Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - umutlu_kurgucu

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Hayal Gücünü Buluş
« : 26 Ağustos 2014, 17:20:38 »
     Adı konulabilen tek fiziksel özelliği şapka takmasıydı. Bunun dışında ne kadın, ne de erkekti. İnsan bile değildi. Son zamanlarda işleri başından aşkındı. Bütün o sorunları tek bir kişinin çıkardığına hala inanamıyordu.

     Uzun uzun düşündü ve artık konunun icabına bakması gerektiğine karar verdi. En güvendiği adamlarını çağırdı. Hepsi önüne dizildiği zaman "Öğretmenin sesini kesene büyük bir ödül vereceğim." dedi. "Hatta ne isterse onu vereceğim. Nasıl yaptığınız umrumda değil. Kendi yöntemlerinizi kullanın, ne isterseniz yapın. Yeter ki onu susturun."

     Diğerleri birbirine kaçamak bakışlar atar ve kendilerini bildi bileli tanıdıkları bu şapkalı varlığa bakarken her zaman olduğu gibi en muzip olan öne çıktı.

     "Yani ne istersek yapabiliyor muyuz?"

     Şapkalı "Evet." Dedi.

     "Her ne istersek mi? Herhangi bir şey?"

     Diğerleri bu sorudan çok rahatsız oldular. En muzip olanın aklından yine neler geçtiğini sadece Tanrı bilirdi.

     "Evet. Her ne istersen. Herhangi bir şey..."

     ***





     "Uyanma zamanı, saat 6:05.

     Uyanma zamanı, saa..."



     Panikle yataktan fırlayan adam hemen sessizliği getirecek olan düğmeye bastı. Bu ses tüylerini ürpertiyordu ama onu uyandırabilen tek saat de buydu.

     Kendini zorlayarak kalktıktan sonra her sabah yaptığı gibi, yüzünü bile yıkamadan bilgisayarın başına oturdu. Masaüstünde onu haftalardır oyalayan word dosyasını açarak aklına bir şeyler gelmesi için bekledi. On dakika sonra hala boş gözlerle sayfaya bakıyordu.

     "Tanrım," dedi. "Sevdiğim tek Tanrı olan Hayalgücü Tanrısı... Bu defa son. Söz veriyorum. Zaten artık bitmek üzere. Unk’un nasıl yenildiğini bana göstersen yeter. Başka bir şey istemeyeceğim Tanrım, gerçekten."

     Edebiyat öğretmeni Cem, yoktan yarattığı cesaretine tutunmaya çalışarak, bir yıldır hayatının ilk romanını yazıyordu. Ama her sayfada takıldığı bir yer mutlaka çıkıyor ve o da hemen Hayalgücü Tanrısı’na koşuyordu. Aslında bu zamana kadar her şey iyi gitmişti. Ama iki haftadır nedense bir yanıt alamaz olmuştu.

     Cem romanın sonuna kadar gelmişti ama baş kötü olan Unk’un nasıl yenilmesi gerektiğine bir türlü karar veremediği için son noktayı koyamıyordu.

     Yarım saat daha yazmaya çalıştı. İki cümle bile yazamadıktan sonra kendine lanet ederek yerinden kalktı. Okula gitmek için hazırlanma vakti gelmişti.

     ***



     Son dersin bittiğini haber veren zil çaldığında koridorlar yine çocuklarla doldu. En çok da ilkokul çocuklarıyla... Cem onlara ders vermese de öğretmenlerine ve sınıf arkadaşlarına kök söktüren birkaçını tanıyordu.

     "Neler oluyor burada?"

     Birinci kattaki kızlar tuvaletinin önü, yerlere saçılmış patlamış balonlar ve önlüklerinin üzeri kırmızıya boyanmış kızlarla doluydu. Cem’in etrafı tarayan gözleri aradığını hemen buldu. 3-B'nin baş kabadayısı Tunç, toplanan meraklı halkanın dışından hüngür hüngür ağlayan kızları izliyordu. Öğretmenin dudakları hiç düşünmeden hareket etti.

     "Yine ne yaptın Tunç?"

     "Ama bu sefer ben yapmadım öğretmenim, gerçekten..."

     Tunç'un yüzünde belki de ilk defa bu kadar masum bir ifade belirmişti. Ama istediği kadar masum görünsün, Cem onun bu olayda masum olduğuna kesinlikle inanmazdı, tabii eğer o sırada koridorun sonundan sırıtarak bakan çocuğu görmeseydi...

     Öğretmenliğe başlayalı ancak on iki yıl olmuştu ama her öğretmen gibi Cem de suçlu çocukları bir kilometre öteden tanıma yeteneği geliştirmişti. Olayın sorumlusunun o çocuk olduğunu hemen anladı. Ama daha önce bu çocuğu okulda gördüğünü hatırlamıyordu. Cem hala ağlayan kız öğrencileri gözardı ederek koridorun sonuna yürürken, yeni çocuk gözlerini yarattığı karmaşadan ayırmadı.

     "Ne yapıyorsun bakayım sen? Bu okula yeni mi geldin, öğretmenin kim?"

     Yanına bir yetişkinin geldiğinin farkına varan çocuk, bakışlarını ağlayan kızlardan çekerek Cem’e çevirdiğinde gözleri büyüdü. Ayva sarısı saçları, mavi gözleri ve alışılmışın dışında yüzüyle çocuk bir yabancıya benziyordu.

     "Hah! Sonunda geldin. Haydi çabuk, bana yardım etmen lazım." Cem'in bir şey demesine ya da yapmasına fırsat bırakmadan, elinden tutup çekiştirerek onu yürütmeye başladı. 

     Öğretmen gördüğü tavırlara sinirlenmişti. "Ne yaptığını sanıyorsun sen? Hangi sınıftasın? Adın ne?"

     Çocuk sabırsızlıkla dudaklarını bükerken adamı çekiştirmeye devam ediyordu.

     "Ne çok konuşuyorsun. Adım Berg ve ikimizin de başı belada. Bana yardım etmen lazım. Yoksa bir daha ilham istemeyi sonsuza kadar unutabilirsin. Kitabınla başbaşa kalırsın."

     Cem nefesini tuttu. Hem sinirlenmiş hem de utanmıştı. Romanını özellikle gizli gizli yazıyor, kimseye tek bir sözcük  söylemiyordu. Çünkü başarısız olursa bunu kendi dışında kimsenin bilmesini istemiyordu.

     Çocuğun dedikleri ne anlama geliyor olabilirdi? Birileri onu gözetliyor muydu yani? Yoksa okuldaki boş vakitlerini neden asosyal bir şekilde bilgisayarın karşısında geçirdiği, diğer öğretmenler tarafından sonunda fark edilmiş miydi?

     "Sen bunları nereden biliyorsun? Üstelik bir büyüğünle, hem de senin öğretmenin olan bir büyüğünle nasıl böyle konuşabiliyorsun?"

     Cem’in kızgın sesini hiç umursamıyormuş gibi görünen Berg alayla "Bana konuşup durana bak." dedi, "Her gün yeni fikirler için yardım isterken iyiydi ama. Ben sana yardım ederken böyle demiyordun." Çocuk bir an durdu, iki elinin parmaklarını göğsünün önünde kenetleyerek Cem'in abartılı ama başarılı bir taklidini yaptı.

     "Lütfen Tanrım, bu defa son. İp nasıl kopacak? Unk nasıl ölecek? Sadece bunlar tanrım."

     "Şşşt!" Cem bir eliyle çocuğun ağzını kapattı, dehşete düşmüştü. "Sen bunları nereden biliyorsun?" Soruyu sorduğu gibi cevabı çabucak buldu ve korkuyla elini çocuğun ağzından çekti. "Olamaz." dedi. "Ama sen biraz küçük değil misin?"

     "Küçüksem ne olmuş? Hayalgücünden söz etmiyor muyuz? Sen yetişkinsin, ama benden iyi durumda mısın?" Çocuk öğretmenin elini tekrar tutup yine onu sürüklemeye başladı.

     "Ama sen daha çocuksun,” Cem yaşadığı şoku üzerinden atmaya çalışıyordu. “Nasıl Tanrı olabilirsin?"

     Berg kısa bir an tereddütle duraksadıktan sonra koltuklarını kabartarak konuştu. "Eh, bu işler yaşa pek bakmaz. Masumiyet Tanrı'sını hiç gördün mü? Benden bile küçük. Ya Bilgi Tanrısı? O kadar sırra sahipken neden kendini hala buruş buruş göstermeyi istiyor hiç anlamıyorum."

     Cem kendini çok rahatsız hissetti. Bu doğru değildi. Kutsal konulardı bunlar, tanrıların hayatına bu kadar dahil olmamalıydı. "Tamam, tamam. Daha fazla anlatmana gerek yok."

Gözleri Berg’in pantolonundan dışarı taşan, kuşlarınkini andıran beyaz tüylere takıldı. Merakla tüylerden birini çektiğinde çocuk acı içinde bağırdı.

     “Ahhh!”

     Adam şaşırmıştı. “Şey… Affedersin, bir şey takılmış sandım da…” Berg’in yüzünü asmasını görmezden gelerek sordu. “Nasıl oluyor da tüylerin çıkıyor?”

     “Sadece tüy değil o, benim kuyruğum, daha doğrusu şekli değişmezim.”

     Adamın bir şey demesine gerek yoktu, çatık kaşları ve hafifçe öne eğilmiş başı hiçbir şey anlamadığını Berg’e gösteriyordu.

     “Şekli değişmez, benim boyutumdaki her varlığa verilen ve onu tanımlayan fiziksel bir özelliktir. Gerçek bedenini hangi yöntemle değiştirirsen değiştir, onu değiştiremezsin. Başkalarının şekli değişmezini de, onların kılığına girsen bile oluşturamazsın.”

     Cem başını aşağı yukarı sallamakla yetindi. Hayalgücü Tanrı’sının bir çocuk olduğunu gördüğünden beri tanrıların işlerine kafa yormayı bırakmıştı.

     Sonunda okul binasının dışına çıktılar ve bir sokak aşağıdaki parka doğru yürümeye başladılar. Berg konuşmadan etrafına bakınırken, Cem de günlerdir içini kemiren konuyu düşünüyor, söze nasıl gireceğine karar vermeye çalışıyordu. İlginç bir çatışma yaşıyordu. Karşısında kendini bildi bileli taptığı Tanrı vardı ama çocuk bedeniyle insanda uyandırması gereken saygıyı uyandırmıyordu. Sonunda sorusunu sorduğunda, sesi yaptığı yaramazlığa rağmen hala şekerini isteyen bir çocuğunkini andırdı.

     "Niye günlerdir dualarıma cevap vermiyorsun? Kötü adamı nasıl öldürsem diye sorup duruyorum ama hiçbir fikir göndermiyorsun. Yoksa artık benden bıktın mı? Yeteneksiz olduğuma mı karar verdin?"

     Berg bir anlık boş bakıştan sonra konuştu.

     "Aslında oldukça ısrarcı olduğunu itiraf etmeliyim. Neredeyse bütün günüm sana gidiyor. Doğrusunu istersen buraya sana çok hoşuna gidecek bir şey vermeye gelmiştim. Ama biri onu benden çaldı."

     "Ne? Kim çaldı?” Adam aldığı cevaptan çok, duyduklarına şaşırmıştı. “Hem nasıl olur? Parmağını bir şıklatışında her şeyi dize getirmen gerekmiyor mu senin?"

