Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - u.aslan

Sayfa: [1]
1
Hemen hemen tüm kitaplarım satılmıştır arkadaşlar bi kaç seri ve çizgiroman kaldı onlarıda şuanlık okumayı düşünüyorum dileyen olursa metis bilimkurgu serisinden pısırıklar çağını verebilirim (30tl) ilginize tşkler

2
Kurgu İskelesi / Korkunç Bir Tesadüf
« : 07 Kasım 2015, 02:44:08 »
Henry Huxley, elindeki kadehinden derin bir yudum alıp bana doğru yönelmişti.

-   Son derece basit bir durumdan bahsediyorum Hooker, gerçekten çok basit.

Aslına bakarsanız en başından itibaren sesimi çıkarmaya niyetim yoktu, sadece onun heyecanlı anlatımına izin vermekle yetiniyordum.

-   İnsanoğlunun yeniden canlanması fikri öyle sanıldığı gibi yüzeysel ve kâğıt üzerinde kalmış bir konu değil. Tarih boyunca birçok kez yazılıp çizildi ve denendi. Dinliyor musun Hooker?

Evet manasında kafamı sallarken hararetli konuşmasına devam ediyordu.

-   Milattan önce 2000 yıllarında Sümer topraklarında başladı her şey.  Nippur şehrinde cesetleri adeta birer salatalık gibi salamuraya yatırırlardı. Ardından Mısır ve Hititlerde mumyalama fikri ortaya atıldı. Sanılanın aksine ruhani varlıkların diğer dünyada rahat etmesi saçmalığına girmiyorum; öyle olsa hazırlıklar yaşanılan dünyada yapılmazdı değil mi?

Kadehinden bir yudum daha alan Henry aklımdan geçenleri anlamak istercesine yüzüme bakıp duraksadı bir an. Devam etmeden de kendini alamıyordu:

-   Her neyse daha sonra 10. Yüzyıl dolaylarında Avrupa’da başka çalışmalar yapıldı. Hazırladıkları solüsyonlar ile yaşamını yitiren bedenleri kuyularda bekletme fikri kol gezdi bir ara ortalıkta. Ardından ABD sıvı helyumda dondurduğu ölümcül hastaları stoklamaya başladı. Şu sıralar ise kök hücreden yeniden doğuş fikri gündemde. Tabi bu saydıklarımın hepsi başarısız oldu. Ama esas olan nokta ise; insanoğlunun zaten ekstra çaba sarf etmeden kendiliğinden yeniden dönüşü yaşamasıydı.

Henry Huxley’in o an kendinden geçtiğini düşündüm açıkçası. Epey yorgun gözüküyor ve kapıldığı fikri çılgınca savunan siyasetçileri andırıyordu.

-   Yeniden doğanların bir önceki yaşamlarından farkı, sadece değişik bilinç ve bedene sahip olmaları. Organizma zihnine restart atılmış haliyle yeniden dünyaya dönüyor. Sadece farkına varamıyoruz. Hatırlarsan Lock ve Piaget bu konuda görüş ayrılığına düşmüşler. Birisi insanların boş bir zihinle dünyaya geldiklerini iddia ederken diğeri doğuştan bazı donanımlara sahip olunduğunu savunmuştu. Bu görüş ayrılıklarının nedeni ise anlatmış olduğum durumdan kaynaklanıyor. Aslına bakarsan ikisi de düşüncesinde haklı.

Huxley’in konuşmasını yarıda kesme zorunluluğu hissettim o an. “Peki” dedim sakin tavırlarla.

-   Madem bu şekilde düşünüyorsun, söyler misin lütfen dünyaya gelen hiçbir ruh kaybolmuyor mu?
-   Hayır, kaybolmuyor yani ölenler yeniden dünyaya geliyor.
-   Pekiiii. Dünya da nüfus sürekli artış göstermiyor mu?
-   Evet.
-   Çok güzel. Madem ruhlar sürekli dönüşüm halindeler ve dünya nüfusunun sürekli arttığını da kabul ediyorsun, peki bu ortaya çıkan ekstra bedenlere ruh nereden geliyor?

Haklı olduğumu söyleyen arkadaşım devam etti:

-   Haklısın çoğalma durumu mümkün. Yeni bedenler elbette ki artan bir ruh nüfusunu da beraberinde getirmekte. Ama sistem muazzam. Dünya üzerinde belirli bir kota her zaman mevcut. Yalnız durumu insanlarla sınırlandırmak yanlış olur. Mevcut insanların varlığı sürekli arttıkça bu durum dünya üzerindeki diğer canlıların yok olmasına sebep olmakta. Etrafında fark etmişsindir. Bazı türler nedensiz olarak ortadan kayboluyor ve genellikle bu durumun çevre kirliliği, doğaya yapılan müdahaleler, küresel ısınma vs. gibi etkenlerden kaynaklandığı savunulur. Hayır, durum sanıldığı gibi değil. Doğaya mükemmel bir sistem oturtulmuş durumda ve bu durum fark edilmez ise dünya üzerinde bizden başka yaşayan canlı türü kalmayacak. Bu da bizlerin de hazin sonunu getirmiş olacak. Anlıyor musun Hooker?

Henry’nin gerçekten fantastik bir hayal gücüne sahip olduğunu düşünüyordum o an. İnsanlarda olduğu gibi hayvanlarında bir ruha sahip olmasına ve gerektiğinde o ruhun insana geçebilmesine nasıl inanabilir diye hayret ediyordum. O ise kadehinden son yudumunu alıp ayağa kalkmıştı.

Odanın köşesinde duran, daha öncesinden fark etmediğim camdan bir kabinin içine girdi. Meraklı meraklı onu izliyordum, cam kabinin kapısını kapatıp konuşmaya devam etti.

-   Sevgili dostum Hooker. Anlattığım durumu kanıtlamanın tek yolu sanırım benim yeniden dünyaya gelmem olacak. Ve bu konuda şahit olmanın ayrıcalığını da sen yaşayacaksın.
-   Ne yapıyorsun Henry? Çıldırdın mı sen?
-   Hayır dostum. Dünyaya yeniden gelince ilk işim seni bulmak olacak. Şimdilik hoşça kal ve beni merak etme.

Henry’nin iyice zıvanadan çıktığını düşünüp müdahale etmek için yerimden fırladım ancak o kurmuş olduğu garip düzeneği çalıştırmaya başlamıştı bile. Şaşkınlık içerisinde arkadaşımın çıldırışını izliyordum. Camdan yapılmış kabinin içerisinde elektromanyetik dalgalar Henry’nin bedenini hızla sarmalamaya başladı. Vücudunun acı çektiği halinden anlaşılmaktaydı. Kabinden yayılmaya başlayan elektrik akımı o kadar genişlemişti ki artık odanın tavanına doğru hareket ediyordu.

Çok geçmeden yüzündeki deriye kadar her tarafının kabarışını ve ardından cansız bedeninin yere yığılışını izledim. Dostumun gözümün önünde yok olmasına izin vermiştim. Tarif edilemez bir pişmanlık ve şaşkınlık içerisindeydim. Henry'nin böylesine çılgın tavır sergilemesine ilk defa şahit olmuştum.

Ertesi sabah benden daha yakını olmayan arkadaşımı öldürme iddiasıyla emniyet bürosuna götürüldüm. Şükürler olsun ki Henry Huxley olan biteni, tüm çalışmalarını ve düşüncelerini kayıt altına almış. Tuttuğu el yazısı günlüklerden suçsuz olduğum anlaşıldı. Serbest bırakılır bırakılmaz da cenaze defin işlemlerine koyuldum.

Bir sonraki gün arkadaşımı toprağa veriyordum. Cenazesi sessizdi ve az sayıda yakınları mezarlığında onu son yolculuğuna uğurlamaya gelmişti. Yağmur ona son görevi yaparcasına hafiften kendini gösteriyor, küçük bir esinti insanın içini ürpertmeye yetiyordu.

Defin işlemi devam ederken telefonum çalıverdi. Arayan eski bir gazeteci ahbabımdı.

-   Hooker merhaba nasılsın?
-   İyi sayıldığım söylenemez John, Huxley’i kaybettik.
-   Evet duydum duydum, çok üzgünüm cenazeye katılamadım.
-   Evet, hepimiz üzgünüz.
-   Şey Hooker, olanları duydun mu?
-   Ne olmuş bir sorun mu var?
-   Bugün Asya’da bir bebek dünyaya gelmiş ve bebeğin doğar doğmaz çıkardığı ilk ses Hooker olmuş. İşin daha da tuhafı doğuştan konuşmaya çalışan bu bebek Huxley’ den bahsediyormuş. Bu nasıl olur Hooker?

Beynimden vurulmuşa döndüm o an. Aklım almıyordu olanlara. Huxley'in çılgınca söylemleri ve kendi canını feda edecek kadar gözünü karartması bundandı demek. Bilincini kaybetmeden yeniden dünyaya gelebilmesi muazzam birşeydi.

Oraya ulaşmam gerekiyordu ve kendimi toparlar toparlamaz bebeğin doğduğu yere gitmek istedim. Hazırlıklarımı kısa sürede tamamlayıp yola koyuldum.

Huxley’in yeniden dünyaya geldiği yerin oldukça ilkel ve bakımsız bir hali vardı. Çok katlı binaları buralarda görmeniz neredeyse imkânsızdı. Caddeler alabildiğince yorgun ve yaşlı gözüküyordu. Sanki bir kaos yaşanmışçasına etrafta garip bir hava esiyordu. İnsanlar yaşadıkları ortamın memnuniyetsizliğine bürünmüş hayıflanırcasına davranışlara sahipti.

Kargaşalar içerisinde bana verilen adresi arıyordum. Kasabaya vardığımda doğuştan konuşan bebekten ve elimdeki adresten bahsettim insanlara. Ancak anlamlandıramadığım bir öfke ile karşılaşmıştım.
Misafirden bu denli hoşlanmayan başka bir yerleşim yeri yoktur sanırım dünyada. Herkes bana sinirlenmişçesine bakıp yol kenarlarında ucubeymişim gibi beni seyrediyordu. Her şeye rağmen Huxley’in evini bulmam gerektiğini biran bile olsun aklımdan çıkarmadım.

Birkaç azılı genç önüme tükürüp anlamını bilmediğim şeyler söyledi. Kasabanın sokakları arasında dolaşıp adresi araştırırken, bulunduğum yolun giriş ve çıkışını siper almış askerler gibi bekleyen güruhu fark ettiğimde artık her şey çok geçti.

Bağrış çığırışların arasında birkaç el silah sesi duydum. Çok geçmeden ürperen bedenimde sıcak bir ıslaklık fark ettim. O an dengemi sağlayamadan istemsizce olduğum yere uzanıverdim.


***

Henry Huxley’in doğduğu andan itibaren konuşması kasaba tarafından yadırgandı ve bu olağan dışı durum kıyamet alameti olarak kabul gördü. Öfkeli birkaç grup olanlara daha fazla dayanamayıp Huxley ve yeni ebeveynlerinin bulunduğu evi ateşe verdiler. Yangından bebek dâhil kurtulan kimse olmadı.

Kasaba sakinlerinin öfkesi yeni yeni yatışmışken Huxley’in bahsetmiş olduğu Hooker adında bir adamın ortaya çıkması ve bebeği araması etrafın yeniden karışmasına sebebiyet verdi. “Şeytanın çırağı Hooker kasabamızda” söylentisi kısa sürede kulaktan kulağa yayıldı. Çıkan olaylar sonrasına Dr. Hooker Edelman, kimliği belirsiz kişiler tarafından sokak ortasında vurulduktan sonra cesedi ateşe verildi. (Kasım 1999)

 
Uğur Aslan

 

3
Kurgu İskelesi / Bize Dayanmaz
« : 21 Eylül 2015, 01:30:18 »
O an (kendimi ilk defa karşımda gördüğüm zamandan bahsediyorum) boğazımda düğümlenen bir şey hissettim. Yutkunamayacak kadar kötü olmuştum. İçimde tarif edilemez duygular belirmişti. Biraz acımak, biraz pişmanlık, belki biraz da çaresizlik.

Zayıf ve ufacık bedenim sessizce etrafında olan bitene dikkat kesilmişti. Ne kadar da masum muşum diye düşündüm aniden. Ayakta durup ellerimi ceplerime sokmuş, herşeyden habersiz yaşça büyüklerin konuşmalarını dinliyorum. Ve o küçük bedenim, yıllar sonraki halini fark etmeden öylece karşımda duruyordu.
 
Sıska, bakımsız, bi çare bir vücut sanki karşımdaki. O an çocukluğuma sarılmak geçiyor içimden.

Çok geçmeden kendini ispatlama çabasına giren bir ergenin amaçsız tokatı çocukluğumun masum yüzünde patlayıveriyor.

Müdahale etmemem gerektiğini gayet iyi biliyorum. Zamanda yolculuk konusunda epey eğitim almıştım. Fark edilemeyen bir hata belki tümden yok olmama bile neden olabilirdi. Ancak kimi dürtüler bazen her şeyi bastırıveriyor.

On yaşındaki halimin karşılık vermeden masum bakışlarla olduğu yerde durması fitili ateşledi. Üstüne üstlük sessizlikten faydalanıp daha ileriye götürmek isteyen ergen, tümden sinirlerimi zıplatıverdi. Koşar adımlarla yanlarına yaklaşıp okkalı tokatı savurmam ile ergenin toprak zemine yapışması saniyenin yarısı kadar sürede gerçekleşti. Beş parmağımın tüm izleri parlak suratında aniden ortaya çıkmıştı. Genç yere yapışmış vaziyette, bacaklarını karnına doğru çekmiş, bir eliyle de kızaran suratını tutuyordu.

“ Bir daha…” dedim.

“Eğer bir daha bu çocuğa dokunursan o ellerini kökünden sökerim”

Bırakın ergeni, olup biteni anlamaya çalışan yan tarafta oturan gençler dahi hiddetimden çekinmişti. Onlara doğru bakmam ile kafalarını başka tarafa çevirmeleri bir oldu.

Evet… Her neyse işte, yolculuk kartımın ilk günden iptal edilmesindeki temel neden bundan ibaret. O nedenle siz siz olun sakın izleyici konumundan başka bir vasfa bürünmeyin derim. Ha şu da bir gerçek; o olay bugün de yaşansa, seyahatlerimin tümden yanacağını bilsem de, yine aynısını yapardım. Bizim milletin huyu bu işte, dayanamıyoruz ne yapalım.

4
Kraliyet Meydanı / Satılık bilimkurgu ve fantastik kitaplar
« : 03 Ağustos 2015, 18:45:21 »
Aşağıdaki kitaplar satılıktır. Dileyen olursa gg üzerinden alabilir


Ejderha mızrağı destenı ilk 3 kitap set   
Pısırıklar çağı - Frederik Pohl - Bilimkurgu 
Cennetin Çeşmeleri - Arthur C. Clarke 
Kaplan! Kaplan! Alfred Bester 
Güle Güle Dünya (Son Öyküler) Isaac Asimov 
Dr. Gelecek - Philip K. Dick 
Sonsuzluğun Sonu - Isaac Asimov - cep kitaplar 
POSTACI - David Brin - Metis bilimkurgu


Kitaplar temizdir kargo ile her ile yollayabilirim. İlgilendiğiniz kitabın fiyatı için öm atarsanız dönüş yaparım teşekkürler.

5
Kurgu İskelesi / Öte Dünyaların Hikayesi
« : 18 Ocak 2015, 12:43:02 »
Kısım 1


KONSEY

Uluslararası Bilim ve Araştırma Konseyi yirmi dört isimin yer aldığı, tüm dünya ülkelerini temsil eden kişilerden seçilmiş bilim insanlarından oluşmaktadır. Bu konseyin kuruluşu, işleyiş ve yapısı hakkında birkaç cümleden söz etmek yerinde olacaktır. Bilim Konseyi’nin oluşturulma tarihi ile ilgili net bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak konseyle alakalı 19. Yüzyılın son çeyreğinden kalan belgeler günümüze kadar varlığını koruyabilmiştir. Konsey, ilk yıllarında henüz 10 üyeden oluşmuş genellikle imkânları ve yetkileri kısıtlı, karar almadan daha çok danışma meclisi olarak nitelendirilmekteydi. Daha yaşanabilir bir gelecek için kurulan konsey, Birinci ve ikinci dünya savaşının seyrine etki yapmış, ilerleyen yıllarda siyasi güçlerin kurul kararlarına uymak zorunda kalacağı bir örgüt haline gelmiştir. Varlığı toplumlar tarafından bilinmeyen, sadece üst düzey yöneticilerin kabul gördüğü bir birliktir. Her ne olursa olsun bilimsel konseyin tüm kararları bağlayıcıdır ve rejim fark etmeksizin bütün siyasi iradeler bu kararlara uymak zorundadır.






1. Bölüm
“İlerlemeyen her medeniyet, geri kalmaya mahkûmdur”



Serçe parmak, yüzük parmağı, orta parmak, işaret parmağı ve başparmak... Serçe parmak, yüzük parmağı, orta parmak, işaret parmağı ve başparmak...  Masadaki sıkıntısını parmaklarında ustaca çevirdiği kalemle gidermek isteyen Köksal Pamir, yanında oturan bayanın dikkatini çekmeyi başarmıştı. Durumu fark ettiğinde mahcup bir ifadeyle kalemi yavaşça masanın üzerine koyup çevresindekileri süzmeye başladı.

Uluslararası bilim ve araştırma konsey üyeleri olağan toplantılarından birini yapıyordu. Kurulun başkanlığındaki isim, toplantıyı açmak için herkesi selamladı.

“Hepiniz hoş geldiniz değerli dostlarım, olağan toplantımızın gündem maddelerini bizlere sunması için konuşmayı sözcü Clonet’ e bırakıyorum. Bayan Clonet…”

Konsey U şeklindeki masada sıralanmıştı. Masanın başında, orta yaşın sonlarına yaklaşmış konsey başkanı yer almaktaydı. Her üyeye ait birer mikrofonlu kulaklık bulunuyordu. Kurul üyelerinin iletişimini bu mikrofonlu kulaklıklar sağlıyordu. Mikrofona sunulan her cümleyi istenilen dile çevrilerek üyelere ulaşmasını sağlayan bir yazılım geliştirilmişti. Son derecede eksiksiz ve hızlı tercüme yapabilen kablosuz şeffaf aletler Türkçe, İngilizce, Almanca, Çince, Fransızca, Japonca ve diğer dillerin değişik aksan ve şivelerini dahi büyük bir ustalıkla çevirebiliyordu. Dr. Clonet gözünün önüne gelen saçlarını arka tarafa savurarak gündem maddelerini sıraladı. Yeryüzünde son radyoaktif tehlikeler, bazı ülkelerdeki ekonomik bunalımların yarattığı olumsuz etkiler, doğal afetler ve konsey üyelerinin görüş ve önerileri…

Prof. Pamir her toplantıda olduğu gibi şimdi de sessizliğini sürdürmekteydi. Konseyin tek Türk üyesi olan profesör, aynı zamanda bu konseye en son katılmış bilim adamıydı. Aklındaki düşünceyi açıklamak için kendini engellemesinin belki de tek nedeni buydu. Yeni olmanın verdiği dezavantajlar her zaman vardır. Kendini ispatlama çabasında bulunmak gibi.

Doğal felaketler konusu tartışıldığı esnada kendine olan güvenini toplayan astronomi profesörü Köksal Pamir, söz alarak konuşmaya başladı:

“Beyler ve bayanlar sanırım… Sanırım daha büyük bir sorunumuz var ve bildiğiniz gibi yıllar öncesinden beklenen asteroit fırtınası yaklaşmakta. Önümüzdeki yüzyıl içerisindeki bu devasa asteroit kütleleri dünya ile karşı karşıya gelecektir. Yıllardır bu fırtınanın bizi etkilemeyeceğine inandırıldı, ancak yapmış olduğum yaklaşık beş aylık çalışmanın sonucunda çarpışma ihtimalinin yüzde 71,8 olduğuna kanaat getirdim.”

“Bu oldukça yüksek bir rakam” diye ekledi konsey başkanı. “Hesaplamaları acaba tek başınıza mı yaptınız profesör?”

“Çalışmalarımı elbette ki uzman arkadaşlar ile yürüttüm sayın başkan. Yalnız duruma bu açıdan bakmanız beni şaşırtmıyor değil”

“Elbette...” dedi başkan. Sağ elini yüzündeki kırışıklıklarda gezdirerek konuşmaya devam etti.

“Elbette ki size güveniyoruz sayın üye. Ama sorunun çözümüyle ilgilenmeden önce, hak verirsiniz ki sorunun varlığı hakkında bilgi sahibi olmalıyız. Ayrıca sonuçta hesaplamanız bir olasılık üzerine.”

Gökbilim uzmanı profesörü Pamir biraz sitem, biraz alay dolu ifadeyle konuşmaya devam etti.

“Anlıyorum fakat hesaplamalar elbette olasılıklar üzerine olacaktır. Uzay bükülebilen bir ortam aynı zamanda söz konusu asteroitler uzun bir yolculuk yapıyor. Bu yolculuk esnasında dev kütlelerin karışılacakları gezegensel çekim kuvvetleri ve diğer fırtınalar konuyu olasılıklar üzerinde ele almamıza neden olmakta. Hızları, yörüngeleri ne şekilde etkilenecektir kesin olarak bilemeyiz. Bu durumu yolcu uçağındaki koltuktan zemine fırlatılmış bir avuç bilye olarak düşünebiliriz sayın başkan. Bilyelerin tam olarak hangi yörüngeyi izleyeceğini kestiremeyiz sanırım?”

Alman fizik profesörü olan Ross Edelman gırtlağını temizleyerek araya girme ihtiyacı hissetti. Prof. Pamir’ e bakarak küçümseyen bir dille konuştu:

“Sayın profesör bu durum galiba o kütlelerin yeryüzüne ulaşmayacağı anlamına da geliyor”

“Ama binlerce…”

Pamir sözünü bitiremeden araya konseyin başkanı girerek:

“Beyler bayanlar… Profesör Pamir’ in görüşlerini elbette ki yabana atamayız. Bu konu ile ilgili bilimsel verileri toplayabilmesi için bir araştırma grubu oluşturmayı teklif ediyorum. Konsey üyeleri bir ay sonra yeniden toplanacaktır. Sanırım bir aylık bir araştırma da bize kâfi gelecektir.”

Gökbilimci Köksal Pamir, 32 yaşında Türk asıllı bir profesördü.  Ankara’daki üniversitede vermiş olduğu dersler ve hazırlamış olduğu makalelerle ulusal ve uluslararası bilim çevresinde popülerlik kazanmıştır. Uzun boylu, kahverengi saçları ile yakışıklı görünen,  asimetrik yüz hattına sahip olan bekâr biriydi. Konseyin varlığından henüz 2 yıl önce haberi olmuş ve çağrısına kulak vermişti. Ülkenin en ünlü bilim adamı aynı zamanda hocası olan Prof. Ertürk tarafından ilgiyle izlenip konseye katılımı sağlanmıştı. Tabi bir takım testlerden geçmek suretiyle…

Profesör Pamir’ in varsayımı konseyde dikkate alınmıştı. Sekiz kişilik araştırma grubunda Pamir’ de yer aldı. Her grupta olduğu gibi bu araştırma grubunda da klikler meydana gelmekteydi. Profesör Pamir ise konseydeki fizikçi üyeden yardım almayı düşünüyordu. Konuya itiraz etmesi Pamir’ in onu seçmesi için yeterliydi. Varsayıma karşı çıksa bile bu durum Ross’ un konuya ilgi duyduğunu gösteriyordu. Üstelik bir fizik uzmanıydı, onunla görüşmesi gerekti.

