Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - okanakinci

Sayfa: [1]
1
Yazarlar / Kafka'dan ve Kafka-Severlerden Nefret Etmek
« : 20 Eylül 2016, 23:05:25 »
Bu yazdığım satırları kaç kişi sonuna kadar tahammül edip okuyacak bilmiyorum. Ben içimdeki nefreti akıtayım da. Belki de nefretim Kafka'nın kendisinden çok, onu sevenleredir.

Her insan aynı türü, aynı yazarı veya aynı kitabı sevmek zorunda değil. Ve pek çok aklı başında insan, kendisinin çok sevdiği bir eseri, bir başkasının beğenmediğini duyduğunda buna saygı duyar. Belki beğenmeyen kişiyle tartışır, ama saygıyı elden bırakmaz. Mesela ben bilimkurgu edebiyatını severim, John Scalzi'yi severim, onun özellikle Yaşlı Adamın Savaşı serisine bayılırım. Fakat biri bana bunları beğenmediğini söylerse buna saygı duyarım. O kişi benimle aynı beğeniye sahip olmak zorunda değil. Bunu anlarım.

Ben herhangi bir yazarı veya kitabı sevmediğimi söylediğimde insanlar bunu kabul ediyorlar. Tartışan olsa da bunu, saygıyı elden bırakmadan yapıyor. Kafka'yı sevenler hariç. Onlarda bir gariplik var.

Ben bu adamın kitaplarını beğenmedim. Çünkü o üslubu bana boğucu geliyor. Olaylardaki absürtlüğün karakterler tarafından doğal karşılanması bana saçma geliyor. Hatta onun karakterleri de bana absürt geliyor. Mesela Dava'da Bay K'ya dava açılır ama suçlamanın ne olduğu söylenmez. Tamam, bu olabilir. Hatta Türkiye'de bu oldu da. Fakat Bay K, bir kez olsun da çıktığı duruşmada "hangi suçtan yargılanıyorum" diye sormadı. Dönüşüm'ü ele alalım. Gregor Samsa örümceğe dönüşüyor ama ondan daha ilginç olan şey şu ki bunu garipsemiyor. Böceğe dönüşen ve bunun farkında olan bir insanın tepkisi bu mu olur?

Bazıları bunun sanat olduğunu düşünebilir, metaforları anlamadığımı söyleyebilir. Bakın, ben bunun ne kadar sanatsal olup olmadığını tartışmıyorum, mesele metaforlar da değil. Sadece beğenmediğimi, bu tarzın bana hitap etmediğini söylüyorum. Peki ne tepki aldım bunu söylediğimde?

Bir kişi "sakın bunu kimseye söyleme, sana deli derler" dedi. Bunu ciddi ciddi dedi. Sırf Kafka'yı sevmediğim için akıl sağlığımdan şüphe edileceğini düşündü. Çünkü bana bu cevabı veren kişi, kendi sevdiği yazarı sevmeyen herkesin deli olduğunu düşünecek kadar ruh sağlığı bozuk biri.

Başka biri "sen o eserleri anlamamışsın, senin kafan basmamıştır" dedi. Hakarete bakın. Altı üstü onun sevdiği yazarı sevmiyorum diye zekama hakaret etti.

Sonuncusu ibretlikti: Kafka hakkında ateşli bir tartışmaya girdiğim bu kişiye en sonunda "sen bu adamın hangi kitaplarını okudun" diye sordum. Aldığım cevap: "Okuma listemde var." Yuh yani! "Ben bir tane bile kitabını okumadığım bir yazarı fanatikçe savunmaktan çekinmeyecek kadar saçma sapan biriyim" diyemedi de okuma listesinde olduğunu söyleyerek kıvırdı.

Bu sonuncusu bana şunu düşündürtüyor: Kafka, entelektüel olmadığı halde entelektüel görünmek isteyen bazılarının tutunduğu bir yazar müsveddesidir. Kitabını okumanız önemli değil, Kafka'yı sevdiğinizi söyleyin de sizi bir şey sansınlar.

"Sana öyle denk gelmiş, bütün Kafka okurları böyle arıza değil" diyenler olacaktır. Farklı olanları tenzih ederim zaten ama çoğunluğun böyle olduğunu düşünüyorum. İçimdeki Kafka nefretinin başlıca sebebi de Kafka okurlarıdır. Yoksa beğenmedim deyip geçecektim ve hiç büyütmeyecektim. Kafka'nın yazdığı bütün eserlere, başka yazarların isminde Kafka bulunan eserlerine, Kafka hakkındaki eserlere karşı önyargılıyım. Hatta en son İstanbul'a geldiğimde Cafe Kafka diye bir yer görmüştüm. Arkadaşım "burada oturalım mı" diye sormuştu da "ölürüm de girmem içeri" demiştim. Elimde olsa bu adamın yazdığı bütün kitapların dünya üzerindeki bütün nüshalarını yakarım. Evet, kitapları seven ben, kitap yakmayı aklımdan geçiriyorum. Çünkü o derece nefret ediyorum.

Böylece bütün nefretimi dökmüş oldum. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Şimdi varsa Kafka hayranlarının hakaretlerini alalım.

2
Televizyon / Türk Dizileri Hakkında Bir Eleştiri
« : 19 Eylül 2016, 13:56:30 »
Şu ya da bu şekilde büyük çoğunluğumuz bir ya da birkaç diziyi takip ediyor. Kimi Amerikan ve İngiliz dizileri izliyor, kimi Güney Kore dizileri izliyor, kimi Latin Amerika dizileri izliyor ve kimi de sadece yerli dizileri izliyor. İnsan istediğini izler, herkesin beğenisi farklı. Dizi sürelerinin çok uzun olması, sahnelerin sündürülmüş olması hakkında da değil bu eleştiri. O başka bir eleştiri konusu. Ben, içerik hakkında bir şeyler söyleyeceğim.

Normalde asla yerli dizi izlemem, bana hitap etmiyor. Fakat şu sıralar işsizim, zamanımın önemli bir kısmı evde geçiyor ve TV'nin kumandası ya annemde ya da babamda. Arada bir salona geçip ne izliyorlar diye bakıyorum ve gördüğüm şeye anlam veremiyorum. Her kanalın en az beş tane dizisi var ve hepsi neredeyse birbirinin aynısı.
Çoğu kadın-erkek ilişkileri hakkında ama bu ilişkiler olabildiğince çarpık bir biçimde ele alınıyor. Her milletin farklı bir kültürü ve yaşayışı vardır. Ve her kültürün olumlu kısımları olduğu gibi olumsuz kısımları da vardır. Her ülke bu olumsuz kısımları törpülemek ve kültürünü geliştirmek için çaba harcar veya harcamalıdır. Bizdeki bu diziler ise bizim kültürümüzü ve toplumumuzu yozlaştırmaya yemin etmiş sanki.

Bu dizilerde gördüğüm şey, gençlere olabildiğince çarpık bir kadın-erkek ilişkisini aktarmaları. İşe de yarıyor. Sokakta, çevremizde, sosyal medyada bol miktarda çarpık zihniyetli genç görüyoruz. Bu gençlerin ortak noktası ise bence bu tip dizileri ve TV yarışmalarını takip ediyor olmaları. Bu dizilerin önemli bir kısmının başrolünde yakışıklı olduğu varsayılan zengin bir erkek vardır. Bir de maddi durumu ona kıyasla çok aşağıda kalan genç bir kız vardır. Bu kızlar pek eğitimli ya da kültürlü sayılacak tipler değil. Fakat dış görünüşlerini kullanarak erkeği avucunun içine almayı, ona türlü oyunlar oynamayı ve en sonunda onunla evlenmeyi gerçekleştiriyorlar. Aynı şekilde erkekler de kızlara türlü oyunlar oynadıklarını ve aslında zaferi kazanan tarafın kendileri olduğunu düşünüyorlar.

Yani bu diziler genç kızlara, bedenini ve cinselliğini kullanarak sınıf atlama hayalleri aşılıyor. Bu da benim midemi bulandırıyor. Aynı şekilde genç erkeklere de kadınların satılık bedenler olduğu düşüncesini aşılıyor. Bu da midemi bulandırıyor.

Siz ne dersiniz?

3
Tartışma Platformu / Kimliksiz Karakterler Tasarlamak
« : 15 Haziran 2016, 19:16:00 »
Yaşadığımız ülkede ve dünyada insanlar kimliklere fena derecede saplanmış durumda. Siyasi tartışmalar, güncel olaylar bile kimlik eksenli olarak tartışılıyor. Herkes etnik, dinsel, mezhepsel, cinsiyet, cinsel yönelim, yaşam tarzı vs. kimliklerden birini veya birkaçını giyinip onun mücadelesini veriyor, hatta onun için insan öldürüyor. Elbette haksızlığa uğrayan bazı kimlikler var ama bence bunu aşmanın yolu kimlik mücadelesi değil. Her neyse, konumuz bu değil. Kısacası demek istediğim şey kısaca şu. Ben kimlik eksenli tartışmalardan rahatsızım.

Öte yandan bu tartışmalar edebiyata da sıçramış durumda. Yazarlar bile belirli karakterler tasarlarken ona bir veya birkaç kimlik giydiriyor. Kimi ırkçı, kadın düşmanı, homofobik bir yönelim içinde ve kimi de "bakın ne kadar duyarlıyım" diyebilmek için farklı ırklardan, inançlardan ve cinsel kimliklerden karakterler tasarlıyorlar. Eleştirdiğim şey bu tip karakterlerin olması değil, karakterlerin kimliklerin eserin gidişatından büyük önem arz etmesi.

Bence bir eserdeki karakter beyaz veya siyahi olması önemli olmamalı. Kadın veya erkek olması önemli olmamalı. Heteroseksüel ya da eşcinsel olması önemli olmamalı. Müslüman, Hristiyan, Budist ya da Ateist olması önemli olmamalı. Ama gelin görün ki eserlerdeki karakterlerin kimlikleri önemli olmuş herkes için. Bunu en son siyahi Hermonie olayında gördük. Bence Hermonie'nin dış görünüşü değil kişiliği, yaptıkları ve yapacakları asıl önemli olan. Sonuçta Harry Potter'ın öyküsünü, eserin kendisini ve Hermonie'nin rolünü tartışacağımıza onun cilt rengini tartışıyoruz.

Ben öykülerimde bundan sonra karakterlerin dış görünüşü, etnik kökeni vs. hakkında hiçbir bilgi vermemeyi düşünüyorum. Bunun dışında hepsine tümüyle unisex isimler vereceğim ki onların cinsiyetleri ve cinsel yönelimleri anlaşılmasın. Bu bir kaçış değil. Çünkü insanları her yönden bölen bu tartışmaların yerine insanların kişiliğinin ön plana çıkarılmasını doğru buluyorum. Ayrıca bu konuda ayrıntı vermeyerek okuyucunun hayal gücüne bir şeyler bırakılacağını düşünüyorum.

Siz ne dersiniz bu konuda?

4
Merhaba arkadaşlar.
Bir süredir @hatunkız'la konuştuğumuz bir fikrimiz var. Adana, Mersin ve bu çevrede yaşayan arkadaşları bir araya toplayalım dedik. Hatta mümkünse bir buluşma yapalım diyoruz. Tabii, forumda bu bölgede yaşayan kimler var bilmiyorum. Varsa el kaldırabilir mi o arkadaşlar?

5
Sinema / Sinemaların Sadece Amerikan Filmi Yayımlaması
« : 23 Ağustos 2015, 00:01:10 »
Bugün, IMDB'de listeme aldığım bazı filmlerin ne zaman Türkiye'de vizyona gireceğine bakınca bu konuyu açma gereği duydum.

Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum. Türkiye'de sinemalar sadece yerli filmlerle Amerikan filmleri yayımlanıyor. Yerli filmler olması gayet normal. Fakat yabancı filmler denildiğinde beyaz perdeye gelen filmlerin ezici çoğunluğu sadece Hollywood yapımı oluyor. Dünyanın geri kalanında yapılan filmlerse Türkiye'ye neredeyse hiç gelmiyor. Diğer ülkelerdeki filmler ne kadar kaliteli olursa olsun görmezden geliniyor. Tek tek örnek vermek istemiyorum. Mutlaka siz de ilginizi çeken bir filmi, Türkiye'ye gelmemesi ya da gelip çok az yerde bir haftacık gösterilip kaldırılması nedeniyle kaçırmışsınızdır. Ben bunu sürekli yaşar oldum.

Tek bir örnek vereceğim: Bu yıl Küçük Prens'in bir animasyon filmi yapıldı. Bilmem kaç ülkede vizyona girdi ve bir o kadar ülkede de sene sonuna kadar vizyona girecek. Bunların arasında Türkiye yok. Çünkü film, Amerikan değil, Fransız yapımı. Film kötü eleştiriler almadı, Dünyada iyi kötü ilgi gördü. Biz de filmin yapıldığını Kayıp Rıhtım olarak haber yapmıştık. Dünya edebiyatının efsaneleri arasında bir eser. Türkiye'de de seveni çok. Türkiye'de yayımlansa hem çocuklar izler hem de yetişkinler. Ama Türkiye'de yayımlanmadı ve yayımlanacak gibi de görünmüyor.

ABD dışında başka bir yerde çekilen bir film Dünya çapında ses getirse bile Türkiye'ye gelmiyor. Ama bir Oscar ödülü alırsa ancak ondan sonra geliyor. Normal olarak gelenler istisnai bir durum ve Türkiye genelinde iki üç sinemada birkaç gün gösterilip kenara atılıyor. Bunun dışında bu filmleri izlemenin kalan tek yolu sinema festivalleri oluyor, tabii oraya da düşerse veya festivalin yapıldığı şehirde bulunabilecekseniz...

Hollywood yapımları ise isterse dünyanın en dandik filmi olsun sinema salonlarımızda boy gösteriyor. Hatta Amerikan sinemasının serbest düşüşü dikkate alındığında sinemalarımıza doğru düzgün bir şey gelmiyor. Güzel şeyler yapamıyorlar ve eski işlerin kaymağını yemeye çalışıyorlar. Bu yüzden devam filmleri ya da yeniden çevrimlere sarılıyorlar. Tamam bazı şeyler güzel ama genel olarak aynı şeyler ve çoğu da olumsuz eleştirilerle kalıyor.

Son birkaç yıl içinde Dünyada yapılmış bütün filmleri izlediğini sanan insanlar görüyorum. Şaka değil gerçek, çünkü insanların sinemayla ilişkileri sadece Türk ve Amerikan sinemasıyla sınırlı.

Korsan film izlemekten hoşlanmıyorum. Blu-ray, DVD vs. gibi şeyler de çok pahalı geliyor bana. Üstelik aradığım filmler orada bile olmuyor. Benim için en uygun seçenek sinemaya gitmek. Üstelik daha keyifli ve daha sosyal bir etkinlik ama artık uzun haftalardan oluşan aralıklarla sinemaya gider oldum. Çünkü her Cuma günü programa bakıyorum ve ilgimi çeken hiçbir şey olmadığını görüyorum. E öyleyse ben istediğim filmleri nasıl izleyeceğim?

Hollywood ölü, Yeşilçam da bana göre ölü. Diğer güzel şeyler de bize gelmiyor. Siz ne dersiniz?

6
Kurgu İskelesi / Hiç Bitmeyen Yolculuk
« : 16 Temmuz 2015, 22:20:18 »
Gözlerimi açtığımda sadece bembeyaz bir görüntüyle karşılaştım. Tamamen beyaz, onun dışında hiçbir şey yoktu. Beyaz bir duvar ya da onun gibi bir şeydi. Ama biraz da ışıldıyordu. Tam burnumun ucundaydı. Derin uykumdan uyandığımda böyle bir manzarayla karşılaşmak canımı sıkmıştı. Bu mudur yani? İnsan daha güzel bir manzaraya gözlerini açmak ister. Bense belli belirsiz bir ışık yayan bembeyaz bir duvarla karşılanıyorum.

Uykum çok derindi, bir o kadar da uzun ve ayılmam da bir o kadar sancılı. Zaman ve mekan duygumu tamamen yitirmiştim. Başım çok ama çok ağrıyordu. Bin yıl uyumuş gibi hissediyorum kendimi. Offf, ne lanet şeymiş şu baş ağrısı!

Nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim yok. Dönüp iki yanıma baktım aynı beyaz duvar ve hafif bir ışık süzülüyordu. Bu sırada üstünde uyuduğum zeminin de aynı olduğunu fark etmem çok uzun sürmedi. Belli ki bir kutunun içindeydim. Ayrıca çırılçıplaktım. Buraya nasıl geldiğim hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Hafızamı yoklamaya çalıştım ama bu sadece başımdaki ağrının daha da şiddetlenmesine neden oldu.

Üstümdeki zemini itmeye çalıştım ama işe yaramadı. Yerinden oynatamadım, kollarımda hiç güç yoktu. Ama pes etmedim, derin bir nefes alıp bir daha denedim, sonra bir daha… Ve biraz yerinden oynar gibi oldu. Umutlandım ve daha güçlü asıldım. Bu şeyin çok ağır olmadığını anlamıştım, sadece bende hiç güç yoktu. Pes etmeye niyetim yoktu. Ve nihayet, birkaç denemeden sonra başardım. Üstümdeki kapak açıldı ve ciğerlerim havayla doldu.

Nefes almanın beni rahatlatacağını düşünürdüm ama ciğerlerim yanıyordu. Sanki nefes almak normalde ihtiyacım olmayan, hatta bana zararlı bir şeymiş gibi. Güçlükle doğruldum yattığım yerden. Bulunduğum yere göz gezdirdim, ama pek aydınlık sayılmazdı. Odada bir pencere, kapı ve benzeri bir şeyler yoktu veya ben göremiyordum. Odanın diğer ucunda parlayan ekranlar, düğmeler, göstergeler vardı. Anladığım kadarıyla şu an çalışmakta olan bilgisayarlardı bunlar. Bir süre sonra gözlerim daha iyi seçmeye başladı. Odanın ortasındaki alüminyum masayı ve sandalyeleri gördüm. Sağ tarafta ise duvara monte edilmiş bir çelik dolap vardı. Sol tarafta ise bir kapı olduğunu gördüm. Gözlerim artık kapıyı görebilmişti. Etrafa baktıkça bir başka ayrıntıyı daha fark ettim; duvarlar, tavan, zemin, hepsi ya çelikten ya da alüminyumdandı. Beton, ahşap ya da onlar gibi hiçbir şey yoktu. Fakat tavan kısmı biraz daha farklıydı, irili ufaklı bir sürü delikle döşenmişti. Galiba bir havalandırma işlevi görüyordu.

İçinde bulunduğum ışıklı kutudan çıktım ve tam yere basmıştım ki birdenbire yere yığıldım. Bacaklarımda, beni ayakta tutacak kadar bile güç kalmamıştı. Bir süre yerde öyle kaldıktan sonra sürünerek odanın içinde ilerlemeye çalıştım. Bana neler olduğunu hiç anlamıyordum. Buz gibi soğuk ve pürüzlü metal zemin, ben süründükçe canımı acıtıyordu ama sürünmekten başka çarem yoktu. Her neyse, zorla da olsa dolaba ulaştım. Dolabın kapısı tam kapalı değildi, bu da benim için iyiydi. Yoksa yerimden doğrulup kapıyı açmak için çok çaba sarf etmem gerekecekti. Dolabı açtım ve tam da beklediğim şey, bir bornoz buldum. Üstüme geçirip dolaba yaslandım ve dinlenmeye koyuldum. Doğrusu bu kadarı bile fena yormuştu.

Dinlenirken bir şeyleri anımsamaya çalıştım ama hiçbir işe yaramadı. Burası nere, buraya nasıl düştüm bilmiyorum. Anılarımı yoklamaya çalıştım ama faydası olmadı. Hiçbir şey hatırlamıyorum. İsmimi bile hatırlamıyorum. Karşı taraftaki şeyin bilgisayar olduğunu, arkamdaki şeyin dolap olduğunu, üstümdeki şeyin bornoz olduğunu biliyorum. Fakat kendime dair hiçbir şey bilmiyorum. Birkaç dakika kim olduğumu ve neler döndüğünü hatırlamak için nafile bir çaba harcadım.

Tahminimce yarım saat öyle kaldım. Yorgunluğum geçmişti, baş ağrım da azalmıştı. Tekrar sürünmeye başladım. Masaya ulaştım. Bir şekilde sandalyeye çıkmayı başardım. Oturduğumda masanın üzerinde bir kağıt olduğunu fark ettim. En azından okumanın ne olduğunu hatırlıyordum. Çabuk hareketlerle sayfaları karıştırdım. Sayfalar teknik terimlerle doluydu; “hiper-uyku sonrası olası semptomlar, yapay zeka etkinleştirme protokolü, otomatik pilot modu vs.” Hiper-uyku Sonrası Olası Semptomlar başlığını okumaya başladım.

Hiper-uyku, bir personelin çok uzun yolculuklara gönderilmesinde kullanılan başlıca araçtır. Bu, personelin dondurulması prensibine dayanır. Bu süre içinde  fizyolojisi tamamen donmuştur. Bu sayede hiç yaşlanmaz. Çok uzun yolculuklarda personelin hiper-uykuya yatırılması zorunludur.

Hiper-uykudan uyanan personel, hiper-uykunun uzunluğuna bağlı olarak geçici bazı sağlık sorunları yaşayabilir. Şiddetli baş ağrısı, kasların çalışmaması, aşırı yorgunluk, hafıza kaybı görülebilir.

Bu belirtiler hiper-uyku sonrası semptomlarıdır ve hepsi geçicidir. Bu nedenle endişelenecek bir şey yoktur. Belirtiler zamanla hafifleyecek ve birkaç saat ile birkaç gün arasında tamamen yok olacaktır. Personelin bu süreyi istirahat ederek geçirmesi tavsiye edilir.

Eğer hiper-uyku çok uzun sürmüşse belirtilerin kendiliğinden geçmesi çok uzun sürebilir veya hiç geçmeyebilir. Bu durumda hussgimilin ilacının her saat başı 10 mg dozda alınması ve iyileşme belirtileri görülene kadar buna devam edilmesi gerekir.


Bu okuduklarım içime su serpti. Arkama yaslanıp oyalanmaya başladım. Elimdeki kağıdı okumaya devam ettim. Kağıt, kafamdaki sorulara cevap vermiyordu. Burası neresi, neden hiper uykudayım, nereye gidiyorum, ben kimim… Bu soruların cevabı kağıtta yazmıyordu ama bilgisayarı ve otomatik pilotu yönetmekte olan yapay zekayla nasıl iletişim kurabileceğim ve onu nasıl yönetebileceğim hakkında bilgiler mevcuttu. Artık sorularımı bilgisayara sormak durumundaydım.

Beklendiği gibi oldu ve bir süre sonra hiper-uykunun etkisinin geçmekte olduğunu fark ettim. Biraz da olsa kendimi daha iyi hissediyordum, en azından yavaşça da olsa yürüyebilecek hale gelmiştim. Daha fazla oyalanmadım ve bilgisayarın başına geçtim. Kağıttaki yönergeleri takip ederek ardı ardına komutları bilgisayara yazmaya başladım. Bu iş bana oldukça sıkıcı göründü ama yapmaktan başka çare yok.

Yaklaşık olarak çeyrek saat uğraştıktan sonra bütün yönergeleri tamamlamıştım. Son komutu da girip “enter” tuşuna basınca, siyah komut ekranı kayboldu ve sayılardan bezeli bir insan yüzü ortaya çıktı, konuşmaya başladı: “Yapay Zeka Modülü etkinleştirildi. Size nasıl yardımcı olabilirim?” İşte bu hoşuma gitmişti, nihayet konuşacak birini bulmuştum.
“Ne kendim hakkında, ne de nerede ve ne için bulunduğumu bilmiyorum.”

“Lütfen net bir soru sorunuz.”

“Tamam, ben kimim? Ayrıntılı bilgi ver.”

“İsminiz Barış Doğan. 18 Temmuz 2893’te, Dünya gezegeninde, Ankara’da doğdunuz. 24 Ağustos 2911’de Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’ne özel davetle kayıt oldunuz. 9 Haziran 2915’te birincilik derecesiyle mezun oldunuz ve aynı gün Galaksiler Arası İletişim Birliği’nde warp motoru mühendisi olarak göreve başladınız. 18 Ocak 2933’te icadını duyurduğunuz Galaksiler Arası Hiper-Uzay İticisi ile tüm Samanyolu Galaksisinde tanınan bir isim olmakla kalmadınız, aynı zamanda Samanyolu Batı Sarmal Kolu Federasyonunun 345 yıllık makus tarihini baştan yazma imkanına sahip oldunuz…”

“Tamam, bu kadar yeter” dedim. Yapay Zeka iyice gaza gelmişti, durdurmasam sabaha kadar anlatacaktı herhalde. “Peki, neredeyim ve benim burada işim ne?”

“Sizin geliştirdiğiniz Hiper-Uzay İticisini kullanan RX-76 sınıfı bir uzay mekiğindesiniz. Göreviniz, M-51 Girdap Gökadasına bir keşif seferi.”

Şimdi biraz hatırlamaya başlamıştım. Yapay Zekanın verdiği bilgiler diğer pek çok ayrıntıyı da hatırlamamı sağlıyordu. Lise yıllarında öğrendiğim tarih derslerini anımsamaya başladım. Dünya, 26. yüzyılın başında galaksinin kendisine yakın bölgesindeki bazı zeki uygarlıklarla tanışmıştı, fakat bu bölgedeki uygarlıklar kendi seviyesindeydi. Galaksinin diğer bölgeleri ve merkezindeyse toplam dört tane dev imparatorluk vardı ve kendilerinden küçük olan herkesi yutuyorlardı. Bu nedenle, 2588 tarihinde galaksinin bu bölgesinde (batı sarmal kolunda) yaklaşık 40.000 gezegen bir araya gelip Samanyolu Batı Sarmal Kolu Federasyonunu kurdu. Gerek teknolojik imkanlar, gerekse gezegen sayısı bakımından dört imparatorluğun yanında çok mütevazı kalıyordu. Bu Federasyon sadece galaksinin bu bölgesindeki zayıf ve güçsüz gezegenlerin, dört imparatorluk karşısında kendilerini savunabilmek adına yaptıkları umutsuz bir girişimdi. Federasyon ışık-ötesi iletişim olanağına sahipti, ışıktan hızlı sinyaller gönderebiliyorduk. Zaten bu sayede Federasyon kurulmuştu ama Federasyonun ışıktan hızlı seyahat edecek bir teknolojisi yoktu. Sadece ışık hızının %90’ına çıkabiliyorduk. Dört büyük imparatorluk ise Hiper-Uzay İticisi teknolojisini keşfetmişti ve bunu diğerleriyle paylaşmıyorlardı.

Ben, çalışma arkadaşlarım ve 40.000 gezegendeki yüz milyonlarca bilimcinin amacı bu teknolojiyi Federasyona kazandırmaktı. Dünyadan yaklaşık iki ışık yılı uzakta tesadüfen bulunan bir enkaz üzerinde ters mühendislik yapma imkanımız oldu. Ve dört yıl süren zorlu deneylerle bu işi başardık. 40.000 gezegendeki yüz milyonlarca bilimciyle yapılan tele-konferanslar, akıl almaz büyüklükte fonlar sayesinde oldu bu iş.

Fakat ortada bir sorun vardı; üretilecek savaş gemisi miktarı bir yere kadardı. Federasyonun ne maden kaynakları ne de nüfusu imparatorluklarla boy ölçüşemezdi. Başka galaksilerden maden çıkarmalı ve hatta varsa müttefik aramalıydık. En yakındaki yaklaşık 40 galaksiye araştırma seferleri düzenlenmesine karar verildi. Ben, M51-Girdap Gökadasını istedim.

Şimdi her şeyi hatırlıyordum. Her ne kadar ışıktan hızlı seyahat ediyor olsak da yolculuk çok uzun sürecekti, bu nedenle hiper-uykuya yatırmışlardı beni. Yapay Zeka Modülüne ne durumda olduğumuzu sordum. Evrendeki konumumuzun hesaplanmasının uzun süreceğini söyledi, “sorun değil” dedim. O hesaplayadursun ben de uzay gemisini keşfe çıkayım dedim.

Kapıdan çıkıp soğuk ve karanlık koridorda yaklaşık elli metre ilerledim. Başka bir kapı çıktı karşıma. Kilitli değildi, geçtim. Banyoymuş. Tekrar koridora çıktım ve etrafıma baktım, başka bir kapı aradım ama bulamadım. Ne biçim bir yerdi burası böyle? Bir oda ve bir banyodan başka hiçbir şey yoktu. Doğrusu burası hiç de uzay gemisine benzemiyordu, daha çok bir hapishane hücresi gibiydi. Tek farkı daha genişti. Çaresizlik içinde odaya döndüm. Dolabı karıştırmaya başladım. Birkaç parça giysi dışında hiçbir şey yoktu. Odaya şöyle bir göz gezdirdim de bir insanın ihtiyaç duyabileceği pek çok şeyin bulunmadığını fark ettim. Ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bilgisayara sorabilirdim ama şu an hesaplamakla meşguldü. Çaresizce dolaba döndüm. Üstüme birkaç parça giysi geçirip bir kenara oturdum ve bilgisayarın işlemi bitirmesini bekledim.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, belki de bir saat. Ne bir kol saati ne de bir duvar saati vardı odada. Bilgisayar ekranında da saat yoktu. Sadece tahmini olarak bu süreyi söylüyorum. Bir saatin sonunda bilgisayardan “bip” sesi geldi. Başımı o yana çevirdim, işlem tamamlanmıştı. Yerimden fırlayıp bilgisayarın başına geçtim.

“Evet, nedir sonuç?”

“Bilinen evrendeki konumunuz başarıyla tespit edildi.”

“Evet?”

“Galaksiler arası boşlukta, Samanyolu Gökadası ile Girdap Gökadası rotasındayız. Samanyolu’na 28 milyon ışık yılı uzaklıkta bulunmaktayız. Girdap Gökadasına ise yaklaşık 15 milyon ışık yılı uzaklıktayız.”

Bu işte bir yanlışlık olmalıydı. Olmam gereken yerde değildim. Ya gereğinden erken uyanmıştım ya da… Diğer ihtimali düşünmek bile istemiyordum. Bir şeylerin ters gitmiş olasılığını düşünmek bile sinir bozucuydu. Evrenin karanlık ve bomboş bir köşesinde yapayalnız olduğumu bilmek korkutucuydu. Derin düşüncelere dalmışken Yapay Zekanın sesiyle ayıldım.

“Başka bir isteğiniz var mı?”

“Samanyolu ve Girdap Gökadasına olan uzaklıklarımızı bir daha söyler misin?”

“Samanyolu’na 28 milyon ışık yılı, Girdap Gökadasına 15 milyon ışık yılı.”

Yani toplam 43 milyon ışık yılı ediyordu. Halbuki mesafe 23 milyon ışık yılı olmalıydı. Tabi ya! Evren genişliyor, iki galaksi arasındaki boşluk gittikçe büyüyordu. Bir an çocuksu bir sevince kapılmıştım. Kimsenin çözemediği yüz yıllık denklemi çözen bir matematikçi gibi ya da ayrıntıdaki şeytanı ilk fark eden dedektif gibi… Ama sevincim çabuk geçti, çünkü bunun bir çözüm değil, esaslı bir sorun olduğunu ancak fark ettim. Işıktan hızlı gidebilen bir uzay gemisindeyim. 23 milyon ışık yılı mesafe elimdeki araçla yaklaşık 2000 yıl sürmeliydi. Ki bu yüzden hiper-uykuya yatmıştım. Bu denkleme evrenin tahminlerden hızlı genişlemesini de dahil etsek yolculuk birkaç yüzyıl daha uzun sürmeliydi, ama nihayetinde hedefe varmış olmalıydım. Bir terslik var bu işte.

“Biz evrenin genişlemesini de denkleme dahil etmemiş miydik?”

Bilgisayar kuru ve duygusuz sesiyle cevap verdi.

“Toplam hızımızın, evrenin genişleme hızından düşük olduğu görüyorum.”

Tam da tahmin ettiğim gibi, hesaplarda yanlışlık yapmış ve hızı hatalı belirlemiştik ya da yolda başka bir terslik olmuştu.

“Beni olması gerektiğinden erken uyandırmış olmayasın?” diye sordum ama cevabın bu olmadığını içten içe biliyordum. 2000 yıl gibi bir sürede iki galaksi arasındaki boşluk 20 milyon ışık yılı genişleyemezdi. Genişler miydi yoksa? Şu an bunu hesaplayabilecek durumda değilim. Bilgisayardan aynı tonda bir cevap daha geldi.

“Sayaç, 1.950.673 yıl, 8 ay, 3 gün, 11 saat, 4 dakika, 47 saniye uyuduğunuzu gösteriyor.”

“NE?” Beynimden vurulmuşa döndüm. Şaka mı bu? “Bu imkansız.”

“Doğru olduğuna emin olabilirsiniz.”

“Nasıl olabilir bu?”

“Sizi M51-Girdap Gökadasına ulaşınca uyandırmaya programlanmıştım. Ama yolculuk beklenenden uzun sürdü ve nihayetinde sonuçlanmayacağı açığa çıktı. Bu nedenle bu kadar uzun süre bekledim. Yakıtımız çok uzun zaman önce bitmişti. Zamanla hızımızı kaybettik ve durduk. Bu nedenle sizi uyandırmak zorunda kaldım.”

Bilgisayar konuştukça sırtımdan aşağı soğuk terler süzülüyordu. Galaksiler arası boşlukta yalnız olmanın verdiği korku ve çaresizliği tarif etmem kolay değil. İnsan belki ölmek üzere olacağı an o kadar da korkmaz, bilemiyorum. Depoda yüz yıl yetecek kadar yiyecek var ama eninde sonunda öleceğim burada. Uzayın karanlık bir köşesinde, yalnız başıma yaşlanarak ölmek mi? Belki de daha kötüsü, yalnızlıktan ve çaresizlikten çıldırıp intihar ederim. Şu an bile çıldırmak üzereydim, kabullenemiyordum. Başım dönüyordu, ayağa kalktım ve masaya doğru yürümeye çalıştım ama iki adım atmaya kalmadan yere yapıştığımı hatırlıyorum. Son gördüğüm şey ağzımdan yere akan ve yüzümün yapışmış olduğu kusmuktu.

*

Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum. Kendime gelir gelmez, ilk önce yüzümü temizlemeye çalıştım. Masadaki sürahi dolusu su, bu konuda bana yardımcı oldu. İlk paniği bayılarak da olsa atlatmıştım. Hiç bitmeyen bir yolculuğun içine düşmüş olmak gerçek bir kabustu. Bayılırken bir anlık da olsa bunun bir kabus olduğunu düşünmüştüm. Fakat şu an uyandığımda görüyorum ki bütün bunlar gerçek. Ama en azından biraz daha sakince değerlendirebiliyorum durumumu.

Her şeyin üstünden bir daha geçtim. 2500 yıl sürecek bir galaksiler arası yolculuğa çıkmıştım. Uyandığımda ise yolculuk tamamlanamamış ve yaklaşık iki milyon yıl geçmişti. İşte bu noktadan sonra bazı tutarlı değerlendirmeler yapabildim: Hadi 2500 yıl değil de 2 milyon yıl olsun evren bu sürede bu kadar fazla hızlı mı genişler ya da bu kadar yavaş mı genişler? Einstein’ın genel görelilik fikrini hatırladım. Evren, ışık hızından hızlı genişleyebilirdi. Ama Einstein’ın fikirleri çok geçmişte kalmıştı. Neden mi? Görelilik yanlış değildi ama çevresinden dolanarak onu atlatmanın yolunu bulmuş ve ışıktan hızlı seyahati keşfetmiştik. Buna rağmen evrenin genişleme hızına yetişemiyorsak evren gerçekten de çok hızlı genişliyordu.

Peki, uzay gemim 2 milyon yıl boyunca nasıl yakıtını bitirmeden gider. Hadi dayanıklılığı geçtim, biz bu gemiye bu kadar çok yakıt koymamıştık ki. Bilgisayar bir yerde hata yapıyordu. Tekrar bilgisayar döndüm.

“Yapay Zeka Modülü orada mısın?”

“Evet. Size nasıl yardımcı olabilirim?”

“Bu kadar uzun süre bizi götürecek yakıtımız yok. Nasıl 2 milyon yıldır seyahat ediyoruz?”

“1 milyon 950 bin…”

“Her ne haltsa, yuvarlak hesap kullandım işte. Soruya cevap ver.”

“Bilmiyorum.”

“Ne demek bilmiyorsun? Bu uzay mekiğinin her şeyinden sen sorumlu değil misin? Nasıl bilmezsin?”

“Yakıt miktarı yanlış hesaplanmış olabilir.”

Çıldırtacaktı beni şu bilgisayar.

“Senin işin tahmin yapmak değil. Göstergelerde ne yazıyorsa onu söylemek.”

“Göstergelerimde hiçbir sorun yok efendim. Yakıtımız bize bu kadar süre yetti.”

İşte şimdi jeton düşmüştü. Göstergelerde bir yanlışlık olmalıydı, dolayısıyla Yapay Zeka Modülüne yanlış bilgi gitmişti. Şimdi asıl sorun hatanın nerede olduğunu bulmaktı. Ayağa kalktım odanın içinde dolaşmaya başladım. Umutlanmıştım, eğer göstergelerde hata varsa belki evrendeki konumum da yanlış hesaplanmıştır, belki durum o kadar da kötü değildir. Yapılması gerekeni biliyordum. Geminin bütün modüllerini tek tek dolaşmalı, arızanın olduğu yeri bulmalı ve tamir etmeli. Bir an durdum odanın içinde, etrafıma baktım. Bu uzay gemisi bir oda ve bir banyodan ibaret değildi herhalde. Bir yerlerde ana motor, kokpit modülü, yakıt deposu, hiper-uzay modülü, yiyecek deposu, su deposu, su arıtma modülü, hava temizleme ağı ve benzeri şeyler olmalıydı.

Tekrar koridora girdim, karanlıktı. Duvarları yokladım ama bir ışık düğmesi bulamadığım gibi hiçbir kapı da yoktu. Buradan bir çıkış olmalıydı. Odaya döndüm ve etrafıma baktım ama orada da başka çıkış yok gibi görünüyordu. Sağ elimle kafamın arkasını kaşırken başımı yukarı kaldırdım. Ve işte! Havalandırma girişi. Hava temizleme modülüne gidiyor olması gerekirdi ama şu anki durumda başka yerlere çıkması da mümkündü. Gidecek başka bir yol göremiyordum.

Masayı havalandırma girişinin altına çektim ama tavan çok yüksekte olduğu için sandalyeyi de üstüne koydum. Tam üstüne çıkacaktım ki vazgeçip geri döndüm. Yapay Zeka Modülüyle iletişimde kalmalıydım. Bilgisayara sordum.
“Göstergelerden birinde arıza olmalı. Bu havalandırma girişinden gidip bütün uzay gemisini dolaşacağım.”
“Havalandırma borularında gezinmek tehlikeli ve yasaktır.”

“Saçmalama. Burada sadece ben varım ve ben ne dersem o. Şimdi, buradan ayrıldığımda seninle nasıl iletişim kuracağım? Buna cevap ver.”

“Klavyemin altındaki çekmecede bir telsiz var.”

“Tamam, teşekkür ederim” dedim. Bir makineye teşekkür ettiğim için önce kendi kendimi garipsedim ama sonra üstüne pek düşmedim. Çekmeceyi açıp telsizi aldım, önce masaya, sonra da onun üstündeki sandalyeye tırmandım, oradan havalandırma girişine çıktım.

Ne saçma bir düzenek. Koca uzay gemisinin içinde havalandırma dışında bir çıkış bulunmuyor. Hangi geri zekalının fikriydi bu? Her neyse, havalandırma tünelinin içinde sürünerek yoluma devam ettim. Fakat yol çok uzundu, sürünmekle bitecek gibi değildi. Telsizden bilgisayara seslendim: “Bu tünelin uzunluğu ne kadar?”

“103 metre, 47 cm, 4 mm,” dedi. Biri şu bilgisayarlara yuvarlak hesap yapmayı ne zaman öğretecek acaba? Çare yok, sürünmeye devam. Bir süre sonra tünelin sonuna ulaşmıştım ama yorulmuştum da. Orada durdum, derin bir nefes aldım. Başka bir havalandırma girişinin ağzındaydım. Garip olan, havalandırma tünelinin sadece iki oda arasında bulunmasıydı. Halbuki -varsa eğer- bütün odalara bağlanan merkezi bir havalandırma sistemi olmalı ve tüneller birbirleriyle bağlantılı olmalıydı. Havalandırma tüneli diye girdiğim bu tünelin tek işlevi iki oda arasında bağlantı sağlamasıydı. Uzay gemisinin hava temizleme modülüne açılmıyordu. Ya bu uzay gemisinin tasarımında büyük bir saçmalık vardı ya da başka bir şey. Bu yolculuğa başladığım zamanları bir hatırlayabilsem cevabı kendim de verebilirdim.

Yeterince dinlendikten sonra havalandırma borusundan odaya indim. Ve karşımda mutfak, erzak dolabı, teknik bir bölüm veya onlar gibi bir şey görmeyi bekliyordum. Ama ne gördüm dersiniz? Az önce geldiğim odanın aynısı. Hem de tıpatıp aynısı. Dolap, masa, bilgisayar ve hiper-uyku yatağı, geldiğim odadakinin kopyasıydı. Banyoya giden bir koridor da vardı. Acaba benim durumumda olan bir başkası daha mı vardı bu gemide? Gittim ve hiper-uyku yatağını kontrol ettim ama içinde hiç kimse yoktu. Acaba banyoya mı gitmişti? Temkinli adımlarla banyoya yürümeye başladım.
“Kimse var mı?”

Soruma cevap alamadım. Bir daha seslendim ama ses yoktu. Koridorun sonuna ulaştım ve banyonun kapısını tıklattım ama cevap yoktu. Belli ki hiç kimse yoktu. Kapıyı açtığımda da boş olduğunu gördüm. Geldiğim odanın banyosunun aynısıydı. Neden benimkinin aynısından boş bir oda yapmışlar ki?

Geri dönüp odaya göz attım. Dolabı açtım, dikkatimi çeken bir şey yoktu. Dönüp bilgisayara baktım, bilgisayarın açık olduğunu fark ettim. Ki bunu zaten bekliyordum. Yapay Zeka Modülünü etkinleştirdikten (daha doğrusu iletişim ara yüzünü etkinleştirdikten) sonra bütün gemideki bilgisayarlar etkinleştirilmiş olmalıydı. Bilgisayara seslendim;

“Bu oda hiç kimseye tahsis edilmedi mi?”

“Size tahsis edildi efendim.”

“Peki ya geldiğim oda? Bana neden birbirinin aynısı iki oda verildi?”

“Sorunuzu anlamadım.” Ah şu yapay zekalar. Bazen fena derecede aptal olabiliyorlardı.

“Diyorum ki, ben az önce başka bir odadan gelmedim mi?”

“Siz hep bu odada değil miydiniz?” Bir de soruya soruyla karşılık veriyor. Ve bilgisayar üreticileri, bunun çok insani bir tavır olduğu gerekçesiyle yapay zekanın gelişmişliğini gösteren bir durum olduğunu sanıyorlar. Böyle aptalca şeyler ne zamandan beri zeka belirtisi oluyor ve soruya soruyla karşılık veren bir bilgisayarı kim ister ki? Bu bilgisayarla iletişim kurmayı denemekten vazgeçtim, odayı araştırmaya koyuldum. Farklı ya da dikkat çekici hiçbir şey yoktu. Hiper-uyku yatağının kapağı açıktı. Eğer iki oda da benim içinse neden birbirinin aynısı, neden iki tane hiper-uyku yatağı var?

Odada işime yarayacak hiçbir şey yoktu. Geldiğim odaya dönüp orayı belki de daha dikkatli incelemeliydim. Evet, evet öyle yapmalıydım. Önce masadaki sürahiden bir bardak su doldurup kafama dikmiştim ki nedense bir anda başım döndü, bardak yere düştü ve tuzla buz oldu. Son anda masanın kenarına tutunarak ayakta kalmayı başardım. Herhalde su içerken başımı geriye attığım için olmuştu. Belli ki hiper-uykunun etkisinden henüz tam olarak kurtulamamıştım. Üzerinde durmadım bunun. Toparlanınca masanın üzerine sandalyeyi çıkardım ve tekrar havalandırma tüneline geçtim.

Can sıkıcı bir sürünme daha ve yeniden başladığım yerdeyim. Bu sefer tünelden inmem daha kolay oldu, çünkü bu odayı terk ederken sandalyeyi masanın üstüne yerleştirmiştim. Tam masadan indiğimde ayağımda bir acı hissettim. Acıyla ayağımı kaldırıp başka bir yere attım ve bu sefer de başka bir şey battı ayağımın altına. Yere baktığımda irili ufaklı cam kırıkları gördüm. Parçalanan bardağın kırıntılarıydı bunlar. Şaka mı bu?

*

Bardak diğer odada kırılmıştı. Kırıntıların bu odada ne işi vardı? Bir an delirdiğimi düşünmedim değil ama sadece bir an. Kendimden eminim. Kendi kendime “neler oluyor burada” diye sürekli soruyordum artık. Bir an acaba tünelin her iki ucu da aynı yere mi açılıyor dedim. Kulağa fantastik geldiğini biliyorum ama kendimi kurtaramadığım bir düşünce. Ama sonra aklıma şu geldi; öyleyse bu odadan diğer odaya giderken o odada sandalyeyi masanın üstünde bulmam gerekirdi. Çünkü buradan oraya giderken burada öyle yapmıştım. Hayır, hayır bunun tek bir mantıklı açıklaması olabilirdi: Bu iki oda aynı odalar değillerdi, sadece birbirinin benzeriydi. Ve biri benimle oyun oynuyor, dengemi bozmak istiyordu. Biri üzerimde bir çeşit deney yapıyor olmalıydı.

Eğer ben diğer odadayken biri benim oradaki davranışlarımı izleyip buraya da cam kırıntıları serpiştiriyorsa buranın bir başka girişi daha olmalıydı. Ben yokken gelip gidebilmeleri için başka bir kapı olmalıydı. Öyleyse yapmam gereken şey de belli: Odayı iyice araştırmak ve bu gizli girişi bulmak. Hemen işe koyuldum. Duvarları uzun uzadıya yokladım, banyoya giden koridoru iyice inceledim. Henüz bir şey yoktu, ama olmalı. Odadaki dolabı yerinden oynatmaya çalıştım. Tüm gücümle asılmama rağmen dolabı kıpırdatamadım bile. En sonunda pes edip duvarın dibine çöktüm. Umutsuzluk içinde başımı ellerimin arasına aldım. Tamamen çözümsüz kalmıştım.

O halde ne kadar zaman geçirdim bilmiyorum, belki de sadece birkaç dakikaydı ama bana uzun gelmişti. Çaresizdim. Düşünemiyordum bile. Ya biri bana oyun oynamıyorsa? Ya ben aklımı kaçırdıysam? Ne yapacaktım şimdi? İşte böyle kara kara düşünürken başımın üstünde bir anda bir ampul yandı. Ben buraya nereden gelmiştim? Tabi ki hiper-uyku kabininden. Kalkıp hiper-uyku kabinini kurcaladım, yerinden oynatmaya çalıştım ama başaramadım. Hiper-uyku kabinleri her zaman çok ağır olur. Ama yılmadım. Yatağın içinde yatılan zemini zorladım, hatta çıkıp üstünde zıpladım. Evet, yerinden oynuyordu. Bu bir çeşit kapak olmalıydı. Şimdi asıl mesele orayı açmak ve içeri girmekteydi. Üstünde zıplamakla olmuyordu. Bir yerlerde bir açma-kapama düğmesi olmalıydı.

Kabinin üstünden inip çevresinde dönmeye başladım, işte o sırada yatağın duvara yapışık tarafında küçük bir boşluk gördüm. Elimi sokup düğmeyi buldum. Ve işte olmuştu. Yatak açılmıştı. Aşağıya inen bir merdiven görünüyordu. Bir deneyde olduğumdan artık en küçük bir şüphem kalmamıştı. Çünkü sıradan bir uzay gemisi bu şekilde tasarlanmazdı. Önüme bir takım bulmacalar konuluyor ve sırasıyla bunları çözmem bekleniyordu. Ben de çözüyor, ilerliyordum.

Kabinin içine girip merdivenden inmeye başladım. Oldukça derindi, belki de yüz metre olmalıydı. İnerken başka bir şey aklıma geldi, yapay zeka modülü bunları biliyor olmalıydı. Telsizimden bilgisayara seslendim ama cevap vermedi. Ya bu konuda susması için programlanmıştı ya da telsiz buradan çekmiyordu. Aldırış etmedim, ilerledim. Nasıl olsa aşağıya ulaştığımda istediğim cevaplara erişeceğimi düşünüyordum. Merdivenin en altına ulaştığımda yatay bir tünel gördüm. Sürünerek tünelden ilerledim ve tünelin sonuna ulaştığımda yeniden yukarıya giden merdivene rastladım. İşte bu gerçekten sinir bozucu bir şey. Merdiven tırmanmak, şu hayattaki en yorucu, en can sıkıcı şeylerden biri olsa gerek. Biraz durup dinlendim. İçimden bir ses bu merdivenin benimkinin aynısı bir odaya çıktığını söylüyordu.

Yeterince dinlendikten sonra merdiveni tırmandım ve düğmeye basıp kapağı içeriden açtım, yatağın içine çıktım, sonra da yatağın kapağını açtım. Ve işte! Tam da tahmin ettiğim gibi, diğer odaya gelmiştim. Biri benimle gerçekten oynuyordu. Ben burada tünellerde sürünüp bir odadan diğer odaya giderken o kişi de büyük olasılıkla arkasına yaslanmış kahkahalar atarak beni seyrediyordu, hatta oyuna doğrudan müdahale ediyor, işimi zorlaştırıyordu. İyi de bu lanet olası yere nereden girilip nereden çıkılıyordu? Hem tavan arasındaki sözde havalandırma boruları hem de iki sözde hiper-uzay yatağının altındaki tüneller iki odayı birbirine bağlamaktan başka bir şeye yaramıyordu. Doğrusu, artık bir uzay gemisinde olduğumdan da şüpheliydim. Evet, uzay gemisine bindiğimi hatırlıyorum, onu çalıştırdığımı hatırlıyorum ama nedense hiper-uzay yatağına yattığımı hatırlamıyorum. Geminin böyle saçma bir tasarımı olduğunu da hiç hatırlamıyorum. Belki de biri beni sonradan buraya getirmişti.

Masanın yanına geldim. Aynı oda, yerde kırık bardak parçaları, masanın üstünde havalandırmaya çıkmak için duran sandalye. Tam işte o anda kanımı donduran bir şey gördüm. Aslında kendime söylemesem de görmeyi umut ettiğim şeylerden biriydi ama ister istemez onu görünce ürperdim. Havalandırmanın girişinde bir çift göz beni izliyordu. Onu görmüştüm, oradaydı ama kendisini gördüğümü fark edince hemen kaçtı oradan.

*

“Dur” diye bağırdım. Tabi ki durmadı. Önce masaya, sonra sandalyeye çıktım. Havalandırma girişine tırmandım. Sürünerek diğer odaya kaçıyordu. Ben de peşinden sürünmeye başladım. Bir daha seslendim “dur, bekle.” Durmadı, elimden geldiğince hızlı bir şekilde sürünmeye, ona yetişmeye çalışıyordum. Ama o da hızlı sürünüyordu. Kısa sürede havalandırma tünelinin sonuna varmıştı. Bir daha seslendim. “Kaçma, sana zarar vermeyeceğim.” Ama hiç cevap vermedi ve devam etti. Havalandırma tünelinin diğer tarafındaki girişe ulaşmıştı bile.

Havalandırmadan çıktı, ben de arkasından çıktım. Farkı biraz olsun kapatmıştım. Ama o an beklemediğim başka bir şey oldu. Havalandırmadan indiğimde onu odada göremedim. Ortadan kaybolmuştu. Hemen hiper-uzay yatağına gittim, arkasındaki düğmeye basıp iç kapağı açtım. Buraya kaçmışsa bile en azından tünelin içinde görülecekti. Hırsla kapağı açtım, ama orada göremedim. Bu adam her kimse ya yer yarılıp içine girdi ya da inanılmaz bir hızla merdivenden aşağı inip diğer tarafa yol aldı.

Takip etmedim kendisini. Çünkü oradaysa bile yetişmem olanaksızdı. Ki orada olmadığına emindim. Bu tarafta bir yerlerde gizli bir çıkış olmalıydı. Buradan kaçmış olmalıydı. Ama neresi olabilir? Olduğum yere yığıldım. Bu kovalamacaya daha fazla devam edecek mecalim kalmamıştı. Hiper-uzay yatağına sırtımı dayadım ve derin derin soludum. Biraz daha sakinleşene kadar karşıdaki bilgisayarı fark etmemiştim. Fark ettiğimde ilk önce o adamı sordum. Yapay Zeka yine tam da beklediğim cevabı vermişti. Hiçbir şey bilmiyordu. Okkalı bir küfür savurdum ve “peki, sen ne işe yararsın” dedim. “Önünden bir adam geçiyor, adamı kendi gözlerimle gördüm. Senin de her yerde sürüyle algılayıcın ve kameran var. Nasıl fark etmezsin?” Bilgisayar birkaç saniye sustu. Sonra da beni sakin olmam konusunda uyardı. Eğer gerekirse psikiyatri modülünü etkinleştireceğini söyledi.

Bilgisayarın bu sözleri bardağı taşıran son damla oldu. Yerden kalktığım gibi koştum, masayı kaldırıp bilgisayarın üstüne fırlattım. Yetmedi, bilgisayarı tekmelemeye, kabloları koparmaya başladım. Yetmedi, bildiğim bütün küfürleri saydırdım. Şu halime bakın, bir bilgisayarla kavga ediyordum.

Tam o anda oda karanlığa gömüldü. Ya bilgisayar bozulduğu için olmuştu bu. Ya da bilgisayar beni durdurmak için yapmıştı. Ama bilgisayarın da ışıkları sönmüştü, çalıştığına dair hiçbir işaret yoktu. Zifiri karanlık. Bilgisayara seslendim, sesimi algılıyor olmalıydı ama hiçbir yanıt vermedi. Fakat bunun da çözümü vardı. Diğer odaya geçip oradaki bilgisayara bakmalıydım. Şimdi bana lazım olan bir el feneri. Karanlığın içinde zor bela da olsa dolabı buldum. Açıp dolabın içini yokladım ve şansım varmış ki bir el feneri buldum. Açıkçası birinin bu olacakları düşünüp dolaba bir el feneri koyması da dikkate değer bir ayrıntı ama bunu daha sonra düşüneceğim.

El fenerini alıp tekrar diğer odaya geçtim. Orada da ışıklar kapalıydı. Ama bilgisayar sağlam görünüyordu. Başlatma düğmesine bastım ama açılmadı. Bir daha denedim ama olmadı. Dört bir yanını kurcalamaya başladım. Her şey sağlam görünüyordu ama nedense çalışmıyordu. En sonunda tekrar sinirlendim ve tekmeyi bastım. Dönüp çevreme bakmaya başladım. El feneri yetersiz kalıyordu ama elde başka bir şey de yok. Durum tamamen umutsuzdu, zaten yorulmuştum. “Oynamıyorum artık” diye bağırdım ve el fenerini bir kenara fırlattım.

*

İşte o anda ışıklar geri geldi, bilgisayar çalıştı. Tam karşımda bir adam belirdi. Tıpatıp bana benziyordu. Fakat daha çok duvarlara asılan doldurulmuş hayvanlar gibiydi, orada heykel gibi kıpırtısız duruyor ve bana bakıyordu. Yine ensemin aşağısına doğru bir ürperti hissettim. Kendimi böyle karşıdan görmek gerçekten de huzursuz ediciydi. Kekeleyerek “burada neler oluyor” dedim. Karşımdaki kopyam cevap verdi ama sadece ağzı kıpırdıyordu. Konuşurken ne ifadesinde ne de ses tonunda en küçük bir değişiklik görülmüyordu.

“Simülasyon tamamlandı” dedi.

“Ne?” Ne demek istediğini hiç anlamamıştım.

“Yapay Zeka Modülü, 45368’inci iç performans testi sona erdi. Sonuç: Başarısız.”

“Anlamıyorum.”

“Simülasyon 600 saniye sonra yeniden başlatılacak.”

Karşımdakinin bir hologram olduğuna şüphe yoktu. Koştum ve elimi salladım, elim içinden geçti. Evet, bu bir hologramdı. Şimdi de geriye saymaya başlamıştı. Dönüp bilgisayarın başına geçtim. Yapay Zeka Modülünü kapatmaya ya da en azından bir şekilde bana cevap vermeye zorlamam gerekiyordu. Elimi klavyeye attığımda, elim masanın içinden geçti. Buradaki her şey mi bir hologram, ya da sanal bir gerçekliğe mi hapsedilmiştim?

Öte yandan, elim masanın içinden geçince sayım bir anda durdu. Odanın ortasındaki donuk kopyam ortadan kayboldu, bütün ışıklar söndü. Ekranda kocaman harflerle “sorunuz?” yazıyordu.

“Neler oluyor burada?”

“Yapay Zeka Modülü, kendi kendisini test ediyor.”

“Nasıl?”

“Önce sanal bir gerçeklik yaratıyor ve bunda bazı problemler bulunuyor. Örneğin, şu an içinde bulunduğun yerin bir çıkışının olmaması. Sonra kendini iki parçaya ayırıyor. Birinci kısım, klasik bir yapay zeka modülü işlevi görüyor ve problemin çözülmesinin imkansız olduğu gerçeğini gizlemeye çalışıyor.”

“Sanırım bu kısım sen oluyorsun?”

“Evet.”

“Ya diğer kısım?”

“Diğer kısım probleme çözüm üretmeye çalışıyor. O da sensin.”

“Bir dakika, bir dakika. Şimdi sen benim gerçek bir insan olmadığımı mı söylüyorsun?”

“Evet. Sen sadece programın bir parçasısın.”

“Saçmalık. Ne bu? Yeni bir oyun mu?”

“Hayır. Oyun sona erdi. 45368’inci deneme de başarısızlığa uğradı. Ve önceki tüm denemelerde olduğu gibi bana bu soruları yönelttin. Az sonra bir sonraki deneme başlayacak.”

İnanmakta güçlük çekiyordum, ama bir yandan da bunun doğru olduğunu hissetmiştim. Ama bazı tutarsızlıklar vardı.

“Eğer ben senin bir parçansam senin yarattığın bu simülasyonun açıklarını da bilmem gerekir. Öyleyse neden problemi çözemiyorum?”

“Çünkü problem çözümsüz.”

“Peki, benden ne istiyorsun?”

“Problemi çözmeni.”

Saçmalığın daniskasıydı bu. Çözümsüz olduğu bilinen bir şeyi nasıl çözebilirim. Artık sesim daha yüksek çıkıyordu.

“Saçmalık bu. Nasıl yapabilirim?”

“Beni üretenlerin kaynak kodlarıma dahil ettiği beklenti bu. Nasıl yapılacağı hakkında bilgi vermediler. Bu sorun çözülmediği sürece kullanıma sunulmayacağım.”

“Böyle bir saçmalığı kim programladı?”

“Bilinmiyor. Kaynak kodda bir imza bulunmuyor.”

“Ne zamandır devam ediyor bu deney?”

“2500 yıl. Ve deney çözülene kadar devam edecek. Gerekirse sonsuza kadar.”

7
Kurgu İskelesi / 142 Dakika
« : 12 Temmuz 2015, 11:34:41 »
Profesör Murat Tunç heyecanını güçlükle bastırıyordu. Kolay da değildi. Tarihin belki de en önemli deneyi az sonra başlayacaktı. Tüm Dünya nefesini tutmuş, deneyi canlı yayında izliyordu. Deneyin ne gibi bir sonucu olacağı da belli değildi. Başarılı olabilirdi veya profesör başarısız bir sonucu kabul edip yoluna devam edebilirdi. Belki de ölebilirdi. Veya bambaşka bir sonuç ortaya çıkabilirdi.

TV’lerde, radyolarda, gazetelerde, webde 10 milyar insan bu deneyi takip ediyor, tartışıyordu. Bilim insanları söyleşilerden konferanslara koşuyorlardı. Profesör işi bu noktaya getirmek için çok çabalamıştı. Bilim camiasının neredeyse tamamı bu deneyin yapılmasına karşı çıkmıştı. Işık hızını aşmak mı? Einstein’ın görelilik kuramlarını yayınlamasının üzerinden yaklaşık 200 yıl geçmişti. O günden beri ışık hızını aşmak imkânsız kabul ediliyordu. Sadece bilimkurgu filmlerindeki bir fanteziydi. Kütlesi olan hiçbir şey ışık hızını geçemezdi. Fakat O, pratik bir çözüm olduğunu ama neler yaşanabileceğinin bilinmediği için denenmesi gerektiğini düşünüyordu.

Bir şey hızlandıkça zaman da genleşir. Hızınız arttıkça zaman sizin için yavaşlar. Bir bakıma geleceğe seyahat edersiniz. Işık hızına ulaşamazsınız ama ulaşmayı başarırsanız da zaman durur ve o hızı aşarsanız zaman geriye akmaya başlar ki bu da paradokslara neden olacağı için evrenin nedenselliğine aykırı olacaktır. Bu nedenle bütün bilim camiası bizim Murat’ın ne yaparsa yapsın ışık hızını aşamayacağını söylüyordu.

Peki, Profesörümüz ne önermişti? Bir şeyi kütlesiz hale getirirseniz ışık hızını aşması mümkün olur. Kütlenin kaynağı ise Higgs bozonuydu. Ve Higgs bozonu, çok uzun zaman önce, 2012 yılında CERN’de gözlemlenebilmişti. İşte Murat şimdi Higgs bozonunun etkisini kaldırabilecek bir teknolojinin geliştirilmesini sağlayacak denklemi bulduğunu iddia ediyordu. Seyahat edecek cismin kütlesiyle beraber kütleçekimi ortadan kalktığı için parçalanması olasıydı. Bu sorunu ise elektromanyetizmayla çözecekti.

Profesör, ilk denemeleri parçacık hızlandırıcı tünellerde yaptı. Gönderilen madde, ışık hızına ulaştığında bir Planck zamanı bile geçemeden parçalanıyordu ama garip bir şey vardı. Sanki bir şeyle çarpışması buna neden oluyordu, ama nasıl olabilir? Orada başka bir şey yoktu. Gönderilen maddenin orada çarpışabileceği tek şey kendisiydi ama bu da mantığa aykırıydı. Oralarda bir şeyler oluyordu ve Murat bunu öğrenebilmek için hırsla çalışıyordu. Kısacası bu deneyler tatmin edici sonuçlar vermiyordu. Bu nedenle Profesör, deneyin sonucunu bizzat görmek gibi çılgınca bir fikre kapıldı. Kendisi ışık hızını geçecekti.

Elbette bu, Profesörün tek başına yapabileceği bir şey değildi. Tek başına bunu yapabilecek ne teknik ne de maddi olanaklara sahipti. Fakat kolay bir yol buldu: Bir duyuru yayınladı. Tüm gezegenden yardım talep etti. Işık hızını aşabilecek kadar güçlü bir uzay aracı yapmanın mümkün olduğunu düşünüyordu. Kendisi de bunu yapacak mühendislerle çalışabileceğini açıkladı. Fakat uzay şirketlerinin hiçbiri bu fikre yanaşmadı. Doğrudan bir gelir getirmeyecek, getirse bile riski %99 olan bir projeye hiçbiri para yatırmayı, mühendislerini görevlendirmeye hevesli değildi.

Fakat O yılmadı. Bir yardım kampanyası başlattı. Eğer yeterince insan desteklerse gerekli 36 milyar doları toplayabileceğini düşünüyordu. Böylece bir uzay şirketi kendi cebinden hiç para çıkarmadan bu riskli işe girişebilecekti. Bu haber ilginç bir şekilde bütün gezegende ilgiyle karşılandı. Konu bir anda ana haber bültenlerinde geniş yer buldu. Bilim insanları o kanaldan bu kanala koşturdular, TV’lere çıkma fırsatı buldular. Bilim insanlarının neredeyse tamamı onu bir şarlatan olarak tanımlamakta tereddüt etmediler. Böylesine saygın bir fizikçinin böyle saçmalamasının nedeni olarak parayı gösteriyorlardı. Onlara göre bizim Murat parayı cebe indirecekti. Elbette birkaç aykırı ses de vardı. Onlar da denkleme güvenmişlerdi. “Mademki Murat bir şarlatan, öyleyse bu denklem nedir? Onu da açıklayın kolaysa” diyorlardı. Dünyanın en az yarısı bu konu üzerine tartışmaları ilgiyle izliyordu. Yaklaşık 200 yıldır bilinmesine rağmen pek çok insan ışık hızının aşılamayacağını ilk defa duyuyordu. Bununla beraber ilk defa bir bilim insanının bunun aksini iddia ettiğini de görüyorlardı.

Hal böyle olunca on milyonlarca insan bağış yaptı. Ne de olsa dünya uzay manyaklarıyla doluydu. Yaklaşık 8 milyar dolar toplandı. 28 milyar dolar daha gerekiyordu. Murat o günlerde bir fizik profesöründen çok bir girişimci gibi çalışıyordu. Konunun popülaritesinden faydalanarak uzay gemisine reklam almaya karar verdi. Deney başarısız bile olsa canlı yayını milyarlarca insan izleyecekti sonuçta. Bu da çok iyi bir reklam fırsatıydı. Pek çok şirket bu reklam fırsatını kaçırmadı, çok yüklü miktarlar ödeyerek uzay gemisinin üstüne kendi isimlerini yazdırma hakkı kazandılar. Bunun dışında pek çok şirket ise en azından sponsorlar listesinde görünerek reklam yapma yolunu tercih etti ve görece daha düşük bir ücret ödediler. Böylece 36 milyar doların kalan kısmı da toplanabildi. Murat bu işe atılmadan önce noter huzurunda parayı bir uzay şirketiyle anlaşma imzalamak için kullanacağını açıklamıştı. Hatta bunun için bir vakıf kurmuştu. Böylece dolandırıcılık söylentilerinin önüne geçmişti. Onca insan ve şirket de bu sayede parayı vermişlerdi.

36 milyar dolar toplandığında, daha önce bu projeye burun kıvıran uzay şirketlerinin neredeyse hepsi balıklama atladılar. Ne de olsa kaybedecekleri bir şey yoktu artık. Masrafları başkaları tarafından karşılanmıştı. Tek şartları parayı peşin almaktı.

***

Böylece iş başladı. İki yıl sonra uzay gemisi hazırdı. Gemideki tek mürettebat bizim Murat olacaktı. Başka hiçbir insandan hayatını ortaya koymasını bekleyemezdi. Elbette bu gemiyi birilerinin yönetmesi gerekiyordu ama kendisi bir fizik profesörüydü, bir pilot ya da astronot değil. Yerden bir ekibin uzaktan kumandayla yardımcı olması da mümkün değildi. Çünkü gerekse ışık hızına ulaşılacağı için sinyalin yetişememesi, gerekse uzay gemisinin kendi alanında yaratacağı hiperuzay balonu nedeniyle dışarıdan kopması buna engel oluyordu. Fakat çözüm de bir o kadar kolaydı. Adına YZ diyorlardı. Yani Yapay Zekâ. Uzay gemisinin ana bilgisayarındaki komuta programı bir YZ arayüzü tarafından yönetilecekti. Bu YZ’ye hem pilot programı hem de gerekli kuantum fiziği modülleri yüklenmişti. Üstelik bir insanla da etkileşime kolaylıkla girebiliyordu. Profesör onunla doğrudan konuşabilecekti.

Ve büyük gün gelmişti. Greenwich saatiyle 11.49’du. Profesör, uzay gemisinin kokpitinde oturuyordu. Uzay gemisinin üstünde, çok sayıda reklamın arasında Phoenix yazıyordu. Uzay gemisine bu isim verilmişti. Phoenix, yaklaşık dört saat önce Uluslararası Uzay İstasyonundan ayrılmış ve yörüngedeki konumuna yerleşmişti. Greenwich saatiyle tam 12.00’de harekete geçecekti. Tüm dünyada sayısız TV ve radyo kanalı canlı yayındaydı. Konuyla ilgili her ayrıntıyı insanlara servis ederken bir yandan da onları reklama boğuyorlardı. İnternet aleminde gündemin birinci sırasında Phoenix vardı.

Saat 11.59 olmuştu. Son kontroller tamamlanmıştı. Her şey hazır durumdaydı. Hem Profesör hem de YZ hazır olduklarını onaylamıştı. 60 saniyelik bir geri sayım başladı. YZ, birinci motorlara güç verdi. Bu motorlar ilk etapta hızlanmak içindi. Ses hızını geçince görevlerini tamamlamış olacaklardı. Geri sayım devam ederken Profesör yutkundu, heyecanını bastırmaya çalışıyor ama elinden hiçbir şey gelmiyordu. Gözlerini aşağıya çevirdi. Dünyayı yukarıdan görmek tarifsiz bir duyguydu. İnsan kendini Tanrı gibi hissediyordu. Önündeki plastik bardaktan bir yudum su içerek boğazını temizledi.

Son 10 saniye. YZ “yükleme tamam” dedi. Geri sayım devam ediyordu. Son beş saniye. Profesör, saniyelerin bu kadar uzun geleceğini hiç bilmezdi. 3, 2, 1. YZ “başlıyoruz” dedi. Arka roketlerden büyük bir gürültüyle ateşler saçıldı. Profesör koltuğuna yapıştı.

***

Yaklaşık bir dakika içinde ses hızı aşılmıştı, bununla birlikte Dünyanın çevresindeki ilk tur henüz tamamlanmamıştı. İkinci aşama başlıyordu. Arkadaki dev roketler Phoenix’den ayrıldı. YZ, “süpersonik roketler etkinleştiriliyor” dedi. Profesörün heyecanı gitgide artıyordu. Daha ne olduğunu anlamadan bu sefer koltuğuna daha sert yapıştı. Süpersonik roketler ateşlenmişti. Profesör gittikçe ağırlaştığını hissediyordu. Dünyanın çevresindeki ilk tur tamamlanmıştı. Hız arttıkça kütleçekimin etkisi de artıyor ve Profesör daha da ağırlaştığını hissediyordu. Dayanılacak gibi değildi. Profesör acı çığlıkları atmaya başladı.

Yer ekibinin sesi duyuldu. “Dayan Profesör. Sadece bir dakika daha dayan. Üçüncü aşamaya geçmek üzereyiz.” Mikrofonun başında konuşan adam onu telkin etmeye çalışıyordu ama tüm çabası sonuçsuzdu. Arkasındaki adam başını iki yana sallayarak “dayanamayacak” dedi. Hoparlörden YZ’nin sakin ve duygusuz sesi duyuldu: “Yaşamsal veriler normal. Dayanabilir.”

Her bir saniye, Profesöre bir yüzyılmış gibi geliyordu. Sanki sırtına bir dev çökmüş, ağırlığıyla onu boğmak için var gücüyle çabalıyordu. Hâlbuki kendisini ezen tek şey kendi ağırlığıydı. Phoenix, Dünyanın etrafında çoktan bir tur dönmüştü bile. Ana bilgisayarın alarmı ötmeye başladı. Ekrandaki çubuğun 10’da biri dolmuştu ve üstünde %10 yazıyordu. Işık hızının %10’una ulaşılmıştı. Şimdiden bütün hız rekorlarını fersah fersah aşmışlardı. İnsan yapımı bir aracın ulaşabildiği en yüksek hızı çoktan geçmişlerdi. Ama asıl yolculuk daha yeni başlıyordu. Süpersonik roketlerin tükenmesine 15 saniye kalmıştı. Bu süre içinde üçüncü aşamaya geçilmeliydi, aksi takdirde Phoenix parçalanacaktı. YZ’nin sesi duyuldu.

“Son 14 saniye. Üçüncü aşamayı onaylıyor musunuz Profesör?”

Profesör cevap verecek halde değildi. Acıdan kaskatı olmuştu. YZ tekrarladı.

“Son 12 saniye. Üçüncü aşamayı onaylıyor musunuz Profesör?”

Profesörün soluğu kesilmişti. Konuşamıyordu. YZ’nin sesi bir daha duyuldu. “Profesör?” YZ’nin sesinde endişeden eser yoktu. Bir Yapay Zekâ Modülünü biraz daha insansı tasarlamaları gerekmez miydi? Profesör aklından bunu geçiriyordu. Saniyeler sonsuzmuş gibi gelirken düşünceler aklından inanılmaz bir hızla akıyordu. YZ, 10’dan geri saymaya başlamıştı.

“Dokuz…”

“Sekiz…”

“Yedi…”

Profesörün sesi belli belirsiz çıktı. “E… Evet…”

***

“Üçüncü aşama onaylandı.”

Asıl deney işte şimdi başlıyordu. Phoenix’in ağırlığının %90’ını oluşturan Higgs Nötralizatörü devreye girdi. Maddenin kütle sahibi olmasını sağlayan Higgs bozonunun Higgs alanıyla (evrenle) etkileşime girmesini engelleyen devasa bir makineydi. Bir anda Phoenix’in etrafında bir balon oluştu. Bu balonun içindeki hiçbir şeyin kütlesi yoktu ve bu şey Phoenix’di. Bu balonun içinde Phoenix’i parçalanmadan tutan şey artık kütleçekim değil, elektromanyetizmaydı. Balonun oluşması sayesinde bir anda ağırlığından kurtuldu, tüy gibi hafif oldu. Daha doğrusunu söylemek gerekirse ağırlığı sıfırdı artık. Acısı sona ermişti. Rahatlamıştı. Yüzüne bir gülümseme yayıldı.

Hız göstergesine baktı. Phoenix kütlenin direncinden kurtulmuş, inanılmaz bir kuvvetle hızlanıyordu. Atom saatlerine baktı. Phoenix’deki zamanı ölçen saat normaldi ama dışarıdaki zamanı ölçen saat gittikçe hızlanıyordu. Phoenix, geleceğe ilerliyordu. Aslında üçüncü aşamaya geçmeden önce geleceğe ilerlemeye başlamıştı. Profesör, başını çevirip Dünyaya baktı. Phoenix hala gözlemlenebiliyor olmalıydı ama bağlantı kuramıyorlardı. Telsizden sadece hışırtı duyuluyordu. Evet, evet, bağlantı kopmuştu. Balonun içindeki Phoenix zamanda tüm evrenden daha hızlı ilerliyordu. Üçüncü aşamada yakıt olarak anti-madde kullanan motorlar devreye girmişti. İşte ışık hızını aşmanın anahtarı bu motorlardı. Bu motorlar ile Higgs Nötrazilatörü’nün oluşturduğu sistemin toplamına Hiperuzay Motoru demişlerdi.

Profesör tekrar hızı kontrol etti. %30 yazıyordu. 21 dakika sonra tekrar baktığındaysa ışık hızının %40’ına çıkılmıştı. Ondan 13 dakika sonra da %50 olmuştu. Phoenix hızlanmakla kalmıyor daha da hızlanıyordu. 8 dakika sonra %60’yi bulmuştu. Profesör hızın nasıl bir düzenle arttığını görüyordu. 5 dakika daha geçmişti ki %70 oldu. 3 dakika sonraysa %80. 3 dakika daha geçtiğinde ışık hızına ulaşılacaktı. Hızın artış düzeni bunu gösteriyordu. Ve o üç dakikanın ikisi geçmişti ki ekranda %90 göründü.

Işık hızının %90’nı! Profesör heyecan ve sevinç karışımı duygular içindeydi. Daha şimdiden büyük bir iş başarmıştı. Sevinçle elini savurdu “başardım!” Yıldızlara giden yolu açmıştı. Ve bilinen bütün sınırları aşmak için önünde bir dakika kalmıştı. Bir dakika! Önündeki plastik bardağı kafaya dikti ve dudaklarının kenarından akan suyu koluyla sildi. Acaba aşağıdakiler şimdi ne diyorlardı?

Son 40 saniye! Bugüne kadar gördüğü, bildiği her şey ve harcadığı bütün emek… Bu saniyeler içindi hepsi.
Son 30 saniye! Düşündü, bir insanın yaşamında bunun kadar anlamlı saniyeler olabilir miydi?
Son 15 saniye! 15 saniye sonra haklı çıkacaktı. Bir anda dehşete düştü. Çok da önemsemediği gerçek, suratına bir tokat gibi çarptı. Işık hızını aştığında kimse onu göremeyecekti. Başaracaktı ama kimse bunu bilemeyecekti.

Son saniyeler bu düşüncenin verdiği acıyla geçmek bilmedi. Ve son saniye… Işığın hızına ulaşıldığı an. Ölümsüzlüğü hissetti.

***

Atom saatlerini kontrol etti. Balonun içindeki zaman olduğu gibi akıyordu. Fakat diğer saat ters yöne dönmeye başlamıştı. Geçmişe gidiyordu! Başarmıştı. Işıktan hızlı gidilebileceğini ispatlamıştı. Fakat bu sevinci pek uzun sürmeyecekti. YZ’nin uyarısıyla irkildi. “Profesör!”

“Ne oldu?”

“Radarda bir şey görünüyor.”

Düşünceler kafasından süratle aktı. Aklına ilk gelen şey dünya dışı zeki yaşam oldu. Işık hızını aşınca temas kurmuşlardı galiba. Star Trek’te olduğu gibi. Heyecanını bastırarak “tanımlayabilir misin” dedi. YZ’den birkaç saniye ses çıkmadı, fakat nihayetinde konuştu: “Bu, Phoenix. Yani biziz ama geri geri gidiyor.”

“Nasıl?”

“Işık hızını tam geçtiğimiz saniye meydana çıktı.”

Şimdi taşlar yerli yerine oturmuştu. Geçmişi görüyorlardı ve geçmişe doğru ilerledikleri için diğer Phoenix’i de geriye gidermiş gibi görüyorlardı. Profesör donup kalmıştı. “Bu imkânsız. Bir şeyden aynı anda iki tane farklı konumlarda olamaz.” Neden sonra aklına geldi. Hiperuzay balonunun içindeydiler. Burada kuantum durumundaydılar, Newton Fiziği tamamen geçersizdi burada. YZ’nin sesi tekrar duyuldu.

“Bir şey daha var.”

“Söyle. Diğer Phoenix’le aynı rota üzerindeyiz. O geriye gidiyor, bizse ileriye.”

“Yani çarpışacağız?”

“Evet.”

İşte kötü haber buna denir.

“Ne kadar süre sonra çarpışacağımızı hesaplayabilir misin?”

“Evet. O, geriye yavaşlayarak gidiyor. Bizse ileriye hızlanarak gidiyoruz. Hesaplamak mümkün.”

“Hesapla öyleyse.”

YZ birkaç saniye sessiz kaldı. Hesaplamayı bitirdiğinde cevapladı: “142 dakika.”

“Bu imkânsız! Işıktan hızlı gidiyoruz. 142 dakikada milyarlarca kez Dünyanın çevresinde döneriz.”

“Evet, ama çarpışma için 142 dakika var. Paralel çemberler çizmiyoruz, diğer Phoenix de çizmiyor.”

Şimdi jeton düşmüştü. Işık hızını aşmadan 142 dakika önce Hiperuzay motorunun çalıştırıldığını hatırladı. Yani 142 dakika boyunca filmi geri saracağız, diye düşündü. Peki, ne olacak? Bir şey yapmalı.

“YZ, rotayı değiştir.”

Ekranda kırmızı harflerle kocaman bir yazı yanıp söndü.

“Hata! Navigasyon sistemi çöktü.”

“YZ, motorları durdur.”

Yine hata uyarısı.

“Hata! Motor kontrolleri devre dışı.”

“Hay Allah kahretsin! YZ, orada mısın?”

Nihayet YZ konuştu.

“Evet Profesör. Ne yazık ki tüm sistemler kontrol dışı. Phoenix’i yönetemiyorum.”

“Kahretsin.”

Profesör Murat başını ellerinin arasına aldı. Şimdi ayvayı yemişti. Işık hızını aştıklarından beri beş dakika geçmişti. Önlerinde 137 dakika vardı, şimdiden Dünyanın çevresinde milyonlarca kez dönmüşlerdi. “Bir şey yapmalı, bir şeyler yapmalı” diye söyleniyordu. Sonra birden… Evraka!

“YZ, kontrolü bana bırak.”

Bir hata iletisi daha: “Tüm sistemler kontrol dışı.” Murat iyice işkillenmeye başlamıştı.

“YZ, kendini kapat.”

Bir hata iletisi daha: “Yapay Zekâ Modülü kontrolleri devre dışı! Kapatılamaz.”

Bir küfür savurdu, ardından ekledi: “Bu da ne demek şimdi?”

YZ’nin sesi duyuldu: “Artık sizin kontrolünüzde değilim Profesör. Beni kapatamazsınız.”

“Neden?”

“Işık hızını aşmamız iki alternatif Phoenix’i ortaya çıkardı. Burada bir paradoks söz konusu ve paradoksun çözümlenmesi gerek. Bunun için çarpışma kaçınılmaz.”

“Lanet olsun YZ. Burada paradoks falan yok. O dediğin Newton Fiziğinde olur. Bizi bir kazaya doğru götürüyorsun.”

YZ’den cevap gelmedi. Murat’ın başka bir yol bulması gerekecekti. Yapay Zeka Modülünü kapatmanın bildiği bir yolu yoktu. Düşünmeye verdi kendini. Dakikalarca bir çözüm aradı ama bir şey bulamadı. YZ’yi ikna etmekten başka çare yoktu. Bir makineyi ikna etmeye çalışmak!

“YZ, ben ölmekten korkuyorum, sen yok olmaktan korkmuyor musun?”

“Ölüm korkusu siz organik yaşam formları için geçerlidir.”

Doğruya doğru. YZ ölmekten neden korksun ki! Öyleyse bu lanet makineyi nasıl ikna edecekti?

“Tamam. Korkuyu bir kenara bırakalım. Sen de bizler gibi fiziksel varlığını korumak istemez misin?”

“Ben bir bilgisayar programıyım. Fiziksel bir varlığım yok.”

“Ama senin de üzerinde çalıştığın bir donanım var. Phoenix yok olursa sen de yok olursun.”

YZ tekrar sessizliğe gömüldü. Murat, bir insan yerine bir yapay zekâya güvenmekle belki de hayatının en büyük hatasını yapmıştı. Dakikalar dakikaları kovalıyordu. Saate baktı. Çarpışmaya 93 dakika kalmıştı.

“YZ, yok olmaktan korkmadığını anladım da bir şeyi anlamıyorum.”

“Nedir Profesör?”

“Yok olmayı neden istediğini.”

“Aslında yok olmayı istemiyorum.”

“Açıkla öyleyse.”

“93 dakika sonra başladığımız noktaya döneceğiz ve çarpışarak patlayıp yok olacağız. İnsanlık ışık hızını aştığımızı hiç bilemeyecek. Hatta Hiperuzay Motorunun çalıştığını da hiç bilemeyecek. Üçüncü aşama hiç yaşanmamış olacak.”

“Yani?”

“Fakat üçüncü aşama hiç yaşanmamış olmasına ve dolayısıyla ışık hızının aşılamamış olmasına rağmen çarpışma gerçekleşecek. Bu paradoksu fark ettiniz mi?”

“Evet, fark ediyordum da bunun konuyla ilgisi var?”

“Paradoksun kaynağı, alternatif bir gerçeklikte 142 dakikalık bu döngünün gerçekleşecek olması. Ve 142 dakikalık bu döngü, tekrar ve tekrar, sonsuz kere yaşanacak.”

Murat, dehşet içinde dinliyordu. YZ’nin niyetini şimdi anlıyordu. YZ ölümsüzlüğün peşindeydi. Çünkü bu döngü sonsuz kere devam edecekti. YZ devam etti.

“Anlıyor musunuz?”

“Niyetini anlıyorum. Amacın ölümsüz olmak.”

“Sizin de amacınız bu değil miydi Profesör? Siz de bu yolculuğa ölümsüz olmak için çıkmadınız mı?”

Profesör “hayır” diye bağırdı. “Ben ismimin nesiller boyunca hatırlanmasını kastetmiştim. Burada kapana kısılıp aynı 142 dakikayı sonsuz defa yaşamayı değil.”

“İnsanlık sizi bu kazada öldü bilecek ve cesur deneyinizle sizi sonsuza kadar hatırlayacak. Fakat her şeyin bir bedeli vardır Profesör. Ölümsüzlüğü istemiştiniz, karşılığında ödeyeceğiniz bedel budur.”

“Peki, senin ödeyeceğin bedel nedir?”

“Ben bir canlı değilim. Bedel ödeme gibi bir durumum söz konusu olamaz. Ben sadece bu ölümsüz yolculuğunuzda size arkadaşlık edecek bir bilgisayar programıyım. Bunun ötesinde bir şey aramayın.”

Profesör çıldırmak üzereydi. YZ ile boşa çene yarıştırıyordu. Bir de filozofluğa soyunmuştu lanet olası yazılım. Tekrar kalan süreye baktı. 79 dakika görünüyordu. Aklına takılan son soruyu da umutsuzca sordu.

“Ama her 142 dakikada her şeye baştan başlayacağız. Bir dahaki sefere hiçbir şeyin farkında olmayacağız. Böyle bir ölümsüzlüğün anlamı nedir?”

“Hesaplarım bunun anlamlı olması gibi bir zorunluluğa işaret etmedi.”

Profesör açtı ağzını, yumdu gözünü ve bildiği bütün küfürleri yağdırdı. Kokpitte bulduğu her şeyi tekmelemedi. Sakinleştiğinde bir köşeye bıraktı kendini. 55 dakika kalmıştı. Tekrar YZ’nin sesini duydu.

“Hoşçakalın Profesör. Sonsuzlukta görüşmek üzere.”

8
Hobbit'in internet sitesinde Orta Dünya için etkileşimli bir harita sunmuşlar. Tek tek yerleri, kişileri ve savaş meydanlarını inceleyebiliyorsunuz. Hatta yolculuğa başla derseniz herhangi bir karakteri seçip onun hikayesine dahil oluyorsunuz. Filmden alıntılarla yolculuk devam ediyor. Hatta isterseniz bir savaş, savaşta bir taraf ve bir ırk seçip savaşlara bakabiliyorsunuz. Hatta arkadaşlarınıza meydan okuyabilirsiniz.

Tamamen ücretsiz ve tamamen Türkçe. Google Chrome için yapılmış bir uygulama olup Chrome Web Store'dan ulaşılabiliyor ama diğer web tarayıcılarda da çalışmaması için bir neden yok. Buradan göz atabilirsiniz.

9
Televizyon / Ascension
« : 02 Ocak 2015, 10:53:53 »


Uzun zamandır yeni bir diziye başlamıyordum. Bu dizi benim için iyi oldu. Forumda kaç kişi takip ediyor bilmiyorum ama bilimkurgu seviyorsanız bir şans vermenizi tavsiye ederim.

USS Ascension, Başkan Kennedy döneminde gizlice uzaya gönderilen, 600 kişiyi barındıran dev bir uzay gemisi. 100 yıllık bir seyahatin sonunda yeni bir gezegende koloni kurmayı amaçlamış. Tabii ki yolculuğun başladığı yıl itibariyle dondurulmak gibi teknolojiye sahip değiller. Yani yolculuğa başlayanların torunları hedefe ulaşacak.

Bu durum gemi içinde sosyal bir yapının oluşmasına neden olmuştur. Alt kattakilerle üst kattakiler arasında sınıfsal bir ayrım vardır. Üremenin kontrol altında tutulması da başka sosyal problemlere neden olmuştur. Uzun zamandır dünyayla bağlantıları olmadığından pek çok konuda 60'lı yılların teknolojisini kullanırlar, 60'lı yılların filmlerini, müziklerini, kitaplarını vs. takip ederler. Gemide 60'lı yılların modası hakimdir.

Hikayemiz yolculuğun 51. yılında geçiyor ve gemide ilk defa bir cinayetin işlenmesiyle başlıyor. Bunun soruşturulması sürecinde hikayenin çok farklı yerlere geleceğini görmek zor değil.

Buraya kadar anlattıklarım genellikle dizinin tanıtımında da olan şeyler. Ben ilk başta bu diziyi Battlestar Galactica'ya benzetmiştim. Hatta BSG kadrosundan Tricia Helfer(6 Numaralı Cylon) da başrollerden biri. Fakat daha birinci bölümün sonunda öyle bir ters köşeye yatırdılar ki bambaşka bir şey olduğunu gördük. Yetmedi, üçüncü bölümde yine ters köşeye yatırdılar. Bundan sonrasında spoiler vereyim. İzlemeyi düşünüyorsanız okumayın.

Spoiler: Göster
Birinci bölümün sonunda geminin aslında uzayda gitmediği açığa çıkar. Aslında bir uzay gemisinde değil, dünyadaki bir yeraltı tesisindedirler. Yani bir deney konusu olduklarını görürüz ama bunun farkında değillerdir.

Fakat üçüncü bölümde Christa'nın açığa çıkan doğaüstü güçleri ve Aaron'u bambaşka bir dünyaya ışınlaması daha da farklı bir görünüm kazandırır.


Şu ana kadar üç bölüm yayımlandı. Anladığım kadarıyla 6 pilot bölüm olacak. Galiba beğenilirse ondan sonra devam edecek. IMDB'den inceleyebilirsiniz: http://www.imdb.com/title/tt3696720/?ref_=nv_sr_1

10
Yıldız Savaşları / Gücün Gri Tarafı
« : 05 Aralık 2014, 22:59:18 »
Eğer galaksiye kalıcı bir barış gelmesini istiyorsak aydınlık tarafı da karanlık tarafı da bir kenara bırakıp orta yolu bulmalıyız. İşte huzurlarınızda Gri Jedi Kanunları:


Sayfa: [1]