Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - maviadige

Sayfa: [1]
1
Güncel / KPSS
« : 21 Mayıs 2016, 21:23:51 »
Başlıklarda diğer sınavlar olmasına rağmen bunu göremedim yeni başlık açayım dedim.

Kabus kapıya dayandı. Korku filmleri bu gerilimin yanında hiç kalır. :) Geçen seferki sınavda, telefon kulübesindeki halay sorusuyla başlayınca anlamıştım sonucun ne derece vasat geleceğini. Soruları hazırlarken sergiledikleri hayal güçlerine hayran kalsam da azıcık insaf diyorum. Artık o kadar umutsuzum ki heyecan bile yapmıyorum ilk defa.

Sınava girecekler varsa başarılar dilerim. İyi ya da kötü sadece yarını atlatmak istiyorum. Artık normal hayata dönmem gerek.


2
Düşler Limanı / Sürgün Yolunda Kaybettiklerimiz
« : 17 Mayıs 2016, 10:38:21 »


21 Mayıs 1864

Kafkasya özlemdir, umuttur, çırpınıştır. Kulaklarda bir ezgidir, hiç susmayan. Karadeniz'in yasıdır, kanla yıkanan. Çığlıktır, yürekleri dağlayan. İsyandır dünyaya, katliamın ardından. Bağlılıktır yoldaşlarına, candan. Bir rüyadır, hiç bitmeyecek olan. Kafkasya aşktır.

https://www.youtube.com/watch?v=MR15JMwrpbE

Rusya'nın sebep olduğu Çerkes soykırımı ve sürgününde kaybettiklerimizi rahmetle anıyorum. Geçmiş unutulmamalı. Geçmişini unutan kendi değerlerini hiçe sayıyor demektir.

Not: Önümüzdeki günlerde vakit bulamazsam diye erkenden paylaştım.

3
Düşler Limanı / Sadece Bak
« : 13 Mayıs 2016, 23:15:39 »
Bakışlarında sonsuz bir hayat gizli sanki. Gözlerinin değdiği yer yeşeriyor, onları kaçırdığın yer soluyor. Kaybolmak istiyorum o sonsuz düşte. Nefes almakta da bir mana varmış anladım. Her solukta biraz daha işliyorsun ruhuma, sonra hislerimi bir çağlayan gibi önüne katıp götürüyorsun. Sana ulaşmak mı zor olan, yoksa sana rağmen senden uzak kalabilmek mi? Elini uzatsan içimde fırtınalar kopar da cesaret edemem bir adım atmaya. O yüzden sen sadece o güzel gözlerinle bana bak.

https://youtu.be/aOpSgDf0g_M

Gece gece esti, bir şeyler karaladım. Takıntılı halim bir kez daha devreye girmişken, uzatmadan gideyim. Hayırlı akşamlar. :)

4
Kurgu İskelesi / Mürekkep
« : 17 Mart 2016, 14:44:47 »




“Bir mürekkep damladı ve rengiyle bulandırdı zihnimin derin sularını…”

Durgun bir suyun derinliklerinde yüzüyorum, ıslanmış ve ağırlaşmış kıyafetlerime aldırmadan. Suyun altında nefes alabilmenin mümkün olduğunu bilmezdim. Bunun şaşkınlığını yaşıyorum şu an. Ağzımdan çıkan kabarcıklar uçsuz bucaksız sıvı mavilikte kayboluyor. Neredeyse bir karış uzunluğunda olan saçlarım gözümün önünde dans edercesine dalgalanıyor. Elimle saçlarımı geriye atıp yukarı doğru yüzmeye başlıyorum. Daha önce kendimi hiç bu kadar su dünyasına ait hissetmemiştim. Yaşadığım bu inanılmaz rahatlık ve güven duygusu beni daha şaşırtıyor. Suda kırılan güneş ışınları hoş bir manzara olarak gözlerime doluyor. Tıpkı gerçek olamayacak kadar güzel bir masal sahnesinden kopmuş gibi. Yüzeye ulaşmak için sabırsızlıkla ayaklarımı daha hızlı çırparken siyah bir mürekkep damlıyor yukarıdan. Suyu yararcasına aşağı doğru hızla inen damla aniden yavaşlıyor ve dağılıyor. Etrafımı saran su kısa sürede siyaha boyanıyor. Siyah sıvı vücudumu tamamen kaplamaya başladığında endişe içinde uyandım. Rüyaları hayra yormak gerekirdi ama yapamıyordum. Günlerdir bu rüyaya hapsolmamın bir nedeni olmalıydı. Kalbimin hızlı atışlarına deli gibi dönen zihnim eşlik etmeye başlamıştı. Rahatlamak için odadaki halının desenlerine odaklanmışken birden değişik anılar gün yüzüne çıkmaya başladı.

Tekinsiz bir gecenin süslediği ormanda yürüyordum. Birisi telaşlı bir halde arkasına bakıp dururken benden kaçıyordu. Yüzünü göremediğim kişiyi soğukkanlı bir şekilde takip ediyordum, onun aksine yavaş ve sağlam adımlarla. Hem de elimde keskin bir bıçakla... Siyahlar içindeki silüeti yakaladığımda hiç düşünmeden sırtına geçirdim bıçağı. Ardından birkaç kez daha sapladım, acı iniltilere kulağımı tıkayarak. Ardından kanlı bıçağı beyaz gömleğime sürüp nazikçe temizledim.

Hatırlayamadığım bu anının gerçek olup olmadığı konusunda emin değildim. Uyurgezerdim ve bazı geceler sokaktan toplarlardı beni. Gerçekten öyle bir anda cinayet işlemiş olabilir miydim? Hayır, imkânı yok! Hatıramdaki sahnede bilincim gayet açıktı, her şeyi görmüştüm. Bıçağı saplarken kurbanın nasıl kasıldığını, acı çektiğini… Öyleyse neden bir şey hatırlamıyorum? Sanki birisi zorla kafama sahte bir anı sokmuştu. Zihnimde canlanan anılar o kadar gerçekçiydi ki birisini öldürdüğüme inanmak zor değildi. Eğer doğruysa polis niye hala izime ulaşamamıştı? Peki, şimdi polise gitsem ne diyecektim? Ya ortada bir cinayet yoksa? Kafam karışık halde bir süre sonra tekrar uykuya daldım.

Sabah olduğunda sersemlemiş bir halde lavaboya gittim. Dün geceki anılar tekrar tekrar gözümde canlanıyordu. Bir ara kalbimin sıkıştığını hissettim. Sancı o kadar derindi ki düşmemek için elimi duvara attım. Neyse ki kısa sürede geçti. İçimi kemiren bu dertten nasıl kurtulacaktım ben? Aynada solmuş yüzüme baktıktan sonra derin bir nefes aldım. Musluğu açıp kafamı altına tuttum. Havluyu askıdan çıkarıp başıma attım ve kahvaltı hazırlamak üzere mutfağa gittim. Ancak tezgâhın üstündeki siyah saplı bıçağı görünce allak bullak oldum ve hızlıca mutfağı terk ettim.

Evden ayrılıp arabama atladığımda işe gitmek yerine kumsala gitmeye karar vermiştim. Üzerine bastığım kumların rahatlatıcı etkisinden olsa gerek anında cinayet düşüncesi kafamdan uzaklaştı. Ağır adımlarla dalgalı denize doğru ilerledim. Su belli aralıklarla ayağımı yalayıp geri çekilirken hoş bir his sarıyordu içimi. Karşıdaki ufka baktım bir süre. Martılar denizin hüzünlü oyununa eşlik edercesine suya batıp çıkıyordu. Martı sesleri kulağımı doldurduğunda suyun yüksekliği belime geliyordu artık. Dalgalar daha bir sert çarparken gövdeme, denizin tamamen siyaha boyandı. Şaşkınlıkla bir adım gerilediğimde suyun normal renginde olduğunu gördüm. Rüyamdaki o mürekkep, beynime şüphe tohumları ekmiş ve filizleri mantığımın dört bir yanını sarmıştı. İyice üşümeye başladığımda ve hissettiğim huzursuzluktan geriye çekildim. Kumsalı terk ederken bile defalarca dönüp baktım geriye. Sanki bir kez daha bakarsam mavi yerine siyah bir deniz görecektim.

Islak halde eve gelirken birçok kişinin garip bakışlarına maruz kalmıştım. Sadece gülüp geçtim. Artık titremeye başladığımdan bir an önce üzerimi değiştirmeliydim. Odama gittiğimde masanın üzerindeki mürekkep şişesini fark etmemle aynı ormanın gözümde canlanması bir oldu.

Her taraf uzun, kalın gövdeli ağaçlarla kaplıydı. Sık ağaçlardan içeriye ay ışığının sızması bile zordu. Buna rağmen elimde tuttuğum bıçak bana gülümsercesine parlıyordu. Ben kurbana yaklaşırken hiç endişeli ya da heyecanlı değildim. Nasıl bu kadar soğukkanlı ve kararlıydım? O gün, orada kimi öldürdüğümü bulmam gerekiyordu. Belki kurbanın cesedi hala ormanda bir yerdeydi.

Akşam olup hava karardığında kendimi o ormana atmıştım sonunda. Arabayı bir yere park ederek, heyecan ve korku içinde indim. Ormanın hemen girişinde küçük bir kulübe vardı. Daha önce neden fark etmemiştim ki? Sahi buraya en son ne zaman gelmiştim? Yaşı bir hayli ilerlemiş olan bekçi kulübeden dışarı çıktı ve gülümseyerek beni selamladı. “Uzun süredir buraya uğrayan yoktu. Gel bir çayımı iç,” dedi samimi bir şekilde. Konuşurken gözlerinin içi gülüyordu adeta, onu reddedemedim. Kulübeye geçtiğimde bana bir sandalye uzattı ve küçük bir demlikten çay koymaya başladı.

Tepeden sarkan ampulün ışığı sayesinde adamın yüzünü daha ayrıntılı seçebiliyordum. Saçları kırlaşmış, gözleri çökmüş, yer yer kırışıklıklar yüzünü kaplamıştı. “Ne zamandır burada çalışıyorsun amca?” dedim çaya şeker atarken. “Benim anlatamayacağım, senin de anlamayacağın kadar uzun süredir,” dedi gülümserken. Bir yandan da dünyanın en keyifli işini yapıyormuşçasına çayını yudumluyordu. Şaşkın halde adama bakakaldım. Acaba ne demek istemişti? Yaşlıların oynadığı akıl oyunlarından biri olduğunu düşünerek pek durmadım üstünde, gülümsemekle yetindim.

“Evlat, hayat hikâyeni anlatmak ister misin, bu yalnız adama?” dedi babacan bir tavırla. Biraz meraklı biraz da neşeli bir hali vardı. “Canını sıkmayayım amca. O kadar da iyi bir hayatım olduğu söylenemez,” dedim tereddüt içinde. “Benim işim dinlemek. İnsanları, rüzgârı, denizi, doğayı… Sen konuş, anlarım ben,” dedi sesine bir parça gizem katarak. Sonunda bir yerden başlayarak anlattım hikâyemi. Ailemi, okulumu, askerliğimi, işimi, dostlarımı, hatalarımı, pişmanlıklarımı… Şimdi, burada oturmuş, ilk kez gördüğüm bir insana neden her şeyi anlatıyordum ben de bilmiyorum. Adamın sözlerindeki, davranışlarındaki bir şey –belki de samimiyeti­ beni konuşmaya itmişti. Ben anlattıkça mimikleri değişiyor, bazen gülümsüyor, bazen şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu.

Geçmişte gerekli gereksiz her şeye öfkelenen, kafasının dikine giden, insanların hislerini umursamayan biriydim. Fiziksel ya da manevi açıdan çok fazla insanın canını yakmıştım. Bir zaman sonra öfkemin ve dik kafalılığımın bana bir şey katmadığını, tersine beni yerin dibine soktuğunu anladım. İnsanlar benim için değerliydi artık, en azından birçoğu. Bir süredir çok sakin ve anlayışlıydım. İnsanlara onlar her an kırılıp yok olacak mühim bir hazineymiş gibi davranmaya başladım. Ne zamandır bu kadar değişmiştim?

Ben bunları düşünürken fazla susmuş olacağım ki yaşlı adam konuşmaya başladı. “Pişman olmak güzel şeydir, her şeye sıfırdan başlamak ve yeni bir hedefe doğru yol almak.” Ne diyeceğimi bilemeden başımı salladım sadece. “Sen buraya daha önce de gelmiştin, tam bir yıl önce,” dedi adam aniden.

O an donup kaldım ve kalp atışım iki katına çıktı adeta. Yoksa cinayeti işlediğim o günden mi bahsediyordu? Rengimin attığını hissetsem de belli etmeyip sakin görünmeye çalıştım. Ellerimi ovuşturmaya başladığımı fark edince hemen durdum. “Öyle mi?” dedim, hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi. Ancak karşımdaki adamın bana bakan gözlerindeki ciddiyeti görünce yutkundum.

“Evet, yaptıklarını gördüm, zihnindekileri işittim, kalbindekileri hissettim,” dedi adam fazlasıyla rahat bir şekilde. Küçük bir şok geçiriyordum. Bu yüzden ağzımı açıp tek bir kelime edemedim. Bu adam neyin nesiydi? Neden sözleri bu kadar imalıydı? “Ben birini mi öldürdüm?” dediğimde sözcüklerin ağzımdan bu kadar kolay dökülmesine şaşırmıştım. “Evet,” dedi kısa keserek. Şimdi ben katil miydim? Eğer cinayeti gördüyse neden bana engel olmamış ya da polise haber vermemişti? O kadar gergin hissediyordum ki ellerim titremeye, saç diplerim terlemeye başlamıştı. Benim aksime adamın sakin olan tavrı daha da canımı sıkıyordu.

“Sen o gece vicdanını sorguladın evlat ve içindeki karanlık seni öldürdün.” Gözlerim şaşkınlıkla açılırken bir anı daha canlandı gözlerimde.

Bıçakladığım kişi yerde can çekişirken eğilip onu ters çeviriyordum. Yerde yatan kişinin kendim olduğuna aldırmadan öldürücü darbeyi kalbime indirdim.

İrkilerek anıdan kurtulduğumda öylece kalakalmıştım. Şu an hiçbir şey bana mantıklı gelmiyordu. Ben daha ne yaptığımdan emin değilken bu adam her şeyi nereden biliyordu? Hızla ayağa fırladım gergin bir şekilde. “Sen nesin böyle? Her hangi bir insana benzemiyorsun,” dedim kaşlarımı çatmış halde.

“Evet, insan olduğum söylenemez,” dediği anda gözlerinden anlık bir parıltı geçti. Bir anda her taraf beyaz bir ışıkla kaplandığı gibi geri söndü. Şok olmuş halde adama baktım ve bir adım geriledim. “Nesin sen? Nasıl bir oyunun içindeyim?” dedim yutkunarak.

“Ben yolunu kaybetmişlere yol gösteririm. Bir yıl önce bu yolu kendin seçtin. Ayakların, kalbin seni bana getirdi. Vicdan azabı içinde kıvranıyordun ve sana seni öldürme şansını verdim. Sonra da anılarından silindim.”

“Bu nasıl olur? Hiçbir şey hatırlamamam mümkün mü ki?”

“Zaten olması gereken buydu. Bugün neden buraya geldiğini anlamıyorum,” dedi adam şefkatle gözlerime bakarken. O öyle baktıkça içimden bir şeyler kopup gidiyordu sanki.

“Mürekkeple ilgili bir rüya gördüm. Sanırım bu unutmuş olduğum şeyleri gün yüzüne çıkardı,” dedim fısıldayarak.

“Mürekkep,” dedi sanki bunun ne anlama geldiğini bilmem gerekiyormuş gibi. Anlamadığımı fark edince devam etti. “O gece kötü yanının vücut bulmuş halini bıçakladığında ondan kan yerine mürekkep akıyordu. Herkeste farklı bir şekilde ortaya çıkar bu. Sende mürekkeple kaplandı bu orman. Neden mürekkep?” dedi bana dönerek. İçimden bir ses karşımdakinin cevabı bildiğini söylüyordu ama yine de düşündüm.

“En büyük pişmanlığım buna sebep olmuş olabilir. Birkaç yıl önce yanlış yaptığım bir yazar vardı. Yazmak onun için nefes almak kadar zorunlu bir ihtiyaçtı. O kadar bağlıydı ki işine bir gün tüm insanları yazdıklarıyla etkileyebileceğini düşünüyordu. Ancak ben onun kalbini onarılmayacak şekilde yaraladıktan sonra yazmamaya yemin yetti. Kalemi bir daha eline almadı ve ben hatamı düzeltecek hiçbir şey yapamadım,” dedim kelimeler boğazımda düğümlenirken. Yaşlı adam anladığını belirtircesine başını salladı. “Pişman olmak iyidir,” diye mırıldandı.

Yaşadıklarımı, duyduklarımı hala aklım almasa da bir yıldır huzur içinde yaşadığımdan bu durumu hemen kabullendim. Sıra dışı şeyleri kabullenmek o kadar da zor değildi. Kulübeden dışarı çıktım ve bir süre yürüdükten sonra arkama dönüp baktığımda kulübenin toza dönüşüp gökyüzüne doğru savrulduğunu gördüm. Şaşkınlık içinde, kesinlikle unutmayacağım bu anı izledim.




5
Televizyon / İchi Rittoru no Namida (1 Litre Gözyaşı)
« : 15 Mart 2016, 12:47:07 »
Geçen yaz izlediğim ve hayatımda önemli bir yer edinen dizi. :( İzlediğim tek Japon dizisi. O kadar övgü aldı ki izlemeden edemedim. Diziyi daha da etkileyici yapan gerçek hayattan alınmış olması. 2005 yapımı dizi 11 bölümden oluşmaktadır. Dizi kızın yazdığı kitaptan bir uyarlamadır.

Aya hayat dolu, neşeli, enerjik ve güler yüzlü bir kızdır. Çevresi tarafından çok sevilir. Ancak günün birinde rahatsız belirtileri göstermeye başlar. Annesi sağlıkçı olduğu için hemen şüphelenir ve bir bahane ile kızı muayeneye götürür. Hastalığa omurilik soğanı dejenerasyonu teşhisi konur. Bu hastalık Aya'nın önce hareketlerini kısıtlamaya başlar, sonra yürümesini engeller. Ve bir süre sonra yatağa bağlanır, yutkunmakta bile zorlanır hale gelir. Dizi baştan sona bu süreci anlatıyor. Hayata sıkı sıkıya bağlı bir insan için bu durum ne kadar zordur hayal bile edemeyiz sanırım. Dizi böyle bir hastalık üzerinde farkındalık meydana getirmekle kalmayıp, herkesin bir nebze olsun empati kurmasını sağlamıştır. 10 üzerinden 10'u hak eden bir yapım.

Biraz da dizinin içeriğinden bahsetmek istiyorum. Aya doğal olarak hastalığını öğrenince yıkılır. Buna rağmen kuvvetli bir duruş sergilemeye çalışır. Duygusal babası ve güçlü annesinin yardımı ile bu duruma alışmaya çalışır. Başta anlaşamasalar da sınıf arkadaşı Asou Haruto da ailesinden sonra en büyük destekçisi olmuştur. Aralarında yakınlaşma başlasa da kız daha fazlasına müsaade etmez. Asou kızın hastalığına çare bulabilmek amacıyla doktor bile olmuştur. (Bu karakter gerçek hayatta kızın annesinin isteği üzerine konulmuş. En azından dizide sevdiği birisi olsun istemiş.)

Aya yardıma muhtaç hale geldikçe bu durum veliler tarafından eleştirilir. İşte bu bölümlerde iyice siniriniz tepenize çıkıyor. Kızı anlayıp destek olmak yerine okulda dersleri ve aktiviteleri aksattığını öne süren aileler bir de şikayetçi oluyorlar. Kız sonunda okulu bırakıp bakım için başka yere gidiyor. Aya yapacağı fazla bir şey olmadığı için doktorun ve Asou'nun tavsiyesi ile günlük yazmayı hep sürdürür. Böylece kendisiyle aynı hastalığa yakalananlara destek olmak istemektedir. Yazdıkları basılır ve pek çok insana ulaşır.

Herkesin diziyi izlemesini ve kendince bir pay çıkarmasını isterdim. İstedikten sonra insanın başaramayacağı şey yok.





Bu, kızın günlüğünün yer aldığı kitap. Türkçe çevrisi var mı bilmiyorum ama alıp okumak isterdim.

Tanıtım:

https://www.youtube.com/watch?v=bzrbew1Eo-s
  

6
Kurgu İskelesi / Dört Adam
« : 11 Mart 2016, 09:44:30 »

Dört Adam


Sabahın erken saatlerinde biraz dolaşmak için evden ayrıldı Belgin. Canı sıkkın olduğundan hafif rüzgârlı hava ve mis gibi çiçek kokularının tadını çıkarmak istiyordu. İnsanların ona gösterdiği sahte ilgiye katlanamadığında hep yürüyüşe çıkardı. Hayatını normal insanlar gibi yaşamak istemişti ancak tek gördüğü acınacak halde olduğunun ona kanıtlandığıydı. Dalgalı, sarı saçları rüzgârda öne doğru savrulurken yüzüne çarpıp duruyordu. Tam ayağını öne atarken işittiği korna sesi ile irkildi ve adımını geri çekti. Dalgın halde yürürken caddeye vardığının farkında bile değildi. Yönünü değiştirip parkın olduğu tarafa döndü ve kısa, ağır adımlarla ilerledi elindeki uzun çubuğu önünde tutarken. Çiçek kokuları daha şimdiden burnuna geliyordu. Aklına köyde yaşayan dedesinin çiçek bahçesi geldi. Ne kadar isterdi o renk tarlasına çocuklar gibi kendini bırakabilmeyi, gözleriyle onları algılamayı. İnsana sonsuz yeşillikte kaybolduğunu hissettiren Belgin yıllardır görmüyordu. Kırgınlıklarına rağmen gözlerindeki ışıltı hiç sönmemişti, yaşamayı seviyordu.

Artık tek başına gidebilecek kadar ezberlediği parka vardı ve banklardan birine oturdu. Etrafta hiç ses yoktu. Bu saatte insanlar evde ya da işte, çocuklar okulda olurdu. Sadece rüzgârda gıcırdayarak hafifçe sallanan salıncağın sesi kulağına ulaşıyordu. Belgin’in gözleri rastgele bir yere kenetlenmişken dilinde bir şarkı dolanıyordu. “Ağla, yaralı kalbim hepsi yalan. Ağla, bir avuç küldür elde kalan. Artık savrulup gitsen de rüzgâra, ağla mazidir şimdi senin olan…” Kız garip bir hisse kapıldığından bir an durakladı.

“Sesiniz çok güzel hanımefendi,” dedi Belgin’in hemen sağından gelen bir ses. Yanına birinin oturmuş olduğunu fark edemeyen Belgin kısa bir şaşkınlık yaşadı. Adamın ses tonu o kadar içtendi ki bir an ne diyeceğini bilemedi. “Ah, dalmışım, teşekkür ederim,” dedi beyaz teninin daha da ışıldamasına yol açacak şekilde gülümseyerek.

“Yoksa ünlü bir sanatkâr mısınız?” dedi bu kez kızın sol yanından gelen karizmatik bir ses.

“Çok naziksiniz,” dedi gülümseyen Belgin doğruca karşıya bakarken. Yüzünün kızardığını gizlemek için başını öne eğdi. Şimdi upuzun saçları yüzünün iki yanını kapatıyordu. Diğer insanların aksine bu yabancıların hoş, içten iltifatları onu çok mutlu etmişti. “Bu yakınlarda mı oturuyorsunuz?” dedi merakını gizleyemeyerek.

“Pek sayılmaz,” dedi kalın sesli olan.

“Sadece buradan geçiyorduk…”

“Ve sizi gördük.”

“Daha doğrusu mükemmel sesinizi işittik,” dedi en son konuşan kişi çocuksu bir neşe ile.

“Ooo, kaç kişi var şu an burada?” dedi Belgin şaşkınlık içerisinde. Sanki onları görebilecekmiş gibi başını hafifçe sağa ve sola çevirdi. Adamlardan üçü gülümserken sonuncu kıkırdadı. Bunun üzerine Belgin de kendini tutamayarak ona katıldı. Dört sesin tınısı birbirinden o kadar farklıydı ki Belgin’in hassas kulakları bu sesleri kolayca ezberledi.

“Dördümüz çok yakın arkadaşız,” dedi kızın tam karşısından gelen sakin ve pürüzsüz ses. Kız sesin ayakta dikilen, uzun boylu birinden çıktığını düşünüyordu. Hatta başını hafifçe yukarı kaldırıp gözlerini adamın gözleriyle buluşturunca adam bir an kızın görebildiğini sanıp geriye çekildi. Sonra da yüzüne bir tebessüm yerleşti.

“Hem de çok uzun zamandır,” dedi bankın ardından kıkırdamaya devam eden adam. İstemsizce başını geriye çevirdi Belgin. Bu çocuksu neşeyle dolu sesin sahibini görebilmeyi çok isterdi. “Ne kadar güzel. Birbirinize çok bağlısınız sanırım,” dedi ellerini kucağının üstüne koyarken. “Evet,” diye bir ses yükseldi hep bir ağızdan.

“Bize kendinizi tanıtır mısınız? Hayat hikâyenizi merak ediyoruz,” dedi karizmatik sesli olan.

Normalde yabancılarla konuşmak Belgin’i tedirgin ederdi. Ancak yanı başındaki kibar, samimi ve cana yakın beylerin ısrarını kıramayıp anlatmaya başladı. Belgin anlattıkça adamlar ilgi içinde dinledi. Bunu yüreğinin derinliklerinde fazlasıyla hisseden kız ağzından dökülen her kelime ile biraz daha heyecanlanmaya başladı. Uzun zamandır böyle hissetmemişti ve bu dört kişinin ölene kadar arkadaşı olarak kalmasını diledi içinden.

Zaman akıp gitti ve vedalaşma vakti geldi. “İnşallah bir gün yine görüşürüz hanımefendi. Sizinle sohbet etmek güzeldi,” dedi adamlardan birisi başını eğerek. “Memnun oldum sizlerle tanıştığıma,” dedi kız ayağa kalkarken. “Biz de,” dedi dördü birden ve sessizce uzaklaşıp gittiler. Bir iki insan parka geldiğinde Belgin de oradan ayrılıyordu, yüzünde bir gülümseme ile. Geçmişini rahatça birileriyle paylaşmak şu ana kadar üzerinde hissettiği yükü kaldırmış gibiydi. Yeni dostlarını çok sevmişti ve onlarla tekrar karşılaşıp karşılaşmayacağını merak ediyordu.

***

Elleri ceplerinde iskelede yürüyen dört arkadaştan Harun önünde uzanan kendi gölgesine bakıyordu. Gözlerinde bir miktar hüzün vardı. Her sabah buraya gelip vapura binmek içini acıtsa da denize olan sevdası hiç bitmiyordu. Melih yavaşça dirseğiyle dürtüp onu gülümsemeye zorladı, yanında somurtulmasından hiç hoşlanmazdı. Denizin dalgaları kıyıyı dövüyordu adeta. Vapurdakiler martılara ekmek atıyor, balık avcıları da oltalarını denize sarkıtmış bekliyordu.

“Neden sürekli gölgene bakıyorsun?” dedi Bekir sertçe. İri yapısı ve kararlı duruşu onu grupta lider yapmıştı şimdiye kadar. Yaşça en büyük olduğu gibi diğerlerinden daha sağlam iradesi vardı.

“Gölgen seni buraya bağlayamaz, değil mi?” diye söylendi Kenan. Her zaman olmasa da gölge konusu her açıldığında huysuzluğu tutardı. Grubun en küçük üyesiydi Melih ile birlikte. Diğerlerine göre çok sabırsız biriydi.

“Hadi acele edin, vapur kalkıyor,” dedi Melih adımlarını hızlandırırken. En güler yüzlü olandı ve insanları kırmamak için çok çabalardı. Sarı saçlarıyla uyumlu açık renk gözlere sahipti.

Vapurdaki boş bir yere geçtiklerinde sessizce hırçın, mavi denizi izlediler. Kıyıdaki tekneler sağa sola sallanıyor, kuşlar hırçın bir şekilde ötüyordu. Karşı kıyıdaki villalar görkem konusunda birbirleriyle yarışıyordu adeta. Yağmur çiselemeye başladığında bakışları kapalı göğe kaydı Harun’un. Her biri içindeki hissi bastırmaya çalışırken içlerinde en duygusal olan Harun’un gözlerinden birer damla yaş süzüldü. Anılarından en kurtulamayan oydu. Unutmanın imkânsız olduğunu bildiğinden her gün burada denizi izlemeye ve içten içe kıvranmaya devam ediyordu. Boğazı, içi, tüm bedeni yanıyordu sanki. İstemsizce ani ve derin bir nefes aldı.

“Üzülme artık,” dedi Melih kolunu kendinden çok daha uzun olan Harun’un omzuna atarak. “Çok geride kaldı o anlar değil mi? Bir şekilde bizi dünyaya bağlayan şeyler var.”

“Bazen o kadar bağlanmasak daha iyi mi olurdu diyorum.” Bekir’in sesi normalden sakin ve yumuşak çıkmıştı. Daha çok kendisini sorguluyor gibi konuşmuştu.

“Her şeyi geride bırakıp gitmek daha iyi olurdu bence,” dedi rahatsızca yerinde kımıldanan Kenan.

“Ama burada insanlarla iç içe olmamız ve her şeye farklı bir açıdan bakabilmemiz harika değil mi?” dedi Melih yine neşeli haline bürünürken.

“O dediğin, anılar silinseydi olurdu. Geçmişe dönmeyi çok isterdim, o yaşanmışlıkların olmadığı vakte,” dedi Harun.

“O zaman Belgin’i tanımayacaktık değil mi? Uzun süredir onunla arkadaşız ve öyle bir insanla tanıştığım için mutluyum,” dedi Melih.

“Onun yanında gerçekten huzurlu hissediyorum,” diye itiraf etti Harun.

Dört adam da fazlasıyla bağlanmıştı Belgin’e. İki taraf bir şekilde yaralarını tamir ediyordu bir araya geldiğinde. O yüzden Belgin’i görmek, onla sohbet etmek eşsiz bir hale gelmişti dostlar için.

“Lütfen en kısa zamanda onu görmeye gidelim,” dedi Melih heyecana kapılarak. Diğerleri de başıyla onayladı.

***


Asfalt zeminde yürüyen Belgin yerde birikmiş sulara girmemeye çalışarak banklardan birine oturdu. Gece başlayan yağmur sabaha kadar sürmüştü. Belgin soğuk hava nedeniyle deri ceketinin içinde gömüldü iyice. Yazın ortasında böyle aniden bozan havalara alışkındı. Elindeki torbaları bir kenara bıraktı, arkadaşlarına sürpriz yapacaktı bu sefer. Geçen buluşmalarında dördü Belgin’e şarkı söylemiş ve komiklik yapmıştı. Hiç o kadar eğlendiğini hatırlamıyordu Belgin. Diğerlerini beklerken yarım saat boyunca o şekilde oturmaya devam etti.

“Bugün erken gelmişsin,” dedi gelip kızın başında dikilen Melih.

“Çünkü size bir sürprizim var. Heyecandan bekleyemedim saatin gelmesini,” dedi Belgin masumca gülümserken.

“Sürpriz mi?” dedi gözleri şaşkınlıkla açılan Harun.

Banka bıraktığı poşetlerin içinden spor ayakkabıları çıkaran Belgin yavaşça yere koydu onları. “Uzun zamandır birlikte maç yapamadığınızı söylemiştiniz. Düşündüm de bu ayakkabılar belki hevesinizi geri getirir. Umarım ayaklarınıza uyar, uymazsa da değiştirebilirsiniz.”

Adamlar şaşkınlık içinde birbirlerine baktı. Harun duygulanmışken, diğerleri bir süre ne diyeceğini bilemedi. Melih sonra diğerlerini şaşırtan bir hareketle en küçük ayakkabıya ayaklarını geçirdi. “Vay be, tam oldu. Aldığım en güzel hediye,” dedi eski neşesine kavuşarak. Diğerleri de Belgin’e teşekkür ederek ayakkabıları giydi. Harun’un ayağını biraz sıkıyordu ayakkabı, Kenan’a ise bol gelmişti giydiği. Yine de hepsi uzun zaman sonra aldıkları bu hediyeleri çok sevmişti. Ayakta dikilmiş ayakkabılarına bakıyorlardı ki on yaşlarında bir kız geldi. Elinde resim defteri ile Belgin’in yanına oturdu. Belgin kızı sesinden tanıyınca ona diğerlerinden bahsetti. “Bunlar benim en yakın dostlarım Ece. Benim için onların resmini çizer misin?”

Bir an her şey donup kaldı sanki. Melih başta olmak üzere dördü bir şey diyemeden kalakaldılar. Onların olduğu tarafa bakan çocuğun da gözleri şaşkınlıkla açıldı. Ancak Belgin’e hiçbir şey demedi. “Hepsi çok iyi insanlara benziyor. Hemen çiziyorum,” dedi Ece neşeli bir ses tanınarak. “Teşekkürler canım,” diye mırıldandı Belgin.

Ece’nin sözleri adamları daha da şaşırttı. Neyse ki Belgin hiçbir şey anlamayacaktı. Kısa bir süre sonra elindeki kâğıdı Belgin’in eline tutuşturdu kız. “Keşke bunu görebilseydin,” dedi ve çizim için kendisine bir kez daha teşekkür eden Belgin’i yanaklarından öpüp parktan ayrıldı. Olağanüstü şeylere yeterince inanan küçük kız aynı zamanda çok zekiydi. Gördüğü şeyleri zihnine kazırken böyle bir manzaraya şahit olduğu için mutluydu.

Belgin elinde tuttuğu kâğıtta görmeyen gözlerini gezdirdi. Kâğıtta bir su birikintisinin dibinde duran dört ayakkabı ve suya yansımış dört insan gölgesi vardı. Küçük kızın ne çizdiğini merak eden dört arkadaş Belgin’in arkasına geçip elindeki kâğıda baktı. Gördükleri şey hepsinin şaşkınlıkla gözlerinin açılmasına sebep oldu.

“Ne yani o kız dünyadaki yansımamızı görüyor mu?” diye fısıldadı sonunda Melih.

“Demek ki bazı çocukların gözleri sır perdesinin ötesine ulaşabiliyor,” diye mırıldandı şaşkın haldeki Bekir çenesini sıvazlarken.

Kendini tutamayarak ve Bekir’in kaşlarını çatmasına sebep olacak şekilde güldü Melih. Çünkü şu dünyada yarım yamalak da olsa hala birileri tarafından görülmek harika bir histi. Melih’in gülüşü Belgin’in dikkatini çekmişti.

“Hey siz neler çeviriyorsunuz arkada?” dedi gülümseyerek. “Çizimdeki gerçekçiliğine hayran kaldık,” dedi Kenan gözlerini kâğıttan alamayarak. Belgin mutlulukla başını salladı. Ece’nin bu konuda ne kadar yetenekli olduğunun farkındaydı ve onunla gurur duyuyordu.
 

***

Melih, Harun, Kenan ve Bekir aynı lisede okurken tanışmış ve ayrılmaz dörtlü olmuştu. Mezun olduktan sonra zaman herkes gibi onları da zorlu ve aşılmaz yollara sürüklemişti. Buna rağmen asla birbirlerinden kopmamış, hayata sıkı sıkı bağlanmışlardı. Kendilerinden çok çevredeki insanların iyiliği için uğraşır, haksızlığa gelemez, bir yerde olumsuzluk varsa muhakkak müdahil olurlardı. İşte yine öyle günlerden biriydi.

“Arkadaşlar geçen bahsettiğim iki kişi yine tehdit edilmeye başlanmış. Hiç bitmiyor bunlar, birinin kökünü kazısak başkası çıkıyor. Holding sahipleriyle zorla ortak olmaya çalışıyor mafya,” dedi Bekir arka sokaklarda buluştuğu diğer üçüne dönerek.

“Ne yapacağız peki?” dedi Melih düşünceli halde kaşlarını çatarak.

“Tabi ki bu olaya el atacağız. Elimiz kolumuz bağlı duramayız ya. Bu uyuşturucu çetesini ne kadar tökezletirsek o kadar iyi,” diye devam etti Bekir.

“Ben gerekli delilleri toplayıp, polise sunarım. Yavaştan da olsa bu zehir yuvasını yok etmeye başlamalıyız,” dedi Harun.

“Aynen öyle kardeşim. Öncelikle tehdit edilen o iki adamı takibe alalım. Bir kazaya kurban gitmesinler,” dedi Kenan duvara sırtını verirken.

“Uzun süredir bu işe odaklandık. Nasipse bu çeteyi de çökertiriz,” dedi Harun.

Dörtlünün takibe aldığı iki adam bir gece ıssız bir yerde kıstırıldı. Harun polisi ararken, bir yandan silahlı adamları kamerayla kayıt altına alıyordu. Bekir ve diğerleri ölesiye dövülen iki kişiyi kurtardı, arbedenin içine atlayıp. Mafyanın adamları birer birer yere çarpılırken polisler olay yerine intikal etti. Dalgın bir anına gelen Bekir kolundan vurulmuş, Melih ve Kenan ise vücutlarında çürük ve ezilmelerle işin içinden sıyrılmıştı.

Tüm planları alt üst olan uyuşturucu mafyası iki kişinin ellerinden kaçmasına sebep olduğu için namları yürüyen dörtlünün peşine düşmüştü. Sadece çetenin küçük bir parçasını oluşturan suçluların gözaltına alınıp, dört arkadaşın polis korumasında tutulmasına rağmen işler ters gitti. Bir gece yarısı dördü büyük bir gizlilik içinde, silah zoruyla arabalara bindirilip kaçırıldı. Uzun süre dayak yiyip, polislerle nasıl bir iş birliği içerisinde olduğu konusunda sorgulandılar.

“Son duanızı etseniz iyi olur.” Adam iki saattir dayak atmaktan yorulmuştu..

“Ne yaparsanız yapın kanundan kaçamayacaksınız,” diye bağırdı kükrercesine konuşan Bekir. Tüm bedeni sızladığından daha fazla konuşacak hali kalmamıştı. Hepsi fena halde hırpalanmıştı ve Melih bilinci yarı kapalı halde yerde yatıyordu.

Ardından bir telefon geldi ve yaka paça götürülen arkadaşlar kısa bir yolculuğun ardından tekneye taşındı. Elleri ve ağzı bağlı olan Bekir’in yüzünün bir tarafı tamamen kan içindeydi, nefes almakta bile zorlanıyordu. Arkasından silahıyla dürten suratsız adama dayanamayıp kafa atan Bekir’in alnına bir başkası silah dayadı. “Yürü, yoksa hemen şuracıkta hepinizin beynini dağıtırım,” dedi soğuk bir sesle.

Tekneden denizin soğuk, karanlık sularına bırakılmadan hemen önce Bekir diğerleriyle göz teması kurabilmişti. Herkes kaçınılmaz sonun geldiğini anlayıp teslimiyeti kabullenmişti. Keşke birbirilerine son sözlerini söyleyebilselerdi. Bekir o gözlerdeki hayal kırıklığını ve acıyı unutmayacaktı. Bir çuval gibi suya atıldığında sırt üstü vaziyette batarken birer birer arkadaşlarının da atıldığını gördü. Bedenlerindeki kanlar suya karışırken hiçbirinin çırpınışı fayda etmedi. Acı dolu ölüm teker teker hepsini buldu.


Bir şeylere bağlanmak için yaşıyor olmak gerekmez, sağlam bir kalp yeterlidir.
Bazı insanlar en azından bir gölge bırakır ardında, veda ederken.


7
Televizyon / Kore Dizileri Tanıtımı
« : 09 Mart 2016, 13:39:59 »
Yabancısı olanlar için tanıtım maksadıyla açtım bu başlığı. Umarım doğru yere açmışımdır. Gizem, komedi, romantik, dram, tarihi, fantastik türdeki dizilere zaman zaman yer vereceğim. Benim gibi Kore dizilerinin sıkı takipçileri de varsa bu başlık altında tanıtım yapabilirler. Böylece belki izlemediğim güzel bir diziden haberdar olurum.  :)

The Master's Sun

İlk olarak en sevdiğim ve defalarca izlediğim diziden başlıyorum. 2013 yapımı olan dizi 16 bölümden oluşmaktadır.

Oyuncular: So Ji Sub, Gong Hyo Jin

Konu: Dizi gizemli kızımız Tae Gong Shil'in başından geçen olaylarla başlıyor. Kendisi geçirdiği bir kaza nedeniyle hayaletleri görmeye başlamıştır. Hayaletlerin kızı rahatsız etmesindeki tek amaç kızdan yardım istemeleridir. Ancak bu duruma bir türlü alışamayan Tae Gong Shil'in hayatı kabusa döner ve sosyal hayatı biter. Günün birinde kibirli, zengin ve yüksek egolu iş adamı Joo Joong Won ile karşılaşınca hayatı tamamen değişir. Kız adama dokunduğunda hayaletlerin ortadan kaybolduğunu fark eder. Bu yüzden bir şekilde adamın yanında işe girmeyi başarır. Adamın bencil yapısı ve kızın korkuları üzerine kurulu dizi bir süre sonra ikisinin iş birliği yapması (çünkü adamın da peşinde geçmişinden kalan bir hayalet vardır) ve birbirlerinden hoşlanmasına kadar gidecektir.

Neden İzlenmeli: Dizi her türlü duyguyu içinde barındırıyor. Kimi zaman şaşkınlıkla ne olacağını beklerken kimi zaman çok dramatik bir sahne karşısında üzülebiliyorsunuz. Kimi zaman ikili arasında geçen diyaloglar sizi kahkahaya boğarken kimi zaman öfkelenebiliyorsunuz. Her şey o kadar iyi harmanlanmış ki sıkılmadan izlenebilecek bir dizi.
Gelelim oyunculuklara; bu dizi sayesinde baş rolü paylaşan iki kişi en sevdiğim yabancı oyuncular listesinde 1.sıraya oturdu. So Ji Sub rolünü o kadar benimsemiş ki her bölümde mimikleri ve oyunculuğuyla beni biraz daha şaşırttı. Gong Hyo Jin ise hem dramatik sahnelerde hem komedide o kadar iyiydi ki kendisine hayran kaldım. Özellikle ağlama sahneleri çok etkileyici geldi. İkisinden başkası bu diziyi bu kadar yükseltemezdi sanırım.  
Bir diğer değinmek istediğim nokta çoğu dizide ön plana çıkarılan yakışıklı oğlan/güzel kız imajı burada (yani baş roller için) verilmedi. Dış görünüşten çok iç güzellikle insanları etkilemeyi başarmışlar. O yüzden yapımcıları, oyuncuları, emeği geçen herkesi tebrik ediyorum.

Ve resimlerle tanıtımıma son veriyorum.
 





Düzeltme: Artık tanıtım videolarını da paylaşacağım.

https://www.youtube.com/watch?v=vTCWbZZCDYc

8
Şişedeki Mısralar / Ölür İnsan
« : 05 Mart 2016, 15:39:11 »

ÖLÜR İNSAN

Hırçın bir hırıltıya dönüşür soluk alış verişler,
Ruhta açılan çatlaklar genişlemeye başladığında.
Bir feryat yayılır göğe, kâbuslar çukurundan;
Solmaya mahkûm düşleri alevler sardığında.
Gözler boş bakar dünya denen medeni illete,
 Derman ararken derdine, içten içe kanar insan.
Acı büyür büyür, izini bırakır her yere;
Sabrı kalmadığında paramparça olur insan.

Dilden dökülmez isyan dolu sözler,
Zincirlenmiştir kalbin en derinliklerine.
Anılar labirentinde kaybolup tuzağa doğru koşar,
 Yakalandığında kör talihine yanar insan.
Cesaret yeşersin çorak hislerde diye bekler,
Umut çoktan yitip gitmiştir oysa.
Her çaba biraz daha yara bırakır canda,
Daha da gömüldüğünde karanlığa, ölür insan.

9
Çizgi / anime çizimlerim
« : 27 Ekim 2014, 19:23:22 »
Not: Düzenleyip tekrar paylaşıyorum.

Bleach Karakterleri




10
Kurgu İskelesi / Hayal Aşılamak
« : 26 Ekim 2014, 11:35:01 »
Bir süre önce, farklı bir tarz denemek için yazdığım öykümü burada paylaşmak istedim. Neden bilmiyorum ama şimdiye kadar yazdıklarım arasında en sevdiğim öyküm bu.

HAYAL AŞILAMAK
[/b]

Minik çocuk taştan duvarlarla çevrilmiş, beyaz salonun ortasında korku dolu gözlerle karşısındaki adamlara bakıyordu. Adamların yere kadar uzanan kıyafetleri boğucu bir gri tonundaydı Çocuğun beyaz bir gömleğinin üzerinde gece mavisi bir pelerin vardı. Adamlardan en yaşlısı az sonra yapacağı işlemden dolayı duyacağı suçluluğu bastırmak istercesine çocuğun başını okşadı.

“Elb, bunun için üzgünüm. Sen de bilirsin ki kurallar hepimiz için hayati bir önem taşır. Anne ve baban doğru yoldan sapıp insanlar arasında büyük bir kaosa sebep oldu. Bunun bedelini ömür boyu hapiste yatarak ödeyecekler. Sen onlarla aynı geni paylaştığından içinde yoğun bir güç barındırıyorsun. Seni kontrol altında tutmamız gerektiğini anlıyorsundur umarım,” dedi yaşlı adam ses tonuna sevecenlik katmaya çalışarak.
Kara saçları alnını kapatan, yanakları toplu çocuk tüm bunların ne anlama geldiğinden habersizdi. “Bana ne yapacaksınız?” diye soru endişe ve merak içinde.

“Sadece hayal kurmaman için bir takım önlemler alacağız. Diğer bir deyişle hayallerine zincir vuracağız. Bundan sonra gözetimimiz altında büyüyeceksin ve senin için elimizden geleni yapacağız evlat. Öğrenmen gereken çok şey var. Bize itaat edeceğine söz veriyor musun?” dedi bir başka adam.

“Elbette efendim,” dedi çocuk masum bir şekilde.

Yaşlı adam derin bir nefes aldı ve elini tekrar çocuğun başının üstüne koydu. “Şimdi gözlerini kapat, bu canını yakmayacak.”

Elb tereddüt etmeden hemen gözlerini yumdu. Gözleri kapalıyken bin bir şeyin görüntüsü zihnine akın ediyordu. Zihni her zamanki gibi çok hızlı çalışıyordu. Ancak ihtiyar tuhaf şeyler mırıldandıktan birkaç saniye sonra Elb’in zihnindeki her şey durmuştu, şimdi orada koca bir boşluk vardı.

O günden sonra Elb asla eskisi gibi olamadı. Kendisine layık görülen sahte bir hayat yaşamaya başlamıştı. Hayallerden arındırılmış bir hayat… Sadece kendisine verilen emirleri yerine getiriyordu. Gerçek ve hayal arasındaki dengeyi korumak gerçekten zor bir işti. Elb’in ailesi bilinçli bir şekilde bu dengeyi bozmuş, insanların hayal dünyasına saplanıp kalmasına ve onların çıldırmasına sebep olmuştu. Kimse bunun sebebini öğrenme zahmetine dahi girmemişti. Sonuçta onlar suçluydu ve cezalandırılmalıydı. Elb onların resmini daima yanında saklamıştı.

Elb kendisine yapılan mühür nedeniyle görevlerini soğukkanlılıkla yerine getiriyor, en küçük bir dikkatsizlik yapmıyordu. Aldığı eğitim sayesinde gerçek ve hayal arasındaki tüm sırlara ulaşmıştı. Tüm mesele insanları gerçek ve hayal arasındaki ince çizgide tutabilmekti. Nadiren de olsa bu sınırı zorlayan isyancılar çıkabiliyordu.

Elb yıllar öncesinde kendisine o mührü yapan kişiye şunu sormuştu. “En kolay yol insanları hayal âleminden uzak tutmak değil mi? Böylece asla bir karmaşa çıkmayacaktır.”

“Sıfır hayal insanları umutsuzluğa sürükler. Bunu asla istemeyiz değil mi? Bizler sadece insanlara yeteri kadar hayal aşılamakla görevliyiz,” diye yanıtlamıştı ihtiyar gülümseyerek.

“Peki, o zaman benden neden hayallerimi aldınız?”

Yaşlı adam bir an irkilse de hemen toparlanmış ve çocuğu bunun gerekli olduğu konusunda ikna etmeye çalışmıştı.

Elb daima sadık birisi olarak kalmıştı. Diğerleri huzurlu ve umut dolu bir hayat yaşarken, o yaşamıyor gibi hissetmesine rağmen. Kendisine ihanet edildiği hissini ise asla içinden atamamıştı, en başından beri. Farkında olmadan içindeki nefreti azar azar büyütmüştü. Mührün etkisi o nefreti söndürmeye yetmemişti.

*****

Yoğun ve sıkıcı bir günün ardından kendimi eve kapatmıştım. Gökyüzü açıktı bu gece. İçeriye vuran ay ışığının huzur verici etkisi altında kahvemi yudumluyordum. Midem guruldarken pastaneden aldığım kakaolu keki iştahla yemeye başlamıştım. Bir süre sonra canım sıkıldı. Ortam oldukça sessizdi. Bu, sinir bozucu olduğu kadar rahatlatıcıydı da. En azından tek başıma olduğumda kimseyi çekmek zorunda değildim.

Açık pencereden içeriye esmeye başlayan rüzgârın havalandırdığı tüle kaydı gözüm. Dalgalanan tül birden boğucu deniz dalgalarının içine düşmüşüm gibi hissettirdi ve bir anlığına nefessiz kaldım. Çok fazla hayalci olmanın yan etkisi gibi gelirdi bu durum bana. Zihnimde canlanan hayale gerçekmiş gibi istemsiz olarak tepki veriyordum bazen ve durum gerçekten hoşuma gitmezdi.

Kahveden bir yudum daha aldım can sıkıntısını üstümden atmaya çalışarak. Fincanı yerine koyduğumda yine onu gördüm. Karşımdaki kanepeye sırt üstü uzanmış, tavana bakıyordu. O ve ben tamamen aynıydık. Sadece bakışları ve gülümsemesi daha ürkütücü gelirdi bana. Ve işte yine başlıyoruz, anormal kişiliğimin oyunlarına.
“Geldiğini fark etmedim,” dedim gülümseyerek.

Doğruldu ve benim şu an oturduğum gibi bağdaş kurup oturdu kanepenin üstünde. Loş ışıkta bile delici bakışlarını fark etmemek imkânsızdı. Ben de mi böyle görünüyordum gerçekten?

“Beni çağıran sen olduğun halde bir de şaşırıyor musun?” dedi alay edecesine. Ruh hali de benimki gibi anında değişirdi. Bilmiş tavırları ise beni hep sinir ederdi. “Seni ben çağırmadım,” dedim soğuk bir ses tonuyla. Ne söyleyeceğini düşünüyormuş gibi kalktı ve etrafta dolanmaya başladı. Bazen gerçekten ne düşündüğünü merak ederdim. Pencerenin önünde dikildi ve dışarıyı izlerken konuşmasını sürdürdü. “İnkâr etmeyi bırak. Beni çağırıyorsun çünkü yalnızsın. Benden başka kimse sana yardımcı olamaz.”

Kalkıp yanına gittim ve kalabalık, ışıltılı sokağı izlemeye başladım. Haklıydı, inkâr edemezdim. Onunla çok vakit geçirmiştim şu ana kadar. Birlikte gece yürüyüşlerine çıkar, evdeyken satranç vb. oyunlar oynar, sık sık da tartışırdık. O yalnızlığımı giderecek bir araçtı sadece.

“Biraz alttan alamaz mısın? Her zamanki gibi çok gerçekçisin,” diye söylendim.

“Bunu hayal gücüne borçlusun,” dedi beni takdir edercesine.

“Ah evet, hayal gücüm. Varlığının sebebi bu değil mi?” dedim gergin bir şekilde.

“Ne o benden korkmaya mı başladın yoksa?” dedi muzip bir şekilde gülümseyerek ve sonra birden ciddileşti. “Unutma ki ben senden bir parçayım. Her lafımın, her hareketimin ardında senden bir iz var. Bu yüzden korkman gereken tek şey kendinsin, ben değil,” yüzünü yüzüme yaklaştırarak.

İşte, yine dengesiz davranmaya başlamıştı ve şu an gözüme çok tehditkâr görünüyordu. Düşüncelerimi belli etmek istemeyerek yavaşça geri çekildim. “Hıh, saçmalık. Bu tuhaf sözlerinle kafamı karıştırmaya çalışıyorsun,”dedim. Kanepeye doğru yürüyüp bir minder kaptım ve öfkeli şekilde onun suratına doğru fırlattım. Fakat çevik hareketi ile bundan kurtuldu ve minder cama yapışırken konuşmasını sürdürdü.

“Merak etme, henüz delirmiş falan değilsin. Sadece can sıkıntından kurtulman için yanındayım. Niye hala bu duruma alışamadın ki? Gergin olduğun çok fazla anlaşılıyor…”

Uykum gelmeye başladığı için artık onu dinleyemiyordum. Satranç oynamaktan falan söz etti ama göz kapakların ağırlaşmıştı. Şaşkınlık ve hayal kırıklığı içinde bana baktı ve “İyi uykular” dedi.

Sabah uyandığımda her yanım tutulmuştu ve zor da olsa kalktım. Kahvaltı yapıp aceleyle evden ayrıldım, okula geç kalmak istemiyordum. Bugün fakülte normalden daha gürültülüydü. Vize haftasında hayattan bezmiş halde, uykusuzluktan şiş gözle dolanan insanlar eski canlılığına kavuşmuştu. Doğru düzgün arkadaş edinen biri olamadığım için her zamanki gibi sınıfa tek başıma yürüyordum. Kuru kalabalık gerçekten can sıkıcıydı, okula gelmek zorunda olmam daha da can sıkıcıydı. Arkadaş edinme çabalarını zaten uzun zaman önce bırakmıştım, insanlardan bir beklentim kalmadığı anda. Yakın olarak gördüğüm birkaç arkadaş tarafından aptal yerine konmam da bu durumu hızlandırmıştı.

İlk ders Fatih Hoca’nın dersiydi. Benim okula geldiğim ilk yıl burada öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlamıştı o da. Nedense onu daha önceden tanıyormuş gibi hissediyorum. Ancak kendisinde hiç hoşlanmadığım garip bakışlar ve davranışlar var. Anlamsız bir şekilde aramızda bir rekabet var gibi hissediyorum. Bu da beni ondan soğutmaya yetti de arttı bile.

Onun sıkıcı derslerini dinlemezdim, dinliyormuş gibi yapardım. Fakat bugün dalgınlığıma gelmiş olacak ki sıraya kocaman bir ejderha resmi çizmiştim. Öğrencilerden bir kaçı bunu fark etmiş ve çizdiğim resimle ilgilenmeye başlamışlardı. Doğal olarak bu, Fatih Hoca’nın gözünden kaçmadı. Bana doğru yaklaşırken ben kolumla resmi kapatmıştım. Kolumu itti ve iğreniyormuşçasına resme baktı. En az benim kadar o da öfkeli görünüyordu.

“Sanat anlayışına karışmam elbette ama nerede olduğunu unutmamalısın. Dersime daha fazla ilgi göstermeni beklerdim,” dedi soğuk bir şekilde. “Üzgünüm ama ben de bu dersin daha ilginç hale gelmesi için biraz olsun çaba sarf edeceğinizi ummuştum,” dedim. Laflar daha ağzımdan çıkarken hata yaptığımın farkındaydım ama kendime hâkim olamamıştım. Herkes, özellikle de Fatih Hoca şaşırmıştı bu çıkışıma. Birkaç saniye öfke içinde bana baktıktan sonra “Küstah!” dedi ve kürsüye doğru yürüdü. Sanırım bunun acısını daha sonra çıkaracaktı.

Ders bitiminde koridorda yürürken, kesinlikle muhatap olmayacağım tipte biri karşıma dikildi. Okulu birkaç yıl uzatmış olan, her yerde kavga arayan gereksizin biriydi. Yüzünde ukala bir sırıtışla bana bakıyordu. “Duyduğuma göre birine ağzının payını vermişsin. Hele de karşındaki Fatih Hoca gibi biriyse, bu cesaret nereden geliyor merak ettim,” dedi. İfadesiz bir şekilde yüzüne baktım ve cevap bile vermeye tenezzül etmeden yoluma devam ettim. Adını bilmesem de bu çocuğu az da olsa tanıyordum. Kendi çapında bir çete kurmuş ve yalnız olan kişileri de kendi yanına çekmeye çalışıyordu. Dışarıda onu kaç kez kavga ederken görmüştüm. Hatta para karşılığında sokak dövüşlerine katıldığı bile söyleniyordu. Kesinlikle böyle birine bulaşacak değildim. “Dur bakalım, cevap versene,” diye önüme geçti öfkelenen iri yarı çocuk.

Bana göre oldukça kalıplıydı ve onunla başa çıkabilir miydim bilmiyorum. Yana doğru bir adım attım ve yürümeye devam ettim. Bu kez ayağıma çelme takıp yere kapaklanmama neden oldu. Anlık bir öfke ile ayağa fırladım ve zıplayıp çocuğun suratına bir tekme geçirdim. Öfke içinde geriye savruldu ve kanayan burnunu tuttu. Kan parmaklarının arasından sızıyordu. Buna rağmen tam üzerime doğru yürüyordu ki Fatih Hocanın sesiyle irkildim.

“Demek şimdi de öğrencilere sataşıyorsun. Bu konu hakkında ne yapmalıyım acaba?”

Fatih Hoca’ya bu şekilde yakalanmak kötü olmuştu. Gözleri kısılmış halde, beni suçüstü yakalamaktan memnun bir halde bakıyordu. Nasıl olsa beni anlamayacağını düşünerek açıklama yapma zahmetine katlanmadım. Hızlı adımlarla oradan ve meraklı gözlerden uzaklaştım. Durağa vardığımda otobüs kuyruğu oldukça uzamıştı. Sakinleşmeye çalışarak beklemeye başladım, dağılan üstümü başımı düzelttim. Yine düşüncelere dalmıştım ki yaklaşan ayak sesleri üzerine başımı çevirip baktım. O gelmişti, hem de böyle bir zamanda. Bakışlarımı tekrar önüme çevirdim.

“Beni görmezden mi geliyorsun?” dedi yanımda durduğunda. Ses tonundan gülümsediğini anlıyordum.
 
“Anlaşılan senin için zor bir gündü. Daha önce böyle bir yerde çağrılmamıştım. Canını sıkan nedir?” dedi ve cevap vermediğimi görünce etrafta dolanmaya başladı. Konuşmasam da gözlerim onu izliyordu. İnsanlar arasında dolaşmaktan keyif almışçasına bir gülümseme yerleşmişti yüzüne.

Hayal gücümü dizginlemek bazen zor olabiliyordu. Nedenini anlamasam da her şey çok bunaldığım bir günde başlamıştı. Herkesten kaçıp kurtulmak istiyordum adeta ve o gün kendimden bir tane daha olsa her şeyin düzeleceğine inandırmıştım kendimi. Sadece hayalini kurmam yetti. İşte o zamandan beri canım çok sıkkın olduğu anlarda-kendi tabiriyle ben onu çağırdığımda-yanı başımda bitiyor. Zamanla ona alıştım ve onu ikizim gibi görmeye başladım. O geldiğinde içimin huzurla dolduğunu inkâr edemem. Sanki şu hayatta beni tek önemseyen oymuş gibi geliyor. Ancak anormal olan bu durumun beni rahatsız ettiği de bir gerçekti. Şimdiye kadar kimseye ondan bahsetmedim. Giderse diye korktum, bir daha gelmezse diye ve de insanların beni deli sanmalarından korktum.

“Niye konuşmuyorsun?” dedi tekrar yanıma gelerek. Sanki kendi kendime kalabalığın içinde konuşabilirmişim gibi. Cevap vermemek için kendimi zor tutuyordum aslında ve o bunu gördükçe sırıtmaya devam etti. Benimle bu şekilde alay etmesi hoşuma gitmiyordu. “Hadi balık avlamaya gidelim, kaç gündür sınavlar nedeniyle bir yere gidemedik. Ben de sıkılıyorum herhalde,” diye söylendi. Bu kez elimde olmadan sırıttım. Demek ki o da sıkılabiliyormuş. İlgisiz tavrım ve alaycı sırıtışım onu kızdırmaya başlamıştı. “Çok bencil olduğunun farkındasındır umarım. Bir kez olsun beni ciddiye al,” dedi bağırarak.

Şu anda bunun hiç sırası değildi. Bu yüzden öfkelenmeye başlamıştım. Hemen cep telefonumu çıkardım ve bir numara tuşlamış gibi yapıp telefonu kulağıma götürdüm. “Beni rahat bırak!” Sıradaki birkaç kişi bana bakınca gereğinden fazla gergin olduğumu ve bağırdığımı fark etmiştim.

“Kaçığın tekisin, neden diğer insanlar gibi davranmıyorsun?” dedi ciddi bir ses tonuyla.

“Normal bir insan olsam yanımda olmazsın değil mi? Sinirlerimi bozuyorsun,” dedim sesimi biraz alçaltmaya çalışarak.

Onun başımdan gitmesini umarken o beni şaşırtan bir hareket yaptı. Yerden aldığı taşı bana fırlattı. İstemsiz olarak kendimi geriye attım. Alnıma çarpan taşın canımı yakması ise beni daha çok şaşırttı. Sadece hayalden ibaret olan bir nesne canımı nasıl yakabilirdi? Bu, beni korkutmaya başlamıştı.

“Başınız mı döndü?” dedi hemen arkamda duran kız.

“İyiyim, teşekkürler,” dedim elimi hemen alnımdan çekerek.

O, hala benden birkaç metre uzakta dikiliyordu. Ona öfkeli bir bakış atıp otobüse doğru yürüdüm. O yanımdan geçip giderken şunları fısıldadı bana: “Sakın beni suçlama. Tüm bunların sebebi senin dengesiz ruh halin. Farkında olmasan da beni yönlendiren sendin hep.”

Her zamanki gibi çokbilmiş davranıyordu. Onu görmezden gelerek otobüse bindim ve dalgın halde dışarıyı izlemeye koyuldum. Birkaç dakika içinde şiddetli bir yağmur başlamıştı. Otobüsten indiğimde ise sokaklar adeta boşalmıştı. Koşarak eve gitmeme rağmen sırılsıklam olmuştum. Hemen üstümü değiştirip saçımı havlu ile kurulamaya başladım. Birden dış kapının açıldığını fark ettim. Açık bırakmış olmama imkân yoktu. “Sen mi geldin?” diye seslendim bunu çok saçma bir soru olduğunu bildiğim halde. Havluyu bir kenara attım ve kapıya doğru ilerledim. Kapının açık olduğunu görünce ürktüm ve ben daha arkamı dönmeden birisi bir bezle burnumu kapattı. Çırpınsam da beni saran kollardan kurtulamadım ve keskin kokuyu içime çektikçe bilincimi kaybetmeye başladım.
 
Hayal aşılayıcı gereğinden fazla hayal aşılar ve kişinin hayatına müdahale ederse o kişi aklını yitirir.
(Hayal Aşılayıcının Sırları Kitabı’ndan)[/b]

Gözlerimi açtığımda ellerim ve ayaklarım bağlı halde bir sandalyede oturuyordum. Loş ışıkla aydınlatılmış bir garajın içindeydim. Etrafa dağılmış gereksiz bir yığın eşya ve havasız ortam insanın canını sıkmaya yetiyordu.

“İşte yine karşılaştık. Bana kafa tutmanın ne demek olduğunu göreceksin,” diye karşıma dikildi okulda yaraladığım çocuk. Yanında sert görünümlü iki kişi daha vardı. “Aslında intikam almak için bu kadar oyalanacağını düşünmemiştim. Seni bu işten alıkoyan ne oldu?” dedim alaycı bir ses tonuyla. Ona vurduğumda ben daha okuldan ayrılmadan bana saldıracağını düşünmüştüm oysaki.

Öfkelenen çocuk elindeki sopayı yüzüme geçirdi. Elmacık kemiğimde büyük bir sızı duyduğumda acı içinde kıvrandım. Birkaç saniyeliğine gözlerim karardı fakat ben dayanıklı görünmek için elimden geleni yapıyordum. Birkaç kez de kaburgalarıma darbe aldım. Dişlerimi sıkıp en küçük bir acı iniltisi çıkarmadım.
“Off, bu işin hiç zevki yok, çözün şunun bağlarını ve kollarından tutun. Ona kendi ellerimle dersini vermeliyim,”dedi çocuk elindeki sopayı bir kenara atarak. Ben ayakta durabilmek için çabalarken karnıma birkaç yumruk geçirdi. Bükülüp kalmıştım ve kolumu tutanlar olmasa yere düşecektim.

Bir süre sonra doğruldum ve karşımdaki tekrar bana yumruk savuracakken ani bir hareketle karnına bir tekme geçirdim. “Seni geberteceğim” diye öfkeyle üstüme çullandı. Ardından aralıksız darbeler gelmeye başladı. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de yerden aldığı sopayla başımın yan tarafına vurdu. “Ahh!” Başımdan akan kanın boynumun yan tarafından ince bir şerit halince indiğini hissedebiliyordum.

“Bu kadarı yeter. Umarım dersini almışsındır. Bir daha gözüme gözükme,” dedi iri çocuk ve beni yere bırakıp gittiler. Ayağa kalkamayacak bir hale gelmiştim artık. Her yanım sızlarken yüzüme değen soğuk zeminin rahatlatıcı etkisini hissetmeye başladım. Burada böylece uyuyabilirdim.

“Gerçekten kötü görünüyorsun,” dedi. O gelmişti, hiç beklemediğim anda ama bu beni rahatlatmıştı. Eğilip yüzüme dokundu hafifçe. “Bu hale gelecek kadar güçsüz olduğunu bilmiyordum,” dediğinde sesinde hem acıma hem de hayal kırıklığı var gibiydi.

“Senin bana taş fırlatman kadar şaşırtıcı gelmedi bana. Hem sen ne sanıyorsun beni, yenilmez kahraman falan mı?” dedim gözlerimi kapatarak. Gerçekten çok uykum gelmişti. “Taş için üzgünüm, bir an boş bundum,” dedi mahcup bir şekilde. “Olur böyle şeyler,” dedim gözümü tekrar açarak. Bir şey demedi, sadece gülümsedi. Sonra tekrar eğildi, sanki sesini daha iyi duyurmak istiyormuşçasına. Ellerini başıma koyup saçlarımı hafifçe karıştırdı.“Bana çok alışmasan iyi edersin,” dedi ve ortadan yok oldu. Acaba ne demek istemişti?

Gücümü topladığımda eski garajdan ayrıldım. Burası bana çok da yabancı gelmemişti. Sanırım daha önce bu sokaklardan geçmiştim. Bir süre ara sokaklarda dolandıktan sonra çok iyi bildiğim bir caddeye çıktım. Bu cadde doğruca benim evime gidiyordu. İnsanlar şaşkınlıkla bana bakıyordu, hiçbirine aldırmadım. Yakınlarda bulunan hastaneye gidip muayene oldum. Çeşitli bahanelerle nasıl yaralandığımı geçiştirdim. Hastaneden çıktığımda başıma daha neler gelebileceğini ve bu halde okula nasıl gidebileceğimi düşünüyordum. Yüzümde morluklar ve kabuk tutmuş yaralar vardı.

Ertesi sabah okula gitmedim, bütün günü yatarak geçirdim. Hala yaşadıklarımın şokunu atlatamamıştım ve ağrılarım tam olarak geçmemişti. Dahası Fatih Hoca ile bu şekilde karşılaşmayı hiç istemiyordum. Adam okulda yeterince nam yapmıştı. Oldukça kibirli ve sert görünümlü biriydi. Hatta bildiğim en kavgacı tipler bile ondan çekinirdi. Öğrenciler üzerinde nasıl bu kadar otorite kurabildiğini anlamış değildim.

İki gün aradan sonra istemeyerek de olsa okulun yolunu tuttum. Otobüsteyken tanıdık birilerine rastlamadığım için kendimi şanslı hissediyordum. Başıma da bir siyah bir şapka takmıştım ve otobüsten indiğimde başımı eğerek okula doğru yürüdüm. Kimseyle göz temasında bulunmak istemiyordum. Ta ki koridorda Fatih Hoca karşıma dikilene kadar. Uzun, zayıf biriydi ve sürekli siyah takım elbise giyerdi. Gözlüklerinin arkasından soğuk ve alaycı bir şekilde bakması onu oldukça itici gösteriyordu.

“Layığını bulmuşsun sonunda,” dedi pis pis sırıtarak. “Geçen gün yaptıklarımdan dolayı beni disipline vermeyecek misiniz?” diye sordum merakıma engel olamayarak. “Disiplin mi? Bunun iflah olman için yeterli olduğunu düşünmüyorum. Her şey daha yeni başlıyor delikanlı,” dedi gülümseyerek.

Bakışları sanki beni delip geçmişti. Şaşkınlıkla gözlerine bakakaldım bir an. Sözlerindeki her zamankinden farklı tını tüylerimi diken diken etmişti. Sanki bana bilmemem gereken bir sır vermiş gibi tehlikede hissettim kendimi. Karşısında daha fazla durmak istemedim ve hızlıca yanından geçerken ürkütücü bir şekilde sırıttığını fark ettim. Neyse ki beni durdurmak için yeltenmedi. Bugünkü derslerin hiç birine konsantre olamadım, Fatih Hoca’nın davranışının sebebini düşünüp durdum. Aklınca bu şekilde benimle dalga geçiyordu. Acaba o çocukları başıma salan da o muydu diye merak ettim bir an ama sonra bunun saçma bir fikir olduğunda karar kıldım.

Ders çıkışında o kadar susamıştım ki kantine gidip bir su aldım. Suyu kana kana içerken kantine giren Vedat’ı gördüm. Lisedeyken sınıf arkadaşımdı. Şimdi ise ara sıra yüzünü görüyordum. Beni fark edince hemen yanıma geldi. “Hey, ne olmuş sana böyle?” dedi endişeli ve meraklı bir şekilde. “İsteğim dışında gelişen bazı olaylar işte,”dedim kendimi gülümsemek için zorlayarak. “Başına bir dert açtın sanırım. Her zamanki gibi ağzından laf almak imkânsız. Derdini birilerine anlatabilirsin değil mi? İnsanın bir iki arkadaşının olmasından zarar gelmez. Ne zaman görsem yalnızsın,” diye söylendi. “Merak etme endişelenmeni gerektirecek bir şey yapmam,” dedim dost canlısı görünmeye çalışarak. “Ya, ne demezsin,” dedi atıştırmalık bir şeyler ve su alırken. “Hadi ben kaçtım, acelem var, görüşürüz sonra. Kendine dikkat et,” diye hızla kelimeleri sıraladıktan sonra gözden kayboldu. Hemen arkasından ben de çıktım.

Bugün eve gitmek yerine şehrin çıkışındaki ormanlık alana gitmeye karar verdim. Kafamı dağıtmaya ihtiyacım vardı ve doğayla baş başa kalmak şu an için en uygun fikir gibi görünüyordu. Ormanın içinden geçen nehir boyunca yürüdüm. Su sesi zihnimi boşaltmamı ve gevşememi sağlamıştı. Gözlerimi kapatıp her yönden gelen kuş cıvıltılarını daha iyi algılamaya çalışıyordum. Huzurun tanımı buydu sanırım. Buraya her geldiğimde şehre geri dönmek zor gelirdi.

Hava kararmıştı ve ben ormanın diğer ucundaki kulübeye varmıştım. Ağaçların arasında bir çıtırtı duydum fakat kimseyi göremedim. Sonra kulübenin kapısı gıcırdayarak açıldı. Sanki birisi beni içeriye davet ediyordu. Kendime hâkim olamayarak kapıdan içeriye adımımı attım.
“Kimse var mı?” diye seslendim karanlığın içine doğru. En ufak bir ses çıkmıyordu ve ben bir adım daha attım. Sonra yerimden sıçramama neden olan gaz lambası aydınlandı aniden. Pencerenin önündeki küçük kızı gördüğümde ise ürperdim. Kızın donuk bakışları bana sabitlenmişti. Üzerinde beyaz bir gecelik vardı. Çocuk ne kımıldıyor ne bir şey diyordu.

“Ailen nerede küçük kız? Burada tek başına ne yapıyorsun?” dedim ses tonumu ayarlamaya çalışarak.

Kız ilk kez beni fark etmiş gibi baktı bana. Bu sefer sanki korkunç bir şey görmüşçesine dehşete kapıldı. “Sana zarar vermeyeceğim, sakin ol,” dedim ancak küçük kız fırladığı gibi gaz lambasını eline aldı ve yere fırlattı. Kısa sürede alevler yükselmeye başladı. Ben şaşkınlık içinde öylece kalırken kız koşarak dışarıya çıkmıştı. Kulübeyi dolduran duman genzimi yakmaya başlamıştı. Hemen geriye doğru bir adım atıp kapıya doğru yöneldim. Ancak kapı kilitliydi. Nasıl oldu da az önce açıkken şimdi kilitliydi. Duman her tarafı kapladığında omzumla kapıya vurdum birkaç kez. Ancak göründüğünden çok daha sağlam olan kapı açılmıyordu. Nefes alamıyordum ve alevler her tarafı sarıyordu. Elim hala kapı kolunda, dışarı çıkmak için uğraşıyordum.

Vücut ısım yaklaşan alev nedeniyle artmıştı. Daha fazla dayanacak gücüm kalmamıştı. Saçlarımın dibinden bile ter atıyor kalbim acı içinde çırpınıyordu. Alevler tarafından yutulmam an meselesiydi. İşte o anda kapı birden açıldı ve dışarı doğru savruldum. Yere düştüğümde hızlı hızlı nefes almaya başladım. Kulübe tamamen kızıla bürünürken uzakta, ağaçların arasında uzun boylu birini fark ettim. Kulübenin kapısını açıp beni kurtaran o muydu acaba? Karanlıktan yüzünü seçemediğim kişi sanki beni izliyordu. Elimi ona doğru uzattım ama gözden kayboldu. Doğrulup ayağa kalktım ve kulübenin tamamen küle dönüşünü izledim. Yaşadıklarım gerçekten mantıksızdı. Hayal görmüş olma ihtimalim yoktu. Yanık ahşap kokusunu fazlasıyla alıyordum.
O sırada küçük kız bir adam ve kadınla birlikte koşturarak geldi. Kız her ne anlattıysa yangından beni sorumlu tutan adam üzerime yürüdü. Kadın ise öfke içinde bağırıp duruyordu.

“Ben, ben bir şey yapmadım,” dedim çaresizlik içinde. Deliye dönen adam ise beni dinlemiyordu. Cebinden bir bıçak çıkarıp bana doğru savurdu. Kız korku içinde bizi izlerken geriye doğru çekildim. “Durun, yanlış yapıyorsunuz,” dedim adama ama ikna olacak gibi değildi. Bir adım daha ilerleyerek bıçağını tekrar karnıma doğru savurdu. Geriye doğru sendeledim ve düştüm. Adam hemen üstüme çullandı ve bıçağı saplamak üzere elini kaldırdı. O anda adam donup kaldı. Ne olduğunu anlamamıştım ama korku dolu gözlerle bana baktı ve bıçağı yere attığı gibi hızla benden uzaklaştı. Kadın ve kızı da alarak arkasına bile bakmadan ormanın içinde gözden kayboldu. Bense artık daha fazla ne kadar şaşıracağımı merak ediyordum. “Birileri bir şaka yapıyor olmalı,” diye söylendim ve şehre doğru yola koyuldum.

Yorgun bir şekilde eve vardım ve daha fazla olanlara kafa yoramadan yatağa uzanır uzanmaz uyuyakaldım. Sabah uyandığımda ise hala olanların şaşkınlığını üzerimden atamamıştım. Yoksa tüm bunlar bir hayal miydi? Ufak tefek de olsa buna benzer durumlar yaşamışlığım vardı. Yangının korkutucu sıcaklığını bile hala hissedebiliyordum. Kalkıp bir duş aldım ve okula gitmek üzere evden ayrıldım.

Okul çıkışında ise eve gitmeden önce bir kitapçıya uğramam gerekmişti. Uzun zamandır beklediğim bir kitap vardı.  Orada yoksa bile sipariş verirdim, sağ olsun Kazım Amca en kısa sürede getirtirdi. Kapıdan içeriye adım attığımda Kazım Amca’ya da üstü kapalı bir açıklama yapmak zorunda kaldım.

“Kitaplara ne kadar sarılsan da kavga peşini bırakmıyor ha?” dedi hırıltılı sesiyle gülümserken. Sonra bir müşteriyle ilgilenirken konuşmasını sürdürdü. “Biraz bekleyebilir misin? Beklediğin kitap daha bu sabah elime ulaştı, müşteriyle ilgilenip hemen getireceğim,” dedi ve masaya birkaç kalınca kitap koyup müşterisine göstermeye başladı.

Çok şükür, beklediğim gerilim kitabına sonunda kavuşacaktım. Yazarın gerilim üzerine çıkan bütün kitaplarını okumuştum ve hepsi de birbirinden başarılıydı. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum Kazım Amca kitabı koyduğu poşeti elime tutuşturdu. “Hadi bu da benden olsun,” dedi ve teşekkür edip yanından ayrıldım.

Karnım da oldukça acıkmıştı. Eve gitmek yerine bir kafeye gidip bir şeyler yerken kitap okumaya karar verdim. Arada bir uğradığım kafeye gittim birkaç tane zeytinli poğaça ve bir çay aldım. Sımsıcak çayı yudumlarken kitabın sayfalarını içimdeki heyecanı bastıramayarak çevirmeye başladım. Poğaçadan küçük ısırıklar alırken gözümü bir an olsun kitaptan ayırmıyordum. İşte daha ilk sayfalardan kitaba bağlanmıştım. Kitap tahmin ettiğimden daha sürükleyici ve merak uyandırıcı çıkmıştı. Aynı zaman da biraz daha ürkütücü olduğunu fark ettim.

Bir süre sonra bir şey dikkatimi dağıtıyor ve başımı kaldırıp kapıya bakıyorum. Fatih Hoca! Böyle bir anda burada olmak zorunda mıydı? Sandalyemde geriye doğru yaslanıyorum ve kitabı iyice yüzüme çekiyorum. İçimden bir an önce buradan sıvışmak geçiyor ama imkânsız, kesinlikle fark edilirdim. O bir şeyler sipariş ederken ben hala kitapla yüzümü gizliyordum. Sonra saçmaladığımı düşünüp kitabı aşağı indiriyorum yavaşça. O an soğuk bir ürperti kaplıyor bedenimi. Fatih Hoca gözlüklerini çıkarmış, doğrudan bana kenetlemişti bakışlarını. Sanki ben onun ezelden beri düşmanıymışım gibi kin dolu ve aşağılayıcı bakışlar… Kitap elimden düşüyor ve masanın altına eğilip kitabı alıyorum. Sadece o derste söylediğim laflardan dolayı mı bu kadar nefret etmişti benden?

Sandalyede doğrulduğumda bu kez bana gülümsediğini gördüm. Ben ise hiçbir karşılık veremedim, sanki taş kesilmiştim. Neyse ki siparişi geldi ve bakışlarını üzerimden çekti. Büyük bir fincan kahveyi yudumlarken huzur dolu ve rahat görünüyordu. Ne düşündüğünü, hangi yüzünün gerçek olduğunu anlamak imkânsızdı. Her hareketi kafamı daha da çok karıştırıyordu.

Artık soğumaya başlamış olan çayı kafama diktim, kalan poğaçalara ise dokunmadım. Fatih Hoca’nın masasının yanından geçerken ona bakmamaya kararlıydım. Ancak son anda bakışlarım ona kayıyor. Yüzünde aynı karanlık sırıtış var. Sanki çoktan onun avına düşmüş de haberim yokmuş gibi bir hisse kapılıyorum. Zaman adeta yavaşlıyor benim için ve kafede sadece ikimiz varmış gibi hissetmekten kendimi alıkoyamıyorum. Ona sadece iki saniye bakıp tüm bunları hissettiğime inanamıyordum. Ellerim ve yüzüm terlemeye başlamıştı. Adımlarımı hızlandırıp kafeden ayrıldım.

Eve doğru yürürken kendimi daha rahatlamış hissediyordum. Fatih Hoca’nın sorununun ne olduğunu gerçekten merak ediyordum. Varlığı bile bana batıyordu artık. Hem neden son zamanlarda çok sık karşılaşır olmuştuk? Bu sıradan bir tesadüf müydü?

Ben dalgın bir şekilde caddeden karşıya geçerken çok yakınımdan gelen korna sesi ile irkilmiştim. Bir kamyon hızla üstüme doğru geliyordu ve sanırım duramıyordu. Kulak zarımı zorlarcasına çıkan korna sesi ise doğru düşünmemi engelliyordu. Öylece çakılıp kalmıştım caddenin ortasında. Gözlerimi kapattım ve birinin bana çarpmasıyla birlikte yana doğru savruldum. Kamyon hızla dibimden geçmişti. Beni kurtaran kişiyi gördüğümde ise iyice şok olmuştum. Geçen gün beni hırpalayan çocuktu. Onun tekrar bana saldıracağını düşünürken gelip hayatımı kurtarması imkânsız bir şeydi.

“Sağ ol,” diyebildim zorlukla da olsa, ayağa kalkarken.

Onu ise yüzünde tuhaf bir ifade belirdi. Sanki az önceki hareketi neden yaptığını anlamaya çalışıyordu. “Ben neden seni kurtarayım ki?” diye söylendi. “Sanmıştım ki…” dedi kelimeleri ağzında geveleyerek. “Ne sanmıştın?”dedim merak içinde. “Gördüğüm kişi bir başkasıydı, sen değildin. Bu yüzden bana teşekkür etmene gerek yok, seni asla hayatımı tehlikeye atıp da kurtarmazdım,” dedi ve öfkeli bir şekilde yanımdan ayrıldı. Aman ne güzel! Böylece hayatımdaki gariplikler son hızla devam ediyordu. Acaba bundan sonra neyle karşılaşacaktım?

Daha dikkatli olmam gerektiğini kendime hatırlatarak ara sokaklardan birine saptım. “Karadeniz’de gemilerin mi battı?” dedi bir ses. “Off, korkuttun beni,” dedim irkilerek. Sonra etrafta kimse olmadığını görünce rahatladım. O ise önce güldü, sonra ciddi bir yüz ifadesi takındı. “Son zamanlarda hep dalgınsın. Neler oluyor, anlat bana,”dedi. Ters ters ona baktım. “Asıl sen anlat. O garajda bahsettiğin şey neydi? Neden sana fazla alışmamalıymışım?” dedim yarı öfkeli bir ses tonuyla. Son yaşadıklarımı resmen unutmuş hesap sorma derdine düşmüştüm.

“Farklı bir şeyler hissetmeye başladım,” dedi ve ne tepki vereceğimi görmek için bekledi. “Ne gibi?” dedim sabırsız bir şekilde. “Artık daha bağımsız davranabiliyormuşum gibi geliyor. Nasıl anlatılır ki bu? Hiç fark ettin mi? Sen bana ihtiyaç duymadığında bile yanına gelebiliyorum artık.”

Bu son cümle olduğum yere çakılmama neden oluyor adeta. Bunu nasıl fark etmemiştim? “Evet, şimdi anımsıyorum. Son günlerde durduk yere karşıma çıkmaya başladın. Eskiden bu şekilde olmazdı.”
“Sebebini anlamıyorum, sanki birisi dışarıdan müdahale ediyor gibi,” dedi canı sıkkın bir şekilde. “birisi dışarıdan müdahale ediyor gibi…” diye mırıldandım. Birden telaşa kapılmıştım. “Bu mümkün mü?” dediğimde sesim boğuluyor gibi çıkmıştı. “Sessiz ol, birileri seni işitecek. Ayrıca senin bilmediğin bir şeyi ben nereden bilebilirim?”diye söylendi.

“Kahretsin! Son günlerde garip şeyler oluyor. Ortada bir şeyler döndüğü kesin. Ne yapacağım şimdi? Bunu hiç başlatmamalıydım, sen hiç var olmamalıydın,” diye bağırdım kendimi kaybederek. Yanağıma sert bir yumruk yiyince tökezledim ve duvara tutunmak zorunda kaldım. Adeta yanağımı kaynar suya basmış gibi hissediyordum. Öfke içinde gözlerine baktım. “Sen ne yaptığını sanıyorsun?” dedim üzerine yürüyerek.

“Sakin olmayı dene. Benden bu kadar mı nefret ediyordun?” dedi kaşları çatılırken. Ne diyeceğimi bilemedim o anda. O ise sadece bana acı bir bakış atıp ortadan kayboldu. İlk kez onun nereye gitmiş olabileceğini merak ettim.

Eve vardığımda tuhaf hisler içerisindeydim. Evde amaçsız şekilde bir o yana, bir bu yana dolanıp duruyordum. Kafamı dağıtmak için yeni aldığım kitabı çıkardım ve masaya oturup okumaya başladım. Farkında olmadan öylece uyuyakalmışım. Ensemde tuhaf bir ürperti hissederek uyandım. Ev nedense oldukça serinlemişti, üşümeye başlamıştım. Pencerelerden birini açık bıraktığımı düşünerek odaları dolaştım ama pencerelerin hepsi kapalıydı.

Aradan iki koca gün geçti. Sınıfa doğru ilerlerken dalgındım. İri çocuk karşıma dikildi ve beni itti. Hiçbir karşılık vermedim. “Ne o, dilini mi yuttun?” dedi sırıtarak.

“Ne istiyorsun?” dedim sakin bir ses tonuyla.

“O gün neler olduğunu anlatacaksın. Ben başkasını kurtardığımı düşünürken neden sen birden karşımda belirdin? Bu ne tür bir oyun?”

“Aynı şekilde ben de şaşkınım. Neler olduğunu nereden bilebilirim ki? Ben mi istedim gelip beni kurtarmanı.”
Çocuk bu kez yakamdan tuttuğu gibi duvara yapıştırdı beni. Koridordaki birkaç kişi hızla uzaklaşırken kimileri korku dolu gözlerle bizi izliyordu.

“Bırak beni!” dedim ciddi bir ses tonuyla. “Yalvarırsan belki bırakırım,” dedi çocuk alay ederek. Öfke tüm bedenimi sardığında karnına tekme atmak için hazırlanmıştım ki koca ayakkabısıyla ayağımın üstüne bastı. Şimdi kesinlikle ayağımı kımıldatamıyordum. Aniden yumruk yaptığı elini yüzüme doğru savurdu. Son anda birisi eliyle onun yumruğunu durdurdu. Şaşkınlıkla bunu yapan kişiye döndüm. Yine Fatih Hoca! Bu kez öfke dolu gözleri bana değil diğer çocuğa çevrilmişti.

“Sen ne yaptığını sanıyorsun?” dedi çocuğa.

“Sen karışma hoca,” diye söylendi çocuk.

“Burada kavga istemiyorum. Onu rahat bırakmazsan bunu sana ödetirim,” dedi hoca çok ciddi bir ses tonuyla.

İri çocuk inat ediyordu, yumruğu hala havadaydı. Hoca onun yumruğunu sıkmaya başladığında çocuk geri çekildi gergin bir şekilde ve tek laf etmeden elini ovuşturarak uzaklaştı. Şu hoca gerçekten güçlü olmalıydı. “Sınıfa git, şimdi,” dedi bana soğuk bir sesle. Ona teşekkür edecek de değilim zaten. Çantamı yerden alıp sınıfın yolunu tuttum.

İki sıkıcı gün daha geçti ama o gelmedi. Bu, fena halde canımı sıkıyor. Gelseydi, en azından bir özür dilerdim. Dışarı her çıktığımda ise izleniyor olduğum hissini içimden atamıyorum. Hayır, o beni gizlice takip etmez. Hem bu yakınlarda olsaydı hissederdim. Beni takip eden bir başkası olmalı. Belki de iyice paranoyak olmaya başladım.

Gece evde iyice daralınca dışarıya çıktım ve vitrinlere göz gezdirerek çarşıya kadar yürüdüm. Aniden vitrindeki bir yansıma dikkatimi çekti. Kocaman, siyah gözlüklü ve uzun, deri ceketli birisi... Hızla geriye döndüm ama kimseyi göremedim. Yüzünü seçemediğim bu kişi kesinlikle beni takip ediyordu.

O sırada Vedat ile karşılaştım ve konuyu uzatmadan ondan yardım istedim. Başta şaşırdı ama hemen kabul etti. Bir alışveriş merkezine gidip lavaboda kıyafetlerimizi değiştirdik. Neyse ki hemen hemen aynı beden ölçülerine sahiptik. Ancak Vedat’ın saçları fazla düzgün görünüyordu. Hemen gidip elimle saçlarını dağıttım.

“Tamam, şimdi oldu.” Vedat’ın şaşkın şaşkın bana bakmasını ise umursamadım.

Vedat önce çıktı alışveriş merkezinden. Ben de uzaktan onu izlemeye başladım. Gerçekten de az önce gördüğüm kişi Vedat’ın arkasından yürümeye başlamıştı. Ara sokaklardan birine girdiğimiz sırada hızlanıp takipçiyi kolundan yakaladım. Takipçiyle göz göze geldiğimde şaşkınlıktan kolunu bıraktım, o ise gülümsemekle yetindi.

“Sonunda yakalandım ha?” dedi. Ancak Fatih Hoca’nın pek de telaşlanmış bir hali yoktu sadece sinir bozucu bir şekilde sırıtıyordu. “Vedat yardımın için sağ ol, sen gidebilirsin artık,” diye seslendim. Bir şey diyecekti ama sadece “önemli değil” dedi ve gitti.

“Benden ne istiyorsun?” dedim öfkeli bir sesle, hocaya dönerek. “Sakin ol ve sadece beni izle,” dedi filmlerdeki gibi karizmatik bir ses tonuyla.

İşin aslını öğrenmek istiyorsam dediğini yapmaktan başka çarem yoktu. O önde, ben arkada ıssız sokaklara varana kadar ilerledik. Onu takip edeceğimden o kadar emindi ki dönüp bakmadı bir kez olsun. Sonunda çıkmaz bir sokağa girdik. Sokak lambası da bozuktu. Sadece evin birinden vuran ışık aydınlatıyordu sokağı. “Hadi gel buraya,” dedi. Önce bana söylediğini sanmıştım ama ayak sesleri işitince geriye çekilip baktım. Birisi geliyordu ve iyice gerilmeye başlamıştım. Sonra onun yüzünü fark ettim. Onun hocayla ne ilgisi olabilirdi ki? Hem hoca nasıl oluyor da onu çağırma yetkisini kullanabiliyordu? Tamamen şaşkınlık içerisinde kalmıştım. “Nesin sen?” diye çıkıştım hocaya. Hoca yerine o yanıtladı sorumu.

“Ben senin gerçeğe çok yaklaşan hayalinim. Artık senin kontrolün altında değilim,” dediğinde sanki bir yabancıya dönüşmüş gibiydi. Şok olmuştum ve kendimi kaybederek çaresizce hocanın koluna yapıştım. “Tüm bunlar ne demek oluyor? Yoksa başından beri sen de mi bir hayalsin?” dedim aklımın bana oyun oynadığını düşünerek.

“Bırak beni! Ben fazlasıyla gerçeğim. Aklın biraz bulanmaya başlamış senin. Gerçi şu durumda böyle davranman çok normal. Aslında delirmeden kalabildiğin için şanslısın. Tüm bu olanlara ben sebep olduğum için üzgünüm,”dedi yüzüne sahte bir tebessüm ve acıma yerleştirerek.

“Anlat! Her şeyi bilmek istiyorum. Ortada garip şeyler döndüğünü biliyordum zaten,” dedim zorlukla konuşarak.“Peki, bu kadarını sana borçluyum sanırım. Ne de olsa yıllarca bekledim istediğim kıvama gelmen için, biraz daha bekleyebilirim,” dedi eğleniyormuşçasına. Son sözü neredeyse midemi bulandıracaktı. Kendime hâkim olmakta zorlanıyordum. Kıvam diye bahsettiği şey de neydi?

“Öncelikle şu hayalin, o artık benim. Yani benim kontrolümün altına girdi ancak yeterince güçlü değil, şimdilik,”dedi Fatih Hoca son kelimeyi vurgulayarak.

“Ne demek istiyorsun?” dedim. Bu durum fazlasıyla canımı sıkmıştı.

“Neyse o kısma sonra değineceğim. Sana bir şey göstermem gerek,” dedi ve ceketinin cebinden bir hançer çıkardı. Sapından tutup iyice görmem için hançeri çevirdi. “Bunun ne işe yaradığını biliyor musun? Bu hançerle istediğim herkesin hayallerini kesip alabilirim. Ensendeki kesiği fark etmedin mi hala?” dedi ciddi bir ses tonuyla. Elim istemsiz olarak hızla enseme gitti. Gerçekten de ensemde kabarık bir yara izi vardı.

“Nasıl oldu bu? Hiç hissetmedim bile,” dedim dehşete kapılmış bir halde.

“Elbette hissetmezsin. Bu hançer insanda fiziksel bir acı meydana getirmez, sadece geride bir yara izi bırakır. O yara izi de birkaç güne silinir gider,” dedi hoca bilmiş bir tavırla.

“Masada uyuyakaldığım gece mi yaptın?” dedim anılar aklımda canlanırken.

“Aferin. Düşündüğüm kadar dikkatsiz değilmişsin,” dedi gülümseyerek.

“Ne yani, onu benden aldın mı şimdi?” dedim dehşet içinde, her şeyi daha yeni idrak ediyormuşum gibi.“Kesinlikle,” dedi ürkütücü bir şekilde gözlerimin içine bakarak.
 
Kişinin hayali bir hançer tarafından kesilip alınırsa, o hayalin mutlak gücü, iradesi tamamen hayal aşılayıcının eline geçer.
(Hayal Aşılayıcının Sırları Kitabı’ndan)[/b]

“Nesin sen?” dedim Fatih Hoca’ya. Şu an çaresizliğe boğulmuş durumdaydım e elimden bir şey gelmiyordu. Her şey tamamen kontrolden çıkmıştı.

“Gerçek adım Elb. Ben bir hayal aşılayıcıyım. Yani insanların hayal dünyalarına müdahale ederim, gerektiği kadar. Özellikle de hayal kurma konusunda zayıf kişilere bunu yaparız. Hayal gücü yoğun olanlara ise pek bulaşmayız. Neyse sadede geleyim, seni daha fazla meraklandırmadan. Çocukken ailemin yaptığı bir hata yüzünden ben de cezalandırıldım. Hayal kurmam yasaklandı. Bunun ne demek olduğunu biliyor musun? Bomboş, karanlık bir dünyada yaşıyormuşum gibi hissettirdi bana. Bir de hayal aşılayıcıysan bu gerçekten ağır bir cezadır. Uzun yıllar sadece bana verilen emirleri yerine getirdim.”

O anlattıkça daha da şaşırıyordum. Kafamdan onlarca soru geçiyordu ama onun lafını bölmeye korktum. Anlatmaktan vazgeçerse hiçbir şey öğrenemezdim. İmkânsız gibi görünse de anlattıklarının gerçekliğini kabul ediyordum.

“Sonunda içimde bir yerlerde bir öfke patlaması oldu ve bana bunu yapanlardan intikam almaya, kendi kurallarımı koymaya yemin ettim. İntikam almam için gerekli bütün bilgilere sahiptim. Onlar bana güvenmişti, çünkü hayal aşılayıcılar arasındaki en sadık kişi bendim. Aslında sadece üst kademedeki hayal aşılayıcılarının kullanabildiği bu hançerlerden birini gizlice aldım. Fark etmediler bile. Bir diğer özelliğiz ise insanların hayallerini görebilmektir. İnsanların hayallerini aldıkça adeta bende bağımlılık yaptı. Daha fazlasını istemeye başladım. Ancak çoğunlukla hayal kırıklığına uğradım, ta ki senin gibi biriyle karşılaşana kadar. İşte, aradığım kişi sendin. Sen bir hayal aşılayıcının bile yardımı olmadan gördüğüm en yoğun hayal gücüne sahip kişiydin. Böylece ben de sana destek olmaya karar verdim. Böylece içindeki hayal gücünü son zerresine kadar kullanabilecektin ve bir gün hayalin tamamen gerçeğe dönüşecekti.”

“Desteklemekten kastın neydi?” dedim meraklanarak. “Seni seçmemin nedeni benim için en ideal hayalci olduğuna inanmamdı. Sen hayaline diğer herkesten fazla bağlanabilecek birine benziyordun. Ben sadece kopmaması için bu bağı sıkılaştırdım.”

“Yani benim hayallerime müdahale mi ettin?” dedim dehşete düşmüş bir şekilde. Yıllardır yanımda olan o hayali düşündüm, şimdi beni görmezden geliyordu. İçim içimi kemirmeye başlamıştı adeta. Ben ona gerçekten çok bağlanmıştım.

“Sabırlı ol biraz, çocuk,” dedi Fatih Hoca gözlerime bakarak.

“Ben çocuk değilim,” diye çıkıştım.

“Evet, sadece yirmi bir yaşındasın. İstanbul’a okumak için geldin. Ailen Kayseri’de yaşıyor. Tek bir kardeşin var. Kitap okumak ve gece yarısı sokaklarda dolaşmak vazgeçilmezin. Kalabalıktan nefret ediyorsun, hayal kurmaya bayılıyorsun. Daha sayayım mı?” dedi bilmiş bir tavırla. Her şeyi biliyordu. Bunu beklemediğimden iyice sarsılmıştım. Kalp atışım iyice hızlanmıştı, düzgünce nefes almaya çalıştım.

“Neyse sen fazla şoka girmeden diğer soruna geçeyim. Hayallerine müdahale ettim mi? Pek sayılmaz, daha çok çevrendeki insanların hayallerine müdahale ettim. Seni tanıdığım süre içinde yalnız kaldığında hayaline çok daha fazla bağlanabileceğini fark ettim. Bu yüzden arkadaş çevrenden başladım. Onların seninle ilgili hayallerini kesip aldım. Artık onlar için eskisi gibi değerli, güvenilir, sadık bir dost değildin. Zamanla senden uzaklaşmaya başladılar ve sen de iyice kendi içine kapandın. O zamandan beri, yani liseden beri başkaları ile dost olmaya çalışmadın,” dedi büyük bir zafer kazanmışçasına.

Tüm bunların sebebi oymuş demek ki. Bu kez gerçekten öfkelenip üstüne doğru yürüyorum. Eliyle omzumu kavradı ve bir adım dahi atamadım. Bana pis bir bakış fırlatırken sanki parmakları omzumu deliyormuşçasına acı hissediyordum. Bunun üzerine geri çekildim.

“Daha anlatacaklarım bitmedi, evlat. Sıra ailenin hayallerine müdahale etmeye gelmişti. Onlar konusunda risk alamazdım. Çünkü onlar en yakınındı senin. Bir şeyler yanlış giderse ipin ucu kaçabilirdi. Sabırlı bir şekilde planımı uygulamaya başladım. Bir şekilde seni ailenden uzaklaştırmalıydım. Onları senin İstanbul’da okumanın en doğrusu olduğu konusunda ikna edebildim. Böylece yavaştan sana baskı yapmaya başlamışlardı. İstanbul’u seçmemdeki neden okumak için hemen hemen herkesin burayı tercih ediyor olmasıydı. Başka bir şehir seçseydim şüphelenmeye başlardın. Onların bu konudaki ısrarları bu yüzden sana çok doğal göründü.”

“Şimdi anlıyorum neden buraya gelmem için bu kadar çabaladıklarını,” dedim düşünceli bir halde.

“Tüm bu süre içinde amacıma daha da yaklaştım. Oradan kaçtığım için hala aranan bir hayal aşılayıcıyım.
 
Neyse ki kendimi gizlemeyi iyi biliyorum,” dedi daha çok kendi kendine mırıldanır gibi. “Ve son bir hedefim kaldı artık. Senin ölmen,” dedi vahşice ışıldayan gözlerini bana çevirerek. Korkuyla geriye adım attım ve yere kapaklandım. O kadar güçlüydü ki bir anda işimi bitirebilirdi. Ne diye onun peşinden gelmiştim ki?

“Niye telaşa kapıldın ki? Ben olsam şimdiye kadar çoktan ölmüş olacaktın zaten,” dedi sinsi bir şekilde sırıtarak.

“Ne demek istiyorsun?” dedim kendimi toparlamaya çalışarak.

“Defalarca hayatını kurtardım senin. Lisedeyken bir gece evinize hırsız girmişti hatırlıyor musun? Sen aniden uyanmıştın ve paniğe kapılan hırsız silahıyla seni vuracaktı. Elindeki silahı ona bir çiçek demetine dönüşmüş gibi göstermeseydim sen ölmüştün,” dedi kelimeleri üstüne basarak telaffuz ederken.

O gece hayalimde canlandı. Hırsız elindeki tabancayı bana doğrultmuşken birden şaşırmış ve tabancayı atarak evden kaçmıştı. Hırsızın arkasından pencereden bakarken apartmandan uzun boylu birinin daha çıktığını fark etmiştim. Demek ki o Fatih Hocaydı.

“Kulübedeyken yangından beni kurtaran da sendin o halde,” dedim ağaçların arasında gördüğüm silueti hatırlayarak.

“Evet bendim. Akıl yoksunu hayal aşılayıcının biri o gece tüm planımı mahvediyordu. Acemi olduğu için işi eline yüzüne bulaştırmıştı ve ben de ona gözükmeden olaya müdahale etmek zorunda kaldım.”

“Fakat kapı kapalıydı. Kapıyı kim kilitlemişti o zaman?” dedim sabırsızlık içinde.

“Aslında o da hayal aşılayıcıdan kaynaklanan bir şeydi. Yanlışlıkla sana da müdahale etti. Kapı açıktı ama sen kapalı olduğunu sandın. Ben de durumu düzelttim.”

“Peki, sonrasında yaşadıklarım. Kulübe sahibinin öfke içinde bana saldırıp sonra kaçması, beni hırpalayan o çocuğun o gün beni kurtarması… Doğru ya o gün siz de pastanedeydiniz.”

“En komik olanı da o çocuğun yüz ifadesiydi. Hala unutmuyorum,” dedi bir kez daha sırıtarak.

“Peki, neden şimdi ölmemi istiyorsun?” dedim gergin bir şekilde.

“Sen ölürsen o daha da güçlü olacak. Ancak seni kendi elleriyle öldürürse gerçek güce kavuşacak. O zaman gücü benimkini bile aşacaktır. Neden yıllardır senin peşinde koştuğumu sanıyorsun? Sadece basit bir hayal nedeniyle mi? Sen bir hayal aşılayıcının görüp göreceği en büyük gücü hayallerinde barındırabilecek kişisin. Sen öldüğünde o güç ortaya çıkacak ve onun içinde, senin hayalinde hayat bulacak. Böylece onu kullanarak tüm hayal aşılayıcıları kendi emrim altına alabileceğim. Kendi kurallarımı hayata geçirebileceğim,” dedi Fatih Hoca gözleri korkunç bir şekilde parlarken.
 
Hayalci hayalindeki kişiye çok bağlanır ve sonunda onun tarafından öldürülürse, hayal gerçeğe dönüşür ve hayalcinin barındırdığı tüm güç hayal kurulanda açığa çıkar.
(Hayal Aşılayıcının Sırları Kitabı’ndan)[/b]

“Şimdi, işini bitir!” diye emir verdi hoca ona dönerek.

O, emri alır almaz hiç düşünmeden üstüme doğru yürüdü. Bir düşmanmış gibi bana baksa da istem dışı hareket ettiği anlaşılıyordu. Onu hızlıca itip kaçtım ve ıssız sokaklarda koşmaya başladım. Sanki nefesini ensemde hissediyordum. Geriden gelen ayak seslerini işitirken dönüp arkama bakmadım. Uzun bir süre koştum. Nereye kaçabileceğimi bilmiyordum. Bu şekilde kalabalık sokaklara da giremezdim. Ben öldürülürken insanların bu garip manzaraya şahit olmasını istemiyordum. Nefesim tıkandığında durdum. Çünkü o tahmin ettiğimden hızlıydı ve kaçmamın bir anlamı yoktu artık.

Bana yetişti birkaç saniye içinde ve ellerinden biri boğazımı sardı. Beni havaya kaldırıp duvara yasladı. Gözlerinde acı bir ifade vardı. “Neden?” dedim zorlukla. “Üzgünüm,” dedi boğazımı iyice sıkarak. Çırpınsam da elinden kurtulamıyordum. Nasıl bu kadar güçlü olabilirdi? Tabi ya, hayallerimdeki ben her zaman çok güçlü biri olmuştu, olmalıydı. Artık nefes alamıyordum. Çatlayacak gibi hissettiğim anda cebimdeki çakıyı çıkardım aniden ve içim cız ederek ona sapladım. Eskisi gibi bana şaşkınlıkla baktı bir an. Diğer elini yaralı karnına götürdü. Boğazımı kenetleyen eli gevşedi ve yere düştüm. Zorlukla nefes almaya çalışırken o öylece eli karnında dikiliyordu. Şok içinde bana bakarken “üzgünüm, buna bir son vermeliydim,” dedim ve koşarak oradan uzaklaştım.

Fatih Hoca’yı, yani Elb’i bıraktığım yerde buldum neyse ki. Hala yaşadığımı görünce şaşkınlıkla bana baktı. “Kendi nefretine bizi alet etme. Bu kanı gördün mü?” dedim çakıyı onun yüzüne tutarak. “Ben onu yaraladım. Sırf sandığın kadar ona bağlı olmadığımı göstermek için.” Gözleri dehşetle açıldı. Gerçekten de aklını kaçırmış gibi görünüyordu. “Ne yaptın sen?” dedi üstüme yürüyerek. “Üzgünüm, bunca yıllık planını bozdum sanırım. Hayal kırıklığına uğramış olmalısın,” dedim onu kışkırtarak.

Elb asla beni anlayamayacaktı. Kendi hayalimden kurtulmaya çalışmam onu şok etmişti. Evet, kesinlikle bu hareketi benden beklemiyordu. Bağlarımı son anda tamamen kopardığımı düşündü. Oysa bilmediği bir şey vardı. Bunu yapmaktaki amacım hayalimi Elb’den kurtarmaktı, tam tersine daha da sıkı bağlanmıştım hayalime ve şu an yok edilmeye hiç niyetim yoktu.

Beni biraz sertçe itmesi arkamda bulunan duvara uçarak çarpmama neden oldu. Neyse ki başımı çarpmamıştım. Sırtım fena halde dağlanmış gibiydi. “Kahretsin! Her şeyi mahvettin. Cezanı hemen şimdi vereceğim,” diye bağırdı tamamen kontrolden çıkmış bir halde. Her ne yaptıysa zihnimin içine binlerce görüntü dolmaya başladı. Saniyeden çok kısa bir anda görüntüler tamamen değişip farklı şeylere dönüşüyordu. Beynim adeta uyuşmaya başlamıştı ve buna daha fazla dayanamayacaktım. Sonunda dizlerimin üstüne çöktüm. Kafamı ellerimin arasına aldım ve yerde kıvranmaya başladım. “Yeter!” diye bağırdım ama sesimin çıkıp çıkmadığından bile emin değildim.

O anda garip bir şeyler oldu. Her şey normale döndü ve kendime gelmeye başladım. Elb’in yanı başında gri kıyafetli beş kişi belirmişti. Saçları dümdüz ve upuzundu. “Bizi hayal kırıklığına uğrattın Elb. Tüm kurallarımızı çiğnemiş bulunuyorsun,” dedi en uzun adam.

“Na-nasıl buldunuz beni?” dedi Elb dehşete düşmüş bir halde. Kaçmaya çalışsa da beş kişi etrafını sarmıştı.“Sana yıllar önce o mührü yaptığımda bu duruma gelebileceğini hesaba katmıştım. Evet, uzun süredir arıyorduk seni. Ama sen onu öldürmeye çalışarak mührü harekete geçirmiş oldun ve yerini tespit ettik,” dedi beni işaret ederek. “Öldürmeye çalışmak delirtmekten de büyük bir kabahattir,” dedi yaşlı adam soğuk bir şekilde. Sonra beşi birden Elb’in kollarını tuttular. “Hayır, bırakın beni!” Elb’in çığlıkları kulak zarımı patlatacak derecedeydi. Ona ne yaptılar bilmiyorum ama kısa sürede sessizliğe büründü ve gözlerindeki tüm canlılık söndü. Yaşlı adam onun koluna girdi ve hepsi birden gözden kayboldular.

Yavaşça kalktım ve tek dostumu yaraladığım yere koştum. O ise çoktan gitmişti. Ve şimdi terk edilmişlik hissini içimden atamıyordum. Bir daha gelmeyecek miydi?

Aradan geçen günlerin ardından hayatıma bir şekilde devam ediyordum. Fatih Hoca artık okula gelmiyordu. Ansızın ortadan kaybolduğu için herkes ona ne olduğunu merak ediyordu. Onun için kayıp ilanı bile verilmişti. Her şeyi biliyor olup da susmak garipti ama böyle bir şey nasıl anlatılabilirdi ki? Düşündükçe ona acımakta olduğumu fark etmiştim.

Bugün okulda Vedat'la karşılaştım ve beni maça çağırdı. Geleceğimi söyleyince de sevindi. Maçın yerini ve saatini söyleyip dersine gitti. Akşamüstü kararlaştırılan yere gittim. Herkes toplanınca çim sahada maç yapmaya başladık. O kadar çok koştum ki maç sonunda savaştan çıkmış gibiydim. Diğerleri eşyalarını toplayıp gittiler. Ben ise yorgun bir şekilde kendimi banklardan birine bıraktım. Kalp atışlarım hala yavaşlamamıştı. Hafif bir rüzgâr esmeye başladı. Biraz olsun kendime gelmiştim. Gözlerim iyice ağırlaşmıştı.

“Burada uyumayı düşünmüyordun değil mi?” dedi neşeli bir ses. “Geldin ha?” diyerek yerimden sıçradım sevinç içinde. “Sen kafanda öldürmediğin sürece ben gitmem,” dedi gülümseyerek. Geldiği için mutluydum.“Teşekkürler” dedim ve beklemediği bir anda ona sarılınca öylece kalakaldı. Gülümsedi sadece.
 
-son-

Sayfa: [1]