Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - night watcher

Sayfa: [1]
1
Kraliyet Meydanı / Alınık: Cüce Derinlikleri Ejderhaları
« : 10 Şubat 2016, 00:37:35 »
Okunabilecek denli her türlü kondisyona makul bir ücret karşılığı talibim. (10-15, durumu iyiyse 20ye kadar)

2
Kraliyet Meydanı / Alınık Ejderha Mızrağı Kitapları
« : 18 Aralık 2015, 08:42:05 »
Bende olanlar:

Güz Alaca Karanlığı Ejderhaları
Kış Gecesi Ejderhaları
İlkbahar Şafağı Ejderhaları

İkizlerin savaşı
İkizlerin Sınavı
İkinci Nesil
Haberci
Altın Küre
Kış Yurdu
Vinas Solamnus
Fistandantilus, yeniden doğuş

Bunlar dışındaki kitaplarınıza talibim. Maksimum 10-15 civarı verebilirim. Param çok az. İyiliksever satıcıları bekliyorum :)

3
Kurgu İskelesi / Aptal Küçük Tavşan
« : 15 Kasım 2015, 22:38:25 »
Küçük, küçücük tavşan!


Şu serin çayırlarda peşinde koşan silahlı insanların zevki uğruna kaçan, saklanan, ölen varlık!


Yine düştüm yollara. Senden gelecek et miydi bütün derdim? Ya da yüzeceğim o parlak tüylü kürkün? Yoksa, içten içe benim bile fark edemediğim, gözlerindeki yaşam ışıltısının sönmesine olan hayvani isteğim miydi sana doğru koşmamı sağlayan?


Uzun uzun düşünüp, turuncu ve pembe bulutları seyrettiğim ılık güz akşamlarında hissederdim bazen bu adlandıramadığım; içimi burkan, sinsice yaklaşan ve gitmek bilmeyen dürtüyü. Fakir kalmış bir dünya üzerinde, saçma bir şekilde zengin hayalleri kuran insanların umutları kadar boş ve gereksiz gelirdi bulutlar bana. Ulaşamayacağım, dokunamayacağım her şeyi bana hatırlatan o güzel, renkli ve gereksiz bulutlar. İnsanları, dünyanın aslında güzel bir yer olduğunu kanıtlamaya çalışan tanrının yarattığı o manzara beni sık sık kandırırdı.


Gitmek isterdim. Yalnızlarla çevrili bir kalabalıkta yaşamak kadar yalan olan bu şehirlerden kurtulmak, bir geminin kendi çapasından kurtulması kadar imkansızdı.

Gitmeyi çok istedim. Kaçamaklarla geçiştirilemeyecek kadar ani ve kuvvetliydi bu gitmek isteği.


Gitmek gerçeği.


Gitmenin özgürlüğü.


Çapasız bir gemi. Karaya toslamayı umursamayan, kendi halinde bir tekne.
Delirmiş, kudurmuş bir okyanusun anlamlandıramayacağı bir gemi olmak idi bu his.
 
Ve bir gün okyanus yerine, gemi delirmişti.


Kısa hayatımın bir noktasında öyle bir an gelirdi ki, kontrolü okyanusun kudurmuş dalgalarına bırakır ve sadece izlemeye; dalgalardan sıçrayan soğuk ve tuzlu damlaların ıslaklığını hissetmeye başlardım. Delirmiş okyanusun, ufacık hayatıma hazırladığı ihtişamlı bir son gibiydi bu. Büyülenmiş gibi donakalır ve bir an sonrasını düşünmeden, o an olanların tadını çıkarırdım.

Avladığım tavşan ile aranızda hiçbir fark kalmadı artık. Okyanus da, tetiği çekmek için birkaç saniye daha beklemekteydi; aynı benim, bir saniyeliğine o hayat dolu yaratığa son bir bakış fırlattığım gibi. Garip bir şekilde göz göze gelmek istedim.


Hayattan bir hayat çalmak mıdır bunun nedeni? Beni eninde sonunda öldürecek olan bu güzel çayırlardan, o deli okyanustan, güzel ve bir o kadar gereksiz olan bulutlardan intikam almak mıdır tetiğe dokunmamın sebebi? Benden önce ölenlere bakıp kendimi bu küçücük kutuda şanslı hissetmemi sağlayan şey; o tetik midir?


Tetiğe basmak ve bir kez daha hayatı yenmek.


Tetiğe dokunduktan sonra, her defasında gitmeyi daha çok istemek.


Bir defa. Bir defa daha.


Küçük bir tavşanın gözünde ışıldayan son hayat kırıntısıyım ben. Tetiği, istisnasız her zaman çeken hayatın son gösterisiyim. Okyanusun sürüklediği çapasız bir gemiyim; delirmiş bir okyanus olduğum kadar.


Turuncu bulutların gereksizliğinde saklıdır benim adım. Kalpleri sıkıştıran o dürtüdeyim. Gitme arzusunun altında yatan o gizli anlamdayım.


Bir gün, o tavşanla beraber gideceğim uzaklara; beraber kaçacağım. Okyanusa beraber kafa tutacağım o çapasız gemide. Sislerin aralanıp anlamsız bulutların ortaya çıkacağı o anı onunla beraber bekleyeceğim.


Gitmek için tetikten fazlası gerek sevgili tavşan.

Namlunun doğru tarafında durmak gerek.

Namlunun doğru tarafında durmak demek, okyanusa, bulutlara ve o kahrolası gemiye kavuşmak demek.


Gitmek,


Tetiği çekmek.


İhtişamlı sonlara bayılırım küçük tavşan.


Bulutlara kavuşmanın ne olduğunu anlat bana. gitmenin ne olduğunu anlat. Anlat ki içimdeki o lanet olası okyanus dinginleşsin. Anlat ki merağım dinsin.


Çünkü namlunun doğru tarafında duran artık sen değilsin.


Gemi karadan ayrıldı ve okyanusa doğru ilerliyor. Okyanus kabarıyor. Sahne hazırlanıyor.


Sis aralanıyor; bulutlar olanca gereksizliği ve güzelliğiyle ortaya çıkıyor.

...


Beni yendin küçük tavşan.

4
Kurgu İskelesi / Beluça Dağı ve Doğum Günü
« : 13 Kasım 2015, 21:36:45 »
BELUÇA DAĞI VE DOĞUM GÜNÜ


                      
S.S.C.B., 27 EKİM 1938

Türk Tarih Kurumu
Eski Türk Gelenekleri Araştırma Komisyonu’na

   Görevlendirildiğim üzere SSCB’nin Beluça Dağı çevresinde yaptığım araştırmaların detayları, sonuçları ve şahsi görüşlerim ekte mevcuttur. Araştırmalarımın sonucunda vardığım hakikatin ehemmiyetle aydınlığa kavuşturulması için gereken tüm duyarlılığın gösterilmesini arz ederim.

   Saygılarımla.   
                              
Araştırmacı/Tarihçi
                                     Cemil Bozkır


* * *


EK-1

ŞAHSİ ARAŞTIRMA NOTLARIM

28 Mayıs 1938

Ankara’da uzun uzadıya süren kurultayların nihayetinde, her ne kadar gizli de alınmış olsa, Sibirya’nın derinlerine ve oradan Altay’a bir araştırma gezisine çıkmak ve bu taze kokan tabiatta yol almak ne kadar ferahlatıcı! Ünlü araştırmacılar Hilarie de Barenton ve Dr. Krevic’in de işaret ettiği gibi, Beluça Dağı büyük cevaplar ve muhtemelen daha da büyük sorular saklıyor olabilir. Umarım, aradıklarımı bulabilir ve köklerimizin gizemine biraz da olsa ışık tutabilirim.



