Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - TheWalkingIdeas

Sayfa: [1]
1

       Margaret Atwood, “Damızlık Kızın Öyküsü”nü 1980’lerin başında kaleme almaya başladı. Kitabın bir kısmını Batı Berlin’de bir kısmını ise Alabama’da yazdı. 1985’te basılan kitap kadın haklarının üstüne durması ile önem kazandı. Başkalarının değişi ile “Feminist yönü güçlü roman” veyahut “feminist distopya”.

       Kitap için ilk söylemek istediğim çok rahatsız edici olması. Eser için söylenebilecek en kısa ve en anlamlı ifade “rahatsız edici”.  İnsani duygularını kaybetmemiş, birazcık vicdana sahip her erkek rahatsız olacak. Hatta erkeklerin okurken kadınlardan daha fazla rahatsız hissedeceğini düşünüyorum. Kurgu bir eser okurken hepimiz kendimizi ana karakter yerine koyarız. Hele ki bu karakter anlatıcıysa daha da içine gireriz. Le Guin’in de sıkça şikayet ettiği gibi edebiyat erkek karakterlerle dolu. Özellikle bilimkurgu ve distopya/ütopya türünde yazılmış eserleri düşünürsek kadın bir baş karakter bulmayı bir yana bırakın kadın karakter göremediğimiz bile oluyor.

     Karakterimiz her şeyin değiştiği o güne normal bir günmüş gibi başlıyor. Sigara almak için büfeye gittiğinde çalışan kişinin değiştiği eskisinin yerine genç bir erkeğin geldiğini görüyor. Para kullanımı yok, kredi kartı benzeri kartlar kullanılıyor. Kartını verdiğinde geçersiz olduğunu söylüyor genç çocuk, tekrar denemesini isterken parmaklarını kontrol ediyor. Fakat numara doğru, kartı iptal olmuş.

     Malum günden sonra kadınların tüm özlük hakları alınır. Kartları iptal olur, paraları kocaları ya da en yakın erkek akrabalarının hesaplarına yatırılır. Paraya, mülke sahip olma hakları ellerinden alındığı gibi aklınıza gelecek her özgürlükten mahrumdurlar. Yalnızca bir çocuk yapma aracı haline getirilirler, “Damızlık Kız” ismi verilir onlara. Kırmızı elbiseleri vardır. Sigara ve alkol yasaktır. Makyaj malzemeleri yasaktır. Kollarının görünür olması , açıkta kalması bile yasaktır. “Komutan” ismi verilen üniformalı yöneticilere ihtiyaçlarına göre verilirler. Verildikleri komutana göre isim alırlar “Fredinki, Gleninki, Warreninki..” gibi. Komutanın ismine “ki” eki getirilerek isimlendirilirler, eski isimlerini kullanamazlar. Kendi aralarında arkadaş olmaları, diyalog kurmaları çok kısıtlıdır. Dışarı yanlarında başka bir damızlık kız olmadan çıkamazlar. Damızlık kızları sözde eğiten ve kontrol altında tutulan yaşlı insanlara “Teyzeler” ismi verilmiştir. Teyze olmak isteyen onlarca insan vardır. Bu kadar kısıtlı bir dünyada ufacık bile bir yetki sahibi olmak önemli görülür. Her yer dinlenir, konuşmak fazlaca tehlikelidir. Kurallara karşı gelenler öldürülüp “Duvar” ismi verilen yere asılırlar, insanları korkutmak amacıyla.

     Atwood, George Orwell’dan ölesiye etkilenmiş, bu çok açıkça ortada. İyiki de etkilenmiş. 1984’ü okuduysanız Komutan, Fredinki ve Nick arasındaki ilişki size O’Brien, Julia ve Winston arasındaki ilişkiyi hatırlatacak. Olay örgüsü ve atmosfer 1984 ile çok benzer. Göz ismi verilen polisler vardır fakat kimin göz olup olmadığı anlaşılamaz. Göz’ler aynı 1984’teki “Düşünce Polisleri” gibidir. Polislere “Göz” isminin verilmesinin bile Orwell’in ev içindeki gözlerine ithaf olduğu düşüncesindeyim.

     Atwood eseri yazarken henüz Berlin Duvarı(1989’da yıkıldı) yıkılmamıştı. Ben toplum içindeki bu bölünmeden de etkilendiğini düşünüyorum. Kitabı okurken çok kötü hissettim ki zaten hissettirilmek istenen de buydu. Eser için her ne kadar “feminist distopya” dense de ben Atwood’un insan haklarını savunduğunu düşünüyorum. Her ne kadar erkek egemen bir toplum oluşmuş olsa da bu yalnızca yönetim kısmındaki erkeklerin ayrıcalığı halinde. Bu toplumu hiçbir erkek istemez. En bencil düşüncelerle bile istemez. Erkekler için de iyi bir dünya yok ortada.

     Kadını bir madde olarak görmek hiçbir insani değer ile bağdaştırılamaz. Oturup bir düşünmeliyiz, ben kadınlara karşı nasılım acaba, diye. Her ne kadar 1984’ten çok etkilenilmiş dediysem de kendi içinde özgün bir eser. Sadece kadını ele alışı bile özgün bir eser olmasını sağlıyor. Kitap bilinmezlik ile sonlanıyor. Bunu distopik eserlerde çok severim. Eser bitince sonunu tamamlamamız için bir fırsat sunuyor. Ben beğendim. Zor da olsa bulup okumanızı tavsiye ederim.

