Bilgisayar da biraz dinlensin. Sabah oynarsın," dedi annem. Haklıydı.

Yatağıma uzandım. Yorulmuştum. Annem alnımdan öptü, iyi geceler diledi. Lambayı söndürünce koyu bir karanlığa gömüldü odam. Bilgisayarım o karanlıkta parlıyordu. Ya da bana öyle gelmişti. İnanamayınca tekrar baktım. Basbaya parlıyordu. Sebepsiz yere el salladım ona. "Yarın görüşürüz, iyi geceler."

Gözümü kapattım. Yaşadığım olayların hepsi bir film şeridi gibi önümden geçti. Bir an gözlerimi açıp bilgisayarın hala yerinde durduğuna emin olmak istedim. Oradaydı. Zaten, ben buradayken bir yere gidemezdi.

İçimde dindiremediğim bir sevinç ve heyecan vardı. Gözlerimi defalarca kapatmama rağmen yine açıyor, karanlıkta pırıldayan bilgisayarıma bakıyordum. Artık oyuncak arabalarla oynamayacaktım. Artık oyuncak askerler yoktu. Resim çizmeyecektim. Çizgi film seyretmek yoktu. Büyüyordum ben. Bilgisayar, büyümenin bir simgesiydi. Çocukluktan çıkmıştım. Vücudumda bir değişiklik hissediyordum hatta. Emindim. Büyüyordum.

Son...


2
Tartışma Platformu / Yetenek Doğuştan Mıdır?
« : 20 Aralık 2014, 13:58:57 »
Yetenek doğuştan mıdır, sonradan mı öğrenilir konusu çok tartışılır. Ancak benim merak ettiğim yazı yazma yeteneği doğuştan mı gelir, yoksa üzerine gidilerek geliştirilebilir mi?

3
Düşler Limanı / Köpeğim Poo
« : 25 Kasım 2014, 10:51:14 »
Alıntı
Merhaba, adım Bedir.

Annemle birlikte yaşıyorum.

Genelde yalnızım. Pek fazla arkadaşım yok. Bana içine kapanık derler. Siz bunun ne anlama geldiğini biliyor musunuz?

Aslında pek bir önemi yok. Bunu anlayabilecek yaşta değilim.

Ben bir dost arıyorum.

Resim çizmeye bayılırım.

Sadece resim çizmeye... ve oyuncaklarımla oynamaya.

Eğer siz de isterseniz birlikte resim çizebiliriz.

Oyuncaklar?

Onlara dokunmasanız daha iyi.

Annem, bugün bize misafirlerin geleceğini söylediğinde ne yapacağımı şaşırdım. Bir yere saklanmalı ve misafirler gidene kadar orada kalmalıydım. Beni görmelerini istemiyordum. Aklıma odamdaki dolaba saklanmak gelmişti önce. Ama sonra, daha önceleri de orada saklandığımı hatırladım. Annem beni hemencecik bulurdu. Başka, daha güvenilir ve bulunması zor bir yere saklanmalıydım.

Birden oyuncaklarım aklıma geldi. Onları da saklamalıydım. O sinsi, yaramaz ve canavar misafir çocukları benim oyuncaklarımı saniyeler içinde paramparça ederdi. En son bir çocuğun oyuncak arabamı alıp duvarda parçalayışını hala unutmamıştım. Böylesi çocuklar çok sinsi olurlar. Kendi oyuncaklarından daha güzel bir oyuncağı gördü mü kıskanır, parça pinçik ederler. Olan benim o masum oyuncaklarıma olur.

Hemen harekete geçmem gerektiğinin farkındaydım, zaman yaklaşıyordu çünkü. Önce arka balkondaki içi boş kutuları odama getirdim. Oyuncak arabalarımı ve boyama dergilerimi -onlar çok daha değerli- küçük olan kutunun içine tıkıştırdım. Kalemi, evimi ve ayıcıklarımı orta boy kutuya, oyuncak tabancalarımı ve futbol topumu da büyük olan kutuya koydum. Tek sorun bu kutuları nereye saklayacağım. Saksıyı çalıştırdım. Öyle bir yere koymalıydım ki o canavarların aklının ucuna bile gelmemeliydi. Buldum! Banyonun içi tabii ki de!

Kutuların hepsini banyodaki küvetin içine koydum. Ardından görünmesin diye kedicikli yorganımı üstlerine örttüm. Oyuncaklarım güvendeydi artık. O canavarlar asla bulamayacaktı onları. Ama ben? Ben de saklanmalıydım. O çocuklar oyuncakları bulamayınca bana saldırabilirdi. Bir an dondum kaldım. Ding dong, dang ding... Kapı zilimiz çalıyordu! Ne yapacaktım şimdi? Dolaba doğru koştururken hemen bulunacağım geldi aklıma. Banyoya saklansam, olmaz.

"Anne, oyala biraz!" diye bağırdım.

"Olur mu öyle şey oğlum, kapıda bekliyorlar."

"Ay, azıcık daha beklesinler," deyiverdim. Ama içimden, sesli olarak değil.

Annem kapıyı açtı. Merhabalaşmalar, hoş geldiniz demeler derken ben öyle kaskatı kesilmiş, heyecandan ne yapacağımı bilmeden kalakalmıştım odamda. Misafirler, misafir odasına girdiler, ama hiç çocuk sesi duymadım. Görmedim de. Çocuklarını getirmemişlerdi herhalde!

Tam odamdan çıktım, bir de ne göreyim! Korktuğum başıma gelmişti. Sarı saçlı, şeytan bakışlı bir çocuk; tam karşımda dikiliyor. Bir süre birbirimizi inceledik. İki elini yumruk gibi sıkmış, öfkeli gözlerle beni süzüyordu.

"Oyuncaklar nerede?" dedi birden. "Oyuncaklar nerede, çabuk söyle. Oyuncak istiyorum ben!"

 Bir adım geriledim. "Oyuncaklar mı?" dedim, bilmiyormuş numarası yapıyordum. Ama yemedi.

"Hissediyorum," dedi, sesinde mistik bir hava vardı. "Buralarda bir yerde, oyuncak araba kokusu alıyorum."

Güldüm.

"Yok ya, annem onları çöpe atmış."

Üzerime doğru gelmeye başladı. Giderek korkutucu bir hal alıyordu yüz ifadesi. Boyu benden büyük değildi. Ama hırçındı, kavga etmeye hazır. Bense hazırsız ve korkak.

"Birazdan başka çocuklar da gelecek. Hepsi benim emrimde çalışıyor. Oyuncakların yerini söyle, yoksa dövdürtürüm seni!"

Çocuğun dediklerine bir bakın: sanki mafya babası. Belki de öyledir. Şey... yani hayalinde demek istedim.

"Gerçekten, annem oyuncakları saklamış," dedim.

"Hani çöpe atmıştı?"

Şimdi faka basmıştım işte. Üzerime doğru gelmeye devam ediyordu. Ben de odama doğru gerilemeye tabii.

Sonunda o kadar çok gerilemiştim ki, dengemi kaybedip yatağın üzerine düşüverdim. Çocuk bir anda üzerime çullandı, karnımdan gıdıklamaya başladı. Ben de kurtulmak için suratını tekmeledim. En son darbem biraz sert olmuş olacak ki ağlamaya başladı. "Aneeeee, bana vurdu!"

 Hemen annesi, ardından da benim annem olay yerine intikal etti. Çocuğun annesi kaşlarını çatıp, suçlayıcı bir bakış attı bana. Sonra anneme döndü. "Selma, şu oğlana sahip çık. Bu kaçıncı?"

"Kusura bakma, normalde sakindir ama... senin oğlanı görünce kuduruyor."

"Ben mi, o mu?" dedim. Ama yine içimden. Genelde içimden söylerim böyle şeyleri.

Beni gıdıklayan çocuk -adının Selim olduğunu öğrendim- annesinin kucağında odadan ayrılırken dilini göstererek benimle dalga geçti. Ona gününü gösterecektim. Eğer savaş istiyorsa ben hazırdım. "Bütün adamlarını topla gel istersen," dedim. Tahmin ettiğiniz üzere içimden.

Annem suçlayıcı bir bakışla beni süzdü. "Oğlum yine mi? Selim'le ne alıp veremediğiniz var?"

"Anne ya, oyuncaklarımı kırıyor," diye cevap verdim.

"Sen de verme oyuncaklarını," diyen annem, baş parmağıyla beni göstererek, "Eğer yine böyle bir şey olursa sana bir daha resim kalemi almam. Anladın mı?"

Başını salladım. İçimde nasıl bir öfke fırtınası esiyordu bilemezsiniz. İntikamım acı olacaktı. O sırada kapı zilinin sesi duyuldu. Yeni çocuklar, yeni "Selimler" geliyordu. Odamdan çıkıp az önce gelen misafirlere baktığımda iki çocuk daha görmüştüm. Sayıları giderek artıyordu ve ben tektim. Selim, hemen yeni gelen çocukların yanına koştu, eliyle beni göstererek bir şeyler anlattı. Çocuklar şeytani bir gülümsemeyle bana bakarak dil çıkardılar. Savaş çanları çalıyordu!

 

4
Tartışma Platformu / Edebiyat Dergileri
« : 22 Mayıs 2014, 17:17:34 »
Hikayelerin olduğu, edebiyat hakkında yazıların olduğu çeşitli edebiyat dergileri var mı bildiğiniz?

Varsa bunları nereden bulabilirim?

5
Kurgu İskelesi / Kenway Kardeşler
« : 21 Mayıs 2014, 16:24:24 »

Namlunun Ucundaki Ölü

Henry Kenway, verandasindaki sandalyesine oturdu ve uzaklarda at koşturan gençlere baktı. Güneş batarken, bir grup genç arkasına kızları bindirmiş, at koşturuyordu. Gençler gururla atlarını koştururken, kızlar gülüşüyor, çığlık atıyorlardı.

Henry Kenway, kendi arazisi içinde bu kadar gürültü yapılmasından hoşlanmazdı. Ağabeyi öldürüldüğünden beri, insanlardan uzak durmuştu. Evini kasabanın dışına taşımış ve kimsenin araziye girmemesi için uyarı tabelaları asmıştı. Sonuçta bu arazi ona aitti. Ancak o, ne kadar uyarıda bulunsa da-birini bacağından vurmasına rağmen- kasaba halkı arazisinde dolaşmaya devam ediyordu. Üstelik sırf Henry Kenway`ı sinir etmek için yapıyorlardı bunu. Nitekim başarıyorlardı da. Ancak bilmedikleri bir şey vardı. Henry, çabuk sinirlenen ve sinirlendiğinde kimsenin akıl edemeyeceği şeyleri yapabilecek karakterde biriydi. Eskiden uysal ve sakin yapısıyla biliniyordu. Ağabeyine göre daha terbiyeli ve sorunsuz biri olduğu için kasaba halkı tarafından da sevilirdi.. Ama sonra hayatı, zevkleri ve davranışları, kasaba halkının hoşuna gitmeyecek şekilde değişti.

Onu bu denli değiştiren ağabeyinin ölümüydü. Coby Kenway, Meksikalı bir serseri tarafından öldürüldüğünde Henry, uzun süre konuşmadı. Küçük evinden dışarıya adım atmaz oldu. Ama nasıl olduysa bir gece bara girdi ve içebildiği kadar bira içti. Cebinde kalan tüm parayı biraya harcadı. Akşamın ilerleyen saatlerine doğru sarhoş olmuş, ayakta zor duruyordu. Sonra nasıl olduysa, silahlar çekildi ve Henry, kasaba şerifi Nico`yu alnından vurdu. O gece ne olmuştu, neden silahlar çekilmişti, Henry hiç bir şey hatırlamıyordu.
O günden sonra kasaba halkının gözündeki değeri düştü ve herkes ona yabancı gözüyle bakmaya başladı. Kasabalılar, artık ona selam vermiyor, onunla kart oynamıyordu.

Henry, gitmesi gerektiğini biliyordu ve bir gece kasabadan ayrılmayı kararlaştırmıştı. Tesadüf eseri, onun kasabadan ayrıldığı gece, ağabeyini vuran Meksikalı kasabaya geldi. Henry, haberi alır almaz kasabaya geri döndü. Ancak Meksikalı, kasabalılar tarafından uyarıldı ve Henry gelmeden kasabadan ayrıldı.

Henry, ağabeyinin intikamını almak için Meksikalının peşine düştü. Yıllarca onu aradı. Sorduğu herkes onun nerede olduğunu bilmiyordu. Henry, bu arayış boyunca daha önce görmediği insanlarla tanıştı, farklı kasabalarda konakladı. Otuz dokuz yaşına geldiğinde bu takibe son verdi ve kasabaya, daha doğrusu kasabadan biraz uzaktaki küçük yaşantısına geri döndü.


Hava kararmıştı ve rüzgar soğuk esiyordu. Atlarını koşturan gençler Henry Kenway`ı verandasında oturmuş onlara bakarken görünce kasabaya döndüler.

Arazi derin bir sessizliğe-kurtların uluması dışında-büründü. Henry, tek başına kalmıştı yine. İçeriyi girip duvara dayatılmış şekilde duran tüfeğini aldı ve evinin karşısındaki kaktüslü tepeye doğru yürüdü. Tepeyi ve tepenin aşağısındaki çölü gezdi. Her gece tüfeğini alır, araziyi ve çevresini gezerdi. Bazı geceler kamp kuran soygunculara rastlardı. Böyle durumlarda kaktüslerin arasına saklanır, neler konuşulduğunu dinlerdi. Onların arasında değildi belki ama, kendisini yalnız hissetmezdi. O an, o grubun bir üyesiymiş gibi hissederdi.

Bu gece kamp kuran soyguncular yoktu. Gerçekten çok sessiz bir geceydi. "Sıkıcı gece," diye fısıldadı Henry.
Kaktüslü tepeden evine doğru indi. Tam verandanın alçak merdivenlerine ayak basarken bir ses duydu. Evinin arkasından geliyordu. Ayak uçlarında yürüyerek evinin arkasına geçti. Biri, evinin arkasında çömelmiş bir şeyler yapıyordu. "Kim var orada? Ayağa kalk ve tanıt kendini," diye bağırdı Henry.

Adam hemen ayağa kalktı ve hızlıca silahını çekti. Ancak Henry, daha hızlıydı. Karanlıkta zorda olsa-belki şanslıydı- adamı kolundan vurdu. Adam acıyla inledi. "Uzaklaş arazimden! Yoksa seni alnından vururum."

Adam kolunu tutarak karanlıkta kayboldu. Henry, adamın gittiğine emin olana kadar oradan ayrılmadı. Adamın uzaklaştığını görünce evine girdi ve tüfeğini duvara dayadı. Üstündekileri çıkardı, dolaptaki pijamalarını giydi. Vakit erkendi. Ama Henry, konuşacak biri olmadığı için yatmayı tercih ediyordu. Yorganını çekti ve yatağına uzandı.


6
Kurgu İskelesi / Kötü Para [Western Kurgusu]
« : 19 Mayıs 2014, 11:46:48 »

KÖTÜ PARA - Üç Kurşun

"Marco Cadda, ölmeden önce söylemek istediğiniz bir şey var mı?"

"Canınız cehenneme!"

Son sözlerim üzerine kasaba halkı gülme krizine girdi. Herkes eğleniyordu, bende eğleniyordum. Özellikle Şerif Dakota, hepimizden çok eğleniyordu. Benim gibi azılı bir banka soyguncusunu ilk fırsatta yakalamak büyük beceri gerektirirdi; şerifte bu fırsatı değerlendirebildiği için kendisini becerikli bir adam sanıyordu. Ahmak herif!

Kasaba halkına acıyordum. Böyle korkak, kendini bir avuç para için satacak birini şerif seçmişlerdi. Doğrusunu söylemek gerekirse adam şanslıydı. Beni, Meksikalı bir kızla yatarken yakalamıştı. Belki de kızı o, ayarladı. Eğer öyleyse beklediğimden çok daha akıllı.

İnsanın birkaç dakika sonra öleceğini bilmesi ve buna rağmen korkmaması çok tuhaftı. Hiçbir şey hissetmiyordum. Kızgın güneş, yüzümü yakarken bile. Leşçi akbabalar gökyüzünde beni selamlıyorlardı. "Ahbap, ölmeni bekliyoruz."

Şehir haklı sabırsızlanmıştı. Karılar kocalarına bir şeyler fısıldıyor, belki de bana lanet okuyorlardı. Eğer ellerinden kurtulur da kaçarsam diye korktukları için çatılara yerleştirdikleri adamların namlularının ucu kafama doğru nişan almıştı. Eh, anlaşılan her türlü ölecektim. Ayağımın altındaki sandalye de sürekli sallanıyordu. Rahip, duasını bitirdiğinde asılmış olacaktım. "Ulu tanrım, bu adamın kötülüklerini affet."

İpin ucu boğazıma geçirildi. Ölüm. Gençliğimden beri ölüm ve ben... Yakın dost sayılırdık. Annemin ve babamın öldürülüşü, eski çeteden arkadaşlarımın ölümü ve hapishanede bize uygulanan işkenceler...

Hepsinin ismini hatırlıyorum: Yılan John, Garold, Sosa, Kızıl Peter...

O eski çeteden geriye bir ben kalmıştım. Fırtınalar estirdiğimiz yılları hatırlıyorum. Biz beşli, kuru topraklarda atımızı sürerdik. Geçtiğimiz her kasabada ismimiz ve resimlerimiz asılmış olurdu. Kızıl Peter, "şu resmimi görse babam benimle gurur duyardı," derdi. Evet. Gurur duyarlardı. Oğulları soyguncu olduğu için gurur duyarlardı.

Ayağımın altındaki sandalye kaldırılıverdi. İp boğazımı sıkmaya, beni boğmaya başladı. Ayaklarım istem dışı boşluğu tekmeliyor, çırpınıyordu. "Tanrım! Ölüyorum." Zar zor nefes alıyordum. İpin yakıcı sıcaklığı boğazımı alev gibi yakıyordu. Nefes alış-verişim yavaşlamıştı.

Şerif, kasabalı halk, çocuklar... Hepsi gülümsüyordu bana. Gözlerim kayıyordu. Karanlığı değil. Aydınlığı, beyazlığı görüyordum. Akbabalar, kanatlı meleklere dönüşmüştü. Gülümsüyordum. Şerifte sırıtıyordu.

"Cehennemde görüşürüz, evlat." Evet. Görüşürüz şerif.

Bir anda, kalabalığın içinden biri ateş etti. Bir duman... Asılı olduğum ip kesildi ve yere yuvarlandım. Kalabalığın ayakları arasında sürünmeye başladım. Kargaşa yüzünden halk dağılmaya başladı. Çatıdaki adamlar bir bir vurulup aşağıya süzüldü. İşler tersine dönmüştü.

Hala nefes alıyordum ve sanırım bugün ölmeyecektim. Şerif, şimdi sırıtabiliyor muydu acaba? Onu göremiyordum. Kaçıp gitmişti herhalde.
 
Saman yığınlarına doğru süründüm. Çatışma şiddetlenmişti. Göremediğim iki adam, şerifin adamlarıyla çatışıyordu. Adamlardan biri yanıma yaklaşıp bana silah uzattı. Silahı kaptım. Nişan almadan rastgele etrafa ateş etmeye başladım. Bir yandan da atların olduğu tarafa doğru koşuyorduk. Bana yardım edenler kimdi merak ediyordum. Ama zamanı değildi.

Atletik bir hareketle benim için getirilen ata bindim. Atlarımızı çıkışa doğru sürerken, bir çiftçi at arabasıyla gidiş yolumuzu kapadı. Sağ tarafa dönüp başka bir sokağa girdik. Çatılarda atlayan, zıplayan adamlar bizi takip ediyordu. Dagwood Kasabası yazan tabelanın altından tozu dumana katarak çıktığımızda arkama bakmak için fırsat buldum.

Şerif ve on adamı arkamızdaydı. Adamlardan birine nişan aldım. Namlu, elimde sağ sola sallanıyordu. Bir patlama ve duman... Adamlardan biri yuvarlandı. Onu boğazından vurmuştum.

Yandaşlarımdan biri geriye doğru döndü ve arkadaki adamlardan birini vurdu. Çok iyi ateş etmişti. Anlaşılan işini bilen birileriyle beraberdim. Atlarımızı dağlara doğru sürerken, kalkan dumanlar gözümü rahatsız ediyor, önümü görmemi engelliyordu. Tekrar arkaya dönüp ateş ettim. Adamlardan biri atından düştü. Sonra arkamızdakiler gruplara ayrıldı. Bende başka yöne dönmeye karar verdim ve atımı sola döndürdüm. Sağa doğru gitmeye yeltenen iki dostum, yönlerini sola çevirdiler; beni takip ediyorlardı.

Korkmamıştım. Belki çetelerine lider arayan biriydiler. Bizim buralarda bu durum çok yaygındı.
Adamlardan birinin yüzünü görme fırsatım oldu. Genç ve beyaz tenli bir İrlandalıydı.
Uzun ve dağınık turuncu saçları şapkasının altından dalgalanıyordu. Şerif ve adamları ortalıktan kaybolduğunda gölgeli bir ağacın altında durduk. Hemen atımı ağaca bağladım. Silahımı onlara doğrultum.

"Evet, beyler. Kim olduğunuzu söyleme vakti geldi."

Adamlardan biri atından indi. Şapkasını çıkardı. Onu tanımıştım. "Yılan John!" Silahımı indirdim. "Sen ölmüştün!"
 
Gülümsedi. Biraz yaşlanmıştı ama hala beyaz dişlere sahipti. "Beni öldürmek için bir mermi yetmez." Gömleğini açıp eski yarasını gösterdi. Tam göğsünden vurulmuştu. Ama hala dimdik ayaktaydı. "Beni nasıl buldunuz?"
 
"Arada bir gazetelere baksan iyi olur." Yanındaki İrlandalı`ya baktım. "Bu kim?"

"Bu, Malcolm. Onunla barda tanıştım. Son derece güvenilir biri." Birbirimize selam verdik. Eğer John, güvenilir diyorsa güvenilirdi. Eyerlerimizi indirdik. Ben bir ateş yaktım. Ateşin başına oturduk ve gecenin sonuna kadar sohbet ettik.


Kendimi geliştirmek adına her gün yeni bölüm yazıp bir gün arayla yayınlamaya karar verdim. Bu hikaye kesinlikle devam edecektir. Akşam kovboy filmi izledim, biraz onun etkisi oldu ;D

7
Kurgu İskelesi / Spear Bar
« : 16 Mayıs 2014, 21:18:41 »
Terbiyeli, düzgün ve zengin gençlerin son gireceği yerdir Spear Bar...

Ahlaksız, eğitim almamış gençlerin toplanıp sövdükleri, içlerindeki sıkıntılarını ve hayatlarındaki anlamsızlığı Rock müziği kullanarak dile getirdikleri bir yerdir Spear Bar. Şehrin merkezindeki ara sokaklardan birinde bulunur. Genellikle sokak serserileri, başıboş gezen Rock sever gençlerin uğrak yeridir. Barın bulunduğu ara sokağa girdiğiniz anda pis ter kokusu burnunuza hücum eder. Ara sokak gençlerin küfürleri, sert davul sesleri, sert ve bir o kadar da hareketli müziklerinin sarhoş edici tınılarıyla yankılanır.

Şehir halkı pek sevmez bu barı. Kimse sevmez. Çünkü gerçekler...gerçek hayat buradadır. Gençler yitip giden hayatlarına bir anlam katmak için yaparlar bu müziği. Gerçekte değersiz değil midir hayat?
Şu para denilen şey çıktığından beri hayatın değeri kalmamıştır bu gençlere göre. Yaptıkları müzik bütün sorunlarını anlatır; durdukları uçurumun derinliğinden bahseder.

Bir hafta sonu bu bara ilk kez girme fırsatı buldum. İşimden kovulmuştum ve durumu benimle aynı olan arkadaşlarım buraya geldiklerinden bahsetmişlerdi.
Sokağa ilk girdiğimde duvara yazılan yazı dikkatimi çekti.
"Para ve Hayallerimiz... Ailelerimiz seçimi yaptı. Zafer paranın!"

Birkaç dakika boyunca o yazıya bakakaldım. Benim için bir anlam ifade etmiyordu ama buradaki gençler için çok şey ifade ediyordu. Ben 27 yaşındaydım ve beni aralarına alacaklarından emin değildim. Duvardaki resmi geride bırakıp kapıya yaklaştım.  

"Bara girmek için bir şartınız var mı?" diye sordum.

Genç samimiyetle gülümsedikten sonra,
"dünyası boşlukta asılı kalan herkes içeriye girebilir, efendim." dedi.

Bu bar tam bana göreydi. Çünkü kurallar yoktu. İçeriye girmek için bir şart yoktu, söverseniz biri sizi alıp dışarıya atmıyordu, kavga etmek serbestti. Bu barda eksik olan tek şey masaların üstüne konulan cüzdanlardı.

Barın içi loş bir ışıkla aydınlanıyordu. Çoğunlukla karanlıktı ve eski bir kütüphaneyi andıran havası vardı. Duvarlarda çeşitli dillerde yazılar, küfürler, işaretler ve karalamalar vardı. Bardaki birkaç yüksek platformun üstünde sakallı, uzun ve dağınık saçlı gençler müzik yapıyordu. Vurucu, sert ve hızlı bir müzik tarzları vardı. Sözler genellikle tekrar ediyordu. Rock müziği sevsenizde sevmesenizde bu gençlerin müziği doğru, yakın ve samimiydi; ve sizi inanılmaz derecede sarhoş ediyordu.

Bir şarkıda;


"Güzel kıvrımlar,
Hoştur bence.
Babam dedi ki bu kalçalar,
Beş para etmez.
Unut gitsin.

Diyordu gençler. Gerçekten sözlere ve yapılan müziğe bayılmıştım. Bu müzik farklıydı. Gerçekti ve sözleri söylenmeye cesaret edemeyeceğiniz derecede terbiyesizdi. Her gün kavga, şiddet ve coşku eksik olmazdı; ha birde ter kokusu vardı ki, harikaydı.

İlk bir hafta boyunca bara gitmeden duramadım. Bir gün aklıma geldi, belki bende bir müzik grubu kurup böyle bir müzik yapabilirdim. Parasızdım ve işim yoktu. Üstelik artık gençler arasında tanınıyordum.

8
Tartışma Platformu / Harita Çizmek
« : 11 Mayıs 2014, 20:11:39 »
Fantastik bir dünyayı çizmeye yarayan harita programı veya internet sitesi var mı?

9
Kurgu İskelesi / Uzay Prensi 2.Bölüm Yayında!
« : 08 Mayıs 2014, 16:49:41 »

Ev arkadaşım Kapua ile birlikte oturmuş pizza yiyorduk. Büyük pizza dilimlerini çiğnemeye çalışırken aniden durdu. "Sesi duydun mu, Kamaka? " Diye sordu. Arkamı dönüp okyanus mavisi odaya göz gezdirdim. "Ne sesi, nerede?"

Ağzındaki pizza dilimlerini hemencecik midesine indirdi. Sonra ayağa kalkıp mutfak camından dışarıya baktı. Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. "Ne sesi? " diye sordum bir kez daha. "Bilmiyorum, Kamaka. Sinek vızıltısı gibi gelip geçti, ama şiddetliydi."

"Ben duymadım," dedim pizza dilimlerini yutarken. Ama içimde bir korku hissetmiştim. Evimiz tekinsiz arazideki sayılı evlerinden biriydi. Son zamanlarda, özellikle bu bölgede yaşanan korkunç cinayet haberlerini okumuştuk. Hatta Kapua`nın," camlara demir parmaklıklar yaptırsak iyi olur," dediğini hatırlıyordum. Bu sesle, cinayet haberi arasında bir bağ yoktu belki; ama ikimizde yaşlı ve savunmasızdık. Korkmuştuk.

"Eğer istersen, arka bahçeye bakayım?" Diye bir öneride bulundum. Kafasını hayır anlamında iki yana salladı. "Gerek yok." Pizzalarımızı bitirdikten sonra, pizza kutusunu çöpe attım. Pizzalar son derece lezzetliydi ve bizim gibi yaşlı, ağzının tadını bilmeyen iki insanı doyurmuştu. "Pizza şirketinin numarasını not et. Sonra tekrar ararız," dedi Kapua. Gömleğimin cebinden kalem ve not defteri çıkarıp numarayı not ettim.

Hava kararmıştı ve içerisi kasvetli bir havaya bürünmüştü. Duvarda asılı olan fenerleri yakarak odayı aydınlattım. Fenerin altın sarısı ışığı, okyanus mavisi duvara gölgelerimizi yansıtıyordu. Odanın sağ köşesindeki şömineyi tutuşturdum. Şöminenin üstündeki ahşap raftan kendim ve Kapua için bir kitap aldım. Duvarda asılı olan fenerlerden birinin altında bulunan masaya oturduk ve loş ışıkta kitaplarımızı okumaya başladık.
 
Kitap okumak bizim için alışkanlık haline gelmişti artık. Kapua, onunla tanıştığımdan beri kitap okuyordu. Birlikte yaşamaya başladıktan sonra aynı alışkanlığı bana da kazandırmıştı. Yapılacak bir iş yoktu. Artık yaşlı ve işe yaramazdık. İkimizde oğullarımız tarafından dışlanmıştık ve bu ıssız, şehirden uzak topraklara sürülmüş gibi hissediyorduk. Pizzaları küçük oğlum getirmişti ve o an pizza şirketini arasak bile buraya asla gelmeyeceklerini anladım. Ama, Kapua`ya ses etmedim. O bu toprakları ışıl ışıl, hareketli, güzel kızların sokaklarda gezdiği bir şehir sanıyordu hala.

Kitabımın sayfaları çevirdim, beğendiğim bir sayfadan okumaya başladım. Kitabı okurken, Kapua beni dürttü. "Aynı ses!"
Ben hala duymuyordum. "Ne sesi, Kapua?" diye sordum. "Bilmiyorum, ama sanki daha şiddetliydi."
"Senin işe yaramaz kulakların bu sesleri nasıl duyabiliyor anlamıyorum," dedim. Neşeli bir şekilde güldü. "Daha ihtiyarlamadık, evlat."

O an, onu genç ve yakışıklı olarak hayal ettim. Gençliğinde güzel gülüşlü olan, kızlar için çekici biri... Acaba o beni nasıl hayal ediyordu?

Sonra yüzüne gölge düştü. O bahsettiği sesi bende duyar gibi oldum. Bomba patlamasına benzer bir ses... Arka bahçeden geliyordu. "Gidip bakmalıyız," dedi kendisinden beklemediğim bir cesaretle.
"Gidip av tüfeklerini getireyim, işimize yarayacak." Sesim titrekti. Hızlı olmaya çalışarak bodruma indim. Asker yeşili çarşafı kaldırdım. İki tane yeni ve kullanılmamış av tüfeğini kapıp yukarıya çıktım. Ellerim korkuyla sallanıyordu. Tüfeklerden birini Kapua`ya verdim. Dikkatle arka bahçenin kapısına yaklaştık. Ahşap kapının altından mavi bir ışık sızıyordu içeriye. "Hazır mısın?" diye sordum. "Evet."

Elim bir süre kapı tokmağında kaldı. Açmaya cesaretim yok gibiydi. Biz iki ihtiyar çılgın bir işe girişmiş olabilir miydik?

Hızlıca kapıyı açtım. Arka bahçedeki otlar, fosfor gibi parlıyordu. Kullanılmayan salıncak usulca sallanıyor, sallandıkça demirleri ıslık çalıyordu. Yavaş yavaş ilerlemeye başladık. Tüfeğim ağır olduğu için yukarıya doğru  
tutmakta zorlanıyordum. "Şu izlere bak," dedi heyecanla Kapua. "Sence ne olabilir? "diye sordum.
"Bilmiyorum, ama korkuyorum. En iyisi eve dönelim ve evde bekleyelim."

Tam eve dönmüşken, Elma ağaçlarının arasından yeşil renk vücudu ve büyük siyah gözleri olan bir yaratık ortaya çıkıverdi. Sineğin gözlerine benzer gözleri vardı. Başının tepesindeki antenleri ötüyordu. İkimizde donup kalmıştık. Yerimizden kıpırdayamıyor, tüfeklerimizi üstüne doğrultamıyorduk. O yaratık bizi kilitlemişti. Biraz sonra, o yeşil yaratıkların onlarcası etrafımızı sarmıştı.


Sayfa: [1]