Konseyin toplantısından çıkalı 10 gün geçmişti. Bu süre içerisinde araştırma grubundan hiçbir üye Pamir ile iletişime geçmemişti. Türk profesör, sanırım bu konuyu açtığım için benden nefret etmişlerdir diye düşünüyordu. Ertesi günün sabahı çalan telefonuna baktığında arayan kişinin konsey üyesi Alman fizikçi Ross Edelman olduğunu görünce çok şaşırdı. Bir an için fizikçinin merakı hakkındaki düşüncesini hatırlayıp gülümsedi. Telefonunu açmadan önce yandaki tuşa basarak çeviri programını aktif etti. (Konseyin toplantılarında kullanmış oldukları mikrofonlu kulaklıklardaki yazılım üyelerin telefonlarına da yerleştirilmişti)

“Merhaba profesör nasılsınız?”
“Teşekkür ederim Ross, umarım sizde iyisinizdir?”
“Evet evet iyiyim Pamir. Geçen ki konu hakkında sizinle yüz yüze görüşmem gerektiğini düşünüyorum. Acaba bu akşam müsait misiniz?”
“Tabi ki beklerim, isterseniz ben de gelebilirim oraya?”
“Hayır profesör, sanırım Türkiye’de buluşmak daha doğru olacaktır, sizi arayacağım”
“Peki, bekliyorum profesör görüşmek üzere”

Akşamüzeri hava alanında misafirini karşılayan Pamir, Prof. Ross’ la birlikte seçkin bir lokanta gitti. Yemeklerini bitirir bitirmez misafirin isteğiyle Pamir’ in evine geçtiler. Fizik uzmanı Ross bilgisayar çantasını çalışma masasına koyarak hemen konuya girdi.

“Prof. Pamir, siz asteroit fırtınasının yeryüzüne ulaşma tehlikesinin ne kadar bir olasılıkla hesaplamıştınız?”

“Yüzde 71,8” dedi Pamir çekinerek. Yanıldığı söyleneceğinden emin bir şekilde dinlemeye başladı. Ross ise taşınabilir bilgisayarını çantasından çıkarmış açmaktaydı.

“Evet, çarpışma konusunda haklısınız ancak yaptığınız hesaplama yanlış bir sonuca götürmüş sizi”

Pamir, Ross ’un söylediklerini dinlerken bir yandan da profesörün bilgisayarına bakmaktaydı. Ross bilgisayarını çalıştırıp arayüze girdikten sonra kapağını kapattı. Laptopun kapanığındaki mercek aydınlanmış vaziyette idi. Pamir’ den odanın ışığını kapatmasını rica ederek kendisi de masanın ön tarafındaki koltuğa oturdu. Ardından Pamir’ de kendi çalışma masasındaki koltuğa oturarak bilgisayarın merceğinden yansıyan üç boyutlu hologramı izlemeye başladı. Hologram önce samanyolu galaksisinin havadaki çemberini gösterirken daha sonra güneşin üzerine yoğunlaştı. Güneş spiral çizerek ilerlerken gezegenler etrafında hareket etmekteydi. Daha sonra hologram diğer bir boyuta geçerek gezegenler üzerinde odaklandı. Hızla yörüngesinde ilerleyen gezegenler arasından dünya görülebiliyordu. Yavaşlayan hologramda Satürn’ün etrafına yaklaşan asteroit grubu, gezgenin halkasını genişletmeye başladı. Ardından bazı asteroit kütleleri gezegenden yavaş yavaş uzaklaştı, bazıları Jüpiter’i geçip asteroit kuşağını delerek dünyaya doğru ilerledi. Yeryüzüne yaklaşmakta olan fırtına, sonunda Dünya’ya ulaştı. Hologram üzerindeki Dünya’da bazı asteroitler patlama efekti yarattı. Asteroit topluluğu son durağı olan güneşe yaklaşırken kızarıp yok oluncaya kadar devam etti. Ardından laptopun merceği sönükleşti.
“Işıkları açmayacak mısın profesör?”

Pamir masadan kalkarak odanın ışığını tekrar yaktı. Yüzünde tuhaf bir duygu ifadesi vardı. Gözleri hâlâ Ross’ un bilgisayarına bakıyordu.

“Evet, görmüş olduğun gibi bu fırtınanın yeryüzüne ulaşma ihtimali yüzde yüz olarak açıklanabilir. Uçakta dinlendiğim süreyi saymazsak tam on gündür yaptığım hesaplamalar sonucunda ortaya çıkan durum bundan ibaret”

“Bu çok ciddi bir tehlike” dedi Pamir.

“Ebetteki ciddi tehlike, ancak buraya gelme nedenim bu hologramı sana taktim etmek değildi”

“Nedir öyleyse?”

“Öncelikle sana şunu sormalıyım. Sence bu fırtınadan gezegenin sağlam kalması mümkün müdür? Ya da asteroitlerin vermiş olduğu hasarı atmosferimiz kaldırabilir mi dersin?”

“Sanırım… Sanırım öyle bir ihtimal görünmüyor”

“Bence de… Her neyse lütfen şu notları okur musun?”

Ross bilgisayar çantasının üst bölmesinden birkaç evrak çıkartıp Pamir’ e uzattı. Pamir elindeki kâğıtları göz gezdirince yazıların Almanca olduğunu anladı. Koltuğundan kalkarak masanın ön taraf köşesinde bulunan makineye yöneldi. Elindeki kâğıtları makinenin üst bölmesine yerleştirdikten sonra tarayıcı hızla kâğıtları taramaya başladı. Çok geçmeden (son kâğıt taranırken) makinenin alt kısmından kendi diline tercüme edilmiş kopyalar çıkmaya başladı. Daha sonra misafirine mutfaktaki soğutucudan kahve getiren Pamir,  Ross’ un karşısındaki koltuğa yerleşerek notları okumaya başladı. Ross ise kahve bardağını çalkaladıktan sonra bardağın yüzeyini ortasından iki farklı yöne doğru büküp ısınmasını sağladı. Kapağını açtı, uykulu gözlerle üzerinde buharı tüten kahvesini yudumlamaya koyuldu.

Üç sayfayı tamamlayan Pamir, misafirine dönerek:

“Nedir bu profesör edebiyata mı merak saldınız?”

Ross uyukladığı yerden kafasını kaldırarak hafif gülümsedi.

“Tabi ki hayır dostum. Yoksa bunun için mi geldiğimi sanıyorsun? Elindeki kopyanın orijinalini yaklaşık beş yıl önce bir açık arttırma sitesinden aldım. Ne sen ne de senin fırtına olayın o zamanlar gündemde bile değildi”
Ayağa kalkarak laptop çantasındaki bölmeden kartondan ciltlenmiş kitapçığı getirerek yerine oturdu.

“İşte orijinali. Bu kitapta kullanılan dili çözümlemek neredeyse 4 yılımı aldı. Dünya üzerinde hiçbir medeniyet bu alfabeyi kullanmıyor. Satın aldığım kişi ise Türkiye’ de yaşayan bir üniversite öğrencisi. Açıkçası hatırı sayılır bir meblağ ödedim kendisine. Üstelik satan gençte senin gibi bunu edebi bir eser zannediyordu.”

Ross konuşurken elindeki kitabı sallıyordu. Pamir ise olanlara anlam vermek istercesine “Nedir peki bu?” diye sordu.

“Bu el yazmasında her şeyden önce harflerindeki zarafet dikkatimi çekmeyi başardı. Üstelik bilinmeyen bir dil olduğu da belliydi. Daha sonra bilgisayar programı hazırlayarak içindekileri çözümleyebildim. El yazmasının tamamında çeşitli buluşlardan, içinde bulunduğumuz konseye benzeyen bilim adamı örgütlerinden bahsediyor. Sana verdiğim kopyalarda ise o örgütle bağlantılı bir bilim adamının çılgın projesi anlatılmakta. Bir nevi hatıra defteri tutarak başına geldiği olayları kaleme almış. O zamanlar insanoğlu neredeyse kendini yok etme evresine ulaşmış. Yüzyıllar önce çılgın bir bilim adamı, insanların merak duygusundan yoksun bırakıldığı bir dünya yaratmış. İnsanoğlunun hayal gücünü sıfıra indirgemeyi başarmış bir adamın hikâyesi.”

“Evet okudum. Ancak bunun doğru olma ihtimali var mı? Ya gerçekten…”

Ross konuşmanın bitmesini beklemeden araya girdi:

“Olmama ihtimali?”

“Peki, yüzyıllar önceki teknolojiyle hayal gücünü sıfırlayacak bir buluşun gerçekleşebilmesini nasıl karşılıyorsun?”
“Ben daha çok nasıl yaptığıyla değil, neden yaptığıyla ilgileniyorum. Elimdeki bu kitapta çeşitli teknolojik ilerlemelerden bahsedilmiş. Yüzyıllar önce uzay gemilerinin varlığından, muhteşem bir incelikte çalışan robotlardan…”

“Yani?”

“Yani şu ki uzun yıllar önce bir bilimsel birikim varmış daha sonra her ne olduysa ne o bilim adamlarından ne de bilimsel gelişmelerden haberdar olunamamış. Belki de bu bilinmezliği, kitaptaki bilim insanının icat etmiş olduğu tozlar neden oldu.”

Pamir tatmin olmamış bir ifade ile konuşmaya başladı:

“Bence yazılanlar masaldan ibaret, yani bunun için mi buraya geldin?”

“Bana göre masal değil. Evet, aslını istersen bunun için buraya geldim. Profesör düşün bir kere, yüzyıllar önce bulunmuş yenilikler unutuldu diyelim peki tasarlanmış uzay gemileri nereye gitti? Sakın onlar da çürümesi için unutuldu deme bana. Çok ciddi çalışmalardan söz ediyorum bunların hiçi birisi yadsınamayacak özellikteki buluşlar.”

“İyi ama bu konunun asteroit fırtınası ile ne alakası var?”

“Neden anlamak istemiyorsun profesör, uzay gemisi diyorum, hesaplamalar diyorum, yüzyıllar öncesindeki buluşlardan bahsediyorum ve tüm bunlar bir anda ortadan kaybolmuş. Bu durum akıllara bazı şeyler getiriyor belki yıllar öncesinden insanoğlu uzayda koloni kurmuş olabilir”

Pamir kendini tutamayarak kahkaha atmaya başladı. Katıla katıla gülüyordu ve kendini engelleyerek zorda olsa kahkahalar eşliğinde konuşmaya başladı:

“Ne yani profesör, haydi diyelim dediklerin çıktı ve insanoğlu yıllar önce uzayda mekân tutabileceği bir yerleşke buldu. Ne yapalım şimdi biz asteroitlerden kaçmak için on bir milyardan fazla insanı başka gezegene mi taşıyacağız?”

Pamir’ in kahkahalarına aldırış etmeyip durumu sakinlikle karşılayan Ross, son soruda gerçekten zıvanadan çıkmak üzereydi, gülmesi değil ama Pamir’ in bu sorusu onu sinirlendirmeye yetmişti. Ellerini masaya vurarak karşısındakinin kahkahalarını kesmeyi başardı.

“Prof. Pamir, böyle bir fikri düşünebileceğimi nasıl aklınızdan geçirirsiniz? Elbette ki böyle bir saçmalık olmayacak. Size bu durumu anlatmamın iki nedeni var. Birincisi böyle bir uygarlık her açıdan gelişmiş bir medeniyete sahip olmalıdır. Bu göktaşı fırtınasından korunabilecek kadar çok gelişmiş. İkinci neden ise bu elyazması Türkiye’de ortaya çıktı. Yani belki başka örnekleri veya aynı dilde yazılmış başka bir eseri sizin ülkenizde bulabilme ihtimalimiz var”

Pamir sessizleşmişti. Ross konuşmasının tonunu alçaltarak devam etti:

“Başka bir çözüm yolu varsa fikrinizi almak isterim. Belki bizler bu fırtınaya şahit olamayacağız ama aklıma gelen tek çözüm yolu bu maalesef. Sanırım geç oldu profesör rica etsem bir taksi çağırabilir misiniz?  Rahat bir kafayla tartışmak galiba daha yerinde olacaktır.”

Pamir o gece misafirini bırakmadı.


***



Konseyin tekrar bir araya gelmesine 12 gün kalmıştı ancak başkan tarafından tüm üyelere olağanüstü toplantı çağrısı yapıldı. Üyeler her toplantıda olduğu gibi başkanın bulunduğu ülkeye gidip orada toplantılarını gerçekleştiriyordu. 51 yaşındaki Fransız matematikçi Prof. Lazere Arago, seçimden sonra konseyin başkanlığında üç yıldır faaliyet göstermekteydi. Olabildiğince septik ve sıradan tavırlarıyla ünlü matematikçi, toplantı esnasında hayli gergin gözüküyordu.

“Bayanlar ve baylar… Sevgili dostlarım. Dün akşam sizlere gönderdiğim hologramlı mesajda fark etmiş olacaksınız ki Prof. Pamir’ in bahsetmiş olduğu asteroit fırtınası hakkındaki iddiası tamamıyla gerçek.”

Masadaki üyeler arasında mırıltılar yükselmeye başlamıştı. Üyelerin bazıları duyduklarını tekrar edilmesini istercesine ellerini kulaklıklarına bastırıp Pamir’ in yüzüne bakmaya başladılar. Gürültüye kulak kabartan başkan, masanın üzerindeki parmakları ile trampet çalıyordu. Kaşlarını çatarak uğultuya müdahale etme isteği hissetti.

“Sayın üyeler… Sayın üyeler… Lütfen sessiz olalım. Evet, üzülerek belirtmeliyim ki asteroit fırtınasının yeryüzüne ulaşma konusundaki hesabımız %100 doğrulukta. Yani çarpışma konusunda artık kesin bir bilgiye sahibiz. Hesaplamalardan çıkan sonuçlara göre bu fırtınanın 168 yıl sonra gezegene ilk kütlelerini ulaştırması bekleniyor. Sorun şu ki elimizde bu fırtınayı durdurabilecek veya hasarı en aza indirgeyecek hiçbir bilgi bulunuyor”

Başkan Lazere’ in konuşması ile başlayan sessizlik bir süre devam etti. Alman fizik profesörü Ross söz alarak sessizliği bozdu:

“Değerli üyeler, sayın başkan…” diyerek herkese göz gezdirdikten sonra başkana odaklanarak konuşmasına devam etti.

“Hepimiz farkındayız ki elimizdeki fizik yasaları ile bu çarpışmaları bloke edebilecek hiçbir gücümüz maalesef bulunmamakta. Belki ilk bakışta sizlere ironik görünecek ama ben bu konuda bir fikir belirtmek istiyorum”

“Elbette profesör, bundan memnuniyet duyarız” diyen başkan Lazere elini açarak Ross’ u konuşması için teşvik etti. Ross paltosunun cebinden çıkardığı el yazmasını masanın üzerine bırakarak konuşmaya başladı:

“Saygıdeğer üyeler, aslında bu konuyu size daha önceki aylarda açıklamak istedim fakat araştırmalarımı tamamlamamıştım. Keza hâlâ da tamamlayabilmiş değilim. Ancak ortaya çıkan gelişmeler sonucunda bu durumu sizlere şimdi açıklamayı uygun görüyorum. Yaklaşık beş yıl önce Türkiye’den elime geçen bu el yazması bana tek çıkar kapısı olarak gözüküyor. Yapmış olduğum radyokarbon (karbon 14) testlerinde görmüş olduğunuz el yazmasının altı asır önce yazıldığına kanaat getirdim. Şuan bu yazmanın içerisinde neler yazılı olduğunu merak edip konuyla alakasını sormak istediğinizden eminim. Bu el yazmasında bir bilim adamı tarafından anlatılmış çalışmalar ve o zamanki toplum yapısı yer almakta. Son derece akla yatkın teknolojik ilerlemelerden, insanoğlunun kaderinden bahsedilmiş. Sizlere belirtmek istediğim olay ise bu yazılardan çıkardığım sonuç üzerine. Kitaba göre yüzyıllar öncesindeki insanlığın bilimsel ilerlemeleri oldukça ilgi çekici. Üstelik konseyimize benzer bir bilimsel grubun varlığından bahsedilmiş. Kimilerine göre bu yazılanlar edebi bir hikâyeden öteye gitmiyor. Ancak ben durumu bu şekilde yorumlamıyorum.”

Prof. Pamir konunun nereye gideceğinden emindi, üyelerin nasıl tepki vereceğini merak ettiğinden dolayı sessizce oturup masadakileri süzüyordu. Genetik mühendisi olan sözcü Dr. Clonet kendini tutamayarak konuya müdahale etti.

“Sayın Ross, anlattığınız olayın şuan ki sorunumuzla nasıl bir bağlantısı olduğunu hâlâ anlatmadınız fakat sormak istediğim şu ki yüzyıllar öncesindeki insanlığın bu derecede gelişmiş olması durumunda…”
Prof. Ross konuşmayı bölerek kendini savunma ihtiyacı hissetti:

“Evet Bayan Clonet sorunuzu anlıyorum. Bu konuyu bende merak ediyorum. Hatta kitapta da bu durumdan bahsedilmiş sanırım.  Kitaptaki bilim insanının en sonunda kötü gidişata dur demek için insanlığın meraklarını ve hayal güçlerini köreltebilmesinden bahsediyor. Bunu yapmasındaki amaç ise insanoğlunun her zaman daha fazlasını isteyip, en sonunda kendini yok etme evresine getirmesi olarak gösteriyor. Belki de bu yüzden tüm ilerlemeler durdu, hatta gerilemeye başladı ve zamanla yok olup gitti.”

Başkanın huzursuzluğu henüz geçmemişti ancak kafasından hesaplamalar yapıyor gibi üye Ross’ u dinlemekteydi. Üst dudağını işaret ve orta parmağının arasında sıkıştırıp bırakarak sabırsızca beklerken konuşmaya dâhil oldu:

“Evet Bay Ross, lütfen geleceğiniz sonucu açıklayın.”

“Elbette sayın başkan. Altı asır önce, yani İsa’dan sonra 16. yüzyılda atomun varlığından haberdar bir medeniyetten bahsediyorum. Teoride modern atomun keşfi ve tanımlanması tarihimizde 20. yy. olarak kayıtlara geçmiş. Hatta bu el yazmasının bazı sayfalarında farklı sistemlerle çalışan uzay gemilerinden bahsedilmiş. Uzunca zamandır konu hakkında araştırmalarda bulunmama rağmen kitapta anlatılan teknolojiler hakkında hiçbir bulguya rastlamadım. Belki ileri seviyedeki o zamanki insanoğlu galaksiler arası seyahatlerde bulundu. Ya da bizimki gibi kurulmuş olan bilimsel örgüt hâlâ gizli olarak faaliyetlerini sürdürmektedir. Her ne olursa olsun o zamanki bilgi birikiminin sorunumuzun çözümüne katkı sağlayacağını umuyorum.”

Toplantı salonunda tekrar gürültüler yükselmeye başlamıştı. Bazı üyeler gülümseyerek yanındakine bir şeyler anlatıyordu. Başkan Lazere tekrar kaşlarını çatıp masayı yumruklarıyla susturmaya çalışıyordu.

“Sayın üyeler lütfen… Profesör Ross, bahsettiğiniz yüzyıldaki toplumlar bırakın bilimsel birikimi, okuma yazma oranında bile bir hayli zayıftı. Söyler misiniz acaba böyle bir şeyi nasıl kabul etmemizi istersiniz?”

“Elbette size hak veriyorum sayın başkan ancak başka bir fikri olan varsa lütfen belirtsin ve onu tartışalım”

Konsey başkanı parmaklarını traşlı yüzünde gezdirerek bir müddet düşündükten sonra cevap verdi:

“Peki, varsayalım dedikleriniz gerçek ne yapmamızı istiyorsunuz bu konuda?”

Ross üyelere göz gezdirdikten sonra Prof. Pamir’ e doğru konuşmaya başladı:

“Sayın başkan, ben bu konunun araştırılmasını istiyorum. Eğer aynı dilde yazılmış başka kitaplar veya kanıtlar…”
Başkan Lazere, Ross ’un konuşmasını yarıda keserek müdahale etti:

“Ne yani sayın üye, gelecekteki bir sorun için geçmişi mi araştırmayı teklif edeceksiniz? Konsey üyelerine göz gezdirip söyler misiniz acaba aramızda hiç tarih uzmanı veya edebiyatçı bulunuyor mu?”

Konsey başkanı elleriyle oturan üyeleri işaret ederek kendisine yanıt beklerken Ross konuşmaya başlamıştı.

“Elbette bunun farkındayım sayın başkan. Ancak hak vermelisiniz ki şu anda çaresiz durumdayız ve benim aklıma başka bir çıkar yol gelmiyor. Edebiyat ve tarih hakkındaki konsey görüşünden de haberdarım. Konseye göre bu alanlar sanatsal nitelik taşıdığından bilimsel gelişmemize katkı sağlamayacaktır. Fakat belki de gözden kaçırdığımız bir nokta vardır. Belki konseyin tarihsel araştırmalarının olmaması nedeniyle böyle bir uygarlıktan yıllarca haberdar olamadık”

“Konuşmanız paradoksa dönüyor sayın üye bu şekilde bir sonuca varmamız mümkün gözükmüyor”

“Efendim ancak önümüzde başka çıkar yol gözükmüyor”

Toplantı salonundaki üyelerin bakışları bir Prof. Ross’ a bir matematikçi başkan Lazere’ ye dönüyordu ve başkanın karar vermesi gerekti. O an için bir süre sessizlik meydana geldi, tüm üyeler başkanın fikrini açıklamasını bekliyordu. Ancak Ross sonucun ne olacağın önceden kestirebiliyordu çünkü başkanın duruma şüpheci yaklaşacağından emindi ve bu şüphesi konuya odaklanmasına yetecekti. Başkan konuşmaya başlayınca tüm üyeler merakla dinlemeye başladılar.

“Sanırım şuanda elimizde olan tek hareket noktası sizin fikriniz profesör. Söylediklerinizi elimin tersiyle bir kenara atmayacağımı sizlerde tahmin ediyorsunuzdur. Eğer bugüne kadar tersi bir tutum sergilemiş olsaydım, belki üye Pamir’ in belirttiği asteroit fırtınası meselesini de kapatırdım. Peki, bahsettiğiniz konuyu açıklığa kavuşturmak için nasıl bir yol izlememizi istiyorsunuz?”

“Teşekkür ederim sayın başkan. Ben bu el yazmasını Türkiye’den edindiğimi daha önce belirtmiştim. Eğer izin verirseniz Türkiye’de araştırma yapmayı öneriyorum. Hatta Profesör Pamir’ in bu konuda bizlere yardımı dokunacağından eminim.”

Genetik mühendisi Bayan Clonet beklenmedik bir şekilde konuşmaya katılmıştı:
“Söyler misiniz sayın üye acaba kitabınız hangi dille yazılmış?”

“Şuanda hangi dilde yazıldığını belirtebileceğim ya da yapı itibariyle buna benzer herhangi bir dil bulunmuyor maalesef. Yani bu eser üzerinde dört yıl çalışmalar yaptım ancak söz konusu dille ilgili herhangi bir toplum ya da kalıntısına rastlamadım”

“Yani bu dilin Türkçe ile hiçbir bağlantısı yok?”

“Evet, yok sayın üye”

“Peki, söyler misiniz araştırmalara Türkiye’den başlamanızın tek nedeni, o kitabın Türkiye’den alınmış olması mıdır?”

“Evet sayın üye”

Bayan Clonet konuşmasını devam etmeden önce başkana doğru dönmüştü

“Sayın başkan bu şekildeki bir belirsizlik ortamında araştırmanın Türkiye’de başlamasını yanlış buluyorum. Üstelik o ülkenin nasıl bir bilimsel birikime sahip olduğu ortadayken”

Pamir’ e dönerek Bayan Clonet konuşmasını sürdürdü:

“Söyler misiniz sayın üye tarih boyunca yetiştirmiş olduğunuz bilim adamları (özellikle de 16. yy barbarlığında) sizlere kâfi geliyor mu? Sadece bu durum bile araştırmanın Türkiye’den başlamasını engellemelidir bence.”
Bay Pamir kendisine bir anda yöneltilen iddia karşısında afallamışa benziyordu. Hemen toparlanarak yanıt vermesi gerektiğini düşündü.

“Bunu bir İngiliz’in söylemesini yadırgadım doğrusu Bayan Clonet. Acaba siz kendi medeniyetiniz hakkında ne tür bir tarih inancına sahipsiniz? Bahsettiğiniz yıllarda sanırım topraklarınızda skolastik anlayış hâkimdi üstelik 17. Yüzyıla kadar lazımlıkla idare etmiş bir medeniyetin varisisiniz”

Üye Clonet kızarmış ve karşılık vermek için hazırlanıyordu. Pamir ise sinirlenmiş ve aynı derecede kızarmıştı ancak çok geçmeden başkanın yumrukları masadaki tüm dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı. Yüksek sesle etrafındaki üyelere haykırmaya başladı:

“Sayın üyeler, sayın üyeler… Bu konseyde en son yapılacak şey ırkçılıktır. Üstelik şuan ki mevkiinizi düşünmenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Bay Ross’ un fikrine gelince, o konuda kendisine hak veriyorum, çalışmalarına Türkiye’den başlaması en doğru karar olacaktır. Kitabın ilk o ülkede ortaya çıkması bu kararın alınması için zaten yeterli bir sebep. Aynı zamanda Prof. Ross’ un öncülüğünde bir çalışma grubu oluşturmayı önerilerinize sunmak isterim. Ve onun başkanlığındaki bu çalışmada yer alması için üyelerimiz Bay Pamir ve Bayan Clonet’ in de araştırma grubuna dâhil olması için oylama yapmak istiyorum.”

Oylamanın sonucunda Prof. Ross Edelman başkanlığındaki Pamir ve Clonet’ in yer aldığı araştırma grubu konsey tarafından kabul edilmişti. Toplantı sonrasında Ross ve Pamir ellerindeki evrak çantalarıyla sessizce binadan çıkıyordu. Pamir bu sessizliği bozarak Ross’ a sitem dolu bir şeyler mırıldanmaya başladı.

“Profesör sonunda dediğiniz oldu, konsey görüşlerinizi kabullendiği gibi beni de yanınıza çekmeyi başardınız kutlarım sizi”

“Evet Pamir, bundan hoşnut olmadığının farkındayım ancak hem akademik bilgilerin gereği hem de yaşadığın ülkeden dolayı bana en çok yardım edecek kişi sensin”

Pamir asık suratıyla soğuk havadaki adımlarını sürdürüyordu ki o sırada Ross ’un telefonunun çaldığını duydu. Ross kulaklıklarını çıkartıp telefonun çevirisini aktif etti ve kısa bir görüşmeden sonra telefonu kapattı. Pamir’ a gülümsüyordu.

“Arayan bayan Clonet’ ti bizimle bir araya gelmek için sabırsızlandığını belirtti”

“Maalesef mizah anlayışınızın yeterli olduğunu söyleyemeyeceğim profesör”

Ross gülümsemeye devam ederek ekledi:

“Türkiye’ ye gelmeden önce kendi ülkesine uğraması gerektiğini söyledi, en kısa zamanda bizimle iletişime geçecekmiş. Aklıma gelmişken sormak isterim Pamir. Konsey ve üyeleri her ne kadar tarih alanını bir kenara bıraktığını söylemiş olsa da, bugünkü toplantıda Clonet’ le birbirinize sarf ettiğiniz yargılar bunun tersini kanıtlıyor. Meğer tarihle ilgilenen üyelerimiz de varmış”

“Profesör, Bayan Clonet’ i bilemeyeceğim ancak bizim ülkemizde cumhuriyet rejiminin kurulduğu asırdan beri tarih dersleri her akademik kariyerin ilk basamağında verilir. İster matematikçi olun ister nükleer uzman, her eğitimin temelinde tarihin varlığından haberdar oluruz ve bunun önemini şimdi daha net anlayabiliyorum.”
“Elbette” diyerek ekledi Ross.



***





Yaklaşık 2 saat süren hava yolculuğundan sonra kendilerini Türkiye’deki Ankara Esenboğa havaalanında bulmuşlardı. Pamir havaalanından çıkınca araç çağırı istasyonundaki butona tuşladı. Çok geçmeden insansız taksi önlerinde duruyordu. Şoför koltuğuna geçen Pamir’ in yanındaki koltuğa ise Ross geçmişti. Pamir bileğinin iç kısmını, aracın ön konsoluna uzatarak para bandının tanınmasını sağladı.

Para bantları yani payment wristband cihazları ülkeye yurt dışından ithal edilmiştir ve Türkler kendi dillerinde bu cihazı tanımlarken pay-band şeklinde çevirmişlerdir. Daha sonraki yıllarda tamamıyla cihazın adı Türkçeye dönüştürülmüş, para bandı olarak kabul edilmiştir. Bu bantlar çıplak gözle fark edilemeyecek şekilde takıldığı dokunun görünümüne göre renk alıp şekillenir ve her türlü alışveriş esnasında kullanılabilecek cinsten aletlerdir. Gprs sistemi ile bankayla bağlantısını sürekli kılan bu bantlar, bakiyeleri tüm para birimine çevirebilecek kur hafızasına sahiptir. Aynı zamanda istem dışı hareketlerde alışverişleri reddedebilecek güvenliği bulunmaktadır. Çalınma ve dolandırılma gibi hususlarda en güvenilir ve kullanışlı alışveriş tekniği olduğu için hemen hemen tüm ülkelerde kullanılmaktadır.

Pamir pay-bandını ve gideceği adresi sesli olarak tanımladıktan sonra ödeme yapıldığına dair araçtaki onay sesini duyunca gaz pedalına bastı. Araç hareket eder etmez kendiliğinden klimasını çalıştırmıştı. İçerde oluşan nemden dolayı Ross gözlüklerini çıkartarak camlarda oluşan buğuyu temizlemeye başladı. Fransa’ya nazaran Türkiye’deki bu şehir daha soğuktu. Fizikçi gözlüğündeki camları temizledikten sonra üşüdüğünü belirtircesine, paltosunun yakasını boynuna kadar birleştirmeye çabalıyordu. Gecenin soğuk olması nedeniyle yoldaki buz çözücü solüsyon fıskiyeleri ara ara faaliyet gösteriyordu. Tüm soğuğa ve trafiğe rağmen yirmi beş dakika sonra Pamir’ in evine vardılar.

Pamir ve Ross paltolarını çıkardıktan sonra evrak çantalarını oturma odasına bırakıp odadaki koltuklarda dinlenmeye başlamıştı.

“Profesör dağınıklığımı mazur görün”

“Rica ederim” diye karşılık verdi Ross.

“Nereden başlıyoruz profesör? Nasıl bir yol izleyeceğimizi düşündünüz mü acaba?”

“Tabi ki Bay Pamir, elimizde kitabın benden önceki sahibi olan üniversite öğrencisinin adresi bulunuyor. İlk etapta bu kişiyle iletişime geçmek yerinde bir karar olacaktır. Kitabı postalarken vermiş olduğu adresin doğru olmasını umuyorum”

“Adresi öğrenebilir miyim acaba?”

“Elbette…”

Fizikçi getirmiş olduğu, yerde duran evrak çantasına uzanarak içinden çıkardığı not defterini Pamir’ e uzattı.

“Hımm. Burada kitabı almış olduğunuz kişinin Sivas’ta olduğu yazılı, kitabı ne zaman aldığınızı söylemiştiniz?”

“Üzerinden yaklaşık beş sene geçti”

“Bu çok uzun bir süre Bay Ross, umarım o kişi hâlâ aynı adreste yaşıyordur”

“Umarım” diye ekledi fizikçi. “Aynı zamanda şimdiki imkânlarla, öğrencinin izini sürebilmemiz için bu süre çok kısa sayılır”

“Peki Bay Ross… İzninizle çalışma odamda bu öğrenci hakkında biraz araştırma yapmak isterim. Bakalım şuanda nerede, ne işle meşgul. Mutfaktan herhangi bir şeye ihtiyacınız olursa arzu ettiğiniz gibi davranabilirsiniz, kendi evinizdeymiş gibi rahat ediniz lütfen”

Prof. Ross teşekkür ederek gözlüklerini çıkarıp koltukların önündeki masanın üzerine koydu. Pamir ise elindeki not defteriyle çalışma odasına doğru yürümeye başlamıştı.

Çalışma odasındaki koltuğuna oturduktan sonra bilgisayarını çalıştırmak için düğmesine bastı. Elindeki adreste yazılı olan isim hakkında araştırmaya başladı. Sivas nüfus bürosunun internet adresine erişim sağladıktan sonra kâğıtta yazılı olan ismi arama kutusuna yazdı. Sıralanan listede içerisinden eğitim durumu kriterlerinden ön lisans, lisans ve lisansüstü kutucuklarını işaretledi. Şansı yaver gitmiş olacak ki yüzündeki gülümsemeye bakılınca aradığı şeyi bulmuş gözüküyordu. Çalışma masasından kalkarak oturma odasına tekrar döndü. İçeri girdiğinde Prof. Ross’ un telefon görüşmesi yaptığını gördü. Pamir’ in geldiğini fark eden profesör konuşmasını fazla uzatmadan sonlandırdı. Telefonunu kapattıktan sonra masanın üzerine bıraktığı kulaklığını aldı. Pamir hâlâ oturma odasının kapısında dikiliyordu.

“Profesör, kitabı aldığınız kişi hâlâ aynı adreste ikamet ediyor. Üstelik hâlâ üniversite öğrencisi. Şansa bakın ki çocuk bir tarihçi”

Ross gülümseyerek sanırım başarısız bir tarihçi diye mırıldandı. Pamir’ e boş koltuğu işaret ederek oturmasını istercesine karşılık verdi.

“Bay Pamir sanırım Bayan Clonet yarın dönmüş olacak. Yarın hep birlikte bu öğrencinin adresini ziyaret ederiz. Clonet gelene kadar izninizle bir otelde dinlenmek isterim”

“Tabi Bay Ross, sizi burada ağırlamaktan şeref duyarım ancak nasıl arzu ederseniz. Hemen yakınımızda bildiğim güzel bir otel mevcut dilerseniz sizi oraya bırakabilirim”

“Taksi çağırmanız kâfi Bay Pamir, zahmet etmeyin”

Oturduğu koltuktan ayağa kalkarken “tabi” diye cevap verdi Pamir, kapıdan çıkmak üzereyken Ross’ a döndü.

“Doğrusunu isterseniz artık resmi konuşmayalım sonuçta konseyde değiliz ve bu durum beni biraz sıkmaya başladı profesör”

“Elbette Bay Pamir, arzu ettiğin gibi konuşabiliriz, sorun değil”
Ross o akşam, gelen taksiye atlayarak bir otele yerleşti.






Ertesi günün sabahında Bay Pamir, Prof. Ross’ un çağrısıyla uyanmıştı. Kahvaltısını profesörün kaldığı otelde yapabileceğini umuduyla hızlıca giyinmeye başladı. Evinin bahçesinde duran aracını çalıştırdıktan sonra otele doğru ilerlemeye başladı.

Otelden içeri girdiğinde Bayan Clonet ve Ross Edelman’ ın lobide kendisini beklediklerini fark etti. Masaya yaklaşıp günaydın dedikten sonra boş sandalyeye geçti. Bayan Clonet yüzündeki asık ifadeyle Ross’ a bakmaktaydı. Prof. Pamir ortamı yumuşatmak için doktora döndü:

“Bayan Clonet, dünkü tatsız tartışmamız için üzgünüm ancak meseleyi daha fazla uzatmamız için bir neden göremiyorum. Arzu ederseniz dünkü yaşananları unutalım, sanırım böylesi her ikimiz için daha iyi olacaktır.”
“Bence de” diye cevap verdi Clonet. Ross Edelman her iki masadaki üyeye gülümsüyordu.

“Sorun hallolduğuna göre arkadaşlar, şu üniversite öğrencisini bulmak için biran önce yola çıkmak isterim”
Masadan kalkan üçlü Sivas’a gitmeleri için en uygun yolun Bay Pamir’in aracı olduğuna kanaat getirdiler. Otelden çıkarken Pamir midesinden gelen sesleri fark etti. Ankara – Sivas şehirlerarası kara yoluna girmeden açlığını yatıştıracak bir şeyler almaya karar verdi.

Ross ve Clonet’ in ısrarına rağmen Pamir, karayolu ile yolculuk fikrini kabul ettirmişti arkadaşlarına. Araçları Sivas yoluna girdiğinde şoför koltuğunda Prof. Ross, yanında Bay Pamir ve arka koltukta ise Bayan Clonet oturmaktaydı. Bir şeyler atıştırmak için aracın kontrolünü Ross’ a devretmişti. Kahvaltısını yaparken arkadan gelen Clonet’ in sesini işitti.

“Peki Bay Ross, sizce öğrencinin evine bu şekilde çat kapı gitmemiz garip karşılanmaz mı?”

“Sanmıyorum Bayan Clonet. Bizi kapı dışarı edecek halleri yoktur sanırım” Ross konuşurken tasvip etmesini istercesine Pamir’ e göz attı, ardından devam etti.

“Herhangi bir terslik çıkacağını sanmam, eğer bir sorun olursa da gerekirse Türk hükümetini devreye sokarız bundan kuşkunuz olmasın doktor.”

Ross kullandığı araca odaklanarak yoluna devam etti. Arka tarafta oturan Clonet ’in aklına biranda konsey başkanı ve dünkü konuşması geldi. Eğer dün toplantıda çıkışmasaydım şimdi belki bu anlamsız araştırmada yer almayacaktım diye geçirdi içinden.

Aracın camından çıplak arazi hızla akıyordu, çantasından çıkardığı elektronik derginin sayfalarına göz gezdirmeye başladı. Pamir ise kahvaltısını tamamlamıştı.

Kuantum teknolojisiyle üretilen otomobiller, son yüzyılın en önemli buluşlarındandı. Hidrojen motorları sayesinde çevre kirliliğine neden olmayan bu araçlar, insanlara süratli ve güvenli seyahat ortamı sağlıyordu.
Birkaç saatlik yolculuğun ardından Clonet şehir merkezine vardıklarını anladı. Şehir planını, aracın konsoldaki ekranda görünce gidecekleri yeri merak edip incelemeye başladı. Geldikleri şehir doğu – batı, kuzey – güney doğrultularında istimlak edilmişti. Pencereden dışarı baktığında birkaç küçük gökdelenin arasında kalmış tarihi yapıların olduğunu fark etti. Araç daha sonra merkezden çıkıp gidecekleri semt yoluna saptığında müstakil evlerin yapısını incelemeye başladı. Rengârenk evlerin farklı farklı mimari anlayışı bulunuyordu, evler arasındaki tek benzerlik hepsinin de çatı döşemesinin oluklu güneş panelleriyle kaplanmış olmasıydı. Bunların bir elektrik enerjisi üretme yöntemi olduğunu biliyordu, ancak oldukça eski ve gereksiz şekilde şimdiki zamanda maliyeti yüksek olan bir yöntem olduğundan da haberdardı. Üstelik mevsimin bu zamandaki şartları düşünülürse haksızda sayılmazdı.


Aracın varış noktasına ulaştıklarını belirtmesiyle Clonet düşüncelerinden uzaklaşmaya başladı. Prof. Pamir ve Ross Edelman evrak çantalarını alıp, araçtan inmek için kapıyı açtıklarında Clonet’ te aynısını tekrarladı. Evin bahçe kapısında dikilen 3 arkadaş sessizce etrafa bakınıyordu. Köksal Pamir önderliğinde bahçe kapısından girip zile bastılar. Çok geçmeden orta yaşlı bir bayan kapıyı açtı.

“Buyurun kime bakmıştınız?”

Bay Pamir kadına Kayra Alptekin adında bir öğrenciyi aradıklarını sordu. Ev sahibesi aradıkları kişinin annesi olduğunu ve doğru adrese geldiklerini belirtince, Pamir üniversiteden ziyaret maksadıyla geldikleri yalanını ayaküstü uydurmak zorunda kaldı.

“Kendisi acaba şuanda evde mi hanım efendi?”

“Tabi içeri buyurun, Kayra şuanda üst kattaki simülatör odasında”

Salona geçtiklerinde yoldan gelen üçlüyü koltuklara davet eden kadın, Bayan Clonet’ in yanına oturmuştu. Önce yolunda gitmeyen bir şey olup olmadığı merakını giderdi ve daha sonra misafirlerine bir şeyler ikram etmek istediyse de gerek duymadıklarını işitti.

“Dilerseniz yukarıya çıkabilirsiniz” diye konuklarına mahcup şekilde seslendi evin hanımı.

Ross ve Pamir bu teklifin ardından iki bayanı yalnız bırakıp üst kattaki simülatör odasına doğru çıkmaya başladı.
Simülatör odaları genellikle 3 boyutlu seyahatler, derslik ortamı, oyun alanları ve daha birçok alanda faydalanılan odalardır. Özellikle son dönemde oyun dünyasındaki gelişmelerle birlikte simülatör kostümleri de bu odalara uygun olarak tasarlanmıştır. Oyun esnasında dövüşme, kapışma, vurulma vs. gibi birçok alanda sağlamış olduğu basınç ve titreşimlerle oyunculara gerçeklik hissi vermektedir.

Basamakları tırmandıklarında gürültülü odanın kapısına doğru yöneldiler. Pamir kapıyı tıklattıktan sonra ses alamayınca Prof. Ross’ la birlikte içeri girdiler. İçerisi yaklaşık 50 m2 alanından ibaretti ve simülasyonla dekore edilmiş bir ortaçağ savaş alanını andırıyordu. Odanın ortasında yapay ama kokulu bataklık bulunuyordu. Zıt köşelerde ise siperlerin arkasında 3 boyutlu askerler ile diğer taraftaki kostümlü genç birbirlerine saldırıyordu. Kapının açıldığını gören genç “misafirlerimiz var baylar” der demez sanal okları aniden Ross ve Pamir’e doğru fırlatmaya başladı. Ross, simülasyonla gerçeği ayırt edememiş olacak ki üzerine gelen okları görünce “dikkat et” diye bağırıp elindeki evrak çantasını kafasına siper ederek bekledi. Ancak Pamir istifini bozmadan kendisine doğru gelen ışıklı oklarından birisini havada yakalamayı başardı. Genç adam dikkatini davetsiz misafirlere vermişti.

“Kayra Alptekin sizinle biraz konuşmamız gerekiyor” diyen Prof. Pamir, sesindeki tonda ciddi olduğunu belirtiyordu. Genç adam üzerindeki kıyafetleri çıkarmadan simülatörü durdurup kapıda bekleyenlerin yanına ulaştı.

“Buyurun?”

“Merhaba, ben Ankara’da yaşayan bir öğretim üyesiyim ismim Köksal Pamir. Keza arkadaşımda öğretim üyesi ve yaklaşık 5 yıl önce internetteki bir açık arttırma sitesinden senin aracılığın ile el yazması almış.”

“Evet bayım uzun zaman oldu. Umarım iade istemeye falan gelmediniz” dedi gülümseyerek.

“Ebetteki öyle bir amacımız yok. Ancak üzerinde tez yazdığımız konu için merak ettiğimiz birkaç soru var.

Buraya biraz bilgi almak amacıyla geldik anlayacağın. Rica etsem bu kitabı nereden aldığını bizlere söyleyebilir misin?”

“Yıllar öncesine ait bir kitaptı o. Yaşadığım köyde büyük büyükbabamın el yazmalarının arasında çıkmıştı. Onun el yazısına benzemiyordu bunu fark etmiştim ama kime ait olduğu ve nereden geldiği hakkında hiçbir bilgi edinememiştim. Daha sonrada internet üzerinden açık arttırmaya koydum ve satıldı.”

“Peki, kitap hakkında başka bir fikrin var mı, sonuçta ne olduğunu bilmeden satışa çıkarmayı düşünmemişsindir?”

“Biraz araştırma yaptıktan sonra hikâye kitabı olduğuna karar verdim” dedi genç adam. Bu cevabın üzerine Pamir ve Ross göz göze geldi. Pamir tekrar gence doğru yöneldi.

“Peki buna nasıl kanaat getirdin?”

“Satışa çıkarmadan önce el yazmasını üniversitedeki tarih hocalarım ne olduklarını bilir düşüncesiyle araştırmaya çalıştım. Ancak bırakın içindekileri tercüme etmeyi ne olduğu hakkında fikir bile üretemediler.”

“Eee..”

“Daha sonra el yazmasını bizim şehirdeki antikacıya götürdüm. Önceleri aklımdaki düşünce kitabın değeri hakkında bilgi sahibi olmaktı hatta iyi bir fiyat verirse kitabı ona satmayı da düşünüyordum. Ancak biran kitabın belki de daha fazla edebileceği aklıma geldi, antikacıya ödevim için araştırma yaptığımı ve el yazmasını tercüme edebilecek birini aradığımı söyledim. Şans eseri yazılan dili tercüme edebilecek birini bulmuştum ve yarım aylık bursuma mâl olsa da birkaç sayfasını Türkçeye çevirtebildim. Anlayacağınız o dükkândan bırakın para almayı üzerine para ödeyerek çıktım. Her neyse sonra, birkaç gün içerisinde antikacıdan tercüme edilmiş kopyaları aldım, okuyunca yazarın tuttuğu günlük tarzında bir eser olduğunu anladım. Bir delinin hatıra defteri diye klasik roman vardır bilirsiniz adeta onun bilimkurgu versiyonuydu kitap, daha sonrasını da biliyorsunuz zaten.”

“Yani kitabı tercüme etmek için birkaç gün mü uğraştı antikacı?”

“Evet bayım”

Bay Pamir tekrar Ross Edelman ile göz göze geldikten sonra kartını genç adama uzattı. İletişim için gencin telefonunu ve antikacı dükkanının bilgilerini aldıktan sonra genci orada bırakıp simülatör odasının kapısından aşağıya doğru merdivenleri inmeye başladılar.

Alt kattaki salonda ev sahibesi Dr. Clonet’ e çay ikram etmişti. Gencin annesi güleç yüzlü tavırlarıyla, yarım yamalak Türkçe mırıldanan Clonet’ le sohbet etme tutkusundaydı. Doktorun aslında “teşekkür ederim” kelimesinden başka bir Türkçe bilgisi yoktu, yanında taşıdığı kulaklığı sadece söylenenleri anlamasını sağlıyordu ancak bu da konuşması için yeterli değildi. Tüm bu olanlar ev sahibesinin karşısındaki bayanla dedikodu yapmasını engellemişe benzemiyordu.  Pamir ve arkadaşı salona girdiklerinde izin isteyerek evden ayrıldılar.

Bahçe kapısından ayrılıp araçlarına bindiklerinde araç hareket etmeden Dr. Clonet önemli bir şey bulup bulmadıklarını sordu. Pamir araçta sohbet ederek daha fazla dikkat çekmek istemediğinden konuşacakları uygun bir kafe aramak için aracını çalıştırıp ilerlemeye başladı. Fazla sürmeden caddenin sonundaki sakin bir kafenin önünde durdular.  Kafenin arka taraflarındaki masalardan birine oturduklarında ilk önce söze Pamir girmişti.
“Profesör sizin dört yıldır tercüme etmeye çalıştığınız el yazması için antikacı işi birkaç günde halledivermiş. Bunda tezat bir durum yok mu acaba?”

“Benim bir fizikçi olduğumu unutuyorsun dostum dil bilimci değil. Ayrıca yazılı dil hakkında o kadar araştırma yapmama rağmen dişe dokunur hiçbir bilgi bulamamıştım. Büyük bir olasılıkla antikacı söz konusu kitaptaki dilden haberdardı. Gencin büyük büyükbabasını araştırmadan önce antikacıya uğramak bana daha mantıklı geliyor.”

Bayan Clonet konuşmaları dinlerken oturdukları camdan masanın üzerindeki dokunmatik ekrandan içeceğini seçiyordu. Birkaç seçenek araştırdıktan sonra masadaki kızılötesi ışınlara pay-band ödemesi yaparak istediği içeceği tuşladı. Ardından sipariş ettiği içkisi masanın ortasındaki hava kalınından çıkarak önüne ulaştı.
“Bay Ross o zaman içeceklerimizi bitirdikten sonra şu antikacıyla görüşelim. Canan Yurdakul adında Atatürk Caddesinde dükkânı olan bir esnafmış. Beni uyarmamış olsanız da, gencin büyükbabasından kalmış o kitapları da görmek isterdim doğrusu. Çocuk, onların elinizdekinden farklı olduğunu söylese de yine de bakmakta fayda sağlayacağını düşünüyorum.”

Prof. Ross, Clonet’ in ısmarladığı sıcak içeceği yudumladıktan sonra başını öne eğip kısa bir süre düşündü. Ardından Bay Pamir’ e bakmaya başladı.

“Dostum benim aklımda biran önce şu antikacı bayanı görmek var. Az önce bir tezat oluştuğunu sen kendin belirttin. Önceki amacımız bu tezatı ortadan kaldırmak ya da kabullenmek olmalı. Bu durumu açıklamadan bir yığın el yazması bulmuş olsam da hiçbir çabamız işe yaramayacaktır.”

Dr. Clonet, profesörlerin konuşmasına mırıldanarak girmeye çalıştı. Sanki masadakileri kızdırmak istemiyormuş gibi tavrı vardı.

“Uzayda oluşacak bir sorun için antikacıya gittiğimize inanamıyorum. Bay Ross umarım tahminlerinizde haklısınızdır. Öyle olmasa sanırım oldukça gülünç duruma düşeceğiz. Bana göre şuanda konseyin diğer üyeleriyle asteroitleri bloke edebileceğimiz bir sistem araştırmalıydık. Nükleer füzeler, koruma kalkanları ne bileyim koruma uyduları gibi birçok şey... Ama tüm konsey 16. asırdan kalma haberler bekliyor. Şuanda olanları normal insanlara anlatsak eminim bizle dalga geçeceklerdir.”

Pamir karşılık vermeye çalıştıysa da Ross ondan önce davranmıştı. Başını iki yana sallayarak cevap vermeye başladı.

“Clonet… Clonet… Clonet… Bu söylediklerin üyelerin veya başkanın aklına gelmedi mi sanıyorsun. Şuanda eminim başkan başka bir araştırma içerisinde üyeleri görevlendirmiştir. Onun bir septik olduğunu unutuyorsun, tabi ki bu durum başkanın tutarsız olduğu anlamına da gelmez. Ayrıca nükleer füze fikrini son derece saçma bulduğumu söylemeliyim. Birincisi nükleer bir silahla ya da bombayla onları havada vurmak felaketin boyutlarını arttırmaktan başka bir işe yaramaz. İkinci durum ise çok sayıda asteroidi durduramayız. Yani bu ne bilgisayar oyunlarındaki senaryolara benzer, ne de Armageddon adlı sinema filmine. Kalkan fikrine gelince…”

Prof. Ross Edelman konuşmasını tamamlayamadan telefonunun çaldığını fark etti. Masada oturan arkadaşlarından izin aldıktan sonra kısa bir görüşme yaptı. Bay Pamir konuşmalara kulak misafiri olunca kendini tutamadı.

“Ross arayan kimdi?”

“Kızım.”

“Öyle mi! Sevindim senin adına, kaç yaşında acaba?”

“Henüz 6 yaşında, şuan annesiyle birlikte ve beni merak etmişler”

Prof. Ross cümlesini tamamlarken telefonun ekranına bakıp gülümsüyordu. Kızının sesini ve varlığını hissetmek onu neşelendirmişti.


Uğur Aslan









6
Kraliyet Meydanı / Asimov kitapları <--- alınık
« : 27 Ekim 2014, 23:43:42 »
Arkadaşlar robot serisinden eksikliklerim var elinde olan varsa lütfen pm atınız.

7
Kurgu İskelesi / Büyükbabamın El Yazmaları
« : 15 Ekim 2014, 16:29:51 »

Büyük büyük dedemden gurur duyuyordum. Üşenmeden yazmış, çizmiş, karalamıştı hayatı boyunca. O zamanlarda okuma yazma bilen yok denecek kadar azken, böyle farklı bir kişiliğinin bizim aileden çıkması beni gururlandırıyordu.

Geçen kış, amcamların evinde bir çuval dolusu eski kitabın ateşi tutuşturmak amacıyla kullanıldığını gördüğümde şoke olmuştum. Öğrendiğimde şaşkınlığım öfke nöbetlerine bıraktı kendini. Dedemin cânım el yazmalarını bir çuvala tıkıştırmışlar ve yakmak için istiflemişlerdi. Çoğu nemden küflenmiş, parçalanmış vaziyetteydi. Ellerinden kurtardığım için hala şükrediyorum Allah’a.

Kurtardığım el yazmalarının birisi ilgimi aşırı derecede çekmeyi başarmıştı. Defterin kapağındaki zarafet, sayfalarındaki tarih kokusu, mürekkebin muhteşem rengi, okuyamasam da yazının göz alıcı güzelliği etkilemişti açıkçası beni. Farklıydı o, yazarın kullanmış olduğu alfabe dahi diğerlerinden ayrıydı… Büyükbabamın el yazısı değildi, ama okumayı istediğim ilk kitaptı o.

Meraklar içinde çevirmen aradım geçen hafta. İnanır mısınız koskoca üniversitedeki tarih hocalarım kitabı okuyamıyor hatta ne olduğu hakkında fikir bile beyan edemiyordu. En sonunda çözümü kapalı çarşıdaki antikacıda bulabilmiştim. Yarım aylık bursuma mâl olacaksa da gözümü dahi kırpmadım. Kitabın bir kaç sayfa fotokopisini çekip tercümana götürdüm. Adını dahi duymadığım bu dili çözebilen birini bulduğum için çok şanslıydım.

Ve dahası, tercüme edilmiş halini okuyunca ortaya çıktı. Tercüman, fotokopideki çok eski yazıların kime ait olduğunu sorunca bir şey dememiştim. Okul ödevim diye geçiştirdiğimde fazla kurcalamadı.

Her neyse günlerdir okuyorum, düşünüyorum, kafamdan kurup yazıyorum. Ama cevabını bulamıyorum. Kim ne maksatla yazmıştı bunu acaba? Bir delinin hatıra defteri miydi bu, yoksa edebi eser ortaya koymak için kurgulanmış bir öykü müydü? Yoksa?

Karar verememiştim.

En iyisi bir daha en baştan dikkatlice okumak:


“Tabiatın kanunlarını kendi üzerinde test etmek dünyayı yaşanılmaz bir hale getiriyor. İnsanoğlunun bitmek tükenmez bilmeyen merak duygusu neler açıyor böyle başımıza? Her zaman daha fazlasını istemek, daha güçlü, daha zeki, evrene daha da hâkim olabilme gayreti neden bu kadar yüksek? Doyumsuzluk, doyumsuzluk, doyumsuzluk… Tüm sorun buradan başlıyor.

Öğrencilik hayatımın bitmesine sadece 3 yıl kalmıştı. 28 yaşından sonra istesem de istemesem de öğrenim sürecim tamamlanıyordu. En parlak çağını atlatan bir insanın öğrenme sisteminde etkisiz bir elaman olarak kaldığı gerçeği artık yasalarımıza da işlenmişti. Ama benim bu sistemden atılmam tabi ki 28 yaşına kadar sürmedi.

Yıllarca gece gündüz demeden okuyor, araştırıyor, laboratuvarımda saatlerce deneyler peşinde koşuyordum. Öyle ki bir gün çılgın teorimin çılgın güçlerin eline geçene kadar bu hep devam etti. Dayanamıyordum…

Sırf dünyadaki gücü ellerinde tutmak için çılgın silah icatlarını mı dersiniz, insan ömrünü uzatmak uğruna yapılan garip deneyler sonucu sürüngene benzer görüntülerle doğan, zavallı bebekler mi dersiniz. Hangisini anlatayım? Her geçen gün insanlardaki sevgi, aşk,  merhamet, karşılıksız paylaşma gibi birçok duygunun günden güne eridiğini gözlemleyebiliyordum. Oysaki bitirdiğimiz okullarda her seferinde insanlık için, daha yaşanılabilir bir dünya için çalışacağımıza yemin ediyorduk.


Verdiğim sözü tutmalıydım. Sorunu kökünden halletmeliydim. İnsanlık için yapacağım şeyin ne kadar önemli olacağını düşünüyordum. En sonunda kafaya koyduğum şeyi denekler üzerinde başarabilmiştim. Hazırladığım toz tanecikleri ile insanlardaki merak duygusunu körelterek tüm bu olanların önüne geçebileceğimi düşünmüştüm. Hayal gücünden ve merak duygusundan yoksun bir insanlık,  daha fazlasını isteyemeyecek ve dünyayı ve kendisini daha fazla yıpratamayacaktı.

Ancak bu başarımın başarısızlıkları da beraberinde getireceğini nereden bilebilirdim. Teorimi hayranlıkla izleyen profesör meslektaşım, sırf kendi çalışmalarına fon kazanabilmek için üniversite yönetimine icadımı sızdırmış. Bu da yetmezmiş gibi yönetimdekiler de para hırsı yüzünden her şeyi götürüp zengin iş adamlarına pazarlamışlar.

Sahibi olduğum bu teori, gidebilecek en kötü ellere sırasıyla ulaştı diye düşünüyordum. Amaçlarının çok daha sonra; mutlu insanlar, az ile yetinen fazlasını düşünemeyen koyun sürüleri yetiştirmek olduğunu anlamıştım. Kolay yönetilebilen, kendilerinin servetinde gözü olmayan bir insanlık onlar için muhteşem bir fırsattı. Şebeke sularından tutunda yiyeceklerimize kadar her gıdaya karıştırmışlardı bu tozları. Aslında yaptıkları şey tam da benim isteklerimi karşılıyor diye düşünürken öyle olmadığını yıllar sonra anlayabildim.

Hayal gücümü kaybetmem geri zekâlı olmam anlamına gelmiyor ebetteki. Olan bitenleri gayet net anlayabiliyorum. Şöyle ki meraklarını ve hayal gücünü kaybeden insanlık, kendine yetmemeye başladı. İleriye dönük en ufak bir düşünceyi aklının ucundan geçiremez olmuştu. Belki……… diye bir cümle dahi kurmaktan acizdi insanoğlu. Kaynağını tüketen, tamamen kurumuş nehirler gibiyiz şuanda. İleriyi kestiremiyor, sürekli hata yapıyor, kısa sürede çözülebilen basit sorunları bile çözmemiz yıllar alıyor. Şimdi anladım ki insanı hayatta tutan bir duyguymuş merak. Eskiden sorunlar vardı ancak başarısızda olsa çözüm üretebileceğimiz fikirlerimiz de vardı. Şimdi ise sadece sorunlar var.

Kendi icat ettiğim bu tozlar, adeta zehir gibi her yere yayıldı. Üstelik panzehrini de bulamıyorum. Nasıl geçecek bu illet aklım almıyor. Bu dünyanın onca kahrı çilesi yetmezmiş gibi bir pranga da ben vurdum ayaklarına. Evet evet, pranga vurulu şuanda insanoğlunun hayal gücüne. Kaş yapayım derken göz çıkarmak benimkisi adeta.

Piyon gibi hissediyorum kendimi bu aralar. Can sıkıntısı da diyebilirsin yazdıklarıma. Belki zaman geçirmektir amacım; belki de biri sesimi duyar da çare olur ilerde bize, diye yazıyorumdur bu olanları kim bilir?

Bir dakika...

Bir dakika, sahi ne dedim ben biraz önce?

Buldum!”



Uğur ASLAN

14/10/2014
Sivas

8
Kurgu İskelesi / KOZMOS 21 - Komutan Noyan'ın Keşfi
« : 14 Ekim 2014, 19:07:55 »
-   Komutanım, orda mısınız?
-   Efendim, ses verin lütfen. Komutanım orda mısınız?
Herhangi bir ses soluk yoktu ortalıkta. Uzay üssünde derin bir sessizlik oluşmuştu. Teğmen Korutürk önündeki telsizle en yakın arkadaşının sesini duyma çabasındaydı.
-   Kalp atışları ne durumda, bilgi verin yaşam istatistikleri nasıl?
-   Efendim nabız düşmeye başladı. Sanırım komutan yaralanmış olmalı, kan kaybından dolayı nabız düşmekte. Diye cevap verdi yan taraftaki genç kadın
-   Lanet olsun nerede bu görüntü, neden sinyal alamıyoruz. Komutan lütfen ses verin efendim.
Kamera görüntüleri gelmediği gibi, kokpitteki komutandan da ses seda çıkmıyordu. Üsteki sessizlik moral bozukluğuna dönmüştü. Mekik yeryüzüne inmeden önce şiddetli darbe almıştı, çarpışmanın etkisiyle parçalanmış olabilirdi. Teğmen Korutürk telsizin başında kırmızıya çalan ten rengiyle boncuk boncuk terlemeye başlamıştı. Ta ki yanıt alana kadar
-   Teğ-men… buradayım.
Komutanın sesi güçlükle çıkıyordu. Acı çektiğini üsteki herkes anlamıştı. Komutanın sesini duyan teğmen adeta canlanmışçasına telsize seslenmeye başladı
-   Efendim yaralı mısınız?
-   E-evet. Sanırım bacağım kırık. Kan, kan kaybediyorum
-   Efendim yedekleme ünitesinden uzakta mısınız? Lütfen kabine girmeye çalışın.



Kafasını yattığı yerden kaldırarak “yedekleme ünitesi… Evet neden aklıma gelmedi” diye geçirdi içinden. Komutan başındaki kaskı çıkardı, yere bıraktığı kask eğiminde etkisiyle yuvarlanmaya başladı. Güçlükle kırık bacağı ile sürünerek yedekleme ünitesinin yanına geldi ve butona basıp kapağı açtı. Sanki cinayet işlenen olay yeri gibiydi ortalık. Geriye dönüp baktığında bacaklarından akan kanlar adeta zeminde zorla sürüklenmiş izlenimi uyandırıyordu. Kollarındaki son gücü de kullanarak solaryum kabinine benzeyen yedekleme ünitesinin içine bıraktı kendini. Kapağı üzerine kapattıktan sonra kanlı parmakları ile monitördeki düğmeye dokundu. Yedekleme ünitesi mavi ışıklarıyla tiz sesler çıkarmaya başlamıştı. Şükürler olsun çalışıyor diye mırıldandı.
Hoş geldiniz. Lütfen tanımlama işlemini gerçekleştiriniz, diye yanıt verdi makine.

-   Komutan Noyan
Hoş geldiniz. Lütfen seçiminizi yapınız.
-   Sistem geri yükleme
Lütfen geri yükleme türünü seçiniz
-   Fiziksel
Lütfen yedekleme zamanı seçiniz.
-   Alınan son yedek geri zekâlı makine haydi artık!
Sistem geri yükleme başlatıldı.

Dev ışık huzmesi, garip seslerle birlikte komutanın vücudunu dalga dalga inceliyordu. Kanlar içerisinde bekleyen komutan bayılmanın eşiğindeydi. Makine çalışırken sesli bilgilendirme mesajlarını vermeye başlamıştı.


Son fiziksel yedekleme geri yükleniyor…

Hasarlı dokular onarılıyor…





***





Yedekleme ünitesinde uzun süre baygın kalan Noyan ayılır ayılmaz kapağı açıp doğruldu. Etrafına bakındığında darmadağın ve kanlar içerisinde kalmış kokpiti gördü. Haberleşme cihazları dâhil birçok alet yerlere fırlamış, ekrandaki görüntüler kapanmıştı. Yerde duran kaskını görünce yanına yaklaşıp kafasına taktı. Mikrofonuna seslenmeye başladı:

-   Kozmos 21 den Anadolu’ya. Sesimi duyuyor musunuz?

Bir süre sessizlikten sonra çağrısını tekrarladı ve karşıdan parazitli cevap gelmeye başladı.

-   Anlaşıldı Kozmos 21 sesiniz geliyor. Burası Anadolu, durumunuz nedir komutanım?
-   Ben iyiyim, yedeklemeden yeni çıktım bayılmışım.
Komutanın sesini duyan uzay üssü sakinleri adeta sevinç çığlıkları atmaya başlamıştı. Komutanın iyiyim demesiyle herkes alkışlıyor, sevinçle birbirlerine sarılıyordu.
-   Efendim çok sevindim. Mekikte durum nasıl hala görüntü alamıyoruz.
-   Çarpışmadan sonra etraf biraz dağılmış mekiğin arka kısmına geçemedim henüz. Görünen o ki etraf güneş ışıklarıyla aydınlık vaziyette. Kokpitin ucu gökyüzüne bakıyor sanırım bir tümseğin ya da tepenin üzerindeyim. Görüş açısı yok. Şuan benden başka mürettebattan uyanık kimse de yok. Henüz kontrol edemedim.
-   Anlaşıldı efendim.
-   Teğmen izninle daha sonra iletişime geçeceğim.

Diyerek kaskını tekrar başından çıkardı komutan. Kokpitin çıkış kapısını aralamadan elektronik uzay elbiselerini giymesi gerekiyordu, Üzerindeki parçalanmış, bazı bölmelerde kabloları yerinden fırlamış kıyafetlerini çıkartmaya başladı. 10 dakikalık giyinme süresinin ardından kafasına cam kaskını yerleştirerek kapıya yöneldi. Neşeli bir edayla “Uyanma vakti hanımlar” diyerek kapının manuel ve elektronik kilitlerini açtı. Ancak gördüğü manzara karşısında şaşkınlıktan dona kalmıştı. Mürettebat bölümü adeta kokpitten sökülmüş gibiydi. Karşısında sadece kahverengi toprak yığınları bulunuyordu. Üzgün gözlerle belki kopan parçalar yakınlardadır diye mekiğin arkasına bakındı. Ancak ortalıkta mekikle ilgili hiç bir şey gözükmüyordu. Dışarı birkaç adım atarak dizlerinin üzerine toprağa çöktü. Aman Tanrım diye fısıldadı kendi kendine. Uyanamadan ölmüşler.

 Şaşkın, terlemiş, karamsar bir halde olduğu yerde kıpırdamadan kaldı.





***




Komutan Noyan bir süre sonra ayağa kalkarak kaskındaki monitöre seslendi.

-   Anadolu ile iletişime geç…
-   Anadolu beni duyabiliyor musunuz? Kozmos 21 den Anadolu’ya
-   Dinlemedeyiz efendim tamam.
-   Ben Komutan Noyan. Mürettebatımın olduğu kısım dahil her şey parçalanmış mekikten kalan tek parça kokpit. Gemide sadece ben varım tamam.
-   Kozmos 21 tekrarlarımsın lütfen.


Komutan söylediklerini zorlukla bir kez daha tekrarlayınca sessizlik meydana geldi. Uzay üssünde yarım saat önce sevinç çığlıkları atanlar, şimdi çoğunun elleri yüzünde derin bir kedere boğulmuştu. Hüzünlü sessizliğin devam etmesiyle, komutan üsle olan iletişimi kapattı.

Dışarıya doğru birkaç adım attıktan sonra mekiğin tahmin ettiği gibi tümsek üzerinde, başı havaya kalkmış vaziyette olduğunu gördü.

Atmosferdeki gaz oranlarının ölçümünü yapma fikri aklına gelince hemen kaskındaki monitörden sorgulamayı başlattı. Kaskından gelen sesler ölçüm sonuçlarını söylemeye başladı.

-   Azot oranı %78, Oksijen %21, Karbondioksit %0.034

Ölçümler neticesinde Azot ve Karbondioksit oranındaki azlık, Oksijen oranındaki fazla değerler aklını karıştırmıştı. Kaskındaki yapay zekâ ünitesine sorusunu yöneltmeye başladı:

-   Değerler yaşam şartlarına elverişli mi?

Yapay zekâ ünitesi çok geçmeden yanıtlarını sıralamaya başladı.

-   Olumlu. Ancak kaydedilen değerlere adapte olmanız zaman alabilir.
-   Bu kaskımı çıkarabilirim anlamına mı geliyor?
-   Hayır efendim. Çevreyle aniden temas etmeniz nabız yükselmesi ve beraberinde baş dönmesi ile değişik komplikelere neden olabilir.
-   Çözümün?
-   Mevcut azot oranınızı kademeli olarak azaltıp, oksijen oranınızı arttırabilirim.
-   Kabul edildi. Diye cevap verdi komutan.

Üniformasına bağlı tüpten soluduğu hava kendini sıkmaya başlamıştı. Ciğerlerine giden havanın adeta baş döndürücü gücü vardı. Tekrar yapay zekâ ünitesine sorusunu doğrulttu:

-   Ortama uyum ne kadar sürecek?
-   Yaklaşık 3 saat 12 dakika efendim.


Bu duruma sevinmişti. Kasksız dolaşabilme ve ortama kısa sürede adapte olabilme düşüncesi mürettebatını kaybetmenin üzüntüsünü azda olsa hafifletmişti.


Az ilerde oluşmuş tepenin üzerinden etrafa bakma fikri geldi aklına bir anda. Belki de mekiğin kopan parçalarını bulabilirim umuduyla gözüne kestirdiği mesafeyi yürümeye başlamıştı. On dakika kadar süren bu yolculuğun sonunda hedefindeki yükseltiye ulaştı. Gördüğü manzara karşısında etkilenmişti. Upuzun yeşil renkli düzlüğün görüntüsü karşısında şaşkına dönmüş, bir an mürettebatını unutmuştu. Sağ kolunu göğüs hizasına yatay olarak kaldırıp, kolundaki tuşlara dokundu. Ardından küçük bir ekran belirdi ve yeşil düzlüğe doğru cihazın arkasını tutarak komutunu verdi:


-   Tanımla!
-   Orman.
-   Orman nedir?
-   Çeşitli odunsu bitkilerin bir araya geldiği ağaç toplulukları. Bilenen son orman 2156 yılındaki kozmik radyasyon tahribatından sonra yok olmuştur. Yıllar öncesine kadar gezegendeki en önemli oksijen kaynağı ve canlı yaşam alanları olarak bilinmektedir…


Yüzyıllar öncesindeki dünya ne kadar güzelmiş diye geçirdi içinden. İnsanoğlu bu kadar ahmak olmayı nasıl başarabilmiş? Farkındalık seviyemiz ne kadar da geri kalmış zamanında, diye düşünmeye başladı. Ormanın ortasından geçen kıvrımlı nehirlerin tanımlarını da öğrenince merak duygusu kendine iyice egemen olmuştu. Ormanın derinliklerine girip o suları, yaşayan canlıları görmek ve havayı teneffüs etmek için sabırsızlanmaya başlamıştı. Mürettebatını, kendisinden haber bekleyen uzay üssünü, dünyadaki insan yaşamının bitmesine ramak kala çıktığı geçmişe yolculuk görevini tümden unutmuştu. “ Adaptasyon için yaklaşık 3 saat zamanım var zaten”   diye düşündü, adımlarını üzerindeki tepeden aşağı ormana doğru atmaya başladı.




Uğur ASLAN
13/10/2014
Sivas



Sayfa: [1]