2
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Null-A Dünyası - A.E. van Vogt
« : 01 Nisan 2015, 02:31:07 »

Bilinmezliklerle Dolu Bir Roman

     “Otel odasının otuzuncu katından sıkıntılı bir şekilde dışarıya bakıyordu.” cümlesiyle başlar kitap. Gilbert Gosseyn’in otel odasının kapısı çalınır. Bir çocuk oteldeki toplantı için onu çağırır. Kısa bir zaman sonra Makine’nin oyunları başlayacaktır ve oyunlar süresince tüm polis koruması kalkacatır. Oteldeki toplantıda da üyelerin korunması üzerine bir toplantı gerçekleşecektir.

     Makine’nin yönettiği bu oyunlar sonunda kısmen başarılı olanlar için zenginlik ve mevki, en yüksek onurları kazananlar için ise Venüs’e gitme hakkına sahip olmak anlamına geliyordu oyunlar. Gosseyn, oteldeki toplantıya gider. Toplantı kaydı için bilgileri istenir. Bunun üstüne Gosseyn , “Gilbert Gosseyn, Cress Köyü, Florida, otuz dört yaşında, 1.85 boyunda, 80 kg ağırlığında, özel ayırt edici bir işareti yok.” der. Toplantı salonundan biri söylediklerine itiraz edip, kendisinin de Cress Köyü’nden geldiğini söyler. Şunları da ekler, “ Burada Gilbert Gosseyn isimli biri yoktur. Kendisi Patricia Hardie ile evli olduğunu ve onun vefat ettiğini söyler. Patricia Hardie, vefat etmemiştir, kendisini dün gördüm ve o başkan Hardie’nin kızıdır.”

     Toplantı gereği ve son söylenilenlerden sonra Gosseyn,yalan yarayıcısına ifadelerini doğrulatmak zorundadır. Söylediklerini yalan tarayıcısına aynen tekrarlar. Yalan tarayıcısı, anılarının doğru olduğunu, onun yalan söylemediğini fakat kendisine ait hiçbir bilginin sistemde mevcut olmadığını söyler. Bunun üzerine Gosseyn’in oteli terk etmesi kararı alınır ve otelden atılır.

     Bundan sonra bilinmezlikler içindeki Gosseyn’in kim olduğunu bulma arayışı başlar. Yukarıda söylediklerim kesinlikle spoiler değil. Çünkü önsözde bile yazarın kendisi karakterin kitabın ne kadarından sonra öldüğünü söylüyor ve bu bilgi kitabı okurken hiçbir açıklık kazandırmıyor ilerleyişe.

Bazı Kavramlar ve Anlam Örüntüsü

     Makine, bir dağın düzleştirilmiş doruğu üzerindedir. Kilometrelerce yükseklikte ve genişlikte devasa bir yapıdır. Kendi yapay zekası vardır. Geçmişi çok eskiye dayanır ve Venüs’e gidecek insanların belirlendiği “Oyunlar”ı düzenler. Oyunlar Null-A prensibine göre düzenlenir. İnsanlar Null-A prensibince sinir sistemlerini ve tabiki beyinlerini geliştirmeyi öğrenirler. Null-A sözcüğü, “Aristotalesçi Olmayan” anlamına gelir.

“Venüs’ün başkanı, meclisi, idareci grubu yoktur. Her şey gönüllüdür; her kişi kendi başına yaşar, ama gerekli işlerin yapılması için diğerleriyle bağlantıdadır. Ama insanlar kendi işlerini seçebilirler. Diyebilirsiniz ki, ya herkes aynı mesleği seçerse. Bu olmaz. Oradaki nüfusun tamamı, mesleklerini seçmeden önce, tüm yapılması gerekli işler durumunu gözden geçiren, sorumluluk sahibi vatandaşlardan oluşmaktadır.”
“Mesela, bir dedektif ölürse veya meslek değiştirmeye karar verirse, niyetini belirten bir ilan yayınlar ya da ölmüşse onun pozisyonuyla ilgili bir ilan yayınlanır. Eğer hala hayattaysa, dedektif olmak isteyen kişiler, onunla ve birbirleriyle, vasıflarıyla iligli olarak görüşmek üzere bir araya gelirler. Canlı veya ölü de olsa, yerine geçecek olan kişi, başvuranlar arasında yapılan bir oylamayla seçilir.”


Kurgu ve Kişisel Değerlendirme

     A.E. van Vogt tarafından 1945’te kaleme alınmıştır. Basımı 1948 yılında Simon and Schuster tarafından yapılan kitap aynı zamanda büyük bir yayınevinden ciltli olarak basılmış ilk bilimkurgu romanı olma özelliğini taşıyor. Aynı zamanda Fransa’da ilk defa çok satan listesine girip Fransızlara bilimkurguyu sevdiren eser.

     Kitabın en sevdiğim yanı kurgusundaki bilinmezliğin kitabın son cümlesine kadar sürmüş olması oldu. Gosseyn sürekli yeni insanlarla bağlantıya geçiyor, yeni şeyler öğreniyor fakat bir türlü benliğiyle ilgili net bilgiye ulaşamıyor. Sürekli bir karmaşa içinde ve yönlendirmelerle hareket ediyor. Belki kitabın son bölümüne değin neredeyse hiçbir şeyi bir kalıba oturtamıyorsunuz. Anlam ilişkisi son bölümde yavaş yavaş oturmaya başlayıp, kitabın tam anlamıyla son cümlesiyle beraber herşey yerli yerine oturmuş oluyor. Son cümle kafanıza kurşun sıkar misali bir etki yaratıyor benden söylemesi.

