Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Marjuarane

Sayfa: [1]
1
Çizgi / Çizimlerim
« : 23 Mayıs 2015, 21:48:31 »

2
kaç yalnızlıkla sevişti sensiz odam
kaç kalem kırıldı ateşin korlarında

nazikçe sokuldu yaramaz bir fısıltı gibi
başucumda kırık bir aşkın kırıntıları

nefesimde süzülen anıların hırıltıları
tenimde yaşlanan gözyaşı kırıkları

acıttın beni
yalnızlık dolabından
silüetinle giyindim yine gecemi...

...

hüznün kapısının önündeki
bekleme odasının arka çeperlerine bakan
anılar bahçesinin
içinden fısıldayan
sonbahar rüzgarındaki
fetbaz gençliğin
kırık lakırtıları...

Eylül 2005

3
bana bir sen ısmarlarsın
değil mi çocukluğum
karmaşık sokaklarımda beni bulunca
sarmalanmış hüznün dumanında
dikeriz sökük hüsranlarımızı
bir de
bir şişe gözyaşıyla yamadık mı şarlatanlığımızı
değme keyfimize...



OCAK 2006

4
Şişedeki Mısralar / Camda Yürüyen Kelimeler
« : 25 Mart 2015, 00:42:56 »
1



Bitmek bilmeyen hasretin bir biblo

Kırılgan
gözlerimin üstünde

Saatler yine sensizliği açar

Islak bakışlarımın vitrininde



2



Sen,
aşkın tohumlarını ektin gittin kalbime

Ben hasretinle büyüttüm
gözlerimde


Öyle bir meyve verdi ki yüzümde

Aynada gençliğimin son kullanma tarihi geçerken

O, hep ilk günkü tazeliğini korudu

Bir kez gelip toplasaydın

Ömür boyu içerdik birlikte



1 Mayıs 2014

2 Ekim 2014

5
Düşler Limanı / İlk Aşk
« : 09 Mart 2015, 20:01:36 »
BİRİNCİ BÖLÜM

Görünür ‘Deniz Atı’ ndan gökkuşağı ve renkleri düşer martılara. Kanatlarından dökülenler oluşturur vapurlar üzerinde gölgeler. Kuşların yansımaları akıp denize maviliği içer kana kana. Bir merdiven kurulur düşlerden yükselir semaya, yükünü bırakır gecenin mercanımsı dokusuna.İşler madenlerinde gece… En nadide olan vagonlarının birinde, en güzeli bir diğerinde,en çekici olanı ise üçüncüsünde… Hepsinden mamul ‘acayip bir mücevher’ bahşeder İstanbul’ a.Ayın ışığı küfesinin dışındaki yıldızların içe verdiği hüzmelerle taşınır aşağıya. Onu bir Kız Kulesi takar boynuna bir de ilk aşkı.


Yaşadığı şehirde ona buna laf yetiştirmekten bıkmıştı.Yolda yürürken üzerinde yorgunluk hasıl oldu ve bir banka bıraktı kendini.Umursamazca bacak bacak üstüne atıp cebinden sigara paketini çıkardı ve içindeki canciğer dostlardan birini aldıktan sonra kavuniçi filtresini dudaklarıyla buluşturdu ancak nefesiyle aralarında iletişimsizlik vardı tıpkı bu şehirle olduğu gibi.Onu yakması lazımdı hemen elini cebine attı ama orası boştu. Kendi kendine dedi ki; ‘Bir türlü çakmak taşımayı beceremiyorsun.’ Etrafına baktı o kadar çok sigara içen insan vardı ki… Tam yerinden kalkıp onlardan birine müracaat edecekti ki bir anda durdu.Montunun iç cebine bakmak aklına geldi ve orada şansına küçücük bir kutucuk buldu.İçindeki sıkı fıkı dostlardan birini aldı ve ucunu kenarlarından hızlıca birine çaldı.Heyhat! Kibrit çöpü alev aldı ve ateş kağıdı yakınca tütünden gelen kaçış kokusu filtresinden nefes yoluna aktı.Bulunduğu yerde kül tablası adındaki açık mezarlardan olmadığı için o da sigarayı içtikten sonra ayağın altında ezip iki kaldırım arasındaki boşluğa gömdü.

Kendisini çok aramıştı bu şehirde ve içindeki sönük olan şehirde de.Yıkılmaz bir bina gibi görünen ama temeli bozuk ve şipşak çekilmiş bir fotoğraf misali geçmişinden kalanlar oturtulmuştu içine.Dışı sökük,sıvaları çarpık çurpuk dökük,iç duvarları çatlak çatlak,is tutamlarının odalardaki tavanları sahiplendiği,katlar arasındaki merdivenlerin demirlerine tutunsa düşeceği,döküldüğü kalıbın sağlam olmadığı bir binada şimdiye kadar gezip durmuştu.Yaşadığı yerden ona kalanlar çocukken bilmem kaç numara bol gelen ‘Büyük Ayakkabılar’ gibiydi.

Geriye bakmaktan sıkılmış zira baktıkça kısaldığını hissediyordu.Bankta otururken bir sigara daha yaktı aklına arkadaşları geldi.Derya, o kadar zorluklara,ailesinden ve çevresinden gelen engellemelere rağmen yılmadan okumuş ve avukat olmuştu.Memduh ise İstanbul’ da hastanenin birinde doktordu.Diğer yandan Ahmet karanlık köşeler de dolanmaya devam ediyordu.’ Keşke çocukken oynadığımız mahalle maçlarındaki gibi aynı takımda olup bir arada kalabilseydik.Keşke Ahmet, sen aile ve akrabalarına ceza verircesine evden kaçıp karanlık kuytularda yolunu bulmak istemeseydin… Keşke Memduh, sen de bu şehirden daha iyi bir eğitim görmek için ayrılmasaydın… En azından Derya kaldı bu şehirde.’ Diye düşündü biraz sitemin yanında biraz da hüzünle.

Kulağına müzik sesleri hücum ederken saatine baktı.Bu gece ilk kez buradan ayrılıp İstanbul’ a gidecekti.Otogara gitmek için Derya ile minibüse binmeden önce biraz daha vaktini tüketmek istemişti merkezde.Arkadaşı da daha gelmemişti zaten.Kasetçi de ‘Lose yourself’ diye Eminem’ in seslendirdiği şarkı çalışıyordu. ‘Keşke bende kendimi kaybedip sıfırlayabilsem,’ diye düşündü.Kimileri çalan bu melodiye kulak veriyor bazıları ise ‘bizim eşek te bu havadan öldü’ diye yürüyüp gidiyordu.Müzik ve ses sahnesinde; ön koltuklarda birinde ilahi sesleri ‘Şol Cennetin Irmakları’ diye, diğer koltuklarda ‘Beni Bul,Beni Vur’ nağmeleri… Bunlara karşı çıkanlar yan koltuklarda,Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz deyip te yabancı müziklere laf sokanlar kenar koltuklarda… Hepsinin üzerine salınan ise Mozart’ ın bilmem kaçıncı senfonisi… Böyle bir mozaik kulaklarında misafir olurken beklediği arkadaşı Derya gelmişti.İkisi beraber minibüse binip otogara gittiler.

Çocukluk arkadaşı el sallarken Orhan bir gece vakti onu taşıyamayan şehirden İstanbul’ a doğru giden otobüsteydi.Yolculuk boyunca hiç uyumamış ve baykuş gibi aracın camından görülen düşüncelerinin ve hayallerinin karşısında pek bir anlam ifade etmeyen ama gerçekte olan karanlıkla bakışları çoğunlukla sarmaş dolaştı.Bazen yol üstü tesislerde ve petrollerde şahit olduğu karanlıkta devreye gezen ışıklar gökyüzündeki yıldızlar gibiydi.Sabahın ilk ışıklarıyla beraber yağmur damlalarının arkadaşlığında otobüs İstanbul’ a giriş yaptı.Araç Pendik’ ten geçerken her ne kadar yolculuk boyunca uyumamış olsa da arada bir kapattığı gözlerinin verdiği yarı uykulu bakışlarla camdan etrafı izlerken bazı insanlar ısrarla İstanbul’ un narin tenine süzülen yağmur damlalarının yumuşak dokunuşundan kaçıyor bir de üstüne üstlük duraklardan medet umuyorlardı.Onun şiirle beraber İstanbul’ u ve ‘anlamını tahmin ettiği ama ne olduğunu bilmediği bir keşif’ i bulacağı hiç aklına gelmez ve de kalbine düşmezdi.

Ocağın dördünde kuşluk vaktinde Kadıköy İskelesi’nde havada gri bulutların hükümranlığı vardı ve güneş huzura dahi kabul edilmiyordu.Orhan, hem hayatında biraz değişiklik olsun diye hem de internet üzerinden ve telefonla görüştüğü Ezgi adındaki kızla buluşmak için İstanbul’ a gelmişti.Daha önce onunla iletişim halinde olmasına rağmen imkanlar lokavtta olduğu için birebir karşı karşıya gelmesi mümkün olmamıştı.Yürüyüşüne biraz heyecan bulaşmıştı.Haldun Dormen Tiyatrosu’ nun yanında çiçek satanları gördü,bakışları bir süre o tarafa yöneldi ancak ayakları onlar kadar ince olamadığı için ve bir de ilk kez buluşacağı düşüncesi onu o yoldan alı koydu.Bir süre sonra saçları kırmızı olup kar beyazı bir mont,mavi bir jeans ve yakınlaştıkça sivri,kadifemsi siyah ayakkabı giydiğini fark eden Ezgi’ yi gördü.Bir anda ne olduğunu anlamadığı bir şekilde kız dokunacak kadar yanına geldiğinde okumasını bilmeyen dilsiz kalbinin yavaş yavaş dillenmeye ve harfleri öğrenmek için çabalamasını hissetti.

Duygularının ufak ufak ses kırıntılarına dönüşmesi kalbine hiç vakit ayırmadığından doğan boşluğu doldurma çabasının yer edinme hareketlerine bürünen ‘anlamını tahmin ettiği ama ne olduğunu bilmediği bir keşif’ in yadsınamaz kurulma safhasının başlangıcının ilk işaretlerini ifade ediyordu.Bununla beraber içinin sesler bakımından zengin yataklara sahip olduğunu fark etti.Kendinde araştırmaya başladı ve bir ses daha buldu ancak bunun tonu  ilkinin ortaya çıkışından hiç de memnun değildi.Ve Ezgi konuştuğunda kulağına salınan ses zarafet yüklü ve büyüleyici tınılara sahipti.Sanki sınırları çizilmemiş dalgalardan benzersiz bir meltem salınmış,otostop yapıp takılmış denizin fısıltılarına,gizem esintisinde saklanmış Ezgi’ nin nefesinin duraklarında bitmiş yolculuğu.Kızın alımlı sesine meltemin fısıltısı vokal yapıyordu adeta.

İkisi beraber vapura binmek için İskeleye doğru hareketlendiler.Gişeden jetonları Ezgi aldı.Orhan ilk kez vapura binecek ve böylelikle bir düşüne daha kavuşacaktı.Yanındakinin vapura binmesi çok basit bir durumdu ama onun için ise çok değerliydi.Bir tane martının özgür ruhunun rolünü çoktan terk etmiş olan güneşin dünden kalma harelerinin serpiştirildiği gece Kız Kulesi’ nin ışıltılarını dekoruna aldığı yağmur damlarının kuşluk vakti hüzmelerini giydiği denizin masmavi sahnesinde süzüldüğünü izlemek, Ezgi’ nin saçlarına dokunup kat kat melodisini şiirselleştiren ve kendi saçıyla düet yapan rüzgarı dinlemek… Kızın yüzüne bakmak kendi simasında huşu kelimesini,kalbinde de aşk hecesini ufak ufak şekillendiriyordu.Vapura binmek onun için keyif verici olsa da içindeki memnuniyetsiz ses ortaya çıkıp kızın bunların hiçbirinin farkına varmadığını söylüyordu.Bunu içindeki en ücra yere postalamayı aklına not etti.Vapur Karaköy’ e yanaştı.Bir kişi halatlarla onu iskeleye bağlıyordu.

İstanbul’ un en kalabalık caddelerinden biri olan İstiklaldeydiler.Burası Moda ile benzerlik gösterse de ona göre yolun genişliği daha fazlaydı.Cadde boyunca yürümeye başladılar.Pera Palas onları en iyi şekilde ağırlayıp hizmette kusur etmedi.Galatasaray Lisesi ikisine gözlerini kırptı.Sen Antuan Kilesi elindeki yılan desenli fincanlarla onları keyif çayına davet etti… O gün için yolculukları Altunizade’ de taksiden inerek son buldu.Gördüklerini hayret verici nitelikte değendiriyordu.İstanbul’ dan özellikle kızdan fazlasıyla etkilenmişti.Dünyanın İnci’ si şiir ve Ezgi en güzel imgesiydi.O günün sonunda ağlamıştı.İçindeki İlham Perisinin sesi bu gözyaşlarını ‘İstanbul kayıp bir gemi,yelkenlerine fısıldayan –güneşin kızıllığıyla saçlarını kırmızılaştıran,yıldızların ışıltılarıyla bağlayan,saç tellerine ayın şavkını asan,gecenin gizemini bandana misali giyip boynuna sahile sarılan dalgaların öptüğü incileri takan – Ezgi’ nin sesi,senin gözlerinden kayıp seyr-ü sefer eder dostluğun üstünde’ şeklinde dile getirmişti.O gece bu durumdan hoşnut olmayan istenmeyen bir misafir gibi çat kapı gelen o ses daha sert bir tabirle ‘Neler düşünüyorsun sen! O, senin arkadaşın, dostun!’ demişti.

Biliyordu ki o gün şimdiye kadar hayatının en kıymetli olanıydı.Yedi Tepeli Şehir’ de iki hafta kalmış ve burasının bazı yerlerini ve kalbinin en güzel kısmını keşfetmişti.Olan olmuş ve Ezgi’ ye aşık olmuştu ki o gezdikleri günün gecesinde neden ağladığını tamamıyla farkına varmaya başlamıştı.İstanbul’ dan dönerken gözleri Bolu dağı’ nın sisli mahremiyetine dalıp giderken kalbindeki deftere;

‘Aşk güneşin kızıllığına soyunan deniz gibi
Usul usul sokulur gamzeleri gönlümün en güzel yerine
Kalp atışlarımın kıyısına sarılır güzelliğinle dolu dalgalar
Köprü olur zarafetin sıcacık gülümsemelerime oturtulmuş derinliklerinde’

Önce ilk aşkına bir de hüzünle İstanbul’ a

‘Serzeniş dilimde askıntı zamanın kırılganlığında
Kuruntular eskimiş lakayıtça çalan bir şarkıda
Vasiyetnamesi harap olmuş yalanımın çarpık namelerinde
Güz inler boşlukta kısık sesli avuntularda
İstanbul üşümelerin koynunda şuh kahkahalar çınlarken bağrında

Siyahla beyazın karışımında hüzün
Entarisi yalnızlıkla bezenmiş bir elbise altı
Krizantem çiçeklerinden kemerde vehameti
Saldırırken güveler buhran misali kumaşa
İstanbul giyer geceliğini ayın şavkının suskunluğunda

Sokaklar haykırışlarda atmak isterken üzerinden yalnızlığı
Kaldırımlar esaret altında sessiz adımlarda
Vuslata ermek isteyen rüzgar sevgili endamında
Kaybetmiş aşkını bir şair güzün inleyen fısıltılarında
İstanbul yıldızsız gecenin kollarına atmadan kendisini’

Diye yazmıştı.

Otobüs Ankara’ dan geçerken ‘Kız Kulesindeki bank yatağım,içmeden sarhoş olmuş bir şair,örtsün üzerimi şiirler,eskimiş hayallerden,rüyalardan ve de hüzünlerden bir ceket üzerimde,sökük,ikinci el,defolu son kullanma tarihi çoktan geçmiş,geri dönüşümsüz umutlardan pantolonum,boyasız mutluluklardan ayakkabılarım… yüzüm buruşmuş suyu çekilmiş göl gibi çatlak çatlak,gözlerimin altındaki torbaların yıllara müzayidesi açılmış,ellerim nasırlaşmış ama şiir dokulu,saçlarım kırlaşmış,gözlerimdeki ışığın pili bitti bitecek,eski bir radyonun enerjisinin sona erip bozuk çalması gibi kulaklarım… Son bakışımda Kız Kulesi ve ilk aşkım martı olsun.Ve ben gözlerim açık göçüp gideyim.’ Diye sıra sıra gemiler yanaşmıştı düşüncelerinin limanına.

Ağustos 2008 Yeniden Düzenleme Mart 2015

6
Kurgu İskelesi / GRİ
« : 15 Şubat 2015, 14:45:52 »
SAVRUK BULUTLARIN YAĞMURLARI
BİRİNCİ KİTAP: GELGİT
BİRİNCİ ANA KISIM: AHMET
ALT BAŞLIK: GRİ

BÖLÜM 1 SU

Önünde uzanan merdivenlerin basamakları gözlerine sonsuz gibi gelmekteydi.İlkine adım atar atmaz kendisini bir örümcek ağına yakalanmış sinek gibi hissetti.Basamakların sayısı uğursuzluğuna inandığı bir çift sayıydı ve onların üzerinde yürümek zorlama geliyordu.

İstemeye istemeye merdiveni çıktıktan sonra hemen cebinde anahtarını aradı ve hiç vakit kaybetmeden evinin dışa açılan kapısının kilidine soktu.Anahtar çevrildikçe kulaklarında huzursuzluğu yüklenmiş tınılar yankılanırken diğer yandan kapı çelimsiz olmasına rağmen inat edercesine açılmamak için savaş veriyordu.Daha önce onu açmakta hiç bu kadar zorlanmamıştı.Sinirle ve hırsla bir kez daha denedi ama karşısındaki bana mısın demedi.Rakibini zorlarken gömleğinin cebinden sevgi misali sigara paketini düşürmüş ve sanki çocukken arkadaşları ile oynadığı plastik bir top gibi merdivenden aşağıya zıplamıştı.’Kahretsin!’ dedi fısıltıyla kaçıp gideni görünce.Bulunduğu yerden bir kez daha inmedi ve tepesinden aşağıya atladı.’Bir işin kolayı varken vakit kaybetmenin ne manası var,’ derdi hep.

Merdivenin altı anıları gibi boştu ve oraya hiçbir eşyasını koymazdı tıpkı çocukluğundaki çocuğun sızlanmaları gibi… Kafasını soktuğu zaman karanlığı gördü.Sigara paketini aradı ancak kendi faili meçhul hayatını bulamadığı gibi ona da rast gelemedi.Bir anda aradığı yerin en kuytusunda arkadaşlarıyla oynadığı bilyeleri ve onları gasp eden en korktuğu olanı yani kendisini hatırlatan bakışlarıyla onu oldukça ürperten parlak iki cam küre gördü.Bir anda sinip hemen oradan uzaklaşma dürtüsü benliğini baskılamaya başlarken merdivenin altından çıkıp hızla basamakları çıkıp kapıya ulaştı.Bu sefer karşısındaki tek dokunuşla açıldı.Onu kapatıp bu durumu bir süre düşündükten sonra daha önce yaşadıklarından bazıları gibi eski bir elbise misali üzerinden attı.

Üstünü değiştirmesi gerekiyordu zira ter kokuyordu.Elbiselerini değiştirirken sigara paketinin gömleğinin cebinde olduğunu görmedi.

Giysilerini çıkardı ve hepsini katlayıp düzenli bir şekilde dolabına koydu zira nizamdan taviz vermezdi.Onu tiksindiren bu ter kokusundan kurtulmalıydı.Hemen banyoya koştu ancak hiç beklemediği bir engelle karşılaştı çünkü banyo kapısı kapalıydı.Kulbunu tuttu lakin uğrunda her şeyini verdiği arkadaşının sözleri gibi elindeki bir türlü dönmedi.Zorladı,zorladı ama açılmadı.Yavaş yavaş bedenini rehin almaya başlayan bu pis kokudan temizlenmeliydi bu yüzden çok telaşlı ve de tedirgindi.’Kahretsin!’ dedi bir kez daha ‘Bu kapı da sıkıştı.’ Bu aralar hafızasının dolaplarına yerleştirdiği yeni raflardan bozma tozlu olanlarına sarfettiği kelimeden çokça koyuyordu.’Bu pisliğin içinde boğuluyorum’ diye feryat ederken kendisini sıkıntıya sokup boğuyordu sanki bir kabın içinde durmuş ter damlalarının üzerinde birisi onu kırbaçlıyordu.Kapıyı açmak için acele ederek ter damlaları sanki çok önemli şeyler anlatıyormuş gibi konuşan bazılarının etraflarına topladıklarına katılmaya devam edenler misali bedeninde çoğalarak ilerliyordu.

Kapı açılmamakta direne dursun üstündeki koku arttıkça arttı.’Hay aksi, kulpu da kırdım,’ dedi kendi kendine.Bundan sonra endişesi daha da arttı.Sanki hareketleri evinin sessiz haleti ruhiyesine bağırıyordu bu kokunun elleri beni boğuyor diye.Çok sinirliydi ancak kapı, karanlık köşelerde yürümeden önce başvurduğu işyerlerinin patronları misali onunla alay edercesine tık diye açıldı.Artık nasıl olduğunu hiç düşünmeden hemen banyoya girdi ama tertemiz fayanslarının üzerinde giderken gözüne küvetin köşesinde olan bir hareket ilişti.Müsebbibi bir hamam böceğiydi ve yavaş yavaş ilerliyordu.Aniden durdu zira bu iğrenç yaratıklara dayanamazdı.Kendisini sanki iki dağ arasına sıkışmış gibi hissederken gidecek yer bulamıyordu.Önce hamam böceğini tertemiz banyosundan def etmeliydi.Yaratık ise onu hiç tınmıyor yaklaştıkça yaklaşıyordu.Bu böcek çok pisti ve çıplak ayaklarının yanına kadar gelmişti.Ondan kaçınırken ayakları geri geri gitmeye başladı.

Yaratığın adımlarının sesi tıpkı eski hatıralarındaki yakın dostlarının ki gibi tertemiz banyosundaki zeminin üzerinde yankılanıp adeta ona eziyet ediyordu.Geriledi,geriledi… Sanki elinde bıçağı olan bir katil onu tehdit ediyordu.Artık gideceği daha fazla yer kalmadı ve bedenindeki kapalı kapının soğukluğunu hissedip yolun sonuna geldiğini anladı.Bu yaratıklardan kendi yaşadığı hayattan iğrendiği kadar tiksiniyordu ve de tenine dokunmasını hiç istemiyordu.Aklını hemen bir düşünce ziyaret etti ve yaratığı ne kadar iğrenç ve korkunç olsa da ez diyordu ki bu tanıdıktı onun için.’Öyle de bastıktan sonra bu pis ve koskocaman yaratıktan kan akacak,kabuğu parçalanacak ve bir de bu yetmezmiş gibi ayağıma bulaşacak,’ dedi, ziyaretçiye cevaben.Sonra geleni gönderdi ve daha önce yapmadığını yapıp vazgeçti.Karşısındaki ise kurduğu çarpık hayaller gibi ayak parmaklarına tırmanıyordu.Çok umutsuz olmuştu ancak son çare olarak kedi nasıl köşeye sıkıştığında pençelerini gösterirse o şekle bürünüp uzanacağı bir şeyler aradı ve çılgın gözleri köşedeki fırçayı fark etti.Onu aldığı gibi böceğe vurdu ve yaratık düştü, cansızlaştı.Sinirli sinirli gülüyordu eğer o görünüşünün fayanslarda yansımasına bir bakmış olsa… Sonunda pis hayvanın hakkından gelmişti. Hem , kendisi karanlık sokaklarda dolaşırken karşısına gelenleri korkudan gözünde büyüttüğü gibi koskocaman hamam böceğinden kan da akmamış banyosunun zemini de kirlenmemişti.Fırçayı yerine koydu ama altında hamam böceği yoktu.Bakmadı o tarafa hemen küvetini doldurmak için vanalara hücum etti. Bir an önce suya girip bu pis kokulu kendi elbisesinden kurtulmak istiyordu.Sabah o kadar fayansları temizlemesine rağmen fırçadan bir tel düşmüş ve o da küvetin köşesindeki kırmızı fırça telini unutmuştu.

Suya girdi ve hiç vakit kaybetmeden temizlenmeye başladı.Kirli elbisesinden kurtulduğunu düşünürken, su vanadan aktıkça ayaz ruhuna meltem esintisi sağlıyordu.Vanayı ne zaman açtığını hatırlamıyordu, sonuçta suya kavuşmaktı önemli olan.Tenine değdikçe neşeleniyor ve gülüyordu. Şu an bedeninde gezen onun tutunabildiği en değerli gerçeğiydi.Bir an bile olsa suyun dokunuşu olmadan yaşayamayacağını düşünürdü.Onlar yolcuğuna devam ettikçe bedeninde –dibine ışık vermeyen mum misali- sevdiği kızın kıpkırmızı dudaklarının tatlı ve serinletici yumuşaklığını hissediyordu.Tenindeki yolcu onun vazgeçilmez en değerli elbisesiydi.Banyoda o kadar çok kaldı ki artık temizlendiğine kanaat getirdi ama vanayı kapatamıyor ve küvette çırpınıyordu.Su, tsunami misali geçmişinin geleceğine kir tutmuş yüzü köhne hayallerinin barınakları üzerinde yükseldikçe yükseliyordu… Sanki boğuyordu onu.Oradan çıkmalıydı, hemen çıkmalıydı yoksa çok sevdiği gerçek onu öldürecekti.Kapana kısmıştı. Köpek balığına yakalanmış balık gibiydi, suyun dişleri bedenini kemiriyordu.Küvetten hışımla ve korkuyla düştü tıpkı bir akvaryum balığının yaşam yerinden atılması gibi.Suyu üzerine giymiş bir şekilde hemen ayağa kalktı.Küvetten dışarıya su taşmamış zaten vana da kapalıydı.Kapısı daha önceden bıraktığı gibi açık olan banyosundan çıktı.

Kapıdan çıkarken çocukluğunun nasıl geçtiğini bilmeyen adımlarının hırıltılarının nahoş sesleri sel misali arkasından geliyordu.Ardından çıyanlarla örülmüş ya da ördüğü kapı kapandı.Banyonun tavanındaki sisten eller zemine doğru uzanırken örümcek ağları köşelerde cirit ata dursun duvarlardan kurumuş boyalar dökülüyordu.İçinde kararan duygularla kanatlandırdığı geleceğinin ucube panayırında raks eden pespaye kişiliklerinin kanlarıyla beslenen çarpık umutlarından sadece bir parça olan sivrisinekler alanda turluyordu.Zemin mozaikti ve bir çok yeri kırılmıştı orada da kırkayaklar merasimdelerdi.Tabanın üzerindeki bir çok yeri kıl parçaları,sabun artıkları parsellemişti.Kenarlarında bir çok türde karıncalar gezinirken fırçası pejmurdeleşmiş ve kılları iyice keçeleşmişti.Bu çöplüğün arasında küvet falan yoktu.Vananın altında tabanı delik dışı iyice islenmiş bir kova vardı.İçine çamur gibi su dökülürken kırık maşrapa yanında olup içerisinde iğrenç böcekler dolanırken hamam böcekleri karıncalara tur bindiriyordu…

Odasında durdu ve bir süre düşündü,üşüyordu ve su damlacıkları üzerinde kuruyordu.’Hayııır!’ diye bağırdı.Su damlacıkları heba olmamalıydı.Geri döndü hemen tek bir dokunuşla kapının kulbundan tuttu ve enfes banyosuna girdi.Duvarlar, ona göre en değerli malzeme olan granitten yapılmış olup üzerinde altın kaplama askılık bulunuyordu.Onun topuzlarındaki yuvarlaklar da gümüştendi.Çok sevdiği, çok güzel kokan mavi bornozu için bir süit gibiydi.Giysiyi aldı zira damlalar boşa gitmemeliydi.Su, elbisedeki boşluklara girdi ve çok sevdiği kızın kokusunun bir gün gitmeyeceğini sandığı gibi teninden uzaklaşmayacağını zannetti.Banyosundan çıkar çıkmaz kapısı kapandı.Sadece görmek istediklerini görüyordu.

Yıkık dökük duvardaki paslanmış askılık mozaik kırıklarla dolu zemine düştü.

Sessiz duvarlarının çığlıklarında kasvetli tınılar yankılanıyordu…

MAYIS 2006-YENİDEN DÜZENLEME OCAK 2015

7
Şişedeki Mısralar / Kasım Akşamı
« : 06 Ekim 2014, 01:01:51 »
 soğuk kasvetli ev sahibi
karanlık bekçi köpeği
herhangi bir sıcaklığın casusluğuna karşı teyakkuzda

içimde bir mahalle;gece
sessizliğin devre mülkleri kurulu köşelerinde
ışıltılarını kaybetmiş yıldız kıvamında
birbirlerini bağlayan geçiş yolları
olmamış çocuğa don biçilmiş aşktan

özlem bir martı;arayışta
sessizliğin bloklarında daireler çok
alıcı görünümündeyken aslında kiracıymış

bir kasım akşamı içimde deprem
ne binalardan eser var ne yoldan ne de martıdan

içimde yeni bir mahalle;gündüz
umudun çadırlarıyla bezenmiş
birbirlerini bağlayan geçiş yolları
olmuş çocuğa don biçilmiş aşktan
tentelerinin üzerinde narin iki düş fısıltısı

kuzgun ve anka

...

kışın ince beline sarılmış ayaz dokulu buzdan kemer;şubat

Kasım 2007

8
Kurgu İskelesi / Cypraqual: Kolye (14.Bölüm 2.Kısım)
« : 05 Eylül 2014, 00:54:44 »
CYPRAQUAL: KİTAP 1 KOLYE

 

GİRİŞ

 

“Hey! Sizi hizmetkar bozuntuları,koşun!” diye aceleci,rahatsız edici bir ses tısladı.

“Ne oldu,ne bağırıyorsun,kan görmüş emici gibi!”

“Efendimiz siyah bir ejderhayla savaşıyor,yukarıya bakın.” dedi ilk tıslayan ses.Üç parmaklı,derisi kahve-yeşil ortaklığından doğmuş yaratık kıllı parmaklarından birine gökyüzüne kaldırdı.

Bir tanesinin pulları yer yer griye çalan siyahlıkla olan diğerinin ise kan kırmızısı renginde olan iki ejderha mücadele ediyordu.Kırmızının cüssesi siyahtan daha büyüktü ancak ne kadar da mücadelelerde boyut önemli olsa da kazanmaya yeterli değildi.Daha çok atak görünen siyah, pençelerinden birini kırmızının kanatlarından birine savurdu ama bu hareketi istediği sonucu vermedi çünkü Kırmızı oldukça atikti ve saldırısından kurtulmayı başarmıştı.Ayrıca o,rakibine karşı daha sabırlı ve temkinliydi.Diğeri ise aceleciydi ki siyahların karakterleri ejderhalar arasında sabırsız olmalarıyla bilinirdi.Bu ejderha da karakterini sergileyerek bir an önce bu durumu bitirme çabasındaydı.Anlatılanlara göre bu iki renkteki ejderhaların mücadelelerinde kazanan çoğunlukla kırmızılar olurdu ve bunu da sabırlı olmalarıyla sağlarlardı.