1 Temmuz 1938

Son günlerde, gitmek ve araştırmak istediğim yer ve konular yüzünden olsa gerek, görevliler sorun çıkartmaya başladı. S.S.C.B.’ye ayak basalı bir ay olmasına karşın, pek bir ipucu bulamadıysam da, iki gün önce büyük bir at sürüsü sahibi olan Çıngız adlı bir Türk’ten, eski inanışlarını yaşayan küçük bir Türk göçebe grubunun, ülkenin doğusunda hala ikamet ettiğini öğrendim. Bunu öğrendiğim gibi, ülke kütüphanelerinde vakit harcamayı bırakıp bütün eşyalarımı toplamaya başladım. Bir kaç gün içinde Novosibirsk’e varacağım. Orada daha güçlü ipuçları bulmayı umuyorum.


10 Temmuz 1938

Novosibirsk’de aradığımı maalesef bulamadım. Bir iki sarhoş Kırgız’ın, Beluça dağı’nda geçen Ergenekon destanını sayıklamalarını dinledim; orada hala eski geleneklerini sürdüren Türklerin kaldığını iddia ettiler. Günlerce yaptığım araştırma ve şehir civarında yaşayan yerli Türkler ile yaptığım konuşmalar sonuç vermeyince, tek umudum olan Beluça Dağı’na gitmeye karar verdim. Yardımcı olarak tuttuğum bir Kırgız olan Ular sayesinde çevre insanıyla olan iletişimim biraz kolaylaştıysa da,maalesef, yazın sıcağında bile güneye, Beluça Dağı eteklerine beni götürmek isteyen çıkmadı. Kendi başımıza gitmek zorundayız anlaşılan. Umudumu yitirmemek adına, bugün kendimi tarih ve efsaneler üzerine kafa yormaya adadım. Eski Türk efsaneleri ile ilgili bu civardaki hiçkimsenin bir fikri yok; ne yerli Kazaklar, ne de az sayıdaki Kırgızlar...


24 Temmuz 1938

   Uzun ve çileli bir yolculuk sonrası Kuçerla denilen küçük bir köye varmayı başardık. Yol boyunca rastladığım insanlara nereye gittiğimi söylediğimde beni şüpheyle süzdüler ve fazla konuşmak istemediler. Kuçerla’nın yerli halkı içine kapanıktı. Bu köyde fazla oyalanmak istemedim ve yoluma, yani güneye doğru yoluma devam ettim.
 Bugün, derin vadiler oluşturan akarsuların kenarından güç bela yol bularak, ilk kez göçebe Altaylılar ile karşılaştım. Giyimleri, bakışları ve konuşmaları adeta tarihin derinlerinden geliyordu. Atlarıyla yanıma geldiklerinde ister istemez bir korku yaşadım. Bana kımız olduğunu zannettiğim ama damağımda nane gibi bir ferahlık bırakan bir içecek ikram ettiler. Çadırlarına doğru ilerlerken, konuştukları dilin Türkçe’ye benzediğini gördüm. Farklı ve garip bir lehçeleri vardı, fakat uzun bir süredir aklımda olan bir hatıra terkar canlanmış gibiydi. Kısa süre içinde, karşılıklı bilgi alışverişi yapabilecek kadar konuşabildiğimi farkettim.


1 Ağustos 1938

   Uzun zaman alacağı söylenen hummalı bir hazırlık yapılıyor. Şaman ile Türklerin kökeni üzerine yapmak istediğim konuşmalar sonuçsuz kaldı. Şaman, sürekli trans halinde sayıklıyor, çevredeki insanlara Şaman’ı sorduğumda ise yaklaşan bir gün için enerjisini topladığını söylüyorlardı. Anladığım kadarıylar, bir bayram ya da dini bir gün kutlanacaktı. Kimse, ayrıntıları paylaşmamasına karşın, etrafta duyduğum fısıltılar beni endişeye sevketti. Belki beklediğim tarihsel bir şahitlik olmayacaktı bu. Çünkü fısıltılarda o günden “doğum günü” olarak bahsediliyordu; ki bu bana epey bir hayal kırıklığı yaşattı.


8 Ağustos 1938

   Yazdığım en son tarihten beri altı gün geçmesine şaşmamalı. Bu altı gün içerisinde neler olup bittiğini,hala derin derin nefes alarak ve uzun molalar vererek yazacağım, çünkü kafam hala bulanık ve karanlık yerler yeni yeni aydınlanmaya başlıyor.
Şaman’ın çadırına ilk kez girdiğimde içeride 3 kişinin oturduğunu gördüm. Yardımcım Ular çadıra alınmamıştı. Garip bir biçimde hem endişe, hem de merak hissediyordum. Çadırın duvarlarını süsleyen hayvan derilerine işlenmiş garip şekiller hemen ilgimi çekti. Yılanlar, kanatlı atlar ve diğer efsanevi yaratıklar, çok da ayrıntılı olmayan bir biçimde betimlenmişti. Şaman konuşmaya başladığında, etrafı incelemeyi bıraktım ve sözlere odaklandım. Çünkü, o önemli güne katılmam için bir yolculuğa gitmemi istiyorlardı. Görmek için gerekli kudrete sahip olup olmadığımı öğrenmeleri gerekliymiş. Anlamlandıramadığım bir korku hissetmeme rağmen, yardımcıma gerekli hazırlıkları yapmasını söylemek için Şaman’dan izin istedim. Gülerek karşılık verdiler ve bana bir tulum uzattılar. İçinde, çok keskin kokulu bir içecek vardı; hepsini içmemi istediler. Yolculuk gerçeğini o an anladıysam da, yoğun bir şekilde hazırlandıkları o özel doğum gününü görebilmek için herşeyi yapmaya hazırdım. Her ne kadar başlarda doğum gününe biraz şüpheyle yaklaştısam d,  şimdiye kadar hiçbir kitapta anlatılmayan kadim bir Altay geleneğini keşfetmek üzere olduğum için çok heyecanlıydım ve tulum içerisindeki içeceği bir dikişte bitirdim. Şaman’ın mırıltıları ve etrafa yayılan  değişik kokular eşliğinde gözlerim karardı.

   Bundan sonra anlatacağım rüyaların tamamen kendi bilincim tarafından oluşturulduğunu ve o garip sıvının gerçeklik duygumu zayıflattığını kabul etmemle beraber, gördüğüm her şeyi -çok net bir biçimde hatırlıyor olmam ve bu kadim ritüele tarihsel bir ışık tutması açısından- yazıya dökmeye karar verdim.

   Puslar içinde büyük, kocaman bir kale gördüğümde rüyada olduğumu anladım. Gördüğüm kale -ya da saray mı demeliyim- insan mimarisinin ulaşamayacağı bir büyüklükte yapılmıştı. Altın kaplama olduğu anlaşılan burçları parlayan güneşte ışıldıyor, insanın gözlerini kamaştırıyordu. Bu muazzam yapıya yürümeye başladığımda, kendi boyutumun ne kadar küçük olduğunu anladım. Derin bir vadinin bitimine yapılmış olan bu eseri, yeteneğim olsaydı resmetmek isterdim. Vadide ilerlerken, aniden sağ ve sol yamaçtan iki kocaman karaltının aşağıya doğru  süzüldüğünü gördüm. İnanılmaz bir hızda seyreden bu iki şekil, bana yaklaştıkça nefesim kesildi, ister istemez dizlerim titremeye başladı.