     Bölümler kısa kısa ve sanki farklı öyküler yazılıp sonradan birleştirilmiş misali bir düzende. Bazı bölümler hariç çoğu bölümün başında alıntılara yer verilmiş. Bu alıntılarda kimi zaman bilimsel bilgiler verilip kimi zaman da düşündürücü cümleler koyulmuş.

“İnsan sinir sistemi, yapısal olarak akıl almaz bir karmaşıklıktadır. İnsan beyninde, on iki milyar sinir hücresi ya da nöron olduğu tahmin edilmektedir ve bunların yarısından çoğu beynin kabuğundadır. Her biri sadece iki nöronluk gruplarla birbirine bağlı bir milyon beyin kabuğu sinir hücresi olduğundan yola çıkıp olası bileşimleri hesaplarsak, olası nöronlar arası bağlantı düzenlerinin on üssü iki milyon yedi yüz seksen üç bin olduğunu görürüz. Karşılaştırma olarak... büyün yıldızsal evren, belki de on üssü altmış altı atomdan fazlasını içermiyor.”

     Ayrıca bahsetmek isterim ki  yukarıda alıntıladığım Venüs tanımı, bana Mülksüzler’deki Anarres’i hatırlattı. Belki de Le Guin bu eseri okumuştur, olamaz mı? Tabiki olabilir. Bahsettiğim “Makine”, kitaba ufak bir Cyberpunk yan da katmıyor değil. Okuduğunuz zaman bunu siz de hissedeceksiniz. Bahsi geçen şehir atmosferi Blade Runner’dan çok farklı değil. Bahsedilen “Oyunlar” ise her ne kadar fiziksel olarak gerçekleştirilmese de doğal bir seçilim içeriyor. Bu yönünden de akla “Açlık Oyunları” gelebilir. Belli mi olur belki de hepsini etkilemiştir. Nihayetinde hepsinden önce yazılmış bir eser. Tek takıldığım nokta içerisinde onlarca yaratıcı fikir barındıran bir kitap neden böyle eksik kalmış hissettirdi ve bu kadar kısa. Eminimki günümüzde konu bulamamaktan şikayet eden yazarlar, bu kitaptaki yaratıcı fikirlerden 10 kitaplık bir seri yazarlardı.

     Ben kitabın kurgusuna hayran kaldım. Okurken düşündüğüm şey “Böyle bir şey yazmalıyım.” oldu. Öykü yazmaya geri döndüğümde bu kurgudan kesinlikle yararlanacağım. Yazım bakımından bana çok şeyler katacağını -kattığını- düşünüyorum. 1956 yılında “Null-A Oyuncuları” isimli bir devam kitabı da yazılmış eser için fakat Türkçe’ye çevrilmemiş.

     Çevirisinden memnun kaldım. Ufak tefek basım hataları var ama çok rahatsız edici değil, birkaç harf ve sözcük yanlışlığı sadece. Özellikle kurgusuna hayran kaldığım bu kitabı şiddetle öneriyorum. Farklı bir bilimkurgu eseri okumak istiyorsanız bu eseri edinin. Sona da bu alıntıyı bırakıyorum, umarım okurken keyif alırsınız.

“On dört ayar altından yapılma basamakları tırmandılar ve mücevher kakmalı platin kapılardan geçip yüksek duvarları ve kubbeli tavanının her santimetresi milyonlarca elmasla bezenmiş, muazzam antreye girdiler. Etki o kadar sersemleticiydi ki, Gosseyn, binayi yapanların kendilerini nasıl aşmış olduklarını görünce, şaşakaldı. Yapı inşa edildiğinde, insanları, o zamana dek zenginliğin özü kabul edilen, güya kıymetli olan mücevherlerin ve madenlerin, aslında diğer az bulunan maddelerden daha kıymetli olmadığına ikna etmek için, büyük bir kampanya başlatılmıştı. Yüzlerce yıl sonra bile, kampanya ikna edici olamıyordu.”

3
Korku & Gerilim Eserleri / Sonbahar Ülkesi - Ray Bradbury
« : 13 Mart 2015, 00:13:20 »

"    "Ama ölüm nedir? Başka bir oda mı? Mavi bir oda, yeşil bir oda, şimdiye kadarki bütün odalardan daha büyük bir oda! Ama anahtarı nerede?" Bu kitaptaki öyküler ya ölümle başlıyor ya da ölümle bitiyor.

     Ray Bradbury, korkunun, içimizdeki karanlığın, yıllarca birlikte yaşadığımız ama henüz farkına varmadığımız arzuların ve bunların davet ettiği dehşetlerin, "hepimizin bağrındaki cinayet"in, saflığın ve şeytaniliğin birlikte nefes alan öykülerini anlatıyor bize. Haritasını hep yanımızda taşısak da ziyaretimizi sürekli ertelediğimiz bir ülkeyi, sonbahar ülkesini anlatıyor. Mehmet Moralı'nın Türkçeye çevirdiği Sonbahar Ülkesi, ölüm hakkında okunabilecek en hayati kitaplardan biri.