     "Eh, bu işler öyle yürümüyor.” dedi Berg, bir yandan gözleri artık girdikleri parkın içinde bir şeyleri arıyordu. “Benim de hesap vermem gereken yerler var. İyi ya da kötü özgür iradeye müdahele edemiyorum. Ama sen edebilirsin."

     "Neden?"

     "Çünkü sen bir insansın. Neler döndüğünden haberin olmadığı için de torpillisin. Kötü bir şey yapacak olsan bile affedilebilirsin.” Çocuk birkaç adım daha attıktan sonra parmağıyla  yıllardır kullanılmayan eski muhtarlık binasını işaret etti.

     "İşte oraya girdi."

     Cem kaşlarını çattı. "Nerden biliyorsun? Onu gördün mü?"

     "Hayır ama hissediyorum."

     "Ah, doğru ya,” dedi, bir elini umursamazca sallarken, “Senin şey olduğunu unutmuşum..."

     Kapının önüne gelip durduklarında Berg’in yüzüne sıkıntılı bir bakış yerleşti.

     “Bu bir Umutsuzluk cini... Onlar benim en nefret ettiğim yaratıklardır, çünkü hayalgücüyle beslenirler. Zaten sana getirdiğim şeyi de o yüzden çaldılar."

     "Bana ne getirmiştin ki?"

     "Bir hayalgücü kutusu.” Çocuk bir yandan etrafa bakınıyor, onları görecek birilerinin olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. “Doğru kullandığında kendi sınırsız hayalgücü kaynağın haline gelecekti. Böylece sen de beni uğraştırmayı bırakacaktın."

     Adam utandı ama bu konu hakkında bir şey demektense daha önemli olduğuna inandığı bir şey dedi.

     "Berg... Umutsuzluk cini tam olarak nedir?"

     "Şey... Pek anlatmasam daha iyi." Berg bu sözlerinin Cem'in üzerinde nasıl bir korku yaşattığından habersiz sözlerine devam etti. “Ama onu yenmenin bir püf noktası var. Sadece saf, henüz şekillenmemiş hayalgücü ile beslenir. Eğer sen hayalgücünü bir şekle sokarsan onu cine karşı silah olarak kullanabilirsin. Çünkü umutsuzluk cinlerinin olduğu yerlerde hayalgücü gerçeğe dönüşür.”

     Cem bir an ne diyeceğini ya da ne yapacağını bilemeden Berg’e baktı. Onun bir şeyler daha demesini umut ediyordu. Ama duydukları, duymak istediği şeylerden çok uzaktaydı.

     “Bu kadar oyalanma yeter. Eğer acele etmezsek kutuyu kıracak ve içindeki tüm hayalgücünü yutacak. Öyle olursa ikimiz için de her şey biter.”

     “Hala kırmadığını nerden biliyorsun?”

     Adamı duymazdan gelen Berg, muhtarlığın kapısını açıp içeri doğru birkaç adım attı. Kapıdan giren gün ışığıyla aydınlanan eski yapı tek bir odadan oluşuyordu. Duvarlar rutubetin etkisiyle kararmış, içerisi küf kokmuştu.

     “Haydi.”

     Berg Cem'i elinden çekiştirip içeri soktuğu anda, Cem ensesine bir darbe yiyerek yere düştü. Darbenin şiddetinden çok, beklenmiyor olması onu sersemletti. Kendini toparladığında arkasını döndü ve az önce ne olduğunu anlamaya çalıştı. Sonra onu gördü. O an o darbeyi çok daha sert yemiş ve bayılmış olmayı diledi. Bu şeyi görmektense baygın kalmak en iyisiydi.

     Karşısında iki metreye yakın boyu ve soluk mavi, tahtayı çağrıştıran kalın derisiyle bir yaratık duruyordu. Tamamen siyah, büyük çekik gözleri ve kafasında bir keçinin boynuzlarına benzeyen üç boynuzu vardı. Düşmanının kendine geldiğini gördüğünde yumruklarını çıkardı ve etrafa sallamaya başladı.

     O sırada Berg aradığı kutuyu odanın bir köşesinde gördü. Hemen kutunun yanına koştu ve olduğu yere çömelerek sindi.

     "Sen ne yaptığını sanıyorsun?” dedi Cem, her cümlesi bir diğerinden daha sitemkar çıkıyordu. “Bana yardım etmen gerekir. Ben bu yaratığa karşı insan halimle nasıl savaşacağım. Farkındaysan boynuzlarım, pençelerim ya da özel güçlerim yok."

     "Sana yardım edemem. Beni bir lokmada yer." Çocuğun sesinde korku değil, bilinen bir şeyi dile getiren gerçekçi bir ton vardı. Bu Cem’i daha da korkuttu. “Yemek" fiilinin mecazi anlamıyla kullanılmadığını tahmin edebiliyordu. Bir Tanrı'yı bir lokmada yutabilen bir yaratık nasıl bir yaratıktı? Daha da önemlisi bir lokmada yutulabilen bir Tanrı nasıl bir Tanrı’ydı?

     Adam bir yandan yaratığın koca cüssesinden ve yumruklarından kaçmaya çalışırken "Bu nasıl oluyor?" diye sordu.  "Seni nasıl bir lokmada yutabiliyor? Bu işlerin biraz daha zor olması gerekmiyor mu?” Omzuna inmek üzere olan bir darbeden kaçarken cinin zekasının bedeni kadar gelişmiş olmamasına şükretti.

     Tehlikenin bir an önce geçmesini isteyen Berg sabırsızdı. "Ben hayalgücünden oluşuyorum. Bu yüzden onun için oldukça iştah açıcıyım. Üstelik farkındaysan benim de pençelerim yok ve boyum senden daha kısa."

Cem hala cinin yumruklarından kaçmaya çalışıyordu. "Peki ne yapmayı planlıyorsun? En azından bu şeyden daha üstün düşünüyorsundur, öyle değil mi?"

     "Dikkati bana yönelirse beni anında yutar. Hem büyük olan sensin, beni koruman gerekir. Üstelik ne yapılması gerektiğini sana söyledim. Onunla hayalgücünle savaş. Ama basit hayalgücünle değil, bulduğun fikirlerle..."

     “Bu imkansız. Ben hiçbir zaman güzel fikirlere sahip biri olamadım. Bunu sen de biliyorsun."

     "Eh, şu an elinde olan fikirlerden başka hiçbir şansının olmadığını söylemek zorundayım."

     Az önceki gerçekçi tonu bir kez daha duyan Cem dehşete kapıldı ve cinden bir tekme yiyerek yere düştü. Bir an için birkaç kaburgasının kırıldığını ve tüm organlarında iç kanama başladığını düşünse de üstüne gelen cinden can havli ile kaçmak için süründüğünde, tanıdığı ağrılardan başka bir şey hissetmedi. Korkunç ağrılardı ama en azından tüm kemiklerinin hala tek parça halinde olduğundan emindi; öyle kalmaya devam etmek istiyorsa, acıyı duymazdan gelip acilen bir şeyler yapması gerektiğinden de emin olduğu gibi… Son bir defa şansını denemek için zorlukla konuştuğunda, sesi neredeyse duyulamayacak kadar kısıktı.

     "Bana yardım etmek zorundasın."

     "Edemem. Korkuyorum.” Berg kutuyu gözlerinin önüne kaldırdı, artık onlara bakmıyordu bile.

     Cem çaresiz başına gelen durumu kabul etti. Durumu hiç iç açıcı değildi ama bu yaratıkla kendi kötü fikirleriyle savaşmak zorundaydı. Kaçıp gidebilirdi belki, ama o zaman Hayalgücü Tanrısı’nın ölümüne neden olmuş olurdu ve romanını asla bitiremezdi. Üstelik ona vicdani bir borcu da vardı, sevdiği bütün şeyleri o yaratmıştı ve kendisi kaçmak istese bile onu korumak zorundaydı. En azından denemek zorundaydı.

     "Sopa” dedi... Bir sopam olsa ona vurabilirdim." Elinde kalın bir tahta sopa belirdi, tüm gücüyle sopayı cine doğru savurdu. Ama cin onu kolaylıkla yakaladı ve bir kenara fırlattı.

     "Belki de asit..." Anında elinde beliren renksiz sıvıyla dolu şişeyi cinin üzerine boca etti. Cinin hiçbir zarar almadığı yetmezmiş gibi bir de keyifle kahkaha atması Cem'in umutlarını kırdı. Hayatında daha kötü hiçbir durumla karşılaşmadığını düşünüyordu ki cin kahkahasını kesti ve bir çağrı olduğu açıkça belli olan sesiyle kükredi. Cinin gür sesi tüm binayı doldurdu. İki saniye bile geçmeden odada onlarca cin belirdi ve hepsi de Berg'e doğru gitmeye başladı. Cem onlarla baş edemeyeceği inancının dehşetiyle bocalarken, bulunduğu yere daha da sinen Berg'in acı ve korku dolu haykırışını duydu.

     "Bir şeyler yap, lütfen."

     Hayatında daha önce hiç bu kadar merhamet hissettiğini hatırlamıyordu. Üstelik elinde değildi ama Berg'i Tanrı'dan ziyade küçük bir çocuk olarak görüyordu. Cinlerin suratlarında aç ifadelerle zavallı çocuğa ilerlemeleri onu sinirlendirdi. O an düşünebildiği en kolay çözümü hayal etti ve Berg'i koruyucu bir kalkanla sardı. Bu kalkan tıpkı bir baloncuğa benziyordu. Cem o şeffaf baloncuğun içinden Berg'in kendisine attığı umut ve haylazlık dolu bakışı görünce kendini daha güçlü hissetti. Tıpkı romanındaki gibiydi. Bir macera yaşıyordu. Zaten o romanı yazmasının asıl sebebi bu dünyanın sıkıcılığından kurtulup maceralar yaşamak değil miydi? Şimdi bir maceranın içindeydi işte ve kahraman oydu. Hayalgücü Tanrısı’nı kötü adamların elinden kurtarma görevi ona verilmişti. Sadece bunları düşündü ve bu düşüncelerden güç aldı. Aslında bunları uyduruyor da sayılmazdı, durum neredeyse buydu.

     "Siz..." diye söze başladı, duyanların kesinlikle bir delinin ya da bir katilin sesi olacağına emin olacağı bir sesle "çok yanlış birine çattınız."

     Bu sesle cinleri kendisine çekti. Onlar üstüne gelirken duvar diplerinden koşarak düşünmek için zaman kazanmayı denedi. Ama Cem’in önünü kesmek, artık sayıları çoğalan cinler için çok kolay oldu. Cem bu defa çocukluğunda en özendiği kahramanı düşledi: Örümcek Adam. Onun gibi olmayı istedi. Bir saniye sonra duvarlarda yürüyebildiğini görmüş ve hemen tavana çıkmıştı. Cinlerden kaçmak artık onun için bir problem değildi. Ama şimdi de başka bir problem vardı. Hedeflerinden birine kesinlikle ulaşamayacaklarını anlayan cinler, diğer hedefe, yani Berg'e yönelmişlerdi. Ona yaklaştılar ve koruyucu kalkanı itip sarsmaya, yumruklamaya başladılar. Cem kalkanı oluştururken güç kaynağının kendisi olduğunu hayal etmişti. Şimdi cinlerin darbeleriyle zarar gören kalkanın, tamir olmak için gücünü çektiğini hissedebiliyordu. Cem kendini çaresiz hissettikçe gücü azalıyordu. Bir an önce bir şeyler düşünmeliydi. Kendi enerjisini mümkün olduğunca az kullanacak bir şeyler...