   Gölgeleri üzerime düşecek kadar yaklaştıklarında durdular. Bu iki yaratık, birer ejderhaydı. Fakat şu ana kadar gördüğüm hiçbir tasvire benzmemekteydiler. Aklıma Şaman’ın çadırında gördüğüm şekiller geldi ve kendimi bir rüyada olduğuma ikna etmeye çalıştım.

   İçlerinden birisi “kimizzz bizzz?” diye tısladı. Hemen cevap veremedim, şimdiye kadar öğrendiğim bütün mitolojik isimleri, tüm folklorik söylenceleri hatırlamaya çalıştım. Hiçbir isim aklıma gelmemesine rağmen, düşüncelerimin derinlerinden, yankılanarak gelen o iki kelimeyi söyleyiverdim.
   “Abra ve Yutpa” diye bağırdım avazım çıktığım kadar.

   “Biz koruyucuyuzzz. Yabancıları ezerizzz.” Diye tıslayarak üzerime eğildi diğeri. “Ben Abrayım, peki sen kimssssin?” diye sordu. Verilecek hiçbir cevabım yoktu. Bu kadar net ve gerçekçi bir rüya hiç görmemiştim. “Şaman gönderdi beni” diyebildim titreyerek. Bu dünyadışı varlıklar karşısında ister istemez dehşete kapılmıştım.

   “Doğum tekrar yaklaşıyor. Doğudan. Kim gelecek?” diye tısladı Abra.  Geri çekildiler ve doğuya döndüler. Yüksek dağların ardından parlayan güneş göz kırptı sanki. Yeryüzü gökten düşen yıldırımlarla aydınlanırken, gök gide karardı; maviden siyaha döndü. Sanki herşeyin üzerindeki gök, bir örtüymüşçesine kalkıverdi ve karanlık kapladı her yeri. Semruk hep gökteymiş de, ben düzgün bakamadığım için görememişim gibi bir his kapladı benliğimi. Gökyüzü sandığım mavi rengin, bir kuşun tüylerinden yayıldığını hayretler içerisinde gördüm. Kuşun iki başı vardı ve her yer karanlık olmasına rağmen, tüyleri hala mavi bir nur içinde parlıyordu. Kuşun boyutlarını tarif etmem imkansız; bütün toprak, gövdesinin büyüklüğü karşısında tir tir titriyordu.

   Abra ve Yutpa, saygı belirtircesine başlarını eğdiler. “Sssemruk!” diye tısladı Abra. “Gök kapısından indi.”

   Bu ismi duymuştum. Sadece Türk kültüründe değil, bir çok milletin efsanelerinde yer etmişti kendine. Birçok bayrağa, ülkeye ve kurumlara sembol olan ulu kartal. Güneş ile toprak arasındaki devasa kuş. Var olan bütün gücüyle, o ana kadar hiç böyle bir sesin çıkmasını hayal bile edemeyeceğim bir kuvvetle çığlık atıyordu. Etraftaki ağaçlar savruluyor, çimenler köklerinden kopuyordu. Başımı adeta patlamaması için iki elimle tutmuş, bu dehşet verici sesin geçmesini bekliyordum.

   “Koca Ssssemruk” diye söylendi Yutpa. “Kudret sssınavı” diye tısladı Abra. Göğe doğru baktığımda, karanlık dalgalanıyordu. Semruk’un sesinin etkileyemeyeceği hiç bir zaman ve mekan yok gibiydi. Kanatlarını çırpmaya başladı ve sustu. Hayatımda sessizliğin ne demek olduğunu o an daha iyi anlamıştım. Semruk kanatlarını çırptı, daha hızlı çırptı ve doğu’dan batıya doğru uçmaya başladı. Gök, karanlıktan tekrar maviye evrilirken, uçan devasa kuşun büyüklüğünün arz kadar olduğuna yemin edebilirdim.

   Ağzımdan sözcükler çıkmıyor, adeta kekeliyordum. Artık rüyadan uyanmak istiyor, aklımı kaçırmaktan korkuyordum. Acaba bu efsanevi yaratıkları görmemi sağlayan bilinçaltım mıydı? İçtiğim o keskin iksir miydi buna neden olan?

Korkuyla “sınavı geçtim mi?” diye sordum Abra’ya.

Tıslayarak Yutpa’ya döndü, bir süre bakıştılar ve “Markut bilecek” dedi sonunda Abra. Markut. Yabancı olamayacak kadar tanıdık, fakat tanıdık olamayacak kadar uzak bir isim. Uzun zaman önce, çocukluğumda gördüğüm bir rüyayı hatırlamak gibiydi; bölük pörçük.

Mavi göğün kuzeyinden bir karaltı geldi, bir kartaldı bu; fakat öyle bir kartal ki, kale duvarlarını bir pençesiyle paramparça edebilir, veya gagasıyla bir atı rahatlıkla taşıyabilirdi. Rüyamdan uyanmak için büyük bir istek duysam da, bütün bunları görmek, deneyim etmek benim için eşi bulunmaz bir durumdu. Kanatlarını hızlıca çırpıp yere konarken, büyük bir toz bulutu kapladı ortalığı. Abra, “sssür kartalı evine, kaybolmayassssın gece” dedi. Markut, huzursuzlukla beklerken, kuşu ürkütmemek için ihtiyatlı davranarak üzerine tırmanmaya çalıştım. Boynuna tutundum ve yükseldikçe hissettiğim serin rüzgar yüzüme vurmaya başlayınca gözlerimi kapadım.

Aradan asırlar geçmiş gibiydi ve Markut hala yol alıyordu. Güneşin battığını, tekrar doğduğunu ve tekrar battığını gördüm; defalarca. Hayatımda hiç görmediğim, belki de kimsenin daha önce keşfetmediği derin vadilerin ve dağların üzerinden uçtuk. Gümüş gibi parlayan akarsuların örümcek ağı gibi yayıldığı düzlükleri geçtik; büyük göllerin üzerindeki pusları yardık. Gece bastırdı ve kuzeyde parlayan yeşil ışıklar bize yoldaş oldu. Sonu gelmez bir beyaz örtü gibi serilmiş buzulları dolaştık. Ormanlar altımızda yeşil bir nehir gibi aktı gitti. Ve doğudan güneş tekrar yükselirken, Markut alçaldı, alçaldı ve yere kondu.

Toz bulutu durulduğunda Markut gitmiş; yerini Şaman’ın keskin gözleri almıştı. Yanında, çadırda gördüğüm başka bir adam ve yardımcım Ular da vardı. Şaman elini bana uzattı ve doğruldum. “eğer ki gece yere konsaydın, rüyada kalırdın, uyanmazdın, ölürdün” dedi. ‘Konmak’ kelimesini uyanış anlamında mı kullandı bilemeyeceğim, fakat çadırda rüyaya başlayıp bir kaç kilometre ötede nasıl uyanabilmiş olduğumu hala anlamış değilim.

“Zaman önce vaktinde, geldi bir yolcu. Görsün istedi Huma’yı,” dedi Şaman. “Düştü markut geceleyin, yolcu ile yere, yer titredi, ağaçlar devrildi. Tunguska der yabancılar oraya. Bir daha yolcu gelmedi.” Ve gülerek devam etti “Abra ile Yutpa’nın adını unutmamak gerek, unutursa biri ona hatırlatmak gerek!” O an anladım ki, o iki yaratığın ismini yardım olmadan kesinlikle hatırlayamazdım; ve kaybolan yolcu hikayesini duyduktan sonra eğer işler kötü gitseydi o gördüğüm “rüya” nasıl sonuçlanabilirdi, düşünmek bile istemiyorum.
Çadırlara geri döndüğümüzde, asıl şoku yaşadım. Ular’a günlüğüme yazmak için tarihi sorduğumda, Şaman’ın çadırına girip o garip iksiri içeli altı gün geçtiğini öğrendim.