     Fantazi, korku ve bilimkurgu edebiyatına damga vuran yazarlardan biri olan Ray Bradbury, 1920'de doğdu. Uzun yaşamına Fahrenheit 451 gibi bir distopyanın yanında sayısız öykü sığdırdı. Tüm hayatını kitaplara ve yazmaya adayan Amerikalı yazar, 5 Haziran 2012'de öldüğünde, arkasında Mars Yıllıkları, Resimli Adam ve Sonbahar Ülkesi gibi başucu kitabı olmaya aday birçok unutulmaz eser bıraktı. Stephen King ve Neil Gaiman gibi ustalar ondan ilham aldı. Uygarlığa yön veren toplumsal meseleler ile modern insanın bireysel sorunlarını bir arada işleyebilmesi ve insanın ruhunu donduran öyküleri eşsiz bir sıcaklıkla kaleme alması, Bradbury'nin en önemli özelliği oldu."

     İthaki'den çıkan son Bradbury kitabı olan "Sonbahar Ülkesi" ile ilgili ufak bir inceleme yazdım okumak isterseniz hemen alttaki linkten ulaşabilirsiniz.



Eserin sitemizde bulunan künye bilgilerine buradan ulaşabilirsiniz.


Sitemizde bünyesinde yer alan incelemesi için buraya tıklayın.


4
Başka Kurgular / Üç Gün - Yevgeni Zamyatin
« : 07 Mart 2015, 22:28:12 »

     On yıllarca kıymeti bilinmeyen, yazılmış ilk bilimkurgu ROMANInın(Biz) yazarı Zamyatin'in öykücülüğünün önemli örneklerinden biri Üç Gün. İletişim Yayınları tarafından 93 Mayıs'ında basılmış, bu tarihe yakın zamanlarda ise 3 eseri daha basılmış. Zamyatin'in Türkçe'ye çevirilmiş tüm eserleri, bu cep boy seride yer alan Üç Gün, Mağara, Taşkın ve Kuzey, Biz haricinde ise Stalin'e Mektuplar ve Sabaha Karşı Toprak Şifa Bulacak ile birlikte toplamda 7 eser.

     Üç Gün'ün çevirisi Mehmet Fehmi İmre'ye ait. Redaksiyon ise Ayşen Gür'e ait. Ben çevirisini çok beğendim; deyim yerindeyse kaymak gibi akıyor okurken. Zamyatin zaten fazlasıyla usta fakat çeviri de oldukça önemli. 52 sayfalık ufacık bir kitap Üç Gün,bir seferde su gibi okunup bitiyor.

     Zamyatin bu hikayesinde Potemkin zırhlısının mürettebatının Rus Devrimi esnasındaki isyanını ele alıyor. Ana karakterimiz bu isyan esnasında bir ticaret gemisinde bulunuyor. Her ne kadar Potemkin mürettebatından bahsediyor olsa da bunu Potemkin'den oldukça az bahsederek yapıyor. Zamyatin'in üzerinde durduğu konu daha çok isyanın halk üzerindeki etkisi. Kurgusu oldukça hoşuma gitti, ana karakter gemisiyle Odessa'ya yaklaşır. Karaya çıkmaları için bazı izinler gerekir, hallolur ve bir gün sonra karaya ayak basarlar. Gezip, dolaşıp içerler. Bir süre sonra olaylar patlak verir. İsyan başlar, ateş açılır ve etraf ateşe verilir. Kalabalık ne yapacağını şaşırır, karakterimiz ile arkadaşı güç bela yollarını bulurlar ve gemilerine dönerler. Sonrasında Potemkin zırhlısının hamlelerini beklerler.

     Öyküden her ne kadar "öykü" diye bahsetsek de aslına bakılırsa oldukça biyografik öğeler içeriyor. Ben eseri alırken öykü olduğunu varsayarak almamıştım zaten tarihi bir şeyler bekliyordum,beklediğim gibi de oldu. Zamyatin'in çevre tasvirinin ne kadar güçlü ve içe işler olduğunu Biz'i okuyanlar bilir. Halkın tükenmiş ve umursamaz halini, şehrin ve rıhtımın durumu, yangını ve askerlerin bilinmezlik içindeki durumlarını hayran bırakıcı şekilde yazmış.

     Bulursanız, elinize geçerse almanızı tavsiye ederim, bir seferde su gibi akan bir kurguyla bitiveriyor. Zamyatin'in öykücülüğünden de güzel bir örnek okumuş olursunuz.

5
Sinema / The Fly "Sinek" - 1986
« : 23 Şubat 2015, 12:01:09 »

     1986 yapımı bu filmi konusunun özgünlüğünden ötürü uzun süredir merak ediyordum. İzleme fırsatını daha yeni bulabildim. Yönetmenliğini David Cronenberg'ın yaptığı filmin başrolleri Jeff Goldblum ve Geena Davis' ait. Goldblum'u Jurassic Park ve Independence Day fimlerinden hatırlarsınız. Geena Davis deyince ise Beetlejuice "Beterböcek" filmi gelir sanırım aklınıza.