Dacassyre isimli kırmızı ejderha Cypraqual dünyasının doğusunun büyük bir kısmını kapsayan diyarın hakimiydi.Şimdiki rakibi siyah ise onun topraklarına izinsiz girmiş ve bu terbiyesizliğine bir de savaşmayı eklemişti ki bu  Dacassyreye göre kendisine yapılan çok yanlış bir hareketti.Siyah, bir kez daha saygısızlık edip tekrar taarruza geçti ve bir pençe daha savurdu ki bu sefer birkaç kırmızı pula dokunup hasar verebilmişti.Kırmızı bu teması hissettiyse de hiç renk vermedi.Onun rengindeki  türünden beklenmedik bir hareketle bir anda geri dönerek diğer ejderhadan uzaklaşmaya başladı.Siyah şaşkındı zira bunu kırmızıdan hiç beklemiyordu ve rakibinin korkup kaçtığını düşündüğünden durumdan da hiç şüphelenmedi.Onun akabinde savaşı hemen sona erdirmek düşüncesiyle ardına takıldı.Dacassyrenin bu geri dönüşünün ve ondan uzaklaşmasının bir yanılsamadan ibaret olduğunu diğer kurbanlar gibi anlayamamıştı çünkü kırmızı belirli bir yöne gidiyordu.

Kırmızı geriye dönüp uzaklaşmaya başladığı anda aşağıdaki yaratıklarda aralarında dolanan fısıldaşmalar ve sinsi bakışmalar vardı.

“Gösteri zamanı!” diye nara attı bir tanesi ve diğerleriyle beraber efendilerinin gittiği yöne bataklığa doğru seğirttiler. Dacassyre bataklığın üzerinden geçtikten sonra hemen ardından gelen siyahın aynı yere gelmesiyle oradan mızraklar fırlatıldı.Bataklıktan atılanlar siyahın gövdesini,kanatlarını ve boğazının bulamakla kalmayıp onları da yardı.Kendisinin tuzağa düşürüldüğünü gökten yere doğru helozonlar çizerek düşerken fark etmesi ona bir fayda sağlamayacaktı.Bu durum ölümünün kaçınılmaz olduğunu Ona göstermişti.Siyah düşerken Kırmızı ejderhanın yanılsamasından ibaret olan bataklığın ortasındaki kenarlarına mızrakların atılması için koyulmuş platform göründü.Ve kuyunun ağzı kurbanı alabilecek şekilde bir yılan misali genişledi.

Ayrıca mızrakların ucunda zehir bulunduğu için yaralı ve tamamen uyuşmuş durumdaki ejderhanın kuyuya düşmesiyle kurbanı daha hızlı ilerletmek adına onun içindeki kenarlardan akacak olan sıvı devreye girdi.Kuyunun çıkışı kırmızı ejderhanın buluşu olan büyüyle güçlendirilmiş  bir sıvıyla doldurulmuş geniş bir mağaradaki ininde bulunan havuza açılıyordu.oraya ulaştıktan tıpkı siyahın karşılaştığı gibi boyutsal bakımdan küçülüyor ve kerketnkeleden bozma minik bir yaratığa dünüşüyordu.

Dacassyre, havuzundan onu aldı ve bir kürenin içne koydu.Kapattıktan sonra çok az ejderhanın bildiği kadim kelimeleri söyledi ve kürenin içindeki bir sis bulutu olana kadar döndü.Yaratık dönerken kırmızının zihnine onun geçmişine ait imgeler yansımıştı çünkü ejderha siyahın anılarında dolanmıştı.Bir süre sonra da büyüyü sona erdirip kapağı açtı ve çıkan sis bulutunu yakalayarak daha önce tuzağa düşürdüğü ejderhaların ruhlarını barındıran yeşil kristal taşının içine koydu. Son kurbanından sonra kükreyip yine inini salladı zira istediğini alamamıştı.

Hizmetkarları bu devasa ses karşısında kulaklarını kapayıp sindiler.

 

BÖLÜM 1

 

Odayı nefes alış verişlerle bezeli sesler doldururken bunlara dışarıdan izinsiz müdahalede bulunuldu zira onların arasına korsan kapı tıkırtıları karışmıştı. Odanın köşesinde bulunan yatakta kestane saçlı bir insan uyumaktaydı. Kapıya vurma sesleri artık Ona uyanma vaktinin geldiğini haber veriyordu. O da istemeye istemeye bu çağrıya kulak vererek uyandı ve sarsakça kapıyı açtı;

“Ne istiyorsun!” diye karşısındaki çocuğa söylenmişti. Gelen aldığı emirleri insana iletmekle görevlendirilmiş ve monotonca ‘Bilge seni çağırıyor’ demişti. Kapıyı kapattıktan sonra homurdanmaya başladı ‘hay bilgesine…’

Marjuarane isimli insanın yaşadığı yer bir liman şehri olup doğusuna düşen harebelerden yeni gelmiş ve uyuyalı da iki saat olmuştu. Orada, arkadaşlarıyla beraber  büyük siyah ejderhanın yardakçası ve onun kendi türündeki daha küçük kırmızı Allinord adındaki olanının hizmetkarlarıyla mücadele etmiş ancak bunun üzerinden çok az zaman geçmesine rağmen Bilge yine onu çağırıyordu ki Ona karşı gelemezdi.

Üstünü başını giyindikten sonra evinden ayrılıp Bilge’nin bulunduğu şehir kütüphanesine yol aldı. ‘Bilge’ diye çağrılan şehrin en çok söz dinlenen ve birçok kitaba ev sahipliği yapan değerli bir yer olan şehir kütüphanesinin de sahibi olan bir insandı ve O da Marjuarane’nin gelmesini bekliyordu.

Bu liman şehri dünyanın batısının en önemli yerlerinden birisiydi ancak bu bölgeyi himayesi altına almaya çalışan zalim siyahın baskısı altındaydı ki bu gün be artarken şehre yapılan birkaç saldırıda bazı binalar hasar görmüştü ancak bunlara kütüphane dahil değildi. Kuşatma günleri artıyor ve burası batıdaki bazı yerler gibi kolay kolay teslim olacağa benzemiyordu.

Marjuarane kütüphanede ikisinin her zaman görüştüğü odadaydı ve karşısındaki Bilge’nin etrafında Cypraqual dünyasının eski tarihine ait karışık bilgilerin bulunduğu kitaplar görünüyordu.O bekliyordu ancak şehrin en ileri geleninin kendisini tekrardan neden çağırdığını da hiç merak eder görünmüyordu zira Marjuarane kütüphaneyle hiç dost değildi ve burada bulunmak hoşuna gitmezdi.

Bilge, onu daha fazla merakta bırakmadan dedi ki;

“Bu kitapların ne olduğunu biliyor musun?”

Karşısındaki ses çıkarmayıp aval aval bakınca cevabı ‘Bunlar uzun zamandır araştırdığım dünyanın eski tarihine ait kitaplar’ diye verdi. Bu sözler Marjuarane’ nin kitaplara bakışını değiştirmemişti zira onlar, onun için bir anlam ifade etmiyordu. O, ‘Ben savaşçıyım, kitaplarla ne işim olabilir ki… onunla vakit geçereceğime bir morlonk öldürürüm daha iyi’ diye düşündü.Ve yine bekleme modundaydı. ‘Bilge de kaplumbağanın yürüyüşü gibi konuşuyor’ diye de içinden söylenmeye başladı.

Bilge onun beklediğini yapmayıp kitapları toplayıp savaşçıyı da alarak odadan çıktı. Yanındakini çalışma bölümüne götürdü. Orada kitaplıklardan birine dokundu ve onun temasıyla sıra sıra dizilmiş diğerleri birbirlerine çarparak kütüphanenin o bölümünde yerlere serildi. İkisi, dökülen kitapların üzerinde yürüyerek ortadan kayboldular.

Kendilerini odanın duvarlarındaki raflarda kitaplar ve diğerlerinden farklı olarak işaretlenmiş parşömenler ve ahşap bir masanın arkasında oturan cübbeli bir şeklin karşısında buldular. O, aniden ortaya çıkanları görünce hiç şaşırmayıp işaret etmesiyle beraber Bilge, elindeki kitapları masaya koydu ve onları tek tek alarak masanın üzerine belirli bir şekilde yerleştirdi.

Marjuarane bu kişiyi tanımıyor ve yüz ifadesi de sıkıldığını gösteriyordu. Zaten şekilde şu an için insanla hiç ilgilenmiyordu. Masada on kitap olup onların dokuz tanesi bir çember olacak şekilde dizilmiş ve kalan da merkezine yerleştirilmişti.

Marjuarane tam konuşacakken cüppeli şekil şehrin en değerli büyücüsü onu susturdu zira onun gibilerin icra ettikleri sanat gizemli olduğu için dolayısıyla onlar da böyle bir tavrı seçip gizlilikten hoşlanıyordu. Büyücü, kitapların her birine kum tanecikleri serpiştirdikten sonra onlar da kitap kapaklarının içine girdi. Savaşçı bunu suspus izlerken kum taneleri çoktan gezintiye başlamıştı bile. Bunların kısa seyahatleri sürerken her bir kitap kapağının üzerinde dokuz tanesi çemberin kenarında ve bir tanesi de merkezinde olan saydam kuleler yükseliyordu. Kenardaki olanların birbirlerine olan uzaklıklarıyla hepsinin merkezdeki tek kuleye olan uzaklıkları da aynıydı. Kum tanelerin yolculukları kitaplar arasında devam ede dursun çemberin kenarındaki kuleler arasında onların üst kısmıyla alt kısmını birbirine bağlayan yollar oluştu ve bunlar tamamlandıktan sonra dokuz tanesinin orta kısımlarından merkezdeki olana bağlanan başka yollar meydana gelmişti ki bunlar yapılar arasındaki geliş gidişleri sağlayacaktı. Bu çemberin dışında onların etrafını kaplayan orman görünürken saydam kuleler silikleşti ve bir süre sonra kayboldu zira gezinti sona ermişti. Ardından kitaplar eski haline dönüştü.

Bilge sözü aldı;

“Bu görüntü uzun süredir bu kitaplarda araştırma yaptığım efsanevi Kuleler Şehri’ne ait. Sonunda Cypraqual’un eski tarihine ait metamorfozun ilk zamanlarına müteakip kitapların sayfalarında bu şehri buldum. Büyücü de yaptığım araştırmayı sana anlatmak için kitapların sayfalarını görselleştirdi. Seni neden çağırdığıma gelirsem— “

“Dur tahmin edeyim: benden bu şehri bulmamı istiyorsun,” diyerek sonunda dilinin kapısını açmayı başardı büyük bir keyifle Marjuarane zira bu gidişle konuşamayacaktı. Diğer taraftan Bilge sözünün kesilmesine kızdıysa da savaşçının şevkine bağladı.

“Tam olarak değil savaşçı hem daha anlatacaklarım bitmedi ki. Okuduklarımdan anladığıma göre böyle bir yer inşa edilmiş. Bildiğiniz gibi metamorfoz olduğunda dört boyut yani dört dünya birbirine girmiş bunun sonucunda tek boyut haline gelip Cypraqual adındaki şimdiki yaşadığımız dünya oluşmuş. Bu dönüşümden sağ çıkan insanlar, elfler, cüceler, kötü yaratıklar ve ejderhalar bu dünyanın kendilerine ait olduğunu önü sürdüler. Ayrıca bu kaos ortamında tanrılardan da hiçbir işaret görünmüyordu. Amacı ırkların bu yeni oluşan dünyanın kendilerine ait olduğunu diğerlerine göstermek adına birbirlerine arasında kanlı savaşlar meydana geldi. Öte yandan kendilerini bu mücadelenin dışında bırakan birkaç yüz insan, elf ve cüce barış içinde yaşayabilecekleri yeni bir yer arayışına girdiler ve sonunda cücelerin çok daha fazla yardımlarıyla bu şehri inşa ettiler. Kuleler bunların ortak kullanım alanları olup ormanda elfler, yer altında cüceler ve yapıların arasında da insanlar yaşıyormuş. Her kulenin bir büyücüsü mevcut olup merkezdeki olana bağlıymış.”

“Bu üç ırkın beraberce yaşayabildiği tek yer burasıymış demek ki,” dedi büyücü esefle.

“Haklısın, ben de böyle bir yerin olduğuna inanamıyorum doğrusu. Ejderhalarla mücadele etmek varken biz de birbirimizle savaşıyoruz. Elfler, cüceleri sevmez, onlar elfleri,insanlar her ikisini… Mağrur salaklar,” dedi savaşçı horgörüyle

Bilge tekrar konuya döndü.

“Bu efsanevi şehrin on tane liç olan koruyucuları var.Şimdiki zamanda oarada yaşayan olup olmadığını bilmiyorum ve şehrin oldukça uzakta olduğuna hatta sular altında kalmış olabileceğine inanıyorum. Tahminime göre bu şehir Ascander denizinin çok çok ötesinde çünkü araştırmalarım beni o yöne sevk etti. Kanımca oranın bulunduğu kara parçası büyük parçadan ayrılıp uzaklara kaydı gitti.”

“Senin tahminin doğrudur Bilge. Kıyıdan denizin en uzağına kadar gideriz ve dediğin gibiyse orayı buluruz,” Savaşçı hemen çözümü bulmuştu.Bu sözden sonra büyücü ona horgörü zengini bir bakış attı.

“Öyle de savaşçı liçleri unutuyorsun. Bir de bazı ölü elflerin ruhları da var. Liçleri ve o ruhları yaşayanların geçmesi olanaksız ki onların gücü çok fazla ve geçit vermez.”

“O zaman bu anlattıklarının bir faydası yok,”

Büyücünün elinde kristallerle bezenmiş olup zincirinin birleşme kısmında dört renkten oluşan kristallerin birleşimi olan bir kolye vardı. Onu insana uzattı ve;

“Bu kolye, yolculuğunda tehlikelere karşı sana yardımcı olacak,” dedi. Marjuarane, bir şey anlamamıştı ama büyücünün uzattığını Bilgenin işaret etmesiyle ondan aldı ve boynuna taktı.

Tam konuşmaya hazırlanırken Bilge onu yine susturup sözlerine kaldığı yerden devam etti.

“Seni çağırmamın sebebi, büyücünün de söylediği gibi bir yolculuğa çıkacaksın. Ancak bu seyahat konuştuğumuz şehri bulmak için olmayacak aksine batının tersi doğuya büyük kırmızı ejderha Dacassyrenin inine gidip bana yeşil bir kristal taş getireceksin.”

Savaşçı tam itiraz edip bunu diline yansıtabilecekken Bilge yine ona müdahalede bulundu ki insanın sabrı taşıyordu.

“Yanına güvenebileceğin iki kişi daha alıp bu yolculuğa hiç vakit kaybetmeden çıkmalısın. Siyahın baskısı gün geçtikçe artıyor ve şehrimizi korumakta zorlanıyoruz. Bu taş son ve en güçlü umuduz,” diye bitirdi sözlerini sonuna doğru sesi yumuşayarak. Marjuarane yutkundu.

“Sen neden bahsediyorsun! Onun bölgesi o kadar uzakta ve kaldı ki kaç tane ini vardır . Hem nasıl bulacağım bu taşın olduğu ini ki oraya ulaşsam bile girmek çok daha tehlikeli sonuçta bir ejderhanın inine girmeye çalışacağım bir de üstüne üstlük yeşil bir taş alacağım oradan. Bu ölümün kendisiyle tokalaşmak gibi bir durum ancak sen şehrimizin en ileri geleni en büyüğüsün sana karşı gelemem. Eğer dediğin gibi bu taş bizi ejderhadan yani şehirden kaçtığımızda  ‘kurtaracaksa’ elimden geleni yapacağım. Sormam da mahsuru yoksa bu taş ne için gerekli! Basit bir taş ne yapabilir ki!”

“Kitaplara göre bu kötü ruhları ve liçleri alt etmek için kadim ruhlar gerekli. Bağlantılarımdan öğrendiğim kadarıyla yeşil taşın içinde ejderha ruhları barınıyormuş. Araştırmalarımda bu kadim ruhlardan ejderhalar diye bahsetmiyor ama ben bunların Kuleler Şehri’nin muhafızlarını alt edebileceğini düşünüyorum. Öte yandan kırmızının onları niye hapsettiği hakkında da hiçbir fikrim yok.”

“Belki de ejderha da bahsettiğimiz yeri arıyordur,” dedi hiç bekleme yapmadan gözüpek savaşçı. Büyücü, insandan böyle bir söz duyunca gülmeye olta atmış ama alaycılığı yakalamış bir ses çıkardı.

“Hah! Ejderhalar yakmaktan,yıkmaktan,öldürmekten ve ne işlerine yarayacaksa hazine toplamaktan ve beslenmekten başka bir şeyden anlamıyor. Tanrılar da kayıp olunca iyice başımıza bela oldular. Ejderhanın böyle bir şey düşünebileceğine ihtimal vermiyorum,” dedi cüppeli şekil sonuna doğru ciddileşmişti.

Ve son söz Bilgeden geldi.

“Bana o taşı getirmelisin Marju. Kurtuluşumuz ona bağlı.”

Konuşmalar sona erdikten sonra büyücü tarafından ikisi kütüphaneye geri gönderildi. Marjuarane ayrılmadan önce şehrin en ileri geleni ona ‘Unutma! Kolye büyülü bir nesne ve güçleri var.(Ona içinde güçlerin hapsedildiğini ve kurtulduklarında neler olabileceğini bilmediğini söylemedi.) O, senin bazı güçleri kontrol etmeni sağlayacak. Bu şehirden sadece sen,ben ve büyücü haberdarız ve yanında götüreceğin iki kişi de sayende öğrenecek.Başka kimse bilmemeli!’ demişti. Savaşçı da ‘Duyduğuma göre böyle büyülü nesnelerin kullanımından doğan yan etkileri varmış,’ diye konuşmaya devam etmişti.O da ‘daha önce duydukların bunlar hakkında safsata hem büyücü sana öyle bir şey demedi.Yolculuğa çıkmadan önce beni gör.’ Dedikten sonra onu kütüphaneden göndermişti.

 

Giriş ve 1.Bölüm Ağustos 2008

9
Kurgu İskelesi / Doğum Günü Hediyesi
« : 05 Eylül 2014, 00:23:42 »
1

"Lara,kızım,bugün annenin doğum günü, bak müzik aletleri satan bir dükkan..."

"Aman baba yine mi mandolin?"

"Ah kızım... hem bak bunun dışı bakan kişinin gözlerindeki renge göre değişiyor; şu gördüğün ekrandaki alıcılar var ya; gözlerdeki rengi algılayıp, o içlerindeki zerre kadar kaydedicilere kaydedip mandolinin en dış kısmındaki saydam yüzeye uyguluyor, eşleştiriciler; renklerin tonlarını ayarlayıp ya da rengin diğer renklerle olan senkronizasyonunu en yüksek seviye olasıkla sağlayıp ince katman halindeki dış yüzeyin en dış kısmı -
na uygulayabiliyor, birleştirici sistem; incecik katmanı ortadan kaldırıp iç kısımdaki ana göz rengiyle
dış kısımdaki tonlarına ayrılmış ya da eşleştirilmiş renklerin karışımını sağlıyor. Sonra sen saydam kısma baktıkça içindeki renklerin değişimini görüyorsun. Ayrıca mandolin kullanıldıkça ortaya çıkan sese uygun renklerin değişimini sağlayan interaktif bir sistem de mevcut. Mandolin harekete duyarlı; annen parmaklarını oynatsa yeter.

Hareket algılayıcı sistem annenin parmaklarının hareketlerini dijital haznesine kaydedip depoluyor. Annenin parmak hareketlerine göre çıkan melodi kaybolmuyor da yeniden oluşturuluyor.
Onun bir parmağını oynatıp melodinin başlangıcını sağlaması yetiyor; aynı melodiyi oluşturmak
için diğerlerini oynatmasına gerek yok. Mandolindeki yapay zeka dijital haznede depolanan hareketleri oradan alıp melodinin devamını sağlıyor. Melodiyi oluşturan hareketlerin oluşumuna göre sesin perdesini ayarlayan bir sistem de
mevcut.Bu sistem sesin perdesinin incelip yükselmesini hatta kreşendoya ulaşma oranını,basını, tizini ayarlayıp insanların kulaklarındaki reseptörlerle münasebete girip en temiz ve ayıklanmış sesi ortaya koyuyor. Ses melodiyi dinleyenlerin kapasitesine göre ayarlanıyor.Şayet annen o
ezgisel sesinden bir buket bahşederse mandolinden çıkan ses  onun sesinin perdesine göre hareket  ediyor.İki sesin enfes bir uyumu sahneleniyor.

Bu mandolinin üç boyut seçeneği de var; istersen renklerin değişimini sağlayan
saydam kısmı ortadan kaldırabilirsin.Küçültme sistemi devreye girdiğinde saydam kısım akışkanlaşıyor  ve mandolinin ana kısmındaki maddedeki boş keseciklere akıyor; onun bir parçası oluyor. Tekrar oluşturmak  istersen sistemin sağladığı yüksek düzeydeki titreşimlerle kesecikleriden ayrılan akışkan sıvı tekrar saydamlaşıp dış yüzeyi oluşturuyor.Şu zamanda prototip halindeki küçültme aletini de kullanıp cebine sığacak kadar boyutunu küçültebilirsin.Ve en önemlisi güzellik tanıma teknolojisivar; annen dünyanın en güzeli olduğuna göre mandolin sadece O'nu tanır,sadece O'na özel tıpkı gözlerim gibi..."


"Off baba,ne çok konuştun, al da gidelim mandolini,vapur
kaçacak."


"Öyle deme kızım ne de olsa benim tasarımım burda en son
rütuşları yapıldı,annene basit bir doğum günü hediyesi
vermek olmaz..."

2

“Of baba, ne çok konuştun, al da gidelim mandolini, vapur kaçacak.”

“Öyle deme kızım…” diye devam ederken adam sözlerine, kızına karşı konuşmaya devam ederken bir de beynindeki bir kısımda şüpheli düşünceler oynaşmaya başlıyordu.

Nitekim sözünü bitirdiğinde; beynindeki koridorların birinde sonlarına doğru bir odaya açılan üstünde ‘dikkat’ yazan bir kapı bulunuyordu ki şüpheye düştüğünde o koridora giriyor ve düşünceleri yoğunlaşınca da o odaya başvuruyordu. Oraya girdiğinde bir sinyal düştü ve ‘hemen oradan uzaklaş’ diyordu.

Adam kızının konuşma tarzındaki yoğunluğu, sesindeki alçalıp yükselen vurgulamaları, ton davranışlarını ve değişimini fark etmişti ki beynindeki o odaya sinyali gönderen arkadaşı bunun sonucunu anlamasını sağlamıştı

Oradan yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı zira yanındaki kızı değil onun kopyalanmış haliydi ki bu arkadaşının gönderdiği sinyalin açılımıydı. Bir anda harekete geçip adımlarını hızlandırırken onun bu devinimiyle beraber yanındaki de beyninde bulunan alıcıya düşen ve onun verdiği direktiflerle harekete geçerek peşinden gitti.İkisi arasında kovalamaca devam ederken, havada her çeşit uçan arabaların ve diğer araçların gürültüleri onların adımlarının seslerine karışırken önlerine bir park kapısı çıktı. Öndeki olan cebinden cansız nesnelerin fazını değiştiren silahını çıkarıp ateşledi ve demirden yapılmış kapı onun geçebileceği şekilde sıvılaştı ancak bazı kapılardaki koruma sistemi devreye girip nesne tekrar katılaştı ve bu sayede peşinden gelen ardında kaldı.

Eskilerin tabiriyle polis,asayişi sağlayan düzeni koruyanlardan biri olan bu adam, ana başlığı kızının durumu düşünceleri içinde bir parkta oturup kaybolurken yanına yavaşça minik bir kedi yaklaştı.O, hayvana baktığında sadece onun gibilerde bulunan –gözlerindeki; nesneye baktıkça aslında ne olduğunu gösteren- lenslerdeki yapı devreye girdi ve karşısındakinin normal bir canlı değil, canlı organizma üzerine giydirilmiş robotik bir oluşum olduğunu anlamasını sağladı ve hemen oradan uzaklaştı.

Kendilerine ‘yüce konsorsiyum’ üyesi diyen birilerinin bu adam gibi ‘özel yetenekler’ e sahip insanları avlamak için uyguladıkları yöntemlerden biriydi bu robotik yapı. Bazen de tanrılığa soyunan bazı kötü niyetli bilim adamlarının insanların,hayvanların ve insanımsı canlı varlıkların genleriyle oynayıp onları birbirleri arasında transfer edip oluşturdukları ve onlara yönlendirebilir düşünme yetenekleri verdikleri türler de kullanıyordu ki bunların sayısı çok azdı ve çok zor durumlarda tercih ediliyorlardı.

Kedi ,hızla peşinden giderken onun kurulum sistemindeki yapay zeka yetişemeyeceğini anlayınca oluşum parçalandı ve minik minik kelebeklere dönüşürken bu şekilde adama iyice yaklaşmıştı. Düzen koruyucusu bunu görünce doğum günü hediyesi olan mandolindeki sadece kendisinin bildiği ve karısının bileceği bir kısma dokununca enstrümanın hafızasında depolanan parmak hareketlerinin sesi, dalgalar halinde müzik aletinin uç kısmına geldikçe desibeli çok yüksek seviyelere çıkarak çok şiddetli sonik yayılımlar halinde havada ilerliyordu ve bu salınımların yoğun kuvveti minik robotik kelebeklerin sistem mekanizmalarını sekteye uğrattı ve onların uçuşunu bir süre durdurdu.

Bu minik makineler insan derisine dokunduğunda oraya yapışıyor ve daha da küçülerek gözeneklerden canlının vücuduna girdikten sonra kana karışıyor ve taşıdıkları oldukça güçlü zehri kan dolaşım sistemine bırakıyor ve teslimat sonunda çok kısa bir sürede alıcı zehirleniyor ve ölüyordu. Neyse ki Laisuja ismindeki bu adamın adresine ulaşılamamıştı.



“Kızının tutulduğu binayı buldum Laisuja ancak peşimde Yüce Konsorsiyum üyelerinden biri var ve şu anda ondan kaçıyorum”

“Sen bana bulunduğun yerin bilgilerini gönder. Hemen çıkıyorum.”

Laisuja ile kaçan kişi arkadaştı ve onu uyaranda oydu. Yağlı ve pis bir yolda,puslu ve yağmurlu bir havada hızlı hızlı koşuyordu ve adeta ayaklarının altından yer siliniyordu.Bu arada kaçarken çamurlu ve yağlı su birikintilerini yolun kenarlarına tüneyen dilencilerin üzerine boca etmişti.

Onlardan bir tanesi öfkeyle; “ahmak herif, ne yaptığını sanıyorsun, ben senin…” dedi bağırarak

“Bence hepiniz toz olun burdan ya da ben sizi toz olmuş gibi gösterebilirim ama vaktim yok zira arkamda Heinrich denen Yüce Konsorsiyum üyesi var” dedi ve sözleri dilencilerin kulaklarından hiç bekleme yapmadan bir bir geçti ancak onun söylediklerini anlamaları onlara bir fayda sağlamayacaktı. Yüzleri iyice sararıp küle dönen insanlar tam ordan defolup gitmeye hazırlanırken Alman asıllı sarışın onları gördü.

Yüce konsorsiyum üyesinin elinde çok tesirli bir silah bulunuyordu ve o dilencileri işaret ederek onu ateşledi.

Silahtan çıkan hüzme, dilencilerin sayıları ve hareketleri doğrultusunda içinde gaz dönüştürücü mikro kapsüller ve onların daha da içinde de nano tüpler bulunan küçük parçalara ayrıldı.Kapsüller havadaki gazları algılayıp gaz tüneli sayesinde nano tüplere aktardıktan sonra onlar orada bir dizi kimyasal reaksiyondan sonra sıkıştırılıp depolandı.

Parçacıklar yağmur damlalarını içlerine alıp mikro kapsüllerle nano tüpler arasındaki bölgede oksijen gazının etkisiyle onları alevlere dönüştürdü ve havayı bedenleyip dilenciler dahil bir çok insanın gözlerine yerleştirilen algılayıcılardan da kurtulup görünmez oldu ve bir katil misali onlara yaklaştıkça bölünerek birbirini kopyaladı.

Bu kötü şanslı insanların üzerlerindeki giysilerin kumaşlarından geçip dokusunu tutuşturup insan bedenindeki solunum yapan gözeneklerden girip deride de yağma misali tahribat yaptı.

Parçacıklar içeri girdikten sonra -dilencilerin bunu engellemeleri imkansızdı ancak doğa üstü özel yeteneklere sahip bazı insanlar bu silahtan haberdardı ve bu girişi engellemek adına çaba sarfediyorlardı-  onların içsel sıcaklığını arttırarak nano tüplerin mikro kapsüllerden ayrılması için gerekli olan sıcaklık derecesine ulaştı ki bu nano tüplerin moleküler bağlarından kurtulması içinde gerekliydi.

Nano tüpler aynı sıcaklıkta genleşerek içlerinde depoladıkları zehirli gazları onların içinin her tarafına bıraktı.Ayrıca mikro kapsüllerin dış kısmındaki sistem beyinden sinirlere giden iletilerin frekansını bozup onları iş görmez hale getirdi ve kendi elektriksel dalgalarıyla sinirleri kuruttu ve hareket sistemlerini yıktı.

Tüpler içteki her alanı her sistemi ziyaret edip gazları bıraktıktan sonra,dilencilerin içsel enerjilerini ki bunlar hücrelerdeki enerji santrallerinin ürettikleriydi ve onlar boşalan depolarına doldu. Bedenin soğumasıyla beraber mikro kapsüllerle tekrar birleştiler ve geldikleri gibi aynı yerden çıkış yaparak havada asılı kaldılar çünkü yerçekimi kuralı onlarda pek rağbet görmüyordu.

Yüce konsorsiyum üyeleri, bir zamanlar hiç kimsenin kaçamayacağı bir hapishanede tutulurken binanın ‘öngörülemeyen bir kaza’ sonucu tamamen alev almasıyla ordan kurtulduklarında aniden önlerine çıkan ve uzak bir galaksiden dünyaya ‘rastgele’ düşen gizemli bir yabancının verdiği ve onun gibilerin boyunlarını taktığı kristallerin görme merkezine uyguladığı güçle toz zerrecikleri olan parçaları bile fark edebiliyorlardı. Heinrich,parçacıkları tutup silahın mermi tüneline tekrar yerleştirdi. Bu sayede insanlardan alınan enerjiyle silah hem şarj olurken hem de aldığı enerji gücünü tekrar dönüştürerek hüzmeye çeviriyordu.

Dilencilerin hepsi yok edilmişti.

“Laisuja nerdesin?” dedi kaçan kişi, arayı biraz açmıştı.

“Gökyüzü Köprüsü’ nden aşağılara, senden aldığım verilerin verdiği sinyale doğru geliyorum.”

“Çabuk ol!”

Ve yoldan ayrılıp bir binaya girdi.Heinrich de onun ardından girdi ve onu görür görmez silahını ateşledi ancak bulundukları binanın tavanı patladı zira Laisuja aracındaki silahlar sayesinde bunu gerçekleşmişti. Birbirini kopyalayan parçacıklar tam arkadaşına doğru yol alırken yukardan inen araca çarptı. Laisuja arkadaşını da alıp oradan uzaklaştı.



İnsan ırkı kendi kendisini, diğer ucube türleri, kopyalanmış canlıları ve yapay zekadan mamul insansı robotları yok ediyordu ve aralarında bir savaş vardı.Onun sonucunda binlerce insan ve tür yok oldu.Onlarca ülke harap olurken bir sürü toplu mezar oluştu. İnsanlar ve diğerleri bundan sonra tek bir ulus olmayı kararlaştırdılar. Bir süre tam olmasa da refah içinde giden dünya kendilerine ‘Yüce Konsorsiyum üyesi’ diyen liderleri Robert Chairlan adındaki bir suçlu olan insanların ortaya çıkmasıyla kaos patlak vermişti.

Ve Savaş onlarla beraber yeniden başladı.

1- Mart 2009 tarihinde yazıldı

2-Mayıs 2014 tarihinde yazıldı

 

Sayfa: [1]