   22 Ağustos 1938

   Günler birbirini kovalıyor ve ben, sürekli bahsedilen fakat ayrıntıları bir sır gibi saklanan “doğum günü”nü sabırsızlıkla bekliyorum.

   Dün, şaman ilk kez beni kutlamanın yapılacağı yere götürdü. Beluça dağının eteklerinde, daha da derinlere ilerledik ve derin vadilerin alçalıp birleştiği bir düzlüğe geldik. Düzlüğün ortasında, koca taşlardan bir yaklaşık iki yüz metre genişliğinde bir daire yapılmıştı ve dairenin ortasında, hala dumanı tüten büyük bir köz ve kül yığını vardı. Yığının yüksekliği otuz metreyi geçiyordu. Çadırlardan tören alanına gelen diğer gençler ise, burada hazırlık yapıyorlardı. Kimisi etraftaki tek tük fakat epey yaşlı olduğu belli olan ağaçlara çaputlar bağlıyor, kimisi ise dairenin yanıbaşında küçük ateşler yakıp kollarını yukarı kaldırarak dua ediyorlardı. “Zaman geldi, güneş batacak iki kere. Sonra doğacak kutlu olan; tekrar!” dedi Şaman. Sevinçten delirecek gibi oldum. Her ne kadar başlarda, “doğum günü” olayının basit bir ritüel olduğunu zannetsem de, zamanla bu güne ne kadar önem verildiğini, özellikle de bugün tören alanını görünce daha iyi anladım. Yarın buraya gelip geceyi tören alanında geçireceğimiz söylendi. Atlar ile gelen gençler yurt çadırlarını kuruyor.


23 Ağustos 1938

Şaman bugün, bana Doğum Günü’nün kurallarını anlattı; anlatınca biraz korktuğumu ifade etmeliyim. Şimdiye kadar duyduğum hiç bir eski Türk ritüeline benzemiyordu anlatılanlar. Kurallardan bazıları, Doğum günü başladığında herkesin gözüne çaput bağlaması, hiç bir yere bakmaması, ne duyarsa duysun bakmaması, Şaman’ın dediğine göre Tulparlar pek sesli kişnermiş. Tulparlar, zamanında yaptığım araştırmalara göre kanatları olan bir mitolojik bir at idi, fakat Tulparların bu doğum günü olayına katılması işlerin daha da garipleşmesine neden oldu.
“Ateşler yükselecek, ateşe bakma!”
Bu da başka bir uyarıydı.


20 Eylül 1938

 Günlüğüme yazdığım son yazı, neredeyse bir ay öncesine ait. Kuçerla kasabasına girip yana yakıla bir oda aramamdan ise on beş gün geçmiş. Kasaba halkı o dağda geçirdiğim günlerden sonra delirdiğime kesin gözüyle bakıyor olmalı. Benimle konuşurken gözlerime bakmaktan kaçınıyor, hatta bazıları benimle karşılaşmamak için yollarını değiştiriyor. Kendime gelmeli, sakinleşmeli ve bir an önce Novosibirsk’e, oradan da Moskova’ya dönmeliyim. Artık yaşadığım dehşetin gölgesi hafifliyor; fakat o gölgenin zayıflasa da beni hayatım boyunca bir hayalet gibi kovalayacağını adım gibi biliyorum. Geceleri bağırarak uyanıyor, bir süre olmayan şeyleri ellerimle savuşturmaya çalışıyorum.
Eğer Beluça Dağı’ndaki son günlerimde yaşadıklarım doğru ise, ki artık gerçekliği ve içinde yaşadığımız cehalet dolu dünyayı sorgular oldum; kurulu bütün bilimsel ve tarihsel gerçekliğin baştan sona imha edilmesi ve baştan yazılması gerekmektedir. Eğer o dağda yaşayacaklarımı bilseydim; bunu tüm kalbimle söylüyorum; o zincirin bir halkası olmamak için, eski gerçekliğime ve akıl sıhhatime kavuşabilmek için, bu hayatta bütün kalbimle sevdiğim mesleğimi gözümü kırpmadan bırakırdım. Yaşadıklarımdan ve gördüklerimden kimseye bahsetmemeyi, bu günlüğü de yakıp, komisyona başarısız olduğumu bile söylemeyi düşündüm. Fakat, bu vakitten sonra, özellikle kendi esenliğim için burada yaşananların herkes tarafından öğrenilmesi için elimden geleni yapacağım.

   İşte o gün yaşadıklarım, dehşetin gölgesinde titreyerek hatırladığım her şey, 24 ağustos sabahı, hava henüz karanlık iken uyandırılmamla başladı.

   Tören bölgesinde bulunan çadırdan çıktığımda, merkezdeki kül dairesinin etrafına sıralanmış ve gözü bağlanmış insanları gördüm; ki bu sessiz ve kelimenin tam anlamıyla garip görüntü bile afallamama yol açtı. Merkezdeki kor karanlıkta kırmızı kıvılcımlar saçıyordu. Bir genç elime bir deri kayış verdi ve gözüme bağlamamı istedi. Kesinlikle bakmamam konusunda da beni tekrar tekrar uyardı. Şaman’ın sakinleştirici duasını yanımda hissettim ve beni kolumdan tutup merkeze doğru götürdü. “Tulparlar gelecek, sakın bakma” dedi tekrar. Şaman’ın sesi uzaklaşırken, karanlıkta, yapayalnız kaldığımı hissettim. Sağımda ya da solumdaki kimseden çıt çıkmıyordu. Orada ne kadar durduğumu kestiremiyorum, fakat bana uzun gelen bir süreden sonra, kuzeyden gelen ani bir rüzgar bedenimi tokatlamaya ve iliklerime kadar üşümeme neden oldu. Bir yandan dişlerimin birbirine vurmasına engel olmaya çalışıyor, bir yandan da dışarıda neler olduğunu deli gibi merak ediyordum. Merkezdeki közden çatırdama sesleri duymaya ve yüzümde bir sıcaklık hissetmeye başladım. Köz tekrar canlanmış, alev alev yanıyordu; bunu bütün bedenim ve kulaklarımla hissediyor ve işitiyordum.

Çatırdayan köz sesleri arasından at kişnemeleri duymaya başladım. Fakat o kişnemeler o kadar uzaktan geliyordu ki, bir an sesleri bizzat kendimin uydurduğuna inandım. Kişneme sesleri kuvvetlendikçe, rüzgar da çoğaldı. Eğer merkezdeki alevin sıcaklığı olmasaydı donarak ölmem işten bile değildi. Rüzgarın şiddetinin artmasına karşılık alev de artıyor, sıcaklığı inanılmaz dereceye çıkıyordu.

Kişneme sesleri, belki de yüzlerce attan geliyordu ve etrafımızda dönüyordu. Ve beni dehşete düşüren, hatta dehşetin etkisiyle dizlerimin titreyip sarsılmama neden olan şey, ne kişnemelerin çokluğu ne de seslerinin yüksekliğiydi. Sesler, yukarıdan geliyordu. Adeta pike yapan kartallar misali sesleri bir yakınlaşıyor, bir uzaklaşıyordu. Ve sesler yaklaştıkça kanat seslerini de net bir şekilde duyabiliyordum. Şaman’ın ben uyurken tekrar bana bir iksir içirip içirmediğini merak ettim. Şaman’ın sözlerini dinlemem özellikle belirtilmişti fakat merakım git gide uyarıların önüne geçmeye başlamıştı.

Ellerimi gözüme bağlı olan kayışa götürdüm ve biraz araladım. Bunu kesinlikle hem merakım, hem de araştırmam için yapıyordum. Kayışı araladğım gibi gördüğüm alev kümesinin büyüklüğü gözlerimi kamaştırdı ve istemsizce gerilemeye başladım ve ayağım bir taşa takıldı. Yere yuvarlandığımda, kayış tamamen gözlerimden kaydı ve yerde uzanırken, gökyüzünde gördüğüm manzara karşısında ağlamaya başladım.
Binlerce Tulpar, merkezdeki alevin etrafında daireler çiziyordu. Bu manzaraya bir kaç saniye bakabildim çünkü Şaman birden bağırmaya ve üzerime yürümeye başladı. Gözleri kapalı olan herkes, görmeyen gözleriyle bana dönmüştü. Kuralları ihlal etmiştim ve orada artık istenmediğimin farkındaydım. Elindeki asasıyla üzerime koşan Şaman’dan korkup uzaklara doğru koşmaya başladım.

Birden kişnemeler ve ve közden çıkan sesler kesildi ve arkama durup arkama baktım. Yukarı doğru yükselen bir alev git gide büyüdü ve kanatlanarak uçmaya başladı. Neredeyse iki yüz metre genişliğe varan kanatlarını çırparak doğuya doğru uçarken, merkezdeki kalabalıktan “HUMA! HUMA!” sesleri yükselmeye başladı. Adeta bir kalp atışı gibi çıkıyordu bu ses. Aklımı kaybetmek üzereydim. Bir iksir etkisinde olup olmadığımı kontrol etmek için kendimi tokatlamaya başladım. O an Doğum Günü’nün ne olduğunu anlamıştım. Huma idi bu! Binlerce yıldır, onlarca kültürde anlatılan ve küllerinden doğan ulu kuş...  Geriye, merkeze doğru koşmaya başladım. Deli gibi bağırıyor, ellerimi merkezdeki insanlara sallayıp “Gördüm! Büyük kuş Huma’yı gördüm!” diye avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Huma’nın saçtığı alevlerin aydınlığı git gide azalıp etrafı karanlık sarmaya başlarken başımı bir ağacın dalına vurduğumu hatırlıyorum.

Gözlerimi açtığımda güneş tepeye çoktan çıkmıştı. Alnımda bir yara vardı ve yürürken dengemi bulmakta zorlandım. Tören alanına döndüğümde gençlerin çadırları topladığını gördüm. Bana bakanlar yüzlerini çeviriyor, beni görmezden geliyorlardı. Merkeze ilerledim ve küllerin yerinde olmadığını gördüm. Çevredeki gençlere küllerden ve közlerden bahsettiğimde ise sadece bana gülmekle yetindiler. Ular’ın yanına koşup o gece neler olduğunu sordum. Hiç bir şey söylemedi. Artık geriye, şehre dönme zamanının geldiğini söyledi. Kendisi ise artık Beluça’da yaşayacakmış. Şaman’ı görüp yanına gittiğimde ise, yüzüme bile bakmadı. Elinde tuttuğu asasının üzerinde kan lekesi vardı. Ve ben o gece bir ağaca çarpmadığımı anladım.

O gün deneyim ettiğim şeyler, beni şimdiye kadar öğrendiğim ve doğru kabul ettiğim herşeyi sorgulamama neden oldu. Sorular, cevaplanacağı yerde daha büyük sorular doğurdu ve mantıklı açıklamalar yapamaz oldum.

Günlüğümü burada sonlandırıyorum. Araştırma sonuçlarımı yazıp bir an önce Ankara’ya postalamalıyım. Bu olaylardan sonra buraya büyük bir araştırma kafilesinin yollanmasını sağlamalıyım. Tarih kesinlikle bu olaylar sonrasında değişecektir. Umarım, yaşadığım dehşetin gölgesi, ileride dünyanın yararına bir netice ile sonuçlanır, ve ben bu sayede biraz huzur bulabilirim.

* * *


EK-2

BELUÇA DAĞI ARAŞTIRMA SONUÇLARI VE TAVSİYELERİ

S.S.C.B.’nin Çin sınırı yakınlarındaki Beluça Dağı’nda yaşayan ve hala tam anlamıyla gün yüzüne kavuşmamış gelenekleri devam ettiren bir Türk grubu bulunmaktadır. Ergenekon destanı’nın  da bu dağda yaşandığını göz önüne aldığımızda, bu çok önemli bir bulgudur.

Şimdiye kadar hiç bir tarihsel araştırmada adı geçmeyen “Doğum Günü” töreni bizzat tarafımdan gözlemlenmiş ve çığır açan bazı olaylara tanık olmama sebep olmuştur. Doğum günü töreni, efsanevi Huma kuşu’nun tekrar küllerinden canlandığı gün yapılır. Kadim ve unutulmuş olan bir ritüel gerçekleştirilir ve Huma, küllerinden tekrar doğar.

Mitolojide kanatlı at olarak betimlenen Tulpar atları, bizzat tarafımdan gözlemlenmiş olup, Doğum Günü törenine eşlik etmişlerdir.

Şaman’ın bir “test” için bana içirdiği iksir sonrasında, bu iksirin bana bazı görüntüler sunduğu doğrudur. Eski türk sırlarını simgeleyen ve altın burçları olan bir kaleyi koruyan iki devasa sürüngen Abra ve Yutpa ile konuşma imkanım oldu. Bunun yanında, gök kapısından indiği bana söylenen Semruk ile, beni günlerce üzerinde taşıyan ve diyar diyar gezdiren Markut’u da bizzat bu rüyalar sırasında gördüm. Her ne kadar bu efsanevi yaratıkları, bir iksirin tesirinde gördüğümü itiraf etsem de uyandığımda aradan altı gün geçtiğini ve iksir içirildiğim çadırdan kilometrelerce ötede uyandığımı , belirtmek isterim. Anlattıklarım mantık dışı gelse de, bu görüleri insan aklına deneyim ettiren iksir kesinlikle incelenmelidir.

Bu anlattıklarımın, geleneksel bilim yasalarına aykırı olduğunu teyit etmemle birlikte, bilim dünyasının hala karanlıkta kalan ve açıklanamayan bir yığın olayla dolu olduğunu bilginize sunarım.


Bu son derece önemli deneyimlerim neticesinde sizlerin yüce takdirine sunduğum bazı tavsiyeler ise şöyledir;
- Bilim adamları, basın ve tarihçilerin de katılımıyla oluşturulan geniş bir kafilenin Beluça Dağı’na gönderilmesi
- Bu kafile tarafından Beluça Dağı’nda ikamet eden Türk topluluğunun ve güneyindeki vadi merkezinde bulunan tören alanının araştırılması.
- Şaman’ın bana bahsettiği ve ekte gönderdiğim günlükte de yazılı olan Tunguska olayının resmi olarak komisyon gündemine alınması.
- Doğum günü geleneğinin, kadim Türk geleneklerinden biri olarak kabul edilmesi ve ilgili kitaplara ilave edilmesi.
   - Türk Dil Kurumu tarafından gerçekleştirilen Güneş Dili Kurultaylarında bulunmuş tüm tarihçi ve araştırmacıların bilgilendirilmesi.

* * *


22 KASIM 1938
ANKARA

TÜRK TARİH KURUMU BAŞKANLIĞI’NA

   Eski Türk Gelenekleri Araştırma Komisyonu üyemiz Araştırmacı Sayın Cemil Bozkır’ın belgeleri Moskova’dan elimize ulaşmış ve yapılan inceleme sonrasında, Komisyonumuzun belgeleri tarafınıza sunmamız kararlaştırılmıştır. Söz konusu belgeler Ek-1 ve Ek-2 olarak zarfta mevcuttur. Araştırma kapsamının mahiyeti ve içeriği konusunda, Sayın Cemil Bozkır’a verilecek yeni görevlendirme ve yönlendirmelerin, bizzat T.T.K. Başkanlığı tarafından yapılmasını ve araştırma notlarının Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulmasını arz ederiz.

                        
E.T.G. ARAŞTIRMA KOMİSYONU

*  *  *

21 ARALIK 1938
ANKARA

ESKİ TÜRK GELENEKLERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU’NA

Komisyonunuz tarafından elimize ulaşan belgeler incelenmiş olup, bahsedilen belgelerdeki bulgu ve tavsiyelerin, bilimsel gerçeklerle örtüşmediği tespit edilmiştir. Ülkemizin Sanayii yatırımlarına yoğunlaşması sebebi ile, Araştırma ekiplerimizin ödenekleri kısıtlanmış, ve Eski Türk Gelenekleri Araştırmaları’nın süresiz olarak dondurulmasına karar verilmiştir. Şu an S.S.C.B.’de bulunan komisyon üyesi Sayın Cemil Bozkır tarafımızdan bilgilendirilecek olup, araştırma ve ulaşım masrafları tarafımız tarafından ödenecektir.

TÜRK TARİH KURUMU BAŞKANLIĞI
GENEL SEKRETERLİĞİ

* * *

22 ARALIK 1938

ANKARA


Sayın Cemil Bozkır;
Araştırmalarınızın ve gayretlerinizin takdirle karşılandığını belirtmekle birlikte, son günlerde ülkemizin sanayi ödeneklerinin arttırılması neticesinde kurumumuzun harcamaları kısıtlanmış ve şahsınızın da üyesi olduğu E.T.G.A. Komisyonu’nun süresiz dondurulmasına karar verilmiştir.

Geri dönüşünüz için gerekli olan tüm masraflar Moskova’daki Türk Büyükelçiliği tarafından karşılanacak olup, yeni atandığınız görevin Çankaya Devlet Kütüphanesi Memurluğu olduğunu bilginize sunarız.
Şimdiye kadar Türk Tarih Kurumu adına gösterdiğiniz üstün gayretler için ülkemiz adına müteşekkir olduğumuzu belirtiriz.

TÜRK TARİH KURUMU BAŞKANLIĞI
GENEL SEKRETERLİĞİ

5
Kurgu İskelesi / Kader, Kısmet, Alınyazısı
« : 13 Kasım 2015, 21:06:37 »
KADER, KISMET, ALINYAZISI.




“Cemil!”

“Cemil uyan!”


Işıkların içinden annemin beni uyandırdığını görür gibi oldum, ama gözlerimi tamamen açtığımda beni kaldıran Ömer’in sakallı yüzünü fark ettim.


“Hadi kalk, Rıfat Baba’nın yanına gidiyoruz!”


Yarık tavandan sızan turuncu gökyüzünü gördüm. Yeni güneş doğuyordu. Dışarı çıktığımda, kendime yastık yaptığım hırkayı giydiğime şükrettim, çünkü serin bir rüzgar tüm şehri sertçe dövüyordu. Oraya buraya yıkılmış molozların ve çeşitli mobilyaların arasındaki, yürüne yürüne düzleşmiş olan patikaları sessizce takip ettik Ömer’le.


Minaresi yıllar önceki savaşta parçalanmış olan, çatlak kubbeli bir caminin avlusundaki insanların arasındaki Rıfat Baba’yı ayırt etmek zor değildi. Pislikten kahverengi ve grinin alacalı bulacalı rengine dönüşmüş cübbesiyle etrafta koştururken, sessizce ona yardım eden insanlara mırıldanarak bir şeyler söylüyordu. Bizi görünce bir saniyeliğine durdu ve gülümsedi.


Etrafta yeni gelenler de vardı. Kucağında bir bebekle köşede sessizce etrafı seyreden bir kadının yanına gittim ve onun elinden tutup eski metal bir masanın önüne oturttum. Bunlar da etrafta Rıfat Baba’yı duyup gelen çaresiz insanlardı. Ufukta bir yere giden tankların arkasında bıraktıkları tozu herkes izledi bir süre.


İstanbul çok sessizdi artık. Martıları özlediğimi hissettim birden.

Dev iki kazanda kaynatılan çorba herkese dağıtıldı ve arada duyulan şükran fısıltıları ve dua kelimeleri hariç hiç kimse bir söz söylemeden çorbalar içildi. Karşımdaki yaşlı adam gülümsedi ellerini yukarı kaldırarak.


Akşama doğru yeni gelen herkese birer battaniye ve cami içinde birer şilte verildiğinde ‘Allah sizden razı olsun’, ‘Siz olmasanız biz ne yapardık’ ünlemlerini duymak artık Ömer’le bizi etkilemiyordu bile. Ama bugün, hep o yüzümüzde şekillenen gülücük bugün daha da yapaydı sanki.

Akşam olduğunda Halit Abi’nin kahvehanesinde sıcak bir şeyler içerdik. Hala bırakamadı orayı, savaştan sonra bile. Birer bayat çay içer, midemizi yakardık soğuk kasım ayında. Rıfat Baba’yı gördüğümde ayağa kalktım ama Ömer hala uzaklara bakmaktaydı.

“Afiyet olsun gençler” diye takıldı bize Rıfat Baba; bir sandalye çekerek yanımıza oturdu.

Ömer karşıya bakıyordu. Cebinden bir şişe çıkarıp kafasına diktiğinde Rıfat Baba’nın yüzünde bir gülümseme belirdi. Kendi kendine “Ah Ömer’im ah” diye iç çekti.


Ben ise iki masa uzaktaki bir çınarın altına sandalyemi çekerek ayaklarımın altındaki Haliç’i izlemeye koyuldum. ‘hala eskisi kadar güzel’ demeden edemedim kendi kendime. Bir an Ömer’le Rıfat Baba’ya baktığımda Ömer’in göbeği hoplaya hoplaya ağlayışını ve Rıfkı Baba’nın onun elini omzuna koyuşunu gördüm. Savaştan sonra kendini dine adayan bir adamın hüzünlü geçmişini düşünmek bile istemedim. Derin bir iç çekmeydi tek yapabildiğim. İçtikçe rahatlıyor, rahatladıkça ağlıyordu.


Tekrar döndüm Şehr-i Sükut’a; bir mezarlıktan daha sessizdi; Ömer’in hıçkırıkları olmasaydı… İki sokak aşağıda neşeyle oynayan çocuklardan birisi bir havai fişek bulmuş olacak ki, tiz bir ses ile birlikte rengarenk ışıklar tüm molozları aydınlattı bir saniyeliğine. Bir saniyeliğine de olsa neşe geldi şehre, bir saniye süren bir neşe. Gece iyice bastırıp, ayaz iliklerime doğru ilerlerken, Halit Abi bir çay daha getirdi.



‘Kader’, ‘kısmet’, ‘hepsi geçecek’, ‘zaman her şeyin ilacıdır’, sözlerini seçiyordum Rıfat Baba’nın mırıltılı cümlelerinden. Hava kararıyordu yine, bir gece daha. Ama tükenen bu gün de ne Ömer’e unutturabilmişti acısını, ne de martıları geri getirmişti İstanbul’a.



Zar zor ayağa kalkan Ömer’in koluna giren Rıfat Baba’yı izledim tekrar. Yine sakin, ve huzurluydu. Yavaş yavaş iki yaşlı adam karanlığa karışırken, son yıllarını dine adamış o güçlü Rıfat Baba’nın, ağlamaktan perişan olan Ömer’in elinden şişeyi alıp kafasına diktiğini ve sonra uzaklara fırlattığını şöyle böyle seçebildim. Ve hala o mırıltılı sözcükler molozların arasında yankılanıyordu;


Kader…


Alınyazısı…


Kısmet…


Hüzünlendim, bir dikişte içtim sıcak, çamur gibi, ama şerbetli ve tatlı çayımı. ‘Kader’ dedim kendi kendime. Bugün 40 yaşına girmiştim.


Ömer’in bir bomba sonucu 2 kızının ve karısının öldüğü günün yıl dönümü ile aynı günde olan doğum günüm yüzünden de kaderime lanet ettim.

6
Düşler Limanı / Güneşli Bir Mayıs Ayı
« : 08 Kasım 2015, 20:59:19 »
Yıllar önce yazdığım kısa bir hikayeyi burada paylaşmak istedim. Küçük bir deneme. Maksat forum canlansın :) Umarım beğenirsiniz.

İşte başlıyor.


---------



Güneşli bir Mayıs ayı.

Mayıs ayını pek sevmem ama o an çok sevdim.

Mayıs, sevilmesi gereken bir ay.

Sıcak ve yorucu bir yürüyüşün ardından vardım sahile.

Gülen yüzler, kahkahalar ve sevgi.

Mayıs değildi sıcak olan.

Sıcak olan, her zamanki güzelliklerdi. O zamana kadar farkına varamadığım, ya da bakmaya zahmet etmediğim güzellikler.

Bir banka oturdum. Sadece seyretmek için oturdum. Bu sefer yorumsuzdu beynim. Bankın dibinden çıkıp güneşe doğru yükselmeye uğraşan savunmasız bir otu bile hayranlıkla seyrediyordum. Havadaki bulutlar o kadar yumuşak duruyorlardı ki, onlara gitmek için bir telaş hissettim bedenimde.

Banktan kalkıp yürümeye başladığımın farkında bile değildim. Bir otobüse binmişim. Nereye gittiği umurumda bile olmayan bu otobüsün o kadar neşeli olduğunu hiç fark edememişim o ana kadar. Yaşlı bir teyzenin şoförle yaptığı muhabbeti zevkle dinledim. Söz konusu teyze, pazardan aldığı biberlerin acı çıktığını, kendisinin acı yiyemediğini, bu yüzden onları kurutup azar azar yemeğine kattığını gülerek anlatıyordu.
O kadar samimi ve o kadar içten olan muhabbeti duydukça o kadar huzurla doldum, o kadar sevindim ki, gözlerimden akan yaşların sebebini kimseye anlatmak zorunda kalmamak için, uyuyor numarası yapıp yüzümü cama gömdüm.

O teyzenin yemeğinden yemek istemiştim; tüm derdi acı biberlerden ibaret olan, sevimli teyzenin yemeğini.

Hiç yememiş olmama rağmen, o yemeği hayal ettim.
Yedim.
Ve çok sevdim…

Evet, mayıs ayı güzeldir. Mayıs ayı akşamında, güneşin batışını izlemek de güzeldir. Hafif bir rüzgâr eser göğün turunculuğuyla renklenmiş yüzünüze. Otobüsten indiğim zaman, bu duyguyu iliklerime kadar hissettim. O ana kadar hiç sevmezdim, ama yanımdan geçen bir işportacıdan çekirdek alıp yemeğe başladım. Çekirdek yemek güzeldir. Özellikle yalnız başınıza olduğunuzda ve güneş batarken, ılık rüzgârla beraber çekirdeğin tuzunu dudaklarda hissetmek bambaşka bir duygudur. Basit şeylerden zevk almayı unuttuğumu hissettim, 2 aydır hâlbuki ne mutluydum…

İlla ki insanın başına kötü bir şey mi gelmeli, huzuru tekrar keşfedebilmesi için? Huzurdan ne için kaçar insan?
 
Otobüsle geldiğim yerden eve kadar yürümeye karar verdim. Yaklaşık 10 kilometrelik bir yol beni bekliyordu ve benim de herhangi bir acelem yoktu. Yürümek ne kadar güzel;  bunu yeni fark ediyorum. Hep manzara değişiyor, ve en önemlisi, manzara, oldukça yavaş değişiyor; hiçbir şeyi kaçırmıyorsunuz. Ne balkonda oturmuş çorba içen dedeyi kaçırıyorsunuz, ne de ona ekmek getiren şirin büyükanneyi. Kuşların cıvıltısı, uzaktan geçen at arabasının sesine karışıyor; top oynayan çocukların çığlıkları, arada bir duyulan cırcır böceğinin sesini bastırıyordu.

Küçük bir kız geldi yanıma, hırkasının içine küçük bir kedi yavrusu saklamış.

“Annemden kedi için izin al!” dedi bana. Gözlerine baktım. Yıllarca tanıyordu sanki beni. Epey uzun bakmış olacağım ki, tekrarladı cümlesini. “İzin al n’olur!” diyor; ağladı ağlayacak bakışlarla benim şaşkın gözlerimi sorguluyordu. Kafasını hırkanın kenarından çıkarmış olan kediye baktım. O da neredeyse aynı bakışlarla beni süzüyordu…

Koşuyordum. Yolum uzun olduğu için değil, ama hayatı iliklerime kadar hissetmek için koşuyordum. Hayattan kaçanların aksine doğru koşuyordum tüm gücümle. Tüm manzara bulanıklaşmış, önümdeki yol ise bir ipe benziyordu. İnce ve ucu bucağı olmayan bir ip…


Eminim şimdi bu yazıyı yazan adamın neden bu kadar saçma bir biçimde mutlu olduğunu anlamaya çalışıyorsunuzdur. Eğer hikâyemin başında size kendimden bahsetme küstahlığını gösterseydim, bu kadar mutlu ve huzurlu konulara ihanet etmiş olurdum.
   
Benim adım Özgür. Ve iki ay önce kanser olduğumu öğrendim.

İyi huylu ve mutlu aklım ve yüreğimle tezat bir kötü huylu tümör taşıyor bedenim.
Ve her klasik kanser hikâyesinde olduğu gibi, bu hikâye maalesef doktordan kanser olduğunu öğrenip bayılan veya ağlayan bir karakterle başlamadı; biliyorum. Eğer sizi hayal kırıklığına uğrattıysam şimdiden özür diliyorum. Evet, büyük ihtimalle neden ağlamadığımı, feleğin oyununa sövmediğimi veya isyan falan etmediğimi merak ettiğinizi de hissediyorum.

Şu an mutlu olmamı büyük ölçüde, bana her zaman destek veren doktoruma ve daima yanımda olmuş olan aileme borçluyum. İsyan etmedim, çünkü, geri kalan ömrümü kesinlikle ahmakça bir küslükle geçirmek istemiyordum. Doktorum, daha iyi bir tedavi için bana çeşitli nükleer tıp çözümleri sunsa da, bir iki kez o seanslara gittikten sonra, tedaviyi bırakmaya karar verdim. Ailem her ne kadar üzülseler de beni anlayışla karşıladılar. Çünkü o seans sırasında benim gibi hasta insanların umutsuz, çaresiz bakışlarını gördükçe, ister istemez ben de çok etkileniyordum.

 
Çaresizlik ve umutsuzluk bulaşıcı bir hastalık gibidir. Yanınızda eğer bu tür çaresiz ve umutsuzluğun pençesinde insanlar olursa, siz de yavaş yavaş solduğunuzu hissediyorsunuz. Tüm renkler gri tonlarına dönüşüyor, ve hiçbir şey tat vermiyor.


Tedaviyi bıraktıktan sonra, bol bol doktorumla görüştüm. Kendi çapında beni kontrol etmek istiyordu tabiî ki. Ben de buna sesimi çıkarmıyordum. Ama artık bu kontrollere bile ihtiyacım olmadığını anladım.


İşte bir Mayıs ayıydı, kendi kendime bir karar vermiştim. Hiçbir tedavinin, hiçbir kemoterapinin ve ilacın veremediği o çareyi bulmuştum güneşli Mayıs ayında. Sözlerle anlatılamayacak kadar derin bir huzur hissettim içimde.

Çünkü, farkına vardım.

Farkına vardım evet; dünyadaki herkes gibi değil de daha farklı bir yaşamın kapısından geçtiğimin. Her ayrıntıda, her gözyaşında ve günbatımında mutluluktu gördüğüm. Mutluluk ve huzur, kol kola adeta etrafımı sarmış, delice bir ışıkla gözlerimi kör etmişti. Evet, belki diğer insanlardan daha az yaşayacağım; ama daha dolu yaşıyorum. Diğer tarafa yaklaştıkça, sanki diğer taraf da bana yaklaşıyordu; tüm soyut güzellikler gözümün önünde açılıyordu. Her güneşin doğuşunu, son gündoğumu gibi karşılamak, inanın üzüntü yerine mutluluk veriyor. Çünkü normal bir insanın göremeyeceği şeyleri görüyorum gündoğumunda. Size, bunu test etmenizi söyleyemem; şayet kanser olmanız ve kısa süre içinde ölüyor olmanız gerekir. Bu hastalığa yakalanmadan önce, türlü türlü kişisel gelişim kitaplarında mutlu olmanın yollarını okudum, fakat hiçbiri şu an yaşadığım huzuru bana tattıramadı.

Yıllarca iyi bir yaşam için çabaladım durdum. Yaşım da o kadar olgunluk verecek düzeyde değil aslında; 24 yaşındayım. Kimileri için “kısacık olan” bu ömre ben birkaç yüz hayat sığdırmayı başarıyorum her gün. Bu yüzden, küstahlığımı bağışlayın, sizden daha mutlu olduğuma inanıyorum. Ve her gün asık yüzlü insanlar gördükçe onlara acıyorum. Kızamıyorum onlara, çünkü rüyada iken rüyada olduğunu bilmeyen kayıp ruhlar gibi, önlerindeki güzellikleri sadece seyretmekle yetiniyorlar. Çimlere uzanmak yerine, çimlerin üzerine serpiştirilmiş plastik masalarda çaylarını içiyorlar. Başkalarının maceralarını, yaşamlarını gıptayla okuyorlar kitaplardan; kendi maceralarını görmezden gelerek. Mavi yerine gri gökyüzünü tercih ediyorlar ve suçu hayata atıyorlar.


Keşke onların her birini sarsabilsem. Onların “bakmayan” gözlerini göğe, yere ve kendilerine çevirtebilsem.
Buradan aileme tekrar teşekkür etmek istiyorum. Onların üzülmesini hiç istemezdim. Ama onlardan beni anlamalarını bekliyorum. İnsanlar, hayatı hep günlerin çokluğuyla hesapladıkları için, “dolu bir hayat” olgusu onlara çok yabancı geliyor. Herkes gibi onlar da benim için uzun bir ömür isteyip duruyorlar. Onları suçlayamam. Onları üzmemek için uzun ve sıkıcı bir ömür dileyebilirdim kendim için. Ama gerçekler, bazen dileklerin önüne geçebiliyor. Hepinizi çok seviyorum.

Çantamı alıp, gitmeye karar verdim güneşli bir Mayıs ayında. Beni onaylamanızı beklemiyorum; ne de olsa ailemi üzecek bir davranış gibi duruyor yaptığım. Gidişimle üzülen birçok insan olacak arkamda. Kızgınlıktan veya küslükten gittiğimi zannetmeyin. İnsanları bu hale getiren sistemden bile nefret etmiyorum.

   
Ama kalırsam, yavaş yavaş gözlerimin kapandığını, sonbaharda kasvetle savrulan yapraklar gibi solduğumu göreceksiniz. Ve ben de uzun uzun sizin üzüleceğinizi göreceğim. Bu hayattan ayrılana dek, başımda uykusuz gözlerinizi ve o gözlerden akan damlaları görmek istemiyorum. Sizi, hep mutlu ve güneşli bir Mayıs ayında hatırlamak istiyorum. Adeta hafif solmuş bir portredeki gülen simalar olarak durmanızı istiyorum hatıralarımda. Belki gidişimle size de – haddim olmayarak- bir şeyler anlatmayı başaracağım. Yüreğinize izin verin, bu yazıyı adeta bir manifesto olarak görsün.


Hayatın tüm telaşına ve griliğine rağmen, inadına mavi gökyüzünü arayın yukarınızda. Her ayrıntıda huzuru görün; biliyorum bu düzende çok zor bir şey; ama başarabilirsiniz.

Beni de, güneşli bir Mayıs ayında çok çok uzun bir seyahate çıkmış divane bir genç olarak hatırlayın.
   
                        Sevgiler, Özgür.




7
Ejderha Mızrağı / Seri hakkında birkaç soru
« : 31 Ekim 2015, 23:22:46 »
Bu aralar, yıllardır uzak kaldığım fantastik edebiyat raflarının üzerindeki tozu üfledim ve kendimi bu dünyalara attım. Ölüm kapısı serisi'ne başladım ve 3. kitaptayım.

Bir yandan da, bu seri bitince kendimi Ejderha Mızrağı serisine adamaya karar verdim. Fakat gariptir ki, bu kitaplar basılmaz olmuş! Aman tanrım didim.

Neyse, konu şu ki; uzun zamandır açmadığım üyeliğimin şifresini bir yerlerden buldum, ve bu foruma, belki hala bu kitapların alım-satımı yapılıyordur diye geldim. Fakat bir black-market tarzı, takas işlerinin döndüğü bir bölüm bulamadım. Var mı bu tarz kitapların alım-satım yapıldığı bir yer? Muhit?

Lütfen nadir kitap demeyin, kitaplar sahaflar arasında parçalanmış, set satan kimse yok; haliyle o kitabı başka sahaftan, bu kitabı farklı sahaftan alayım derken; kargo fiyatları kitap fiyatlarını geçer oluyor.
Eğer bunun için kurulan bir facebook grubudur, ya da güzel bir sitedir varsa; yardımınızı dört gözle beklemekteyim.

Bu arada, kayıp rıhtımdaki okuma rehberi kafamı çok karıştırdı! Ejderha Mızrağı serisi; sadece Weis&Hickman'la sınırlı kalmamış, bir sürü yazar tarafından paylaşılan bir evren haline gelmiş. Böyle bir diyarda, hikaye anlatıcılarını iyi seçmek, yoldan çıkmamak için çok dikkat edilmesi gereken bir husus haline gelmiş. Weis&Hickman dışındaki hangi yazarlar iyidir? Okuma rehberindeki tüm kitaplar iyi midir?

Diğer bir soru: bu paylaşılmış evrende, karakterler de mi paylaşılıyor? Mesela Raistlin'i başka bir yazar kendi kitabına koyabiliyor mu? Yoksa aynı diyarlarda geçen farklı zaman ve karakterler mi işleniyor diğer yazarlar tarafından?

Uzun lafın kısası, cahilim. Lütfen beni bilginizle aydınlatınız.

Sayfa: [1]