     Film, 50-71 yılları arası bilimkurgu eserleri veren George Langelaan'ın 1957 yılında yazdığı aynı isimli kısa hikayesinden uyarlanmış. Ben de kendisini bu film sayesinde tanımış oldum. Bu kısa hikayenin PDFini bulan arkadaşlar konuya link bırakırlarsa sevinirim, İngilizce'si iyi olan arkadaşlar belki okumak isterler. Film bittikten sonra "Bu eseri kesinlikle yazılı olarak okumalıyım" dedim. Keşke çevrilse de İngilizce'sine güvenmeyen benim gibi arkadaşlar da okuyabilse.

     1957'de yazılan bu kısa hikayenin çekilen ilk filmi değil. 1958 yılında da bir film çekilmiş ; filmi seyretmedim fakat iyi eleştiriler okumadım, pek bir beklentim yok. -Film iyi olsa tekrar çekmezlerdi de diyebiliriz-

     Film, "En İyi Makyaj" dalında Oscar almış. İzleyince bunu kesinlikle hak ettiğini anlayacaksınız. Gerçekten muhteşem bir iş var ortada ; bilgisayarla bile yapılması saatler sürecek olan çalışma, plastik makyaj ile yapılmış, bence bir sanat eseri çalışması bile sayılabilir. Ayrıca Jeff Goldblum, bu filmdeki oyunculuğu ile Satürn Ödülleri'nde "En İyi Aktör" ödülünü kazanmış. Film ise Satürn Ödülleri'nden "En İyi Makyaj" ve "En İyi Korku Filmi" ödüllerini kapmıştır.

     Biraz da filmden bahsedeyim. Seth Brudle, kendini laboratuvarına kapatmış bilimsel çalışma yapmaktan başka bir hayatı olmayan bir bilim adamıdır. 20 yaşında neredeyse Nobel'i kazanacak kadar parlak bir bilim insanıdır. Tek başına 6 senedir yürüttüğü çalışmasının gizliliği için kimseyi labarotuvarına sokmaz. Bilim insanlarının toplandığı bir etkinliğe gider. Orada bir gazeteci olan Veronica Quaife (Geena Davis) ile tanışır, kendisinden oldukça hoşlanır. Evine davet eder, Veronica gazeteciliğini düşünerek -aslında adamın gizliliğini çekici bulmasından ötürü- kabul eder.

     Seth, çalışmalarından bahseder, etrafı gösterir ve çalışmasını anlatır. Veronica önce inanmaz, sonra ise kabul eder. Bu arada konuşmalarını kaydetmiştir. Gazeteye gidip bunun haberini yapacağını söyler, Seth itiraz edip engel olmaya çalışsa da başaramaz. Veronica, gazeteye gider kaydı dinletir, durumu anlatır. Ciddiye alınmaz. Bunun üzerine Seth, Veronica'ya "Bir dergi yazmaktansa bir kitap yaz, çalışmamın başından sonuna dek yanımda ol, her şeyi kaydet" der. Veronica, Seth'le beraber yaşamaya başlar. Çalışmalar oldukça iyi ilerlemektedir. Fakat Seth, çalışmayı kendi üzerinde dener ve bir problem yaşanır. Gerisi spoiler olur yazmıyorum :)

     Bence film, bilimin arayışları üzerine işlerine benliklerini vermiş bilim insanlarının korkularını sorguluyor, eleştiriyor. Bilim insanlarının çalışmalara kendilerini ne denle kaptırdıkları ve belki de gözlerini kör edercesine çalışmaya saplandıkları anlatılıyor. Film çekildiği yıl göz önüne alındığında oldukça iyi ki bence bilmeyen birine 2005 yapımı desek sorgulamaz. Senaryo -hikaye- oldukça özgün. Ben pek beğendim filmi, biraz olsun bilimkurgu seven herkesin hoşuna gidecektir. İzlemenizi tavsiye ederim.


6
Başka Kurgular / Akbaba - Kafka
« : 18 Şubat 2015, 22:58:41 »

     Akbaba, Dost Kitabevi’nden bizlere sunulan Babil Kitaplığı’nın 18. kitabı. Kafka’nın bu eseri Dava ve Şato çevirileri ile tanıdığımız Kamuran Şipal tarafından Almanca öz dilinden çevirilmiş. Borges’in hazırladığı 30 eserlik Babil Kitaplığı’ndan okuduğum ilk eser oldu. Bence muhteşem olan Borges önsözü ile başlayan kitap 11 adet Kafka öyküsüyle devam ediyor. Önsözden ufak bir alıntı yapacağım ve öykülerin ismini yazdıktan sonra ufak bir parça bahsedeceğim kitaptan.

“...Kafka ise, kendisine büyük ün kazandıran roman ve anlatıları yakması için Max Brod’u görevlendirdi. Bu bildik olaylar arasındaki yakınlık, eğer hata yapmıyorsam, yanılsatıcıdır. Vergilius, dostlarının inanç dolu itaatkarlığına, Kafka ise Brod’a güveniyordu. Ancak Shakespeare’in eserlerinin baskısından çok temsiline ilgi gösterildiğini, onun için asıl önemli olanın sahne olduğunu belirtir. Öte yandan, kitaplarının yok edilmesini isteyen hiç kimse bu işi bir başkasına bırakmaz. Kafka ve Vergilius bunu istemiyordu; tek istedikleri bir yapıtın kişiye yüklediği sorumluluktan bağışık olmaktı.”