     Cinler etrafını sararken Berg korku içinde gözlerini yumdu ve kalkanın yok olmasını bekledi. Bir süre sonra hala kendisine dokunulmadığını anladığında gözlerini açtı. Merakla neler olduğuna baktı. Baloncuk hala yerinde duruyordu. Anlaşılan Cem dayanıklı bir kalkan oluşturmuştu. Bunları düşünürken Berg’in dikkatini çok tuhaf bir şey çekti. Bu cinlerin, hem de görebildiği kadarıyla hepsinin kuyruk sokumundan yükselen uzun beyaz tüyleri vardı, tıpkı kendisininki gibi… Duyduğu korkudan dolayı cinlere baştan dikkat etmemişti ama şimdi baktığında bunu görebiliyordu. Berg’in kafası karıştı. Umutsuzluk cinlerinin hem kendi şekli değişmezleri olan boynuzları, hem de Berg’in türüne özel şekli değişmez olan beyaz tüylü kuyrukları vardı. Çocuk şaşkınlık ve korku içerisinde, sanki gördüklerinin nedenini söyleyebilirmiş gibi tavandaki Cem’e baktı ve göz göze geldiler.

     Cem baloncuğun içine sinmiş çocuğun korku dolu gözlerle ona bakışını izlerken Berg'in dediği bir şeyi hatırladı. "Benim de hesap vermem gereken yerler var."

     Tanrı'nın bile üstünde bir güç vardı demek ki... Aslında şöyle bir düşününce doğada ya da toplumda da durum aynıydı. Her şeyin kendinden daha güçlü bir benzeri mutlaka vardı. O an Cem'in aklına bir fikir geldi. Dört metrelik bir umutsuzluk cini hayal etti. Efendi cin... Tüm umutsuzluk cinlerini yaratan ve hepsinin itaat etmek zorunda olduğu bir cin... Bu cin diğerlerinden daha zeki olmalı, yaşamak için hayagücü kaynağını yok etmemesi gerektiğini anlayabilmeliydi. Bu yüzden Berg'e zarar vermeye çalışan cinlere kızgın olmalıydı. Efendi cinin büyük bir sinirle bu binaya geldiğini hayal etti. Diğerlerininki gibi tahta derisini, diğerlerininkinden çok daha uzun ve geniş boynuzlarını hayal etti. Gözlerini kapadı. Dikkatini yoğunlaştırdı.

     Kulakları sağır eden bir kükremeyle gözlerini açtı. Başarmıştı. Binanın tam ortasında diğerlerinin iki katı bir cin, uzun boyu yüzünden iki büklüm olmuş halde duruyordu. Çok kızgındı. Boynuzlarını ve yumruklarını kullanarak diğer cinlerle savaşmaya başladı. Ama cinler Cem’in ve Berg’in ne kadar üstüne geldilerse, efendi cinden de o kadar kaçtılar. Cinlerinin birer birer binadan dışarı kaçarken eden efendi cin de onların peşinden gitti. Muhtarlık binasının içi saniyeler içinde boş kaldı.

     Her şey o kadar çabuk olup bitti ki Cem bu durumda ters bir şeyler olduğunu düşündü. Örümcek adam güçlerini son defa kullanarak yere indi ve koruyucu balonu ortadan kaldırdı.

     "Berg, iyi misin?"

     Çocuğun muzip gülümsemesi hala yerinde duruyordu. "Hiç fena değildin."

     Bir an Cem de gülümsediyse de dikkatini Berg'in elindeki kutuya verdi.

     "Bu..."

     "Sana getirmeye çalıştığım kutuydu." dedi Berg, kutuyu Cem'e uzatarak… “Al.”

     Kutu sanki hiç ağırlığı yokmuş gibi hafifti. Cem kapağın açılması için bastırması gereken yeri hemen buldu ve kutu açıldığında içinde sıvı bir ışığın dalgalandığını gördü, tıpkı civa gibi ama beyazdı.

     "Bundan sonra bir fikre ihtiyacın olduğunda direkt bunu kullanabilirsin. Ama kaynağını bitirmemek için ödünç aldığın fikirleri yarım bırakmaman gerekiyor."

     Cem şimdi öncekinden daha geniş gülümsüyordu. “Buna eskisi kadar gerek duyacağımı sanmıyorum. Galiba sorunun kaynağını buldum.” Kutunun kapağını kapattığında “Özür dilerim." dedi, gülümsemesi solmuştu. "Başına bir sürü iş açtım. Seni tehlikeye attım."

     Berg başını iki yana salladı, bir şey diyecek gibi oldu ama henüz başlamadığı sözleri Cem tarafından kesildi.

     "Sana yardım edebileceğim bir konu var mı?"

     Berg duraksadı ve biraz düşündü. Sonunda aklına bir şey geldi.

     "Bana bir söz verebilirsin belki. Hakkımda kötü bir şey duyacak olursan beni affedeceğini söyleyebilirsin."

     "Hayalgücü Tanrı'sı hakkında kötü bir şey duymak mı? Dalga mı geçiyorsun? Duysam bile umrumda olmaz." Adamın eğlenen ifadesine rağmen çocuğun yüzü ciddiydi.

     "Her kim olursam olayım bu sözün yine de geçerli mi?"

     Cem biraz afallasa da soru üzerinde çok fazla düşünmedi. "Tabii."

     ***





     Şapkalı varlık ofisinde turluyor, adamlarından gelecek haberleri bekliyordu. Neler olduğunu biliyordu tabii... Neler olacağını hep bilirdi ama adamlarına biraz olsun özgürlük ve mahremiyet duygusu vermek için bilmiyormuş gibi davranırdı. Kapı çaldı.

     "Gir."

     Hoplaya zıplaya masanın önüne ilerleyen Berg "İş tamam." dedi. "Artık seni rahatsız etmeyecek. Ona bir hayalgücü kutusu verdim."

     "Hayalgücü kutusu mu?" dedi Şapkalı. "Bunları benden izinsiz almayacağını sanırdım Berg."

     Çocuk hemen savunmaya geçti. "Ama sana sormuştum. 'İstediğin yöntemi kullan.' dedin. 'Her şey olur.' dedin. Hem biliyor musun, kutuyu ona vermeden önce umutsuzluk cinleri çıktı, belki de otuz tanelerdi. Üstüme saldırdılar. Canımı zor kurtardım."

     "Onlar hakkında endişelenmene artık gerek yok." Şapkalının biçimi kestirilemeyen yüzünde gülümsemeyi andıran bir ifade vardı. "Yeni bir efendileri var. Senin gibi ilham perilerinin peşinde koşabileceklerini artık sanmıyorum."

     Berg’in sesi heyecanla doldu. "Evet! Biliyor musun, onu gördüm. Devasa bir şeydi. Ama ben umutsuzluk cinlerinin kazara yaratıldığını sanıyordum. Neden bunca zaman sonra onlara bir de efendi verdin?"

     "Bunu bana değil, arkadaşına sorman lazım.” Şapkalı güldü. “Eee, Berg... Benden ödül olarak ne isteyeceğine karar verdin mi?"

     "Şeyy... Aslında evet.” Çocuk sıkıntıyla ayaklarını yere sürtüyordu. “Arada sırada Cem'i tekrar ziyaret edebilir miyim diyecektim. Bana eskisi gibi ihtiyacı olmayacak belki ama onunla zaman geçirmek güzeldi."

     Şapkalı dediklerini bir kez daha düşünmesine yol açan bir ifade ile Berg'e baktı.

     "Yani, işlerimi bitirdiğim zaman demek istiyorum.” edi Berg. “Kısacık gitsem, olur mu?"

     Şapkalı hala Berg'e bakıyordu.

     "Ama istediğimizi vereceğine söz vermiştin."

     Sonunda "Tamam." dedi. "İşlerini bitirdiğinde gidip onu görebilirsin."

     "Sağol.” Berg’in neşesi yerindeydi “Bir de şey..."

     "Ne?"

     "O da beni görse olur mu?"

     "Tamam. O da kabul.”

     Ama Berg hala gitmemişti. Karın ağrısı çekermişcesine kıvranıyordu.

     "Yine ne var?"

     "Şey, Tanrım... Senin adını kullandığım için bana kızdın mı?"

     "Hayır kızmadım.” Şapkalının yüzünde hala o gülümseme vardı. “Ama bunu bir alışkanlık haline getirmemeye çalış."

     "Merak etme." dedi Berg, ağzı kulaklarına varıyordu. "Bu sondu."

     Berg tam odadan çıkmış ilerliyordu ki, bir ilham perisinin elinde birkaç umutsuzluk cini boynuzuyla Tanrı'nın ofisine girdiğini gördü. Hemen saklandı ve çaktırmadan Tanrı’nın ofisini gözetlemeye başladı.

     "Dört tane daha varmış." dedi peri.

     Tanrı, perinin elindeki boynuzları hemen kaptı ve en yakındaki çekmecenin içine tıktı.

     "Bunları böyle getirmemen gerekir." Dedi, sesinde açık bir panik vardı. "Ya biri görseydi? O zaman bana saygı duymalarının ne kadar zorlaşacağı hakkında bir fikrin var mı?"

     İlham perisi suratını astı. Geldiği gibi odadan çıkarken "Bıktım artık bunun bu huylarından." diyordu.

     Berg tüm olanlara sessizlik içinde şahit oldu. Anlaşılan bu civarlarda onu hala şaşırtabilecek bir şeyler vardı ve Tanrı kesinlikle çok ama çok tuhaftı.


2
Kurgu İskelesi / Kartalın Kesesi
« : 18 Ağustos 2014, 10:32:40 »
Herkese merhaba.  :D

Aranıza yeni katıldım. Gelecek günlerin demirbaş üyelerinden biri olmaya da oldukça istekliyim.  ;D

Bir yıl önce yazdığım bu hikayeyi beğenilerinize sunuyorum. Herkes gibi, benim de yorumlara çok ihtiyaç duyduğumu hatırlatmak istiyorum. Acımasızca yorumlayabilir, en ufak bir ayrıntıyı bile dile getirebilirsiniz. Şimdiden teşekkürler.

---------------


Kartalın Kesesi


   Yeni cilalanmış siyah araba, sessizliği motorunun gürültüsüyle bozarak toprak yolun köşesini döndü. Hamza Kayacı’nın şoför koltuğundan etrafa yaydığı heyecan, elle tutulabilecek kadar somuttu. Saatlerdir araba kullanmasına rağmen uykusunun gelmesine engel olan şey de, yine bu heyecandı.

   On bir yıldır kendini adadığı ve hatırı sayılır para kazandığı bir antikacı dükkanı vardı. Herkes dedelerinden kalma ne varsa alır, ona getirirdi. Bunların elbette bir ederi olurdu ama gerçek değerleri ele geçirme fırsatı çok nadir çıkagelirdi ve işte şimdi tam da böyle bir fırsat vardı.

   Sonradan görme bir zengin, Anadolu’nun küçük bir şehrinde bir arsa satın almıştı. Arsa, eskiden civarının en zengini olan ve bugün bile ülke çapında küçük bir üne sahip olan Kadı ailesine aitti. Adam ailenin altmış yıl önce içinde yaşadığı ve hala arsanın üzerinde iyi kötü ayakta durmakta olan evi yıktıracak ve yerine aynı evin biraz daha büyüğünü yaptıracaktı. Olayı duyan herkes, bu sonradan görme adamın dikkat çekmek için sonunda bunu da yaptığına inanamıyordu.

   Ev bir gün sonra yıkılacak ve yeni ev için temel kazısına başlanacaktı. Eğer kazıdan eşya bulunacak olursa, onlar da açık arttırma ile satılacak; üstelik arsa sahibi kendine hiçbir şey saklamayacaktı. Zaten bunun için kazı canlı yayında yapılıyordu. Arsa sahibi, mümkün olan tüm dikkatleri kazı üzerine çekmek için bir televizyon kanalıyla anlaşmıştı.

   Hala daha yerinde durmakta olan evin içindeki değerli eşyalar, ev sahiplerinin akrabaları tarafından çoktan boşaltılmıştı tabi… Ama eski insanların değerli eşyalarını gömme huyları vardı. Ne de olsa bankaların bu denli yaygınlaşmadığı günlerde en güvenilir kasa toprağın altıydı.

   Hamza on bir yıllık antikacı kariyerinde sadece iki açık arttırmalı kazı ile karşılaşmış, birinden satın aldığı kılıç sayesinde de hala yazlık olarak kullandığı Marmaris’teki iki katlı evini almıştı. Bu yedi yıl önceydi. İkincisinden gelen parayla da karısının çok istediği cipi almıştı, tabi bu onlar boşanmadan önceydi. Eski karısının aklına gelmesi içi hafiften burktuysa da, o bunu kendine çaktırmamaya çalıştı.

   “Her istediğini alıyordum halbuki… Beni hiçbir zaman yeterli bulamadı.” Adamın içinde kendine bile itiraf etmediği, eski karısına duyduğu aşk hala varlığını sürdürüyordu.

   Hamza, belki de mesleğinin getirisinden ötürü, tam bir tarih düşkünüydü. Boş vakitlerini kütüphanelerde geçirir, tarih üzerine satın alabileceği iyi bir kitap bulduğu an kaçırmazdı. Onun bu kazıyla ilgili heyecanını daha da arttıran şey modern tarihçilerin çoğunun küçük, ama kendisinin büyük bir şüphesiydi: Sekiz bin yıl önce orda yaşamış olma ihtimali olan bir kabile... Sekiz bin yıllık bir sanat eseri, altmış yıllık bir altın paradan çok daha değerli olurdu, hem de ne değerli…

   Eğer bu açık arttırmadan istediği kadar para kazanabilirse alacağı yeni arabayı hayal ederek yolun sonuna geldi ve kazı süresince kalmak için kiraladığı eski evin önüne park etti. Fiyatlarını çok pahalı bulduğu için otellerde kalmayı hiç sevmez, bu yüzden her gittiği yerde kendine bir ev kiralardı; tabi bunlar genelde müstakil evler ya da apartman daireleri olurdu. Bu kez kalacağı ev kesinlikle bakımsızdı, dış tahtalarda boya adına hiçbir şey kalmamıştı; ama en azından içine girince insanın kafasına çökecek türden de değildi. “Altı üstü bir hafta kalacağım şurda.” dedi, “İdare ederim, otel pahasından iyidir.”

   Adam evin içine girdi, odaları kontrol etti. Mutfak kullanılabilecek gibi değildi, yemeklerini dışarda yemesi gerekecek, kasabaya araba sürmek on beş dakikasını alacaktı. “Olsun.” dedi, “Yine de otel yemeğinden daha ucuz.” Banyo idare ederdi, en azından su tesisatı hala çalışıyordu ve üstünkörü de olsa temizlenmişti. Yatak odasında duvarın kenarına çekilmiş bir karyola, hafif küf kokulu bez bir gardolap ve bir ayağı kırık bir sandalyeden başka eşya yoktu. Gardolabı kesinlikle kullanmayacağına emin olan adam, yatağı denemek için üzerine uzanarak hafifçe zıpladı. Uzanmak ona ne kadar yorgun olduğunu fark ettirdi ve o akşam, yabancı yatağında eski karısıyla ilgili rüyalarla dolu huzursuz bir uyku uyudu.

   Hayatı boyunca hep erken kalkan biri olarak, ertesi sabah da her zamanki saattinde uyandı. Kısa bir hazırlığın ardından arabasına atladı ve kasabanın merkezine ulaşarak gözüne kestirdiği küçük bir börekçiden içeri girdi. O adımını atar atmaz tezgahın arkasından oldukça dinç görünen ama Hamza’nın çok yaşlı olduğunu tahmin ettiği, kısa boylu, eksik dişli ama sevimli yüzlü bir adam fırladı.

   “Hoş geldin beyim.”

   “Hoş bulduk.”

   “Buralardan değilsin sanırsam…”

   “Hayır, değilim.”

   Oldu olası köylü insanlarla konuşmaktan sıkılırdı. Onları küçümsemezdi, zaten insanlara pek kafa yormazdı. Köylülerle konuşmaktan sıkılmasının asıl nedeni, Hamza’nın gözünde, hayatları gibi dertlerinin de küçük olmasıydı. Bir elma ağacının önceki yaza göre daha az meyve vermesi, ineğin ayağını incitip topallamaya başlaması, köye yeni birinin gelmesi…

   Hamza ilgi odağı olacağının ve bir soru yağmuruna tutulacağının farkındaydı ve bu yüzden yüzü hemen asılmıştı. Dükkan sahibi ise adamın düşündüklerinden habersiz, aynı neşeli tavrıyla konuşmaya devam ediyordu.
 
   “Yoksa televizyon için gelenlerden misin?”

   Hamza en ilgisiz ses tonunu takındı. “Televizyon?”

   “Televizyon işte… Bekler köyüne kazı yapıyorlar ya, onun için bir sürü televizyoncu geliyor bu aralar. Meraklı insanlar da geliyor. Sen de onlardan birisin sanırsam.” Son cümleyi söylerken adam yılışık bir şekilde sırıtmaya başlamış ve bu sırıtış da Hamza’nın sinirlerini zıplatmıştı. Alay konusu olmaktan nefret ederdi.

   “Meraklı falan değilim, antikacıyım ben. Sen bana bir porsiyon kıymalı börek versene şurdan.”

   Adam yaptığı kabahatin farkına vararak hafiften kızardı. “Tamam beyim, yeter ki sen kızma. Geç otur şöyle hele.”

   Hamza asık suratla duvar kenarındaki masalardan birine oturmaya çalışırken adam da hızla böreği kesmeye başlamıştı. Bir dakikaya kalmadan tabağa fazlasıyla doldurulmuş börek, yanında bir bardak çayla beraber gelmiş ve Hamza’nın önüne koyulmuştu.

   “Afiyet olsun beyim.”

   “Sağol.”

   Dükkan sahibi tezgahın arkasına geri dönmüş; hala gözleri Hamza’nın üzerinde olsa da en azından adamı yalnız bırakma nezaketini göstermişti. Hamza bir dakika daha tabağıyla ilgileniyormuş numarası yaptıktan sonra adamın ısrarcı bakışları karşısında pes etti ve onunla ne konuşabileceği hakkında hiçbir fikri olmamasına rağmen karşısındaki sandalyeyi göstererek seslendi.

   “Ustam sen de gelsene şöyle.”

   “Hemen beyim.”

   Eski neşesi bir anda geri dönen adam yerinden kalktığı gibi, yine büyük bir hızla hareket ederek adamın yanına geldi ve sandalyeye oturdu.

   “Antikacısın, he? Eski eşyaları alıp-satıyorsun yani…”

   “Evet.”

   “Ankara’da bir yeğenim var. O da hep antikacı açmaktan bahseder durur. Çok para varmış, öyle diyor.”

   Ters bir bakıştan başka cevap alamayan adam, Hamza’nın ilgisini çekmek için başka şeyler bulmaya çalıştı.

   “Babamdan kalma bir saat var bende… Ona da Muammer Kadı hediye etmiş zamanında, babam gençken onun ufak tefek işlerine koştururdu da… Bir baksan ona, belki hoşuna gider.”

   Hamza, bir şey çıkacağını düşündüğünden değil de, yılların getirdiği alışkanlıktan cevap verdi, “Olur. Getir, bir bakarım.”

   “Öyle uyduruk bir şey de değil he, altın… Muammer Bey’in kendi saatiymiş. Bir gün babamın büyük bir iyiliği dokununca vermiş ona… Böyle işlemeli bir şey, saati de çalışıyor hem.”

   Müşterisinin ilgisini neden bir türlü uyandıramadığını merak eden adam bir an düşündükten sonra konuşmaya devam etti.

   “Muammer Kadı’yı bilir misin? Eski Bekler Köyü’nün en zenginiydi. Kazı da onun evinin olduğu yere yapılıyor. Uğursuz yerlerdir oralar. Biz birkaç esnaf bahse tutuştuk,  kazıcıların başına bir şey gelir mi diye…”

   Hamza Muammer Kadı’nın kim olduğunu tabi ki biliyordu, açık arttırmaya geleceği yer hakkında araştırma yapmayacak kadar acemi biri değildi.    

        Yaşlı adam bahsettiği uğursuzlukla ilgili sorular duymayı beklerken bambaşka bir cümleyle karşılaştı:

   “Eski evin sahibi çok zenginmiş diyorlar.”

   “Tabi ya, buraların en zenginiydi. Çok zengindi, çok. Akrabalarının evden çıkardıklarını bir göreydin. Kazıdan çıkacakları satıyormuş ya evi yaptıran adam, hani kendine bir şey almayacakmış. Babam o Muammer Bey’in toprakla çok uğraştığını söylerdi. Aklına yanacak o adam beyim, dediydi dersin. Hem, yok paraya giden eşyalar olacak diyorlar. Az birikmişim olaydı belki ben de bir şey alırdım. Ama anca yetiyoruz kendimize…”

   Hep konuşan ama pek az düşünen börekçi, gözünün önündeki gerçeği anca o zaman fark etti. “Yoksa sen de satış için mi geldiydin, antikacıyım dediydin ya…”

   Hamza elinde olmadan gülümsedi, bu çok konuşan börekçinin kendince bir sempatisi olduğu bir gerçekti. “Evet, o yüzden burdayım.”

   “Oooo, o zaman doğru yere gelmişsin beyim. Ömrüm boyu bu civarların dışına pek çıkmadım, o yüzden pek kimse bilmem. Ama Muammer Kadı’nın zenginliğinin pek kimsede olmadığını bilirim.” Adam bir an sustu, gözleri uzaklara daldı. Hamza da kendi düşüncelerine daldığı için bir süre konuşmadılar. Sessizliği bozan, dalgınlığından sıyrılan börekçi oldu.

   “Senden iyi olmasın, iyi insanlardı. Keşke sonları da iyi olaydı.”

   Börekçinin konuşmasıyla düşünceleri dağılan Hamza, tabağındaki son parçayı da bitirdiğini fark etti ve kazı alanına doğru yola çıkmak üzere sandalyesinden doğruldu. “Borcum çok değildir umarım?”

   Ertesi gün temel kazısına, dolayısıyla da eğer kazıda bir şey bulunacak olursa açık arttırmaya başlanacağı ilk gündü. Erkenden kalkıp kazı alanına giden Hamza gördüğü manzara karşısında çok şaşırdı. Büyük bir kalabalık görmeyi bekliyordu, oysa yirmi kişi anca gelmişti, üstelik çoğu da yerel halktı. Alan, bekleyen birkaç polis arabası ve bir ambulans sayesinde olduğundan biraz daha kalabalık görünüyordu.

   Saatine baktı, rakamlar 08:10’u gösteriyordu. Eski evi yıkmak için atılacak ilk darbeye yaklaşık bir saat daha vardı. Vakit geçirmek için çantasından çıkardığı bir dergiyi okumaya başladı.

   Dakikalar ilerleyip saat 09:00’u gösterdiği zaman kalabalık dört katına kadar çıkmış ve aralarına birkaç koleksiyoncu da katılmıştı. Yine de toplanan kalabalık beklenenden çok daha azdı.

   Çekim için her şey hazırdı. Kazı sahibi, çekim ekibinin aksine, daha fazla gelen olmasını beklemektense çekime hemen başlamayı tercih etti. Çekime başlanmasının ardından bir saat bile geçmeden kalabalığın iki katına çıktığını gördüğünde de, doğru kararı verdiğine emin oldu.

   Saat dörde yirmi vardı. Kepçe yıkım ve enkaz toplama işlemini bitirmiş, kazıya başlamıştı. İlgiyi mümkün olduğunca uzun tutmak için kazı normalden çok daha yavaş ilerletiliyordu.

   Çok zaman geçmeden kalabalığın heyecanla beklediği şey oldu: Kepçenin dişlerinden birinde önce bir ip göründü, ardında da o ipe takılmış büyükçe bir kese… Kalabalıktan yükselmeye başlayan uğultunun arasında birkaç heyecanlı çığlık duyuldu ve kazı sahibi gururlu bir yüzle, koltukları kabarmış bir şekilde kameraların karşısına geçti ve konuşmaya başladı.

   “İşte size vaat ettiğim şey oldu ve şimdi yine size vaat ettiğim gibi hemen satılacak.”

   Kepçe, dişlisinin ucunda kese hala asılıyken durduruldu. Açık arttırmayı başlatmak üzere kumral saçlı, geniş yüzlü bir adam öne çıktı. O an bu işleri bilen herkesin aklından aynı şey geçiyordu: Bu kese için para vermek çok büyük bir riskti. Altmış yıldan çok daha eski bir görüntüsü vardı. Herhangi biri kesenin içine vaktiyle kendi için değerli olan ama bugün için hiçbir maddi değeri olmayan bir şey koymuş olabilirdi. Çünkü sanılanın aksine, insanlar toprağın altına hazinelerinden çok hatıralarını gömerlerdi. Bu yüzden kese için iki talipten fazlası çıkmadığı ve Hamza Kayacı keseyi yüz liraya aldığı zaman köylüler çok şaşırmış ama koleksiyoncular ve antikacılar hiç şaşırmamıştı.

   Hamza kalabalığı hayal kırıklığına uğratarak, keseyi gözlerden uzakta bir yerde açacağını söyledi. Kalabalıktan ve çekim ekibinden itirazlar geldiyse de kimse onu satın aldığı şeyi kameralara göstermeye zorlayamazdı.

   O akşam eve geldiği gibi kendini yatağının üzerine attı ve keseyi eline aldı. Deriden yapılmış bir çeşit çantaydı bu. Mesleğinin ona kazandırdığı göze dayanarak bu kesenin oldukça eski olduğuna karar verdi. Üzerine kanatlarını iki yana açmış, sol pençesinde güneş saati tutan bir kartal sembolü işlenmiş, altına bozuk bir el yazısını andıran harflerle şu cümle yazılmıştı:

   “Dolunayda okumayın.”

   Uzanıp kesenin ağzını açtığında, içinde bir sürü boş kağıt olduğunu gördü. Tuhaf görünüşlü kağıtlardı bunlar; sararmış ve kurumuş gibi, ince bir parşömeni andıran kağıtlar… Nasıl bir yüzeye sahip olduklarını hissetmek için birini eline aldığında sayfanın ortasında siyah bir mürekkep lekesi belirdi. Leke yayıldı, yayıldı ve kesenin üzerindeki kartalın şeklini alarak birkaç saniye öyle kaldı. Adam içine bir ürpertinin dolduğunu hissetti. Sanki biri zorla zihninin içine girmeye çalışıyor gibiydi. Kartalı oluşturan mürekkepler yer değiştirdiler ve kağıdın üzerine bir yazı yazdılar:

   “Gömülmüş olanlar ortaya çıktı, yadigarlar beş haneye dağılacak. Beye ait olan ilki, çok insana sergilenecek.

   Kartalın kağıtlarını okuyanın kaderi dolunayda çizilecek.”

   Neye uğradığını şaşıran adam, kağıdı hemen kesenin içine geri koydu. Bir tür oyun muydu bu? Kazı sahibinin bir kamera şakası mıydı? Görünenin ötesindeki şeylere pek de inanmayan Hamza’nın içinde bir korku uyanmıştı.

   Pencereden dışarı baktı, dolunayın sadece birkaç gün ötede olduğunu görünce elinde olamadan yine ürperdi. Uzun bir süre boş bir zihinle yatağın üzerinde oturdu. Sonra nerden bulduğunu anlayamadığı bir cesaretle keseyi tekrar açtı ve eline bir kağıt daha aldı. Mürekkep damlası yine yayılarak kartalı oluşturdu. Birkaç saniye geçti ama yeni bir yazı çıkmadı.

   Sabah kabuslarla dolu bir uykudan uyandı. Saati kontrol etti, sekize geliyordu. Hemen hazırlanarak arabasına atladı. Dün akşam olanları uzunca bir süre düşünmüş, en sonunda kimseye bir şey söylemeden keseyi bir süre daha incelemeye karar vermişti. Kese de şu anda yatağının altında durduğundan, konuyu düşünmeyi eve döneceği zamana kadar ertelemişti.

   İlk günün uyandırdığı ilgiyle, kazı alanına gelenler neredeyse altı yüz kişiyi bulmuştu. Kazı sahibi bu durumdan pek bir hoşnuttu ama Hamza Bey hiç de hoşnut değildi çünkü yeni gelenlerle beraber bir sürü yeni antikacı ve koleksiyoncu da gelmişti.

   Gün ilerledi. Topraktan ilk çıkan antika bir tüfek oldu. Tüfek, tam altı hırslı talibi olmasına rağmen ödevini çok iyi yapmış ve yıkılan evin sahibini iyi araştırmış bir silah antikacısı tarafından alındı. Tüfekten sonra o gün bulunan son şey, bir köylünün dışında kimsenin hiçbir ilgi göstermediği ve on liraya satılan bakır bir çay kaşığı oldu.

   İkinci günün kazısından hüsranla dönen Hamza evine gider gitmez dün akşam yarım bıraktığı incelemeye kaldığı yerden devam etti. Elini deri kesenin üzerinde biraz gezdirdi. Bu kadar eski olan, en azından eski görünen bir eşyanın böylesine sağlam kalmış olması onu şaşırtıyordu. İpleri gevşetti ve kesenin içine baktı. Birbiri içine girmiş boş kağıtlar kesenin içinden ona bakıyorlardı. Hamza tekrar ortaya çıkabilecek olağanüstü bir duruma karşı kendini hazırlamaya çalışarak eline bir kağıt aldı. Kanatlarını açmış kartal yine ortaya çıktıktan sonra dört bir yana dağılan mürekkep şu sözleri yazdı:

   “Son hanımın sırları açığa çıktığı zaman, kağıtları okuyan dolunayın önemini anlayacak… Tekrar toprağa gömülecek yadigar. Hanım yeni birinden doğup da eski geçmişini aramaya gelene dek karanlıkta kalacak.”

   Yazılar yine yok olduğunda Hamza’nın içine bir panik düşmüştü. ”Kağıtları okuyan” derken, onu mu kast ediyorlardı acaba? Korku duyması normaldi ama paniğin nedenini anlayamıyordu. Elindeki kağıdı kesenin içine geri atıp yeni bir tanesini aldı ama başka yazı çıkmadı. “Belki de her gün sadece bir kere çıkıyordur.” diye düşündü. Pencereden dışarı bakarak ayı kontrol etti, dolunaya hala birkaç gün vardı.

   “Dolunay… Dolunay…” Kendi kendine mırıldanarak mantıklı bir şeyler düşünmeye çalışıyordu. İçinde duyduğu korkudan henüz etkilenmemiş bir tarafı, durumunu komik buluyordu. Duyguları, olanların gerçekliğinden bir şüphe duymasa da, mantığı bu işin içinde bir oyun olması gerektiğini söylüyordu. Yatağına uzandı, düşünmeye devam etti. Beyni ikiye bölünmüştü. Bir yanı çok önemli olduğunu düşündüğü dolunayın sırrını çözmeye çalışıyor, diğer yanı ise eğer bu bir oyunsa nasıl anlayabileceğini düşünüyordu. Saatler sonra iki soruya da bir yanıt bulamayan zihni sonunda uyuyakalmış ama Hamza görünenin ötesine dair, olmayan inançlarını sorgulamaya başlamıştı.

   O gün kazı alanı en kalabalık gününü yaşıyordu. Civar yerlerdeki tüm halk merakla toplanmış, bir şey bulunup bulunmayacağını bekliyordu. Kepçe durmaksızın kazmaya devam etti. Kalabalığın yavaş yavaş umudunu yitirmeye başladığı bir anda kepçenin ucundan bir metale çarpma sesi geldi. Bu sesi pek az kulak duymuştu. Kazının sahibi de bu sesi duyanlardan biriydi.

   “Durdurun!” diye bağırdı, “Kazmayı durdurun! Orda bir şey var, dikkatli olun.” Adamın sözleri üzerine dozeri kullanan kişi durdu. Kazılan yerin başına üşüşen bir görevli, kazı sahibinin iştahlı gözleri altında toprağı elleriyle dağıttı ve sonunda parlayan şeyi buldu: Bir ayakkabı kutusu büyüklüğünde, güzelliğiyle herkesin nefesini kesebilecek gümüş bir kutu.

   Açık arttırma sorumlusu kimseye dağılan dikkatini toplama fırsatı vermeden, hemen kutuyu alarak öne çıktı. “İşte beyler ve bayanlar, kazıdan çıkan bir başka hazine… Kutu belki gümüş, belki değil… Ona sizin gözleriniz karar vermek zorunda. Ama ben, içinde mücevherler olduğuna bahse girerim.” Bu sözlerle beraber kalabalık iyice galeyana gelmiş, kadınlar çığlık atmaya başlamıştı.

   Bütün olanları sessizce izleyen Hamza Bey, kutuyu gözüne kestirmiş ve ne pahasına olursa olsun onu başkasına kaptırmamaya karar vermişti. Tahmin ettiği gibi rakibi çoktu. Bu işe yıllarını vermiş antikacılar yetmezmiş gibi, çok zengin bir iş adamının böyle şeylere meraklı karısı da kutunun talipleri arasındaydı. Fiyatlar söylendi, nefesler tutuldu. Fiyatlar yükseldi, daha da yükseldi ve sonunda Hamza Bey kutuya gerçek bir servet ödeyerek sahip oldu. Açık arttırma yetkilisi bu defa hazırlıklıydı, Hamza deri keseyi açmadığı zaman izleyicilerin uğradığı hüsranı onlara bir daha yaşatmamakta kararlıydı.

   “… ve kutu başarılı antikacı Hamza Kayacı’ya satıldı. Hamza Bey, sizi böyle alalım.” Adam halihazırda kendisine yakın mesafede bulunan Hamza’yı kolundan tuttuğu gibi kürsüye getirdi. “Şimdi de Hamza Bey bize kutunun içindekileri gösterecek.” Kalabalıktan müthiş bir alkış koptu. Hamza konuya oldukça çekingen yaklaşıyordu. Gerçi sürekli çekime devam eden kameralar ve alınan bir sürü güvenlik önlemi varken birinin kutuyu ya da içindekileri çalmaya çalışması çok düşük ihtimaldi, böyle bir şey olsa bile hemen durdurulurdu.

   Açık arttırmacı Hamza’nın kolunu sıkı sıkı tutarken, halk da Hamza Bey’i ikna etmek için tezahürata başlamışlardı:

   “Aç, aç, aç, aç…”

   Hamza bir kaçış şansı olmadığını biliyordu. Üstelik bu gösteri anının kariyerinde büyük bir olay ve büyük bir reklam olacağını düşünüyordu. Bu kadar güzel olan bu gümüş kutunun içinden bir kadının en değerli mücevherlerinin çıkacağından neredeyse emindi. Kameralara döndü, yüzünde büyük bir gurur ve aynı zamanda büyük bir ukalalık vardı. Kutunun kapağını yavaşça açmaya çalıştı ama tabi bu mümkün olmadı. Kutuya bir zarar gelmemesi için verilen yaklaşık iki dakikalık uğraş sonrasında kapak sonunda açıldığı zaman, yıllardır kutunun kenarlarında birikmiş olan toprak havaya yayılarak ufak bir toz bulutu oluşturdu. Bir süre kimse pek bir şey göremedi. Toz bulutu dağıldığında ortaya çıkan manzara ise herkesi şaşkına çevirdi. Kutunun içinde bir kağıt yığınından başka hiçbir şey yoktu.

   Kalabalığın sessizliğini bozan ilk kişi, az önce bu kutu için Hamza’nın en dişli rakibi olan antikacıydı.

   “Şuna bakın! O paraya bir ev yaptırabilecekken, bu kutuyu aldı. Ne için? Birkaç aşk mektubu için.”
Adamın sesindeki alayı duyan kalabalıktan yer yer gülüşmeler duyulsa da, hayal kırıklığı mırıltıları baskındı.

   Hamza, yaşadığı sinir bozukluğuyla o günkü kazının sonunu bile beklemeden arabasına atlayıp son hızla eve doğru yola koyuldu. Çok para kaybetmişti. O para bütün servetinin yanında elbette hayati bir miktarda kalmıyordu. Ama büyük bir fırsat yakalamak umuduyla bu kazı için neredeyse tüm birikmişini ayırmış ve aradığı fırsatı bulduğuna inanarak, paranın yarısından fazlasını kutunun üzerine yatırmıştı.

   Eve vardığı gibi kendini yatağın üzerine bıraktı. Otuz dokuz yaşındaki koca adam bebekler gibi ağlayacaktı ki birden aklına o kağıtlarda neler olduğuna hiç bakmadığı geldi. Kutuyu kalabalığın göreceği şekilde açmış, içinde kağıt olduğunu duyunca da açık kapağı inanmazlıkla kendine doğru çevirmişti. Gerçekten de bir yığın kağıdın orada olduğunu görünce de kutuyu kapatmıştı.

   Açık arttırma kürsüsünden tam bir profesyonel olarak inmişti. Böyle ihtimallerin her zaman var olduğuyla ilgili küçük bir espri yapmış ve tekrar eski yerine geçmişti. Ama birkaç dakika kadar dayanabilmiş, sonra da olabildiğince kimsenin dikkatini çekmemeye çalışarak ordan ayrılmıştı. Ama o kağıtlarda neler olduğuna hiç dikkat etmemişti.

   Hamza’nın içini bir umut sardı. Verdiği paraya değecek bir şey bulmayı beklemiyordu elbette; ama içine su serpecek, yenilmişlik hissini biraz olsun azaltacak bir şeyler görmeyi bekliyordu.

   Adam yataktan kalktı, yatağının üzerine koyduğu kutunun kapağını yavaşça açtı. İçinde sararmış olsa da, bildiğimiz defterlere ait olan birkaç sayfa vardı. Üzerlerine olabildiğince küçük olmasına özen gösterilerek yazılar yazılmıştı. Hamza sayfalardan birini eline alarak okudu.

    “Her şeyi öğrenmiş! Allahım, nasıl oldu bu? Beni öldürecek, biliyorum. Kağıtlar söyledi bana, artık hiçbir kurtuluşum yok. Ah Mehmet, sevgilim…”

   Yazı her bir harfte daha da bozulmuş, sonlarına doğru artık zor okunur hale gelmişti. Harflerin şeklinden bunu yazan kişinin o sırada ellerinin titrediği belli oluyordu. Hamza kaşlarını çattı, yazanlar hakkında pek de düşünmeden elini ikinci bir kağıda attı.

   “Günlüğümü elimden aldı, bu kağıdı bile zor buldum. Henüz onu kimle aldattığımı bilmiyor. Korkumdan buraya bile yazamıyorum.”

   Yazılar bütün bir sayfa boyunca devam ediyordu. Hamza bütün yazanları bir solukta okudu. Kocasını aldatan bu kadının pişmanlığı, diğer adama duyduğu aşk kadar açık bir şekilde ortadaydı. Kadın bu sayfada sevgilisinin adını hiç kullanmamıştı. “Kocasının tanıdığı biri herhalde.” diye düşündü Hamza, “Yada belki de her kadın gibi sadece aşırı tedbirli davranmış.”

   Kutuda bir de fotoğraf vardı. Uzun boylu ve güzel bir kadın, ince bıyıklı, zamanının iş adamı görünümlü bir adamla birlikte yanyana duruyordu. Ortalarında aşağı yukarı on yaşında dolgun yanaklı sevimli mi sevimli bir kız çocuğu vardı. Siyah-beyaz bir fotoğrafta bile kumral renkte olduğunu belli eden saçları omuzlarından aşağı dökülüyor, boynunu da güneş figürlü bir madalyon süslüyordu. Küçük kızın sevimliliği, bir anda Hamza’nın en derin yaralarından birine tuz bastı. Hep bir çocuğu olsun istemişti. Tıpkı bu fotoğraftaki kız gibi masum ve güzel bir kız çocuğu… “Sevil ile ayrılmasaydım…” diyecek oldu ama kendini tuttu.

   Hamza fotoğrafın arkasını çevirdi, kısa bir not düşülmüştü:

   “Güzel kızıma babasından armağan, kendi gibi güzel bir madalyon…”

   Hamza’nın zihni fotoğraftakilerin kim olduğunu kestirmeye çalışıyordu. Acaba bu yazıları yazan fotoğraftaki kadın mıydı? Eğer öyleyse yanındaki kocası mıydı? Adam bunları düşünüp dururken gözü yatağın altından fırlamış eski deri keseye kaydı. Bir an için Hamza’nın aklına dün gece kağıtta beliren yazı geldi ve hayatında hiç hissetmediği kadar büyük bir ürperti ve korku hissetti.

   “Son hanımın sırları açığa çıktığı zaman…”

   Yaşadığı olayın doğaüstü bir şey olduğunu sonunda kabul etti. Anlaşılan son hanım, eski evin sahibinin karısıydı. Yaşadıklarını bu kağıtlara yazan kadın… Adam kutuyu biraz daha karıştırmaya karar verdi ve eline üçüncü bir sayfa aldı.

   “Başıma ne geldiyse kağıtlar yüzünden geldi. Onları ilk dolunayda okumuştum ve onu da ilk dolunayda görmüştüm. Keşke o keseyi hiç açmasaydım.”

   Gözlerini dolunay kelimelerinin üzerinde gezdirdi. Kadın aynı keseden bahsediyor olabilir miydi? Aslında adam aynı kese olduğundan emindi. Şu an yatağının üzerinde durmakta olan eski deri kesenin kehanetleri, bir zamanlar bu kağıtları yazan kadın tarafından da okunmuştu.

   Sevgilisinden büyük bir aşkla ve ilgiyle bahseden bu kadının kocasını aldatabilmiş olması ona çok ilginç geliyordu. Bugüne kadar aldatmayı hep bencil ve duygusuz insanların yaptığı bir şey olarak düşünmüştü. Ama bu kadın sevgilisinden, kızından ve oğlundan büyük bir sevgiyle bahsediyor; hatta kocasına bile kötü bir söz söylemiyor, ona karşı vicdan azabı duyuyordu. Kadın tüm suçu kağıtların üzerine yıkmıştı.

   Adam elini fotoğraftaki yüzler üzerinde gezdirirken, onların kim olduklarını nasıl öğrenebileceği üzerinde düşünüyordu. Sonra kafasında bir şimşek çaktı.    “Senden iyi olmasın, iyi insanlardı.”

   “Börekçi!”

   Börekçi eski evdeki aileyi tanıyor olmalıydı. Fotoğraftakilerin kim olduklarını söyleyemese bile, en azından evin sahipleri olup olmadığını söyleyebilirdi. Hamza fotoğrafı eline alıp yerinden fırladığı gibi arabasına koştu. Buradaki ilk sabahında uğradığı börekçiyi yine yerinde bulma umuduyla kasabanın yolunu tuttu.

   Akşamın henüz yeni yeni çökmekte olduğu kasaba fazla ıssızdı. Tabi bunun nedenini düşünmek gereksizdi, herkes ilerdeki kazı alanında toplanmıştı. Adımlarını hızlandırdı ve bir sokağın köşesini döndü. Börekçi dükkanı az ilerdeydi. Hamza dükkandan adımını atar atmaz gözleri tezgahın arkasını aradı, etraf boş görünüyordu.

   “Merhaba…” Cevap gelmedi.

   “Kimse yok mu?” O şansını bir kez daha denerken, tezgahın arkasındaki duvarda daha önce varlığı hiç dikkatini çekmemiş olan bir kapı yavaşça açıldı ve kapının içinden elinde su dolu bir sürahiyle yaşlı börekçi belirdi.

   “Ooo beyim, hoş geldin.” Hamza’nın çok iyi hatırladığı geniş gülümseme yaşlı adamın dudaklarındaki yerini aldı. “Böreklerimin tadını alıp üstüne iki gün gelmeyince, ben de seni bir daha görmem sandım.”

   “Adın neydi ustam?”

   Sürahiyi tezgahın arkasındaki yerine bırakan adam pek de belli olmayan hafif bir şaşkınlıkla “Ramazan.” dedi.

   “Bize iki çay koyar mısın Ramazan, senden ufak bir ricam olacak.”

   “Tabi, tabi…”  Adam bu defa iyiden iyiye şaşırmıştı. Çayları elinden gelen en yüksek hızla hazırlayıp Hamza’nın karşısına oturarak öyle kaldı. Ne dese bilemiyordu. Ama onun düşüncelerini toplamasına fırsat bırakmadan Hamza konuştu:

   “Geçen geldiğimde yıkılan evden ve eski sahiplerinden bahsetmiştin.” dedi. Gözlerini beklentiyle yaşlı adamın gözlerine dikti. “Tanıyor muydun onları?”

   Konuşmanın uzayacağını anlayan yaşlı adam sandalyesine iyice kuruldu. “Tanımam mı… O evde büyüdüm sayılır.” Hamza’nın mutluluğu ve heyecanı gözlerinden okunurken, yaşlı adamın gözleri uzaklara daldı.

   “Muammer Bey çok zengindi. Ama bugün gördüğün o zenginler gibi burnu havada değildi. Babam onun işlerini yapardı; tamir, bahçe işleri, onun gibi şeyler… İyi de hizmet ederdi, bey ondan çok memnundu. Kızıyla ben aynı zamanlarda doğmuştuk, Muammer Bey babama hoşluk olsun diye benle de ilgilenirdi. Arada kızının piyano derslerine beni de alırdı. Çalabildiğimden de değil hani, ama kızı çok iyi çalardı. Ayla’ydı adı, çok güzeldi. Dümdüz saçları; küçücük bir burnu vardı.”

   Yaşlı adamın beğeni, acı ve özlem dolu sesinden bir zamanlar bu küçük kıza büyük bir ilgisi olduğu belliydi. İç geçirerek devam etti. “Annesi de çok güzeldi. Ayla için ‘Firuze Hanım’ın çocukluğu’ derlerdi. O kadar benzerlerdi birbirine… Bir de abisi vardı Ayla’nın, ondan çok büyüktü, okumuştu. Daha sonra şehirden bir kızla nişanladılardı onu. Sonra Muammer Bey işi için sık sık büyükşehire gitmeye başladıydı. Küçük bey de nişanlısıyla evlenip şehre taşındı, öyle büyük bir düğündü ki sorma.” Yaşlı adamın renklenen yüzünden, o günlerin hatırasının gözlerinin önünde canlandığı okunabiliyordu.

   “Tüm ailenin belki de en mutlu zamanlarıydı o günler. Bir zaman sonra bey işlerinden dolayı evine pek nadir uğrar oldu. Şehirde bir ağabeyi vardı, hep görüşürlerdi. Muammer Bey’in bir işi olduğu zaman karısını ve çocuklarını ona emanet ederdi. Ağabeyi de hiç yalnız bırakmadı onları, sağolsun.” Adamın gözlerine bir karanlık oturdu, anlatmaya devam ederken sesi çatallı çıkmaya başladı. “O aralar karısıyla arası iyice bozulmuştu. Bey şehirden geldiği günler genelde kavga ederlerdi, bütün köy duyardı onları. Sonra babam beni o eve yaklaştırmaz oldu, Ayla’yı göremez olmuştum. Bir zaman sonra da kayboldu. ‘Kaçırıldı.’ dediler. Ne üzüldüydüm. Hala da düşündükçe üzülüyor insan; o kadar küçük bir kızı kim ne diye kaçırsın? ‘Fidye için…’ dediler ama bir daha haber alamadık.”

   Yaşlı adam birkaç saniye durdu, gözlerini ciddiyetle Hamza’nınkilere dikti. “Bundan sonrası acıklıdır beyim.” dedi, “Birkaç aya kalmadan hanım kederinden kendini astı. Sonra bey de kayıplara karıştı gitti. Ankara’da görmüşler onu sözde, üstü başı perişan bir haldeymiş. Adını çağırmışlar cevap vermemiş.”

   Üstüne çöken sessizliğin ardından birkaç saniye geçtikten sonra adamın gözlerindeki buğu kalktı. Geçmişin hayaletlerinden silkinmiş, artık bugüne gelmişti. “O gördükleri bey miydi değil miydi bilmem tabi… Ama bir daha ne beyden ne Ayla’dan haber alamadık. Oğlu da uğramadı buralara, sanki herkese küsmüş gibi, gelmedi bir daha…” Hikayesini artık bitirmiş olan adam son bir derin nefes aldı. “Ya işte beyim, böyle olduydu.”

   Hamza çantasına uzanarak fotoğrafı çıkardı.

   “Resimdekileri tanıyor musun?”

   Yaşlı adam fotoğrafı aldı. Şaşkınlıktan kocaman olmuş gözleriyle fotoğrafa bakarken nefesini tuttu.

   “Ta kendileri beyim. İşte bey, hanım ve kızları…” Börekçi bir an için kaşlarını çattı. “Bu madalyonu da amcası Mehmet Bey hediye ettiydi ona. Hep o madalyona dokunmaktan doğru dürüst piyano bile çalmamıştı o gün.” Adamın gözleri yaşlarla dolmuştu.

   Hamza yaşadığı şoku belli etmemeye çalışarak fotoğrafı geri aldı. Bu yaşlı adamı daha fazla üzmek istemiyordu. Bu yüzden aklında kalan diğer soruları sormayarak aceleyle masadan kalktı. “Çok sağol ustam. Şimdi gitmem lazım, kusura bakma. Uğrarım tekrar.”

   Olanlardan hiçbir şey anlamamış olan börekçi, yüzünde şaşkın bir ifade ve önünde hiç içilmemiş iki bardak çayla sandalyesinde kaldı.

   Son hızla eve dönen Hamza’nın zihni deli gibi çalışıyordu. Sadece fotoğraftakilerin kim olduğunu duymakla kalmamış, adamın ihanete ağabeyi tarafından uğradığını da öğrenmişti. Elinde olmadan eğer hala evli olsalardı Sevil’in böyle bir şeyi asla yapmayacağını düşündü. Aklına gelen bu düşünceyi panikle beyninden savuşturması ve börekçinin dediklerini düşünmeye geri dönmesi ise iki saniyesini almadı.

   Hamza’nın yazıları ilk okuduğunda duyduğu merak şimdi iki katına çıkmıştı. Bir ihanetin getirisi olan küçük kıza ne olmuştu? Evlenip giden abi neden hiç geri gelmemişti? Firuze Hanım kendini asmış mıydı; yoksa gerçek, kadının yazdığı gibi bambaşka mıydı?

   “Beni öldürecek, biliyorum. Kağıtlar söyledi bana…”

   Hamza, gümüş kutu için harcadığı parayı tamamen unutmuş, kendini bu gizemi düşünmeye vermişti. Yol bitip de eve girdiği zaman gözü deri keseye takıldı. Bugün onu hiç açmadığını düşündü.

   “Dolunay…” diye mırıldandı, pencereden dışarı baktı. Dolunay hala birkaç gün uzağındaydı. Elini kesenin içine attı ve ordan bir kağıt çıkardı. Ortaya çıkan yazı, bütün günün olaylarının yanında rahatlatıcı kalıyordu:

   “İçinde kalmış iki dal sigarası, küçük beyin tabakası gün ışığında parlar. Yine süslü bir evde geçecek ömrü, yeni sahibine gümüşlerle dolu bir cam dolabın içinden bakacak.”

   Ertesi gün aynı kalabalık yine beklentiyle toplanmıştı. Halk her gün en az bir şeyin bulunmasına iyice alışmıştı. “Börekçi haklıymış.” diye düşündü Hamza, “Bu adam toprağıyla gerçekten çok uğraşmış.” Yine de adam tam olarak hazinelerini gömmemişti. Ama o kazı bitmeden toprağın daha neleri sakladığını öğrenemeyeceklerdi.

   O gün kazıdan birkaç kumaş parçası, bir çakı ve bir de küçük bıçak bulundu. Çakı ve bıçak meraklıları tarafından yok paraya alındı, zaten bir ederleri de yoktu. Günün paydos saatine yakın, Hamza kazının tam kenarına geçmiş, kepçenin hareketlerine dalıp gitmişti. O monotonluğun içinde gözlerini aynı yönlerde ve aynı hızda hareket ettirip dururken bir ışık dikkatini dağıttı, toprağın altında güneşin ışınlarını yansıtan bir şey vardı. Bir dakikaya kalmadan ortaya çıkınca ne olduğunu anladı: Gümüş bir sigara tabakası. Kutunun ya da bıçağın aksine, tabakada hiç işleme yoktu, ayna gibi dümdüzdü. Açık arttırma anı geldiğinde erkek alıcıların yoğunluğu dikkat çekiyordu. Hamza tabakaya yanaşmadı. Şüphesiz değerli bir parçaydı, işlemeleri olmasa da yine de bir alıcısı çıkardı. Ama o kalan son parasını bambaşka bir şeye harcamak istiyordu, ona kar getireceğinden emin olduğu nadide bir parçaya…

   Sonunda tabaka, kazıyı başından beri takip eden ve ağzından sigarasını hiç düşürmeyen bir koleksiyoncuya satıldı.

   Hamza’nın gözleri bütün gün kazıda olmasına rağmen, zihni kutudan çıkan yazılarda ve ailenin esrarlı sonundaydı. Zar zor akşamı edip de eve vardığı zaman doğruca Firuze Hanım’ın gümüş kutusunun yanına gitti ve yazılardan bir yenisini çıkardı.

   “Kartalın kağıtları… On yıl önce sizi okuduğum dolunaya lanet olsun.” Firuze Hanım kağıtları ilk defa bir dolunayda okumuştu. Kağıtlar ona hayatına birinin gireceğini haber vermiş; hemen ertesi gün de, kocasının ağabeyini hayatında ilk defa görmüştü.

   “Dolunayın kehanetlerine lanet olsun. Okuduklarımı ciddiye almamalıydım, duygularıma karşı koymalıydım.”

   Hamza o gece geç vakte kadar ayakta kaldı ve gümüş kutudan çıkan tüm kağıtları okudu.

   “Muammer’e dilencinin dediklerini yapmasını söylemiştim, keseyi aldığı gibi toprağın derinlerine gömmeliydi, hiç açmamalıydık…”

   Eski evin hanımı kağıtları okuyan herkesin başına kötü şeyler geldiğine inanıyordu. Yıllar önce kocası ile çıktığı bir yürüyüşte, ölmek üzereyken çıkagelip onlara keseyi veren dilenci kılıklı adam da böyle demişti. “Asla açmayın onu, kağıtlarını okumayın, toprağın altına gömün onu. Asla açmayın…” Gördüklerinden ve duyduklarından etkilenen kadın kocasına yalvarmış ama böyle şeylere inanmayan adamı bir türlü ikna edememişti. Muammer Kadı ilk kağıdı, “ ’Okumayın’ mış, üzerlerinde okunacak bir harf bile yok ki bunların.” sözleriyle dalga geçerek eline aldığı zaman, öğreneceği acı dersten ve ailesini saracak olan lanetten habersizdi.

   “Ayhan henüz kesenin varlığını bilmiyor. Onu buradan uzaklaştıracağım. Ne pahasına olursa olsun bu evde kalmamalı, kağıtları hiç görmemeli. En azından oğlum kurtulmalı…”

   Hamza her bir okuduğu cümlede daha büyük bir şok yaşayarak kutunun sonuna kadar geldi. En son küçük bir kağıt parçası çıktı, gözlerine inanabilmesi için birkaç kere okuması gerekti.

   “Buldum! Kartalın kesesini nasıl yok edeceğimi buldum. O kadar aleni ki bu, on yıl boyunca nasıl anlayamadığıma şaşıyorum şimdi… Kartalın sırrını biliyorum. Keşke elim keseye hiç değmemiş olsaydı, onu hemen yok ederdim, sonsuza kadar…”

    Tüm bu yaşadıklarından sonra deri kese, Hamza için iyice cazibe kaynağı haline gelmişti. Gözlerini karartarak, kesenin en diplerinden bir kağıt çekti.

   “Kartalın kağıtlarını okuyanın sonu dolunayda çizilecek.”

   Hayatında ilk defa o gece hiç uyuyamadı. Bunun nedeni sadece aileye olanlar da değildi, kendine olacak olanları merak ediyordu.

   Güneş bir kez daha doğduğunda, yatağında uzanmış, saatlerdir kıpırdamadan tavana bakıyordu. O gün kazıya iki saat geç ve de aç gitti. Boş gözlerle topraktan altın bir pusulanın çıkarılmasını izledi. Pusulayı satın almak için tüm antikacılar birbiriyle yarışmış ama o sırada Hamza’nın düşünceleri, önündekileri görmesini bile engelleyecek kadar uzaklara dalmıştı. Kalabalıkta heyecan yaratan iki şey daha çıkarıldı ama Hamza onların ne olduğuna dikkat bile etmedi.

   Akşama doğru açlığı iyice bastırmıştı. Zihni, bedeninin isteklerine daha fazla karşı koyamadı ve kazı alanını erken terk ederek kendini bir gözlemeciye attı.

   Eve döndüğü zaman ilk dikkatini çeken şey, pencereden görülen aydı. Dolunaya bir gece kalmıştı. Neler olacağını bilememek Hamza’nın sinirlerini alt üst ediyordu. O akşam gümüş kutudan çıkan tüm kağıtları tekrar okudu, fotoğraftaki güzel kadına ve madalyonlu kıza uzun uzun baktı. Gece vakti yaklaşmaya başladığı zaman yorgunluk tüm bedeninde dayanılmaz bir hal aldı. Kendini uykunun kollarına bırakmadan önce deri kesenin kağıtlarından bir tane daha okumaya karar verdi. Ertesi gün dolunaydı, ne olacağı belli değildi. O yüzden bu fırsatı iyi değerlendirmek istiyordu. Kartal şekli dağılıp yeni bir kehanet yazdı:

   “Gözyaşlarının suladığı toprak açılacak, en büyük sır açığa çıkacak. Gönüllere değeri ne büyüktür onun, yazık, şimdi hiç kıymeti olmayacak.”

   Ertesi gün Hamza, nereden geldiğini anlayamadığı yepyeni bir enerjiyle uyandı. İki gece öncesinin kehaneti onu hala ölümüne korkutuyordu çünkü kartalın kağıtlarını okuyan oydu. Altmış yıl önce bir ailenin sonunu getirmiş olan kehanetler, şimdi de onun sonunu öngörüyordu. Ama kendisinin sonu geldiğini ya da gelmediğini öğrenmesine sadece birkaç gün kalmıştı, en azından öyle düşünüyordu.

   Temel artık gereken derinliğe inmişti. Son vuruşlarını yapan kepçe, neredeyse her dalışında Hamza’nın sekiz bin yıllık kabilesinin varlığını doğrulan bir şeyler çıkarır olmuştu. Mızraklar, taştan oyma heykeller… Bütün bunlar çok büyük ilgi gördü ve hepsi birer birer satıldı. Hamza’nın taştan heykellere gözü çok kaydıysa da son kalan parasını gerçekten değerli bir şey üzerinde harcama konusunda kararlı davranıp hiçbir arttırmaya girmedi.

   Bir süre sonra kepçe bir dalış daha yaptı ve toprağın altından bir tek kemiğine bile zarar vermeden bütün bir iskelet çıkarttı. İlk başta herkes ürpertiyle nefesini tuttu ama kazı ilerledikçe bulunan yeni mızrak uçları insanların korkularını silmeye ve onları yeniden heyecanlandırmaya yetti. Ama Hamza’nın gözü kepçenin şans eseri hiç zarar vermediği o iskeletin boynundaki güneş figürlü madalyonda takılı kalmıştı.

   Hipnotize olmuş bir hareketsizlikle kazının sonunu getirdiğinde, arabasına atlayarak evin yolunu tuttu. Yolda ilerlerken zihninde bağrışan bir sürü cümle vardı.

   “O küçücük kızı öldürmüş!”

   “Karısını da kesin o öldürmüştür.”

   “Bugün dolunay…”

   “Kartalın kağıtlarını okuyanın sonu…”

   Her zamanki gibi on beş dakika süren yolu, ona iki saat gibi gelmişti. Üzerini çıkardı, yatağa uzanarak gözlerini pencereden görünen dolunaya dikti. Firuze Hanım’ın bütün o yazdıklarını okuduktan sonra, bugün deri keseye elini sürmemekte kararlıydı. Belki de kağıtlara elini sürdüğü zaman sonu gelecekti. Bu düşünce zaten korkmakta olan adamı daha da korkuttu. Hayatı boyunca böyle şeylere hiçbir zaman kafa yormamış, tek derdi doğru yatırımlar yaparak para kazanmak olmuştu. Altın kaç ayardı, saat ne kadar eskiydi, eski sahibi meşhur biri miydi? Hep gözleri ile görebileceği, soruşturarak doğruluğunu teyit edebileceği şeyler üzerinde düşünmüştü.

   Karısını çok severek evlenmişti. Ama nikahın üzerinden çok da zaman geçmeden, konusu para olan bir tartışma yüzünden boşanmışlardı. Karısının dediklerinde haklı olduğunu şimdi görebiliyordu. Eğer boşanmasalardı, belki bir tane de çocukları olurdu, ya da iki tane… Oysa şimdi bu bakımsız odada oturmuş dolunaydan sağ çıkıp çıkamayacağını düşünüyordu. Bu kazıya para kazanmak için gelmişti. Ama hayatının en büyük mağlubiyetini yaşamıştı. Üstelik bir de bu kese mevzusu vardı. Bu konudan kimseye bahsedemezdi, keseyi kimseye gösteremezdi de… Keseye dokunanın lanetlendiğine gerçekten de inanmaya başlamıştı. O kese bir aileyi darmadağın etmişti. Karı-kocanın arasına bir başkasını sokmuş; masum, sevimli, küçücük bir kızın ölümüne sebep olmuştu. Fotoğraftaki aile tablosu gözünün önüne gelince hüzün, nefret ve kararlık hepsi birden Hamza’nın benliğine hücum etti ve adam son kararını verdi. Kese sonunda onu da yok edecekti, ondan başka daha kim bilir kimleri yok edecekti. Öyleyse buna bir son verilmeliydi ama nasıl? Firuze Hanım keseyi yok etmenin formülünü bulmuştu ama o da artık yaşamıyordu. 

   Hamza ne yapabileceğini dakikalarca düşündü. Aklına hiçbir şey gelmiyordu. Üstelik çözümü bulamaması bir yana, bulsa da uygulayamazdı, Firuze Hanım’ın yazdıklarına bakılırsa keseyi yok etmek için ona hiç dokunmamış olmak gerekiyordu. Biraz daha düşünüp de aklına yine hiçbir şey gelmediği zaman, buraya geldiğinden beri başına gelen her şeyi en baştan düşünmeye başladı ve çok geçmeden aradığı sorunun cevabını kartalın kehanetlerinde buldu.

   “Son hanımın sırları açığa çıktığı zaman, kağıtları okuyan dolunayın önemini anlayacak… Tekrar toprağa gömülecek yadigar. Hanım yeni birinden doğup da eski geçmişini aramaya gelene dek karanlıkta kalacak.”

   “Yeni birinden doğmak” ile ne denmek istendiğini tam anlamıyordu ama kağıtlar bunu yazdığına göre bu olacaktı. “Yeni birinden doğmak, yeni biri olarak doğmak demek.” diye düşündü. “Keseye hiç el sürmemiş biri…” Bir an bile geçmeden ne yapması gerektiğini anlamıştı.

   Pencereden dışarı baktı. Gece biraz daha ilerlemişti, dolunay hala gökyüzündeydi. Ama artık bu Hamza için bir şey ifade etmiyordu çünkü o kararını vermişti. Keseyi ne bugün, ne de bir başka gün asla tekrar açmayacaktı. Ama o bunları düşünürken olan oldu. Bacaklarında oluşmaya başlayan uyuşukluğu geçirmek için gereğinden fazlasıyla gerindi ve hemen yatağın ucunda duran sandalyenin üzerindeki deri keseyi yere devirdi. Refleksle yerinden kalkarak, devrilmiş keseye uzandı. Yere saçılmış kağıtlardan birini keseye geri koymak için eline aldı. Yaptığı hatanın farkında vardığında, kağıdın üzerinde oluşan kartal çoktan cümlelere dönüşmüştü bile…

   “Kartalın kehanetleri onu okuyana parayı getirir, yok etmeye çalışana ise ölümü…”

   Cümleler bir mürekkep damlası halini alıp tekrar kaybolduklarında Hamza hala yaşıyordu. İlk bakıldığında, düşüncelerinde bir zafer kutlaması vardı. Oysa daha derinlere inildiği zaman, ruhunun küçücük bir parçası öylesine büyük bir korku hissediyordu ki, olabilecek en kuytu yere saklanmıştı. Yine de korkusunu göz ardı etti ve hazırlığına başladı. Deri keseyi önce bir poşetin içine koydu, sonra bir diğerinin… Bir insanın sabırla açmayı bırakacağı kadar çok poşet kullandığına karar verdiğinde, poşetlerle sarılmış keseyi içini boşalttığı valizine koydu. Valizi arabasının bagajına atarak doğruca kazı yerine gitti.

   Arabadan indi. Bir kenara doğru koyulmuş küreklerden birini kaptığı gibi temelin yanına doğru yürümeye başladı. Yıkılmadan önce eski evi gördüğünden, yeni yapılacak olanın neye benzeyeceğini de biliyordu. Kapı girişinin yerini, bahçeyi gözünde iyice hesap ettikten sonra ilk kürek darbesini toprağa indirdi. Yıkılan evin duvarı ile kutunun bulunduğu yer arasındaki mesafenin aynısını, yeni evin bahçesinde de bırakmaya özen göstererek kazdı. Çukur yeterli derinliğe ulaştığı zaman arabanın yanına gitti. Valizi yeni kazdığı toprağa güzelce yerleştirerek üstünü tekrar örttü. Bundan sonra tek temennisi, Firuze Hanım tekrar geldiği zaman poşetlerin üzerine yazdığı yazıyı okumasıydı. Eğer yaşadıklarını yeterince hatırlıyor olursa, Hamza’nın bıraktığı not onun için yeterli olacaktı.

   “Merhaba Firuze, ya da adın artık her neyse… Sen beni hiç tanımadın, ben kartalın kağıtlarını senden sonra okuyan kişiyim. Onu yok etmek istedim ama nasıl yapacağımı bulamadım. Sen bulmuşsun ama bir kere ona el sürdüğün için yok edememişsin. Kesenin kehaneti bana senin geçmişini aramak için tekrar geleceğini ve gümüş kutuyu bulacağını söyledi. Şu an ben de, onu yok etmek adına yapabileceğim en iyi şeyi yapıyorum, onu sana emanet ediyorum. Bu valizin içinde poşetlere sarılı şekilde kartalın deri kesesi ve kağıtları duruyor. Dilerim kimse ona dokunamadan sen onu bulur ve nasıl yok edeceğini hatırlıyor olursun. Hamza.”

   Güneş tekrar doğduğunda ve kalabalık tekrar kazı meydanında toplandığında Hamza çoktan arabasıyla yola koyulmuş, hatta yolu yarılamıştı. Ama evine gitmiyordu, aklında bambaşka şeyler vardı. Dükkanını ilk çıkan alıcıya, hem de sudan ucuza satacaktı. Tüm bu olaylardan sonra antikalara bir daha güvenebileceğini sanmıyordu. Ama hepsinden önce istediği bambaşka bir şey vardı. Gidip eski karısını bulacak ve ondan af dileyecekti, barışmak için elinden geleni yapacak, bu uğurda gerekirse kalan tüm parasını harcayacaktı. Hayatta gerçekten değerli olan şeylerin ne olduğunu belki biraz geç anlamıştı. Ama son şansını da harcamadan pes etmeye niyeti yoktu. Hem kim bilir, belki bu defa bir de çocuğu olurdu. Ayla gibi güzel, küçücük bir kız…

Sayfa: [1]