Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Rosemary

Sayfa: [1] 2
1
Kurgu İskelesi / Büyücü Bill
« : 23 Nisan 2017, 03:11:35 »
Oturduğundan beri hepimiz onu gözlemekteydik. Bir çırpıda tüketmek istemiştik güzelliğini. Üzerinde bir tür mavimsi harmani vardı. Saçlarına ak düşmüş gibiydi ama henüz körpecikti.

“O içtiğiniz şarap olamadığım için kahrolayım, fırtınalı denizlerde dalgalara batayım.” diyerek heyecandan bayıldı çobanımız Nicola.

“Yüz altınım vardı vaktinde, olaydı şimdi sererdim dizlerine, karalara bulansın ki yüzüm, kahrımdan gebereyim ömrümün gerisinde.” derken demirci Elmo, dalmıştı közlerdeki kızıllığa.

“Ömrüm politikayla geçti, demiş miydim evvel?” en az on kere anlatmıştı bunu, artık bir ayyaşa dönmüş Malone. “Strateji. Sıkıca planlar. Ustaca taktikler. Ne de yürekliydik, ne de kuvvetliydik. Başkandan mektup geldiğinde at sırtındaydım. Yanına çağırmıştı lakin düşmanlar yuvamı topa tutmuştu. Ne bakıyorsunuz öyle kancık herifler, kanı beş parasızlar! O kararı veren ben değil yazgımdı. Kıçınız sıcak koltuktayken pek seversiniz görevin kutsallığını, bilirim, ama, ama o an başkaymış.
   
“Dick ve Nokes da benimle gelmişti. Evimin yanışını birlikte izledik. Kopan feryatlara kulak verdik. Tutmasalardı ben de yanardım oracıkta, o koyduğumun cümbüşünde.”
   
Malone’a, diyerek kalktı kadehler.

“Hiç olmazsa senin anlatacak bir hikâyen var. Ya bana ne demeli ha? Koca göbekli hancı? Cennetteki babamızın karşısında nasıl bir iyilik sayacağım. Benim için ne yaptın diye sorarsa ne cevap vereceğim kör budalalar.” diyerek hiddetle çıkıştı hancı Gabor.

Oluşan sessizlikte fırıldak Malloy atladı ortaya. “Kızarmış ballı soslu piliçler.”

Han gürültüden kopmaya başladı. Bir kahkahadır sonu gelmedi. Pike Melina’yı parmaklayınca altta kalır mı Melina, elindeki koca turtayı yapıştırdı onun suratına. Malone bile gülmeye başlamıştı.

Derken hanın koca kapısı duvara çarparak açıldı ve buz gibi bir soğuk esti. O loşluğun içerisinde büyücü Bill içeriye tek bir adım attı. “Bom,” dedi ve her şey patlamaya başladı. Herkes.

2
Genel Kültür / Powerlifting, Bodybuilding, Weightlifting
« : 08 Mart 2017, 02:41:06 »
Bu tarz güç sporlarıyla ilgili bir başlığın olması güzel olur diye düşündüm. Bu başlık altında gerek bu sporlar gerekse başka sporlarla ilgili sohbet etsek hoş olur, ki yeri geldiğinde güreşle ilgili birkaç anımı da yazabilirim.

Şu an eski gücüme kavuşmak istiyorum ve bunun için güçlenme programı olan Texas Method'unu biraz revize edip uygulamaya başladım ve programın içerisinde her zaman kaçınmış olduğum Power Clean hareketi de var. Kaçınma sebebim ise hareketin zorluğundan falan değil ama ağırlığı yere pattt! diye bırakırsınız ve salonda herkesle göz göze gelirsiniz ya işte ondan. Resmen herkesle göz göze geldim ve bunun güzel bir hissiyat olduğunun farkına tekrardan vardım. Çok sık yaptığım bir hareket de olmadığı için tekniğimin de hâlâ yeterince iyi olmadığını düşünüyorum.

Bir de adam akıllı programlar, hareketler eşliğinde çalışıyorsanız her gün kaslı ama bilgisiz birileri deadlift yapma belini kırarsın, squat zararlı yallah leg press'e, kardiyo yapma kasların erir, gibi sözlerle sizlere muhteşem tavsiyelerde bulunuyorlardır. Eğer bu lafları duyuyorsanız doğru yoldasınızdır. Ben her hafta hiç kaçırmadan duyuyorum.

Neyse, aklıma geldikçe yazarım ben. Hatta arada hareket videolarımızı çekip atma gibi çılgınlıklar da yapabiliriz.

3
Müzik / Müzikle Geçen 2016: Spotify İstatistikleri
« : 12 Aralık 2016, 18:38:36 »
Her yıl olduğu gibi, Spotify bu defa da bir yıl boyu dinlemiş olduğumuz müziklerden oluşan istatistikleri e-posta olarak bizlere yolladı. Birilerinin dinlediğimiz şeyleri bizim yerimize liste yapıp sunması süper bir şey cidden. Kullanıyorsanız last.fm’de listesini oluşturmuş, açıkçası ben last.fm’i daha güvenilir buldum kimi unsurlarda ve aşağıda belirteceğim bunları.

Toplam Dakika: 18,273
Toplam Sanatçı Sayısı: 233

En Çok Dinlediğim Parçalar

1. Le Tourbillon - Jeanne Moreau
2. Pictures At An Exhibition: Le Vieux Château - Modest Petrovich Mussorgsky
3. Pictures At An Exhibition: Bydlo - Modest Petrovich Mussorgsky

En Çok Dinlediğim Sanatçılar

1. Modest Petrovich Mussorgsky
2. Explosions in the Sky
3. Françoise Hardy
4. Motörhead
5. God Is an Astronaut

2016’da Dinlediğim Müzik Türleri

1. Metal
2. Groove Metal
3. Speed Metal
4. Death Metal
5. Thrash Metal

İşte burada Spotify biraz şaşırmış. Ben bu yıl metal müzik dışı birçok tür dinledim ve bayağı dinledim doğrusu. Burada last.fm’in yapmış olduğu güvenilir listeyi vereceğim.

1. Thrash Metal
2. Post-rock
3. Instrumental
4. Death Metal
5. Classical

Müzik Dinlemek İçin Favori Günüm

Cumartesi

Yine karıştırmış bizim Spotify. Cumartesileri çoğunlukla dışarıda, arkadaşlarla, bir yerlerde olduğumdan o kadar fazla müzik dinleyemem. Gelelim last.fm’in cevabına.

Cuma

***

En sonda da bu yıl en çok dinlediğimiz şarkılardan kurulu kocaman bir çalma listesi oluşturmuş ki hakikaten güzel olmuş. Bir ara komple dinlemek lazım.

Bunun yanında herkes 2016’da çıkmış en beğendiği 5 albümü yazsa güzel olur hatta isteyen daha fazla da yazabilir.

En Beğendiklerim

1. Darkthrone - Arctic Thunder
2. Obscura - Akroasis
3. Crystal Castles - Amnesty (I)   
4. Behexen - The Poisonous Path
5. Angel Olsen - My Woman

4
Düşler Limanı / Düşlerimiz ve Bir Anı
« : 20 Kasım 2016, 01:22:56 »
Not: Bu müzikle okumanızı öneririm.

Tüm bunları, yaşanmışlıkları alımlı bir şekilde, süsleyerek anlatmayacağım. Oldukça saf ve içimden geldiği gibi kısaca değineceğim her şeye. Söyleyeceklerim olmadık zamanlardan kalan tuhaf bir hikâye olduğu kadar biraz da yaşamın derin bir parçası olan acı ve hüznün bitmeyen senfonisidir.

Bizimkinde her şey bir bakışla değil, aksine bir şarkıyla başlamıştı. Bir kadın sesinin gökyüzüne havalanmasıyla ortaya çıkan enstrümantal hale, herkesi çepeçevre sarıp sarmalayan, içkilerimizi masaya sabitleyen doğal bir oluştu, duyumsadığımız şarkı. Bize umut veren sözcükler, yüreğimizi birleyen, bizi bir arada tutup sıcak tutan o ses.

young lady, may I ask you
what can grow, grow without rain
what can burn, burn for ever
what can cry, cry without tears

Zalim bir rejimin ortasında kalan fakat kendi kurallarına tabi tavernada kadehler kaldırmış, ağıtlar dillendiriyorduk. Çalgısı olanlar hünerlerini, yaratımlarını doludizgin, bir âşık hülyasındaymışçasına sergiliyordu. Katerina yanıma geldi ve benimle gülmeye başladı. Güzel duygular beraber paylaşılınca arttığına göre kötü kâbuslar neden küçülerek bitmiyordu. Bugün kaçmamız gerekiyordu buralardan, buradaki herkesin de. Bir savaşın, çılgınlığın ortasında sanatkârın esas görevi nedir ki? Eline silah alan bir duygu adamının, yaşamının kalanında enstrümanını dost olarak görmesi ne mümkündür.

Kiminin çocukları, kiminin yaşlıları vardı, benim de Katerina’m, onun da Alekos’u. Kaybetmek hüzün, kazanmak da mutluluksa, hiçbir şeye sahip olmamanın bir duygusu olmasa gerek bu dünyada. Belki de yaşam, hiçbir şeye sahip olmayanların, çok şeye sahip olanların sevdasını ellerinden alabilme mücadelesidir.

Gecenin çökmesiyle düştük yollara. Silah sesleri, barut kokusu, feryatlar ve kahkahalar, olabilecek en kötü şeyler. Önümüz karanlık. Zorbaların ışığı arkamızdan vurdukça önümüzdeki gölge büyüyordu. Nehri aşabilmek için salları hızlıca harekete geçirdik. Kurşunlar, yok olasıca kurşunlar. Nehrin karşısına geçtiğimde bir benim salım vardı, bir ben vardım nefes alan, kollarımda Katerina, boynunda kolyesi, sıktım ellerim kanayana kadar.

Şimdi ise şerrin başka türlü hayat bulduğu, iltica ettiğim bu yabancı topraklarda çalgımla bir başımayım. Çaldıkça o sesi, melodiyi duyuyorum, duydukça çalmaya devam ediyorum. Duyumsadığım melodi ruhuma hüzün, çalgımdan çıkanlar ise tavernadakilere neşe saçıyor. Katerina, aşkım.

you stupid boy, why do you ask
a stone can grow, grow without rain
love can burn, burn for ever
a heart can cry, cry without tears

5
Düşler Limanı / Amamos La Vida
« : 13 Mayıs 2016, 02:36:22 »
O günü hatırlıyorum. Mozart çalıyordu, kafamın içinde, sana olan bağlılığımın derin kaosunda. Bisiklet üzerinde çıplak olmak kadar kışkırtıcıydı tüm yaptıklarımız, oysa, oysa kaybolmuş yarınlarımızdaydı yaşanamayacak kadar derin tutkularımız. Bir hayalden daha asil, hiçlikten daha somut.

Bir şekilde, belki de hissettiğin kadarıyla, korkmadığını belli etsen de anlatılamayacak yanın, köşen, daima belirgin gülümsemende, dudağının kenarında var olan kırışıklığın yüce hüznündeydi. Bazen, bana inansan da dünlerimiz, ötede, ötesinde, uzaklarda, sonbaharın sonlarındaydı. Sonradan yaptıklarımız ise bir tekrar ya da aldatmaca olsa gerek. Gelecek yollar, yürünecek günler, düşen yıldızlar, iyi adamların ölümü, bana benzersin, o bir başkasıdır. Göremiyorum seni. Rüzgârı taşıyor uçurtmalı çocuklar. Şekerden yapılmış palyaçonun suratı, ağlasa da kalır geriye acımsı bir tatlılık, değişmeden.

Ne dediysen oyum ben. Olduğum, göründüğüm adamım sanırım. Olmamı istediğin şeye adım atamadım. Bekledin ve gördün, hatırlı bir zaman boyunca, gülerek, üzülerek, olmadık hayaller miydi seni benden ayıran, mutlu bir ölüm, saçlarım saçlarından uzundu, kabullendim ama kat edemedim.

Trende olduğumuz zaman. At koşturuyordu yollar, geriye yol alıyordu aracımız. Sen beni izliyordun, ben de seni, daha fazlası ne olabilir, önünde saçılmış kitaplar, hangisinin hayalleri daha masumdu, yenilmeyi bekleyen bir ceylan, avını elde edememiş kaplan, masumdun, çaresizdim.

Eleni'nin son feryadı, Chopin'in yazdıkları, Nika'nın vurulması, korkunç kasap Clapet, yine köprüde miydi Adèle bir başına, küçük masum Lilja, neden gülüyorsun bana? Yanındaki Mondo olsa gerek.

Ayrılsa da yollarımız, yok etse de yaşam anıları, ispat da edemem oldurduklarımızı ama yine de beni anladın sanırım. Yüzün hâlâ aynıdır umarım, biliyorsun elveda diyemedim sana, artık kaybolmuş biri, bir bakıma, anlamışsındır. Yağan yağmurun kokusu dağılır, karlar erir bir vakit, sayfalar çürür, ölür her bir şey. Varsa bir ruhum o da ölsün, ne de olsa, ne de.

Ben hâlâ yaşıyorum. Adil değil. Soruyorum sana, neden?

6
Düşler Limanı / Fou
« : 22 Mart 2016, 21:50:14 »
Havada The Old Castle ağlıyordu.

Güzel topukları vardı. Hâlâ da öyleler. Fakülte günlerinden beri sporu bırakmamış olmalı. Ruhunu da Platon’un gerekli gördüğü miktarda müzikle doldurmuş sanırım.

Son sınıftaydık. Her zamanki gibi sıradan günlerden biriydi. Bilirsiniz, sokak çocukları redingot giyer, profesörler butimar ile dert ortağı olur, fahişeler ise günah çıkarırken centilmen bir zangoç hayal eder, böyle bir gündü. Güzellik sermayesi yine borç kalanı vermişti. Sinemaya gitmek için sözleşmiştik. Yanımda fazladan temiz çorapta getirmiştim, sigaraları ise onun kapması gerekiyordu.

Filmi o seçmişti. Truffaut ya da Godard’dı sanırım. Belki de Rivette idi ya da kahrolası Peckinpah bile olabilirdi. Bana kalsa… Bana ne zaman kalmıştı ki. Yaşamdaki ana amacım mutlu olmaktan çok, mutlu etmekti. Başkalarının mutluluklarıyla neşe bulan biriydim ben. Belki, belki de kendi başına gülmeyi bile beceremezdim. Ruhumun fakir olduğunu söylerdi Jacqueline, buna karşın beni sevdiğini de. Ben de aşk değil sevgi bulduğunu söylerdi. İsmimi tutkuyla değil şefkatle anardı.

Hâlâ bekliyordum, gelmeyeceğini bildiğim halde. Bir daha dönmeyeceğini söylemişti. Sanırım bu sefer aşkı bulmuş olmalıydı. Yanıldığını, korkunç bir yanılgı içinde kapana kısıldığını, anakronik bir saplantı kurbanı olduğunu diyemedim. Ne değişirdi ki deseydim, varlığımın en yüce değeri alçakgönüllülüktü.

Elimde çoraplar. Yağmur da başlamıştı, sanırım film de. Antoine hayatın tokadını çoktan yemiş olmalıydı. Kanı beş para etmez Alfred Lubitsch ise seni geri göndermemişti bana. Evladımızı çalmıştı.

Yıllar geçti böyle.

Şu an karşımda oturuyor. Karşı masada. Şimdi bile öylesine genç ve etkileyici ki mahcupluğumla büzüldüm. Gidip yanaklarına dokunsam, çatlamış ellerimi hor görür, tanımaz beni. Demek insan zaman içinde bir yalana dokunmazsa saflığını koruyamıyormuş. Yaşlı ve aptalım ben, o ise alımlı ve erkek düşkünü.

Masadan kalkıp ayrılırken Bydlo çalmaya başladı. Umarım o muazzam müzik tüm şiddetiyle kafeyi yerle bir eder.

Nitekim, Schopenhauer’in dediği gibi bir delilikti benimkisi, uzun süren bir rüya.

7
Sinema / 2015'te İzlediğimiz En İyi ve En Uf Filmler
« : 23 Aralık 2015, 02:19:51 »




İşte geldik bir yılın daha sonuna. Payne yeni film çekmedi. Mad Max ölümüne abartıldı. Bim, Star Wars ile head-shot yaptı. Komşunun çocukları yine tıp tutturdu falan filan.

Başlık yanıltmasın, listelerimize bu yıl içerisinde izlediğimiz her filmi alabiliriz, yeniden izlemiş olduğumuz filmi dahi. Böylelikle hem keşfetmede sınırları genişletmiş olup hem de evvel yapımların bu yılda hâlâ ne gibi manalar taşıdığını laflayabiliriz. Öyleyle en iyi on ve en uf beş filmi sıralayalım. Ben başlıyorum.

En İyiler

1. Oh Boy (2012)

2. Inside Out (2015)

Bu filmi izleyince insan o leş soundlu tüm black metal birikimini çöpe atıp, yerine daima indie dinlemek istiyor. Joy’u sevmemek elde mi, peki ya Sadness’i sevememek? Ama Shoggoth’a laf ettirmem.

3. Voskhozhdeniye (1976)

Topların, tüfeklerin salındığı büyük bir savaşı değil, ardındaki insanların dramını, yaşamlarındaki ikilemleri anlatır. Esas yıkıntılardır, görünenin gerisinde hem de çok gerisinde. Ne de dürüst bir filmdir.

4. Love (2015)

Ergenliktekilere veya sığ yetişkinlere göre pornodur. Ama esasında değildir. Adı gibi, aşkı anlatır.

5. Tangerine (2015)

Şu film ayfonla çekilmiş. İnanılır gibi değil. Oyunculuklar da pek değerlidir.

6. Rang-e khoda (1999)

7. Jules et Jim (1962)

Bu film için çoğu zaman derim ki; şu hayatta izlediğim en iyi filmdir.

8. Serseri (1967)

Hermann Hesse der ki: “Bilgi bir başkasına aktarılabilir, bilgelikse hayır. Bilgelik keşfedilebilir, bilgelik yaşanabilir, bilgelik el üstünde taşıyabilir insanı, bilgelikle mucizeler yaratılabilir, ama bilgelik anlatılamaz ve öğretilemez”.

9. Legends of the Fall (1994)

Geçenlerde yeniden izledim. Ne kadar klasik kaderci çizgiden şaşmaz bir anlatısı olsa da, oldukça girift hatta yer yer dolambaçlı, dram kapsamında kimi yerde sınırlarımı zorladığını düşünsem de karakterlerdeki insanı insan yapan o doğal yapının tazeliğini koruması ve arka planda doğanın resmi tamamlaması dâhilinde büyük, görkemli bir sanat çıkmıştır ortaya. Uyarlamadır. En iyi uyarlamalardandır.

10. Mustang (2015)

Birçok kusuru var. Kimi taraflarından amatörlükte akıyor desek hiç yanlış olmaz. Fakat cesurca dokunduğu noktalar esas temelini oluşturuyor. Belli çevrelerce ısrarla görmezden gelinmeye çalışılması ve bu iyi niyet şaklabanlarının borularını öttürdükleri müddetçe böylesi söylevi, üslubu -her ne kadar pek dişe dokunmasa da- olan filmlerin gelmesi pek bir makbuldür.

En Uflar

1. Terminator: Genisys (2015)

Bence olmadı be Connor.

2. Southpaw (2015)

İlk izlediğimde sıradandı. Ertesinde düşündüm de tamamen gereksiz bir film. Şimdi bakıyorum da wtf?

3. Jeux d'enfants (2003)

4. Ali Baba ve 7 Cüceler (2015)

Kayda değer bir uğraş, mesaj beklediği için suçlu olan esas bizleriz bu noktada.

5. Dorian Gray (2009)

8
Televizyon / Olive Kitteridge
« : 30 Kasım 2015, 01:18:49 »

Alıntı yapılan: Olive Kitteridge
Nothing frightens God-fearing people more than when a good-natured man gets kicked into the abyss.

Bazı yapıt, yaratımlar vardır ki, üstünlükleri, özgün güçleri derinliğinden zuhur eder. Öyle bir çiçek düşünün ki dışı kabuklar, dikenlerle kaplı olsun, özünde, içerinde bir yaşamı, benzersiz olanı teşkil eder. Öyleyle esas değerli olan, sanat eserinin yahut fikirlerin özü olsa gerek. Öyleyle değer nedir, diye sorabiliriz.

Birçok güç barındırır şüphesiz yeryüzü. Bir demircinin elleridir, bu gizemlerden biri, bir çömlekçinin sabrı. Bir marangoz hayal edelim. Onun yapıtını değerli kılan verdiği emek midir yoksa kullanılabilir olması, iş görmesi mi veya çok daha ötesi özündeki anlam mıdır? Pekâlâ, topluluklar en sığ noktadan varacaktır yargıya. Demek ki değer de sığ olabiliyordur çok zaman. Anlam, karşıda şekil alandır, doğru veya eğri, iyi veya kötü, gerçek veya acı. Öyleyse bir sanat adamı, değer arayan, doğallık düşkününün gözünden irdeleyelim.

Derler ki, bir vakitler insanoğlu maskesiyle doğar, onsuz tek soluk almazmış. Bir esaretin gölgesine sığınır, düşen yapraklarında kanarmış. Okuduğunu işitmez, baktığını gerçek bellermiş, görünen ne ki ona. Bir yanılgı içinde tamamlarmış ömrünü. İşte bu doğrultuda çıkmış ortaya, sanatı sever. Sökmüş maskesini, takmış gözlüğünü, görür ki şimdi. Bir meczuba bilgelik ne kadar bayağıysa, bir denizciyeyse mülkiyet o kadar avaredir. Eğer iş özü aramaksa, işte bu ancak sanatkârın altından kalkabileceği bir yüktür, filozofun.

Şimdi anlıyoruz ki, değer kişinin kendini bilmesi, kavramlarla harap olmak ve varlığın hakikatine erişebilmektir. Mütecaviz bir tutumdan pek, söz bilmek, yargılarında adaleti ve doğruculuğu koruyabilmektir.

Kimi şeyler tanrısaldır, kurnaza eli uzunluk, çiftçiye bir kazma, demokrasi tutkununa ustaca palavralar, bilim sahibine ise kavrayış, bekadır. Hangisinin daha faydalı olduğuna girmek pek müşkül bir uğraştır. Şimdi, kesin olarak anlıyoruz ki, değer adi bir yanılgıdadır, yine de ana konuya dönelim.

Bir resim ustasının kâğıda boyalarını dökmesiyle ihya olur resim sanatı. O halde evinin duvarını boyayan kadına da böyle mi seslenmeliyiz. Dersek bu, kadına hakaret, resim ustasına ise koca bir latife olmaz mı hiç, olur elbet. Demek ki resim, bir sanat, günlük uğraşların ötesinde bir fiiliyattır. Kâğıda bir anlatı yüklenir, fikir veya duygu. İşte bu boyalı kâğıtta yer alan imgelemin, yetkin kişi de oluşturduğu sırasıyla anlam, kavrayış ve fikirden sonra edinilen felsefi doygunluktur, değer.

Sonuç olarak bir sanat eseri, fikir veya herhangi bir mal ne kadar heybetli bir değer yaratabiliyorsa alıcısında, kendi ölümsüzlüğünü o derece gerçekleştiriyordur. Öyle ki görülen noktada bu değer, alıcının felsefi veya dünyevi tamamlanmasına da katkıda bulunuyordur. Kitlelere hitap edebilmek amacıyla maliyeti düşürülüp sunulan, her türlü uğraşın sonunda elde edilen ürün ise kişilerde salt sahte bir memnuniyet oluşturmaktan öteye gidemez. Günübirliktir, sıradandır, ikamesi daima vardır.

Bizler ölümlüyüz, onlar olmak zorunda değil. Öyleyse gelin de hakiki bir değer yaratan, öylesine güzide sanat eserlerini, birlikte kutsayalım.

Alıntı yapılan: Olive Kitteridge
It baffles me, this world. I don't want to leave it yet.

9
Düşler Limanı / Optimist Sekans
« : 13 Ağustos 2015, 02:29:33 »
Yaşamanın ne olduğuna vakıftı herkes. Ne yaptıklarını biliyor ve emin adımlarla mekanize olmuşlardı. En azından öyle görünüyorlardı. Sıradanlığın yaymış olduğu buğulu rüzgârların kokusunu her ne kadar üzerlerinde taşısalar da farkında olamayacak kadar kör inanç sahipleriydiler. Bakireliğin önemsendiği, dürüst diye adlandırılan bölgelerdekiler ise her konuda mutlak fikir sahibi olmakla birlikte merkantilist sistemden bihaberdiler.

Kumsalda oturarak bir taraftan güneşin batışını izleyip diğer yandan sevgililerinin kulaklarına aşk sözlerini fısıldayanlar belki bu çağda kutsanmış yüce sevda sahipleri olarak anılabilirdi fakat o sırada yoldan geçerek tüm karmaşayı seyreden ve ayağında çorabı bulunmayan yaşlı ayyaşa göre olması gereken dürüst ve hayâ sahibi zamanlarda en fazla ukala olarak adlandırılabilirlerdi.

Verandadan bisikletini kaparak ana yola çıkan mini etekli körpe kız eteğinin rüzgârda uçuşup öylesine yağlı bacaklarının görünmemesini kendisine yüce amaç olarak biçmişti. İnsanlık tarihinin en matrak buluşlarından birini de o an üzerinde taşımaktaydı. Güneş gözlüğünü her zamanki gibi direkt gözlerinin önüne çekmişti olması gereken şekilde, kafasının üzerine değil. Sığdı, hakikate atılan çıplak bakışlı gözler, kim bilir.

Tam o sırada, mesai süresinin dolmasına bir dakika kalan genç kadın son bir sipariş almak için güler yüzlü bir duruşla müşterisinin karşısına geçti. Telefonu çaldı, son zamanların en moda endüstriyel ögeleriyle donatılmış, sözleri savaş karşıtlığıyla bezenmiş aslında fazlasıyla sıradan olan fakat döngünün doğru halkasında kendisine uygun yer bulmasından dolayı başarıyı yakalamış olan şarkı eşliğinde. Kapattı.

Müşteri sandviçinin içerisine ekstradan turşu, jambon, tatlı soğan ve ballı hardal sosu istedi. İyide bunlar ekstra ücrete tabiydi. Tabii ki bunu dile getirdi. “Toplam dört dolar seksen sent ediyor bayım.”

“Sadece üç dolarım var.”

“O halde ekstra malzemeleri eklemiyoruz?”

“Sadece üç dolarım var.”

Eğer onun yerinde daha iffetli biri olsaydı kuşkusuz kimseye çaktırmadan müşteriye gözleriyle tuvaleti işaret eder ve yüzünde gülümsemeyle tuvalete doğru yol alan müşterinin ardından fantezilerine alet etmek için iki paket ballı hardal kapardı. Oysaki o birazcık açıktı. “Sandviçi size ben ısmarlayayım.”

“Ben de size dondurma ısmarlayayım o halde.”

“Peki. Siz sandviçinizi yerken ben de üstümü değiştireyim.”

“Sadece üç dolarım var. İki çeşitten fazlasını alamayız yalnız.”

Genç kadın gülümseyerek ortadan kayboldu. Müşteri ise ekstra malzemelerle kabarmış sandviçinden büyükçe bir ısırık aldı. O da ne, içerisinde acı sos da vardı. Lanet olasıcalar, diye içinden isyan etti, bir işi de tam beceremezler. Günlüğünde bu konuya kesinlikle yer vermeliydi.

Genç kadın kot şort ve üzerinde ekose bir gömlekle dönünce mekandan çıkıp caddenin üstüne çıktılar. Araçların geçmesi için gerekli ışıklar yanınca bir adım geriye çekildiler kaldırımda. Araçlar sanki bir kıyamet senaryosunda son petrol tankerine doğru yol alıyormuşçasına gaz pedalına abandılar, tam o sırada, olması gerekmeyen ama yine olmaya niyetli, son derece gayretli bir işleyişin oluşturduğu düzen tarafından şiddet senaryosu yazıldı ansızın.

Şeffaf bir kumaştan mini eteğe sahip genç bir kız bisikletiyle karşıya geçmeye çalışırken lüks bir Jaguar marka araçla hiçte mütevazı olmayan bir şekilde çarpıştılar. Bisikletinin üzerinden uçan kız havada sayıyız taklalar attıktan sonra yere kapaklandı ve yuvarlanmaya başladı. Yüzüstü kaldı öylece. Mini eteği açılıp sırtına yapışmıştı. Kafasının çevresinde kan gölü oluşmaya başladı. İç çamaşır giymemişti. Bir kıç ancak bu derece sanat eseri olabilirdi, kızıl benekli.

Sahilin kenarından yürürken çift, aniden zaman durdu. Sevişmeler yarıda kalırken, hayatında ilk defa ters takla atmaya çalışan orta yaşlı erkek bir muhasebecinin hareketi, kafasının yere doğru bakmasından dolayı şehirli kesimce pek de dindarca karşılanmazdı, kim bilir. Kız arkadaşıyla iddiaya giren bir genç, aletini çıkarıp işemeye başlamıştı. Aletinden çıkan açık renkli sıvı eğik bir şekilde takılı kalmıştı işte o anda güneşte karşıdan tüm haşmetiyle vuruyordu bu güçlü akıntıya. Kim bilir, belki de ilk defa böyle bir vesileyle yeryüzündeki en küçük gökkuşağı kurulmuştu.

Yaşamında hiç hukuk dersi almamış insanlar kendini ne de güzel belli ediyordu. Acaba az da olsa bu dersi alan biri neden pizzasını sossuz yerdi ki. Temelinde adalet de olmasa gerek böylelerinde. Amanın, kolundaki Rolex mi yoksa keltoş herifin?

Üzgün kızlar durduğu yerde ağladı, köpekler uluyamadıklarından ulumaya çalıştılar. Erkekler gözleriyle dişileri korumaya çalıştılar, pek cesurca. Dişiler ise zihin gücüyle saçlarını dalgalandıradururken, dünya patladı.

Bom.

10
Başka Kurgular / Al Midilli - John Steinbeck
« : 09 Ağustos 2015, 01:49:43 »

Alıntı
Yamaçlarda jambon ve yumurta yetişse hepimiz için iyi olurdu.

Uzun süredir yeni bir Steinbeck kitabı daha okumak istiyordum fakat yoğunluktan dolayı bir türlü tutturamıyordum. Neyse dedim, illa da okuyacağım, illa da ama. Amanın da illa. Kitapçıda bakarken en ince kitabın Al Midilli olduğunu görünce ve konusuna da önceden bakıp hoşuma gitmiş olması sebebiyle ona karar verdim.

Kitabı evde rafa yerleştirdim. Birkaç gün bakıştık. Derken Meksika açmazı kuruldu. Bir tarafta Siddhartha, diğerinde Vadideki Zambak, ortada ise Al Midilli. Gel buraya seni hırçın çocuk diyerek kaptım kitabı ve başladım okumaya.

Öyle bir dünya hayal edin ki, Ulu Dağlardan esen serin rüzgârların oluşturduğu fısıltıda kahvaltı zilinin çalmasıyla uyanıyorsunuz. Hemen koşmalısınız, ne kadar çok yerseniz gün içinde o derece dinç olursunuz. Atları tımar etmeye gidiyorsunuz. Şansınız varsa babanız koca arazide kovboyculuk oynamanıza az da olsa izin veriyor. Sapanınızla kuş vurmaya gidiyorsunuz lakin öyle yüce terennümde bulunuyorlar ki bu hayvanlar, kot gömleğinize yapışmış olan saman sapından basit bir düdük yapıyor, annelerinin peşinden koşturan şapşal tayları izliyor, büyükbabanızın artık büyüklere bıkkınlık verdiren fakat sizin belki de milyonlarca kez daha dinlemek isteyebileceğiniz Kızılderililerle olan öykülerini hayal ediyor, düdüğünüzle doğaçlama şarkıya katkıda bulunuyorsunuz. Büyüme zamanınız gelmiş olabilir. Çocuklar nasıl büyürdü ki.

Saman rengi saçlara sahip olan Jody, ailenin tek çocuğu on yaşında bir oğlandır. Bir gün babası ve çiftlikteki yardımcıları Billy Buck sürpriz yaparak bir midilli alırlar. Jody çok sevinir. Okuldaki tüm arkadaşlarına hava atmaktan geri de kalmaz. Yalnız, babası midillinin tüm bakımının Jody’e ait olduğunu söyler. Jody sabahları artık daha erken kalkmak zorundadır fakat bu zorunluluktan öte midilliye olan sevgisindendir. Midilliye Gabilan Dağları adını vermek istedi. Billy Buck bunun oldukça uzun bir ad olduğunu belirtince Gabilan’da -şahin, anlamına gelir- karar kıldılar.

Jody okula giderken Gabilan’ı o gün yağmurun yağmayacağını söyleyen Billy Buck’a emanet etti. Gabilan gün boyu soğuk yağmurun altında kaldı. Günlerce tedavi etmeye çalıştılar midilliyi. Sonunda Gabilan öldü. Billy Buck’a olan sonsuz güveni de zedelendi Jody’nin. İnsanlara artık başka gözlerle de bakmaya başlamıştı. Ölümün soğuk nefesini hissetmişti. Gabilan ölmüştü.

O gün büyümüştü işte Jody. Bir oğlan çocuğu birçok şekilde büyür. Hayatın tüm ince noktalarını gerek gözlemleyerek gerekse de yaptığı hatalardan ders çıkararak öğrenir. Sayısız dayak yer, küfür işitir. Silah ateşler, kızlarla oynaşır. Hikâyeler dinler, tütün içer. Fakat Jody, erkenden yetişkinliğin farkına varmış, ölümle karşılaşmıştı. Çaresiz kaldı, sığınamadı. Hayat en büyük dersini, Jody’nin en küçük ve saf zamanında vermişti. Gerçi ölüm karşısında kim ne yapabilir ki, kim dirayet sahibi olabilir, kim saflığını koruyabilir. Kimse.

Bir gün Gitano adında yaşlı bir yerli geldi çiftliğe. Eskiden orada yaşarmış. Sonra bir at alıp Ulu Dağlara gitti öylece. Jody baktı Ulu Dağlara, Gitano’yu göremeden. Yaşlı adam, Jody’nin tüm umut ve hayallerini alarak gitmişti. İnsanlar yol alır.

Ve böylece devam ediyor Jody’nin hikâyesi. Yaşamının sonrasında gene ölümle karşılaşıyor. Ölüm gördükçe, körpe bedeninin içerisindeki kibar ruh gitgide sertleşiyor. Ölüm gören artık can alabilir mi ki? Artık fareleri öldürmekten de vazgeçiyor. Tamamıyla doğanın bir parçası oluyor.

Durmadan ve düşünmeden can alıyorsun ve bir gün anlıyorsun ki her an kendi canında alınabilir. İşte o gün geri adım atıyorsun, kim bilir, belki de tamamlanıyor, paklanıyorsun.

Al Midilli çocukluğu ve doğayı anlatan ve bununla birlikte yer yer didaktik bir yapıya sahip olan küçük ama değerli bir kitap. İnsan ruhunu betimleyip, doğanın güzelliklerini her zamanki gibi görkemli şekilde resmeden Steinbeck, büyümeyi ve bunun getirdiği yükü küçük bir çocuğun sırtına yükleyip yol alan ve gerçekçi duruşundan ödün vermeden bir yerlerden başlayıp finalde yine her daim devam eden -bitmeyen- bu kitapla yüreğimin ve zihnimin en kıymetli köşesindeki yerine bir eser daha bıraktı.

Kitabın çevirmeni Şirin Sabırlı. Gayet güzel ve temiz bir çeviri sunmuş. Ah bir de noktalama işaretleri hak ettikleri ilgiyi görüp yeterince yer etseymiş, o vakit kimi cümleler daha anlaşılabilir olabilirdi.

Bence artık Steinbeck okumanızın zamanı geldi.

11
Müzik Haberleri / Hammer of the Witches - Cradle of Filth
« : 11 Temmuz 2015, 14:50:22 »

Yeni albüm Hammer of the Witches an itibarıyla her yerde. iTunes'tan hunharca indirebilir veya Spotify'dan gönül rahatlığıyla dinleyebilirsiniz. İlle de illegal olsun diyorsanız sizi şöyle alalım.

Daha birkaç seferden fazla dinleyemediğim için kesin yorumda bulunmayacağım ama ilk izlenim olarak etkilendim diyebilirim (Evet, CoF fanboyuyum ne var!).

Albüm hakkında fikir sahibi olmak için yazılış süreci videosunu şuradan izleyebilir, yabancı basında çıkmış taze bir eleştiri yazısını ise buradan okuyabilirsiniz.

This is a title... Ah pardon. Metalle kalın.

12
Düşler Limanı / Joey
« : 05 Temmuz 2015, 18:06:01 »
“Joey yapamazdı. Daha pedal çevirmeyi bile bilmiyordu.”

“Joeeeeeyy.” Diye bağırdı Emma. “Joeeeeeeeyy.”

“Bir kızı bile öpmemiştir belki Joey.”

“Ah Joey, tatlı Joey. Sokaklarda hayali arkadaşını arayıp duran serseri.”

“Küçük kız kardeşlerinin elbiselerini de giyiyormuş bazen. Gerçekten.”

“Joeeeeeyy.” Diye bağırdı Emma. “Joeeeeeeeyy.”

“Serserilerin prensi. Kâğıttan uçakların gerçek sahibi.”

“Gerçeklerine dokunmayın Joey’un.”

“Hayaller sahibidir Joey.”

“Koca bir viski şişesini tek başına içmiş bir seferinde. Üstelik bunu yaparken cebinde çikolata da yokmuş.”

“Koca kadınlar şeker verirdi, Joey’un şekerini görmek için.”

“Joeeeeeyy.” Diye bağırdı Emma. “Joeeeeeeeyy.”

“Annesi yediği şinitzelden zehirlenince tüm tavuklara düşman olmuş Joey. Bu düşmanlığın kan davasına dönüşmemesi için gelecek nesillerle barış anlaşması imzalayıp yumurta yemeye devam etmiş.”

“Chelsea Otel’i görmek amacıyla Kaliforniya’dan otostop çekerek yola çıkmış. Yolculuk boyunca Patti Smith dinlemiş. Öğrendiği şey ise, yaşama değer katanın adanmışlıklar olduğuymuş.”

“1960 Lotus Elite’i varmış sözde. Şamatacı Joey.”

“İnanç sahibi değildir Joey, mülkleri de yoktur. Bir keresinde şöyle demişti, Tıpkı kirlenmiş bir fahişe gibidir inanç, onu arzuluyorsunuz fakat sahip olmak istemiyorsunuz.

“Kitaplarını kucağında taşıyan oğlan.”

“Pudingini elleriyle yerdi, Joey. Kızlar kendileriyle birlikte dondurma yemesini isterdi. Ama Joey ısrarla puding yemeye devam ederdi.”

“Birçok enstrüman çalardı Joey. Oldukça progresif bir yönü vardır. Kompozisyon nedir diye soracak olursanız tanımlayamazdı o da ayrı bir konu.”

“Ne yapabilirdi ki ölümün serin gölgesi karşısında. Eminim onu da bir güzellik diye tanımlamıştır. Sıska oğlan.”

“Joey’u tanımak büyük mutluluktu.”

“Her gün yüzlerce Joey tuhaf sebeplerle hiç tanınmadan, sevilmeden uçup gidiyor.”

“Elmaları ayrı bir severdi Joey.”

“Joeeeeeyy.” Diye bağırdı Emma. “Joeeeeeeeyy.”

13
Başka Kurgular / Bilinmeyen Bir Tanrıya - John Steinbeck
« : 15 Haziran 2015, 02:10:51 »

Alıntı
O’dur insana nefes veren, güç O’nun armağanıdır bize.
En büyük Tanrılar bile boyun eğer O’nun emirlerine.
Yaşamdır O’nun gölgesi, ölümdür O’nun gölgesi;
Uğruna kurbanlar sunacağımız bu Tanrı kim?

There for try on aberration what love luscious yourself still right felt execution claim to be whee care nothing filled how darkness that the most stillborn going to be polish tends decay guilt from providence gonna repair wanna epiphany let them come when asylum deicide bent to somehow caligula you fucked soul feeble.

Sanırım yukarıdaki paragraftan hiçbir şey anlamadınız. Sorun yok, ben de aklıma gelen kelimeleri rastgele yazdım zaten. Bir dili iyi bilmemize rağmen kelimeler rastgele sıralandığında maalesef ki çok bir anlam ifade etmiyor. İnsan ruhu da birçok parçadan oluşan bir bütündür ve onu anlayabilmek için gerçekten tanımanız ve özünü görebilmeniz gerekir. Öyle ki insan ruhu her daim rastgele parçaların oluşturduğu kompleks bir bütündür. Onunla aynı dili konuşmanız veya aynı havayı solumanız yetmez. Bir kalabalığın içerisinde dahi ufak bir ipucu tüm niyeti belirtebilir lakin her bakan göz bunu göremez.

Steinbeck'in hayat verdiği karakterleri ve dünyayı okurken, insanları yeterince tanımadığımı fark etmekle birlikte doğaya çok sığ baktığımı kavradım doğrusu. Duygulara bu denli derinlemesine bakmak belki de insanların deliliğine vakıf olmakla eşdeğerdir. Evet, Steinbeck masumiyetini koruyarak bu deliliğe şahit olmuştur.

Konu olarak, Kaliforniya’ya giderek yaklaşık 60 dönümlük toprak parçasını alıp, büyük meşe ağacının altına yaşayacağı evi inşa eden Joseph Wayne, mülkiyet kavramının getirmiş olduğu güvenle adeta duygusuz bir kişiye dönüşmüş olup, doğanın gönüllü bir hizmetkârı haline geldikten sonra ona itaat ederek isteklerini yerine getirmiştir.

Ölen babasının ruhunun büyük ağaçta yeşerdiğine inana Joseph, zamanla yaptığı tüm şeyi ağaçla paylaşır. Bir süre sonra ise 3 erkek kardeşi yanına taşınarak aynı ölçüde toprak alır ve birlikte büyük bir çiftlik kurarlar. Joseph, bu süreçte evlenmek ister ve evlenir. Fakat bunu sadece varlığını devam ettirebilmek ve doğanın işleyişine katkıda bulunmak için yapar. Artık yabancı biridir o, yabancılaşmıştır. İnsanların duyguları kendisine tesir etmez, duyar fakat anlamaz, görür ve faydalanır.

Topraktır onun tanrısı, kendisine ihtiyaç duyduğu her şeyi sağladığından. Kaderi belirleyen de topraktır. Canlar alır, yeni umutlar verir. Joseph onu sorgulamaz. Joseph onun sahibidir aynı zamanda kulu.

Alıntı
İnsanlar mutluydu. Daha önce kuyular kurumuştu sinyor. Tepeler kül gibi bembeyazdı. Yağmur yağınca insanlar mutlu oldu. Bu kadar mutluluğu kaldıramadılar ve kötü şeyler yaptılar. İnsanlar fazla mutlu olduklarında her zaman kötü şeyler yaparlar.

Doğa güçtür. Toprak, yağmur, ağaçlar, hayvanlar, aletler. Peki, doğa insan yaşamı için faydasız olmaya yüz tuttuğu vakit, işte o zaman gerçekten nedir? Despot bir çoban ya da yumuşak kalpli bir tiran ya da sorgulanmaması gereken bir bilmece. Eğer toprak parçası ya da daha doğrusu doğa bir Tanrı idiyse, Joseph onun en ateşli savunucusuydu. Tıpkı İsa gibi kendini tahta parçasına hapsetti. Bunun gerçekleşmesinin nedeni ise bilgeliğinden ötürü bencilliği ve cehaleti idi. Burada suçlanması gereken Joseph mi o zaman? Bence değil. Tıpkı yazarın da bahsettiği gibi yaşam büyük bir döngüdür. Durmadan, değişerek ve yinelenerek devam eder. Bu yüzden ille de bir suçlu arayacak olursak karşımıza çıkacak olan yine bu kutsal döngüdür.

Joseph bir bakıma Legends of the Fall filmindeki Tristan gibidir. Doğru zamanlar da hatalı tutkular ve bunun sonucunda yıkımın bütüne sirayet etmesi.

Alıntı
Ve kayayı çok sevdim. Açıklaması zor. Kayayı senden, bebekten ya da kendimden daha çok sevdim. Bunu söylemek daha da zor; orada otururken kayayla bütünleştim. Küçük dere benden çıkıyordu, ben kayaydım ve kaya da... Bilemiyorum. Kaya, dünyadaki en güçlü, en güzel şeydi.

Bu kitapta doğayla insan hesaplaşıyor. İnsanlar kendilerine amaç ve hedef biçiyor lakin kader denilen hızlı yaratık bunların önüne geçerek yine bildiğini okuyor. İnsanın hırslarını konu alıyor, doğanın işleyişini. Sonunda kazanan hangisi mi oluyor? Bunu biliyor olmalısınız.

Öteki Steinbeck kitapları gibi politik bir alt metne sahip olmaktan öte mitolojik ve dini göndermelerle beraber insan üzerine odaklanan ve insanın bir anlamda kendiyle mücadelesini anlatan devasa bir kitap. Konu ve işleyiş olarak ağır olduğundan yazarın temel kitaplarını okumanızdan sonra bu esere yönelmenizi öneririm.

Çeviri olarak da gayet güzel bir okuma sunuyor kitap. Çevirmen Ayşe Başcı’nın ellerine sağlık. Yalnızca ufak tefek harf eksikliklerinin olduğunu belirteyim.

Bir de yalnız bende mi oluyor bilmiyorum ama Remzi Kitabevi’nden çıkmış olan hangi kitabı okusam ciltte yırtılmalar meydana geliyor. Oysaki kitabı 60 derecelik açıdan fazla açmıyorum. Umarım bu sorunla yalnızca ben karşılaşıyorumdur.

Evet, hâlâ ne diye duruyorsunuz? Alsanıza bir Steinbeck kitabı elinize.

14
Kurgu İskelesi / Kozmik Katatoni
« : 08 Haziran 2015, 15:13:00 »
“Bir fahişeye ne olduğunu en iyi şekilde hissettirmek için ideal yöntem onu bağırtarak arkadan düzmektir.” Dedi dürüst olan.

“Ya da suratının ortasına öyle olduğunu söylemek.” Diye yanıtladı kurnaz kişi.

“O da bir diğer alternatif tabi.” Diye atıldı görev bilinci tanrı katına ulaşmış olan.

“Kurtlarla dans etmeyi bilen, masa adabından hoşlanmaz,” derken çalı kaşlara sahip.

“Gördüklerime neden inanmıyorsunuz ha! Yoksa görmeyi mi unuttunuz!” diye atılırken sabırsız.

“Gül kokulu bahçelerde gezdim. İpekten yumuşak tenlerle sabahlara kadar seviştim. Kadehler dolusu şarap, litrelerce, durmadan. Tarihçelerde var olan hakiki ilme vakıf oldum. Kazanlarda altın eritip, ayyaşlara boyunduruk vurdum. Prenslerin suratına tükürüp, çiftçi kızlarının bacaklarının arasını yaladım. Yaşam, korkunç ve kahrolası bir şakadan ötesi değildir. Haydi dostlarım. Zehrimi paylaşın benimle,” derken ne olduğu belirsiz adam, zehir dolu kupayı içerek geberip gitti.

“İyi konuştu.” Dedi yufka yürekli.

“Bir bilge gitti, üç ahmak ihya oldu.”  Diye söylendi çelimsiz.

“Pek de kuvvetliydi.” Dedi görgüsüz.

“Güç,” dedi felaket görmüş. “Sözlerdir. İncelikli, cüretkâr ve haince kelimelerin oluşturduğu habis bir burgaç yumağı.”

“Lordumuz geliyor!” diye bağırdı çığırtkan.

Gördüler, eğildiler, sustular.

15
Başka Kurgular / Gece Gelen Ölüm - Gonca Çiftçioğulları
« : 07 Haziran 2015, 01:52:19 »

Merhabalar herkese. Sizlere okumuş olduğum bu topraklardan çıkmış Polisiye-Aşk romanı olan Gonca Çiftçioğulları’na ait Gece Gelen Ölüm hakkında yazmak istedim.

Kitap fuarında avare bir şekilde gezerken yazarımızın bulunduğu gizemli bölge dikkatimi çekti. Önce uzaktan gözlemledim kendisini. Çok şeker ve iyiniyetli durduğunu görünce soluğu yanında aldım. Kitabı ve kitaplar hakkında bir güzel sohbet ettik. Böylesine alçakgönüllü olması karşısında çok memnun oldum. Kitabı imzaladıktan sonra ise bana hediye etmek istediğini söyledi. Kitap hakkında önceleri hiçbir bilgim olmamasına rağmen o an dev mutlu oldum nedense. İyi niyet ne güzel bir şey ya.

Kitabı alıp fuarda yürümeye devam ederken Angel Olsen’ın Burn Your Fire for No Witness albümünü açıp dinlemeye başladım. Ah, konudan sapıyoruz.

Baştan söyleyeyim Polisiye romanlar fazlasıyla ilgisiz olduğum tür içerisinde yer alıyor ve bu yüzden eleştirilerimi çokta dikkate almayabilirsiniz.

Konusuna değinmek gerekirse, İstanbul’da geceleri art arda birtakım cinayetler işlenmektedir. Hedef olarak kadın kurbanların odak alınması ve hiçbir iz bırakılmadan bu cinayetlerin işlenmesi olayın gizemini arttırmaktadır. Bu cinayetleri araştırmak üzere ise komiser Mehmet ve Selda görevlendirilmiştir (Laf aramızda Selda Mehmet’e abayı yakmıştır).

Doktor Hakan yeni biten bir ilişkinin getirdiği sıkıntılarından kurtulmak için İzmir’den İstanbul’a taşınmıştır. Çalıştığı hastanede ise Ebru adında gizemli bir hastayla tanışmıştır. Şizofreni hastası olduğu düşünüldüğünden hastaneye yatırılan Ebru ise gerçekleşen bu cinayetleri görmektedir.

İşte olaylar böyle başlıyor. Sürekli büyüyüp gelişen hikâye de karakterlerin yolu kesişecek ve çözülmesi zor bir düğüm ortaya çıkacaktır.

Sanırım bu kadarı yeterli. Öncelikle kitabı beğendiğimi söyleyeyim. En son okuduğum Polisiye kitap John Verdon’un Aklından Bir Sayı Tut adlı kitabıydı ve fazlasıyla sıkılarak bitirmiştim. Bu kitapta ise beklentimin yüksek olmaması beğenmemde etkili olmuş olabilir çünkü ben kendimi en kötüsüne hazırlamıştım.

Dil olarak oldukça sade ve akıcı olmasının yanında karakter tahlili konusunda derinlemesine bir çabada bulunulmadığından dolayı okuma olarak kolay bir kitap. Yazarın katilin kimliğini kitabın sonuna kadar pek fazla çaktırmaması da güzel bir unsur. Romanın birçok halka barındırması ve ilerledikçe bu halkaların başarılı bir şekilde iç içe geçmesiyle oluşan yapıda tutarsızlığın bulunmaması en güçlü yanıydı diyebilirim.

Yalnız karakterler fazla basmakalıp olmakla birlikte sanki bir kısıtlamaya tabi gibiydiler. Tabi ki burada yazarı çok da eleştirmek istemiyorum. Yaşadığımız ülke belli sonuçta ve kitapların yayımlanıp tüm kesime ulaşması için de çoğu zaman hikâyenin bazı yönlerinden ödün verilebiliyor. Bu ne derece mantıklı bilemiyorum ya da bu durumda kimi suçlayacağımı inanın bilmiyorum.

Bir de Türkçe bir kitap için biraz fazla hataya sahip. Örneğin bir yerde ‘kadın’ denileceği yerde ‘erkek’ deniliyor. Bu gibi basit hatalar veya noktalama yanlışları olmamalı bence.

Diyeceklerim bu kadar. Dediğim gibi bu türü çok bilmiyorum fakat bu kitabı sevdim. Her ne kadar daha çok gençlere yönelik olsa da keyifli zaman geçirmek ya da Türk yazarlarımıza destek olmak isteyen herkese tavsiye ederim.

Sayfa: [1] 2