Kitaptaki Öyküler:

1- Akbaba
2- Bir Açlık Şampiyonu
3- İlk Acı
4- Melezleme
5- Kent Arması
6- Prometheus
7- Gündelik Bir Şaşkınlık
8- Çakallar ve Araplar
9- On Bir Oğul
10- Akademi İçin Bir Rapor
11- Çin Seddi’nin İnşasında

“Bir Açlık Şampiyonu” isimli öykü Ceza Sömürgesi’nde var. “Çin Seddi’nin İnşaasın’da” ise sanırım Altı Kırk Beş tarafından aynı isimle basıldı. Başka kitaplarda varsa da öykülerden bildikleriniz yazarsanız memnun olurum.

     Öyküleri tek tek yazıp bahsetmeyeceğim. Hatta bazı öykülerin bir kelimesini bile yazmak istemiyorum. Yanlış anlamayın, beğenmediğim için değil aksine hayran olduğum için bir saniyesinin bile zevkini kaçırmak istemem. Kitaba ismini veren öykü “Akbaba” ufacık 1,5 sayfalık bir öykü, adeta devasa bir eserin bağrından koparılmış bir dialog gibi. Ufak ama akıl dolu, Kafka gerçekten birkaç satırda dakikalarca düşündürmeyi, beynimizi KIRBAÇlamayı muntazam şekilde başarıyor.

     Prometheus isimli öykü mitoloji severler için olayların farklı yorumuna ilişkin belirgin izlenimler sunuyor. On Bir Oğul, öyküsünü okurken ise benliğini parçalara bölüp bireyselleştirmiş gibi hissettim. Çünkü bahsettiği özelliklerin ve yargıları bazılarının içine girebilirken veyahut en azından “ben de böyle miyim” diyebilirken ; kesinlikle tamamen birine dahil edemedim kendimi.

     En sevdiğim ki bence kitaptaki en muhteşem öykü “Akademi İçin Bir Rapor”. Hakkında bir şey yazmak bir yana çözümleme yapmak bile istemiyorum. Kitabı bulun okuyun veya öyküyü başka kitapta bularak okuyun. O da mı yok, internette PDF’sini bulun ve okuyun. Bitirin, oturup düşünün ve tekrar okuyun. Kurgusu, teması ve konusu ; hangi özelliğini sayabilirseniz sayın hepsi için sadece “sanırım bunlar için söylenecek doğru kelimeyi bilmiyorum” diyebilirim, diyebilirsiniz. O sözcüğü de biliyorsanız lütfen bu başlık altına yazın.

     Bazı öyküleri birkaç kez okumanız gerekebilir, şayet kimi öykünün sonunda “ne demek istedi şimdi?” dediğim olmadı değil. Kafka’nın zihnindeki labirentten çıkabilmek oldukça güç fakat bunu başardığınızda da bir o kadar zevkli, belki biraz da gurur verici. Farkındalık sağlamak için illaki bir Distopya yazmak gerekmediğinin ve bu farkındalığın fantastik unsurlarla oldukça harika bir şekilde sağlanabileceğinin çok büyük bir kanıtı bence Kafka.

     Kafka, eserlerinin yükümlüğününden kurtulmak için eserlerin ancak ölümünden sonra basılabilmesini sağladı. Yükün altında ezilir miydi ; dimdik durur muydu bilemiyorum ama belki de Borges gibi insanlar biraz olsun o karanlığa batmış ruhunu aydınlığa çıkarıp gülümsetebilirdi diye düşünüyorum.



7

     Kadınlar Rüyalar Ejderhalar, sevgili ninemiz Le Guin tarafından 73-88 yılları arası yazılmış 13 denemeden oluşuyor.Kitap hakkında nette olumsuz eleştiriler okumuştum almadan önce ve garipsemiştim. Çok ilginç yorumlar vardı, “Roman değil sakın almayın.” , “Başlıklardan hiçbiri birbirine benzemiyor.” gibi. Bu kafa yapısı üzerine bilimsel araştırma yapmak gerek.

     Bir Le Guin okuruysanız, bir Bilimkurgu ve Ütopya/Distopya okuruysanız kitabı okurken oldukça büyük zevk alacaksınız. Yerdeniz serisi harici okumadığım ve oldukça bilgi sahibi olmadığım hiçbir kitaba bu kitap içinde rastlamazken okurken hayranlık duyduğum onca kitap hakkında Le Guin’in adeta zihnine girerek düşüncelerini öğrenmiş oldum. “Zihnine girmek” diyorum çünkü kimsede bulamayacağınız kadar samimi. Kitaplarını okuyarak Le Guin’i zaten tanıyoruz fakat burada kurgudan arındırılmış olarak düşünceler en saf halleriyle mevcutlar. Le Guin’i tanıdığınızı düşünüyorsanız kitap bittikten sonra “tam anlamıyla tanımıyormuşum işte şimdi tamamlandı” diyeceksiniz.

     Le Guin sevdiği ve açıkca hayranlık beslediği belli olan yazarların eserlerinden alıntılar yaparak ve bunları yorumlayarak ilerlemiş çoğu denemesinde. Virginia Woolf’a olan hayranlığı beni oldukça büyüledi. En sevdiğim denemesi “Bilimkurgu ve Bayan Brown”. Bu denemede Woolf’un bir trende karşılıklı oturup yolculuk boyunca dinleyip, gözlemleyip ismini bilmediği için kendisine “Bayan Brown” adını taktığı kadını kullanmış Le Guin. Bayan Brown üzerinden roman tahlili yapmış ve bilimkurgu ile bilimkurgu romanı üzerindeki farkı açıklamış. Eserlerdeki karakterlerin Bayan Brown olup olamaması üzerine yaptığı değerlendirmeler gerçekten muhteşem.

     Zamyatin’in Biz’i için “Yazılmış ilk bilimkurgu romanı” demesi ve Biz hakkında tahlilleri kitabı okuduysanız çok daha anlamlı oluyor. Az veya çok kimlerden bahsetmemiş ki. Philip K. Dick’in Yüksek Şatodaki adamının neredeyse Biz kadar başarılı olduğunu söylerken bir sonraki sayfada Stanislaw Lem’in öneminden bahsetmiş.

     Tolkien’den ise öyle çok bahsetmiş ki bu konuda eksik olmaktan utanç duydum. Filmleri onlarca kez izledim fakat eserleri yazılı olarak okumadım.Gollum-Frodo-Sam-Baggins 4’lüsü hakkında analizi daha önce farkına varmadığım ve eleştirdiğim bir durumu açıklığa kavuşturdu. Okudukça hayranlığınız artıyor ve her okumadan sonra kitabı kenara koyarken kapaktaki o içten fotoğrafına baktıkça daha fazla sevgi besliyorsunuz kendisine karşı.

     Denemeler oldukça fazla toplumsal eleştiri içeriyor fakat kimisi evrenselken çoğu Le Guin’in de bahsettiği gibi Amerikan -”k ile”- toplumuna yöneltilen eleştirilerden oluşuyor. Başka hoşuma giden bir kısımda insanların Fantastik edebiyata olan yaklaşımını olabildiğince ayrıntısına değin eleştiriyor. Yanlışları ve çözüm yollarını sunuyor. Kimi yerde yazarlık maceralarından bahsediyor, kimi yerde Yerdeniz’i nasıl yazdığını.

     Yazdıklarını nasıl bulduğu konusunda fazla ısrar edilmesi durumunda hemen ufak bir kurgu yazıp sonrasında ise bu alıntıdakileri söylediği kısım eğlendirdi beni. “Bir önceki cümleyi yazana kadar bunları bilmiyordum. Yoksa biliyordum da hiç düşünmemiş miydim? Bir isim nedir ki? Çok şeydir.”

     Le Guin için “Tanıdığım en güzel kadın” diyorum. O ise kendisini ev ve yazı işlerinde yetenekli bir bilimkurgu yazarı olarak tanımlıyor. Kitap için “Le Guin’in zihninde eşsiz bir yolculuk yapmak” diyebilirim.

     Okuyun, okutun hatta başucu kitabınız yapın, yanınızdan ayırmayın. Düşünün, sorgulayın, bilimkurgu okuyun ama “bilimkurgu romanı” okuyun.

Not: Kroeber'i özellikle "K." şeklinde yazmadım. Bir dergi "Ursula"yı U. şeklinde kısalttığı için rahatsızlık duymuş ben de tüm sözcüklerin tamamen yazılmasının doğru olacağını düşünerek yazdım.

8
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Ateş ve Buz - Ray Bradbury
« : 14 Şubat 2015, 01:23:14 »
Yükte Hafif Pahada Ağır



     Bu ara hayli öykü kitabı okudum. Sırada da Bradbury’nin Nisan Yayınları’ndan 86 senesinde çıkan Ateş ve Buz’u var. Kitabın içinde 3 öyküsü var Bradbury’nin: “Göl” , “Cenazeci” ve kitaba ismini veren asıl ve en uzun öykü “Ateş ve Buz”. Başlık yazarken kitap ve yazar ismi haricinde pek bir şey yazmam genelde ama bu kitap için özel olarak “Yükte hafif pahada ağır” başlığını yazmayı tercih ettim çünkü tam anlamıyla karşılığı bu. 80 sayfalık bu ince ve hafif kitap, içindeki öykülere bayılmam haricinde bence çok şahane bir tasarıma sahip. Kitabı bitirdim fakat arada bir elime alıp bakıyorum, sadece bakmak için ; çok basit ama gerçekten çok hoş bir tasarıma sahip.

     Göl isimli öykü Bradbury’den okuduğum en naif öykü. Cenazeci isimli öykü ise Bradbury’den okuduğum en gotik öykü oldu. Ama asıl hayran kaldığım öykü ise Ateş ve Buz, bu öykü -daha okumadığım bir çok öyküsü var evet- şuana kadar okuduğum en sevip hayran kaldığım Bradbury öyküsü oldu. Kısacası enlerin bir araya gelmesi ile “Yükte hafif pahada ağır” tanımlaması yerini bulmuş oldu.

     İlk iki çok kısa öykü ile ilgili fazla bir şey diyemeyeceğim ne desem spoiler olup keyif kaçırır. Sadece şunları diyebilirim: Göl isimli öykü, insani duygularımızı depreştirirken Cenazeci isimli öykü ise biraz içinimizi ürpertiyor.

Ateş ve Buz

     Bir grup bilim adamı uzun çalışmalar sonucu yaptıkları uzay aracı ile dünyadan kaçıp güneşten sonraki gezegene gelirler. Bu gezegen çok büyük günlük sıcaklık farkına sahiptir. Gezegen bir sıcaktan kavrulur bir soğuktan donar. İnsanlar için pek elverişli değildir, pek yaşanmaz haldedir. Sadece günün 1 saati dünyadaki şartlara benzer şartlar oluşup bahçeler oluşup çicekler açıp ağaçlar meyve verir. Buzullar, karlar erir nehirler oluşur...Yaşam koşulları sadece 1 saatliğine yaşanabilir hale gelir. Bu 1 saatlik zaman dilimi harici gezegende yaşayan insanlar mağaraların çok derin yerlerine kaçarak bu kötü şartlardan kendilerini korurlar.

     Tek problem bu da değildir. Bundan daha önemli bir probleme sahiptir bu şanssız insanlar. İnsan ömrü sadece 8 gündür. İnsanlar bu 8 günlük sürece doğar, büyür-gelişir ve ölür. Bu yaşam döngüsü çok hızlı gerçekleşir. Buna bir çözüm de bulunamaz çünkü insanlar bu kadar kısa sürede yeterli bilgi birikimine ulaşıp sorunu çözecek kadar ilerleyemeden ölür. Bununla ilgili çalışan kendince kendilerine “bilim insanı” ismini takmış ufak tefek çalışmalar yapan insanlar bulunur. Fakat bunların da sayısı çok azdır ve bu insanlar çalışmalarını yeterince sürdürecek kadar gönüllü bulamazlar. Bunun da nedeni diğerlerinin bilim insanlarını bu gezegene gelmelerinden ötürü suçlu bulmalarıdır, onlardan nefret ederler.

     Kimse bu 8 günlük kısa ömrünü sorunu çözmek için harcamak istemez çünkü bu sorunun çözümü ancak ileriki nesillerde gerçekleşebilecektir. Bu gayede çalışmak istemeyen insanlar sadece ömürlerini harcadıklarını bunun kendilerine bir yararı olmayacağını düşünürler, bencilce davranırlar ve sorunun çözümü konusunda kayıtsız kalırlar. İnsanlar doğar, yiyip içer, çocuk yapar ve çocuklarının daha doğru düzgün geliştiklerini bile göremeden buruşarak ölür. Herkes soruna kayıtsız kaldığı için de bu döngü tekrarlanır durur. Ayrıca bu insanlar daha annelerinin karnındayken nesilden nesile aktarılan bazı imge ve görüntülerle hızla öğrenmeye başlama gibi bir özelliğe sahiptirler.

     İnsanlar yaşadıkları her saniye gözle görülebilir şekilde yaşadıklarından barındıkları mağaralardan da yavaş kaldıkları gerekçesiyle yarım saatlik mesafeden fazla uzaklaşıp çevrelerini keşfedemezler. Zira yarım saatlik gidip yarım saatlikte dönme süresi bırakmak zorundadırlar ; güneşin kavurucu sıcağında erimemek için. Zaten yalnızca o 1 saatlik normal şartların yaşandığı sürede dışarı çıkabilirler. Herkes bu 1 saatlik dilimi tıka basa yiyerek, sürekli sürekli yiyerek geçirir. Durmadan yerler, ağızları hiç boş kalmaz. Bu gezegene geldikleri uzay gemisi uzakta çok güçlükle görülür. Mesafe fazla olduğundan kimse gitmeyi denemez, gidenlerden ise ulaşabilmeyi başaran olmamıştır.

     Ana karakterimiz Sim, öykünün başında gözlerini açar ve gözlemlerini aktarmaya başlar. Kısa sürede büyüdükçe farkındalığı artar. Kendini öğrenmek zorunda hisseder. Bilgi açlığı çeker. Sim, diğer insanlardan biraz farklı düşünen biridir. Diğerlerinin davranışlarını yadırgar. Günler geçtikçe yaşama karşı açlık duyar, daha fazla yaşamak ister.Sorunun çözümü üstüne kafa yorar. Diğerleri de Sim’i yadırgar haliyle. İşte öykümüz Sim’in farklılığından doğan meraki ile doğuşundan hikayenin sonuna değin süren macerasını anlatıyor.

     Öykü bir yandan insanların bencilliklerini yargılarken bir yandan toplumsal bir hiciv sunuyor. Bir yandan ise insanlığımızdan ötürü doğuştan sahip olduğumuz kötülüklerden bahsediyor. Öyküyü okurken de bitirince de kesinlikle öykünün senaryolaştırılıp sinemaya aktarılması gerektiğini düşündüm. Daha nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama son zamanlarda onlarca öykü okudum, en etkilendiğim öykü bu oldu. Bitireli saatler oldu hala daha öyküyü düşünüyorum.

     Bu öykü ve diğerleri başka Bradbury kitaplarında var mı bilmiyorum, bu konu hakkında bilgi sahibi olan arkadaşlar varsa konu altına yazmalarına çok sevinirim. Bu kitabı ve özellikle bu öyküyü okuyun. Lütfen okuyun.


9
Başka Kurgular / Altın Böcek - Edgar Allan Poe
« : 12 Şubat 2015, 00:52:06 »

     Kitabı şans eseri bulup aldım diyebilirim, cumartesi günü Doğukan’la (Denaro Forbin) otururken Nadirkitap’ı karıştırıyordum. -Bir sürü kitap alıp doymadık- Baktım bildiğim bir sahafta bu kitap var, Varlık Yayınları ve eski baskı -herkes gıcır gıcır kitap sever ben sararmış yapraklı seviyorum- olunca kalkıp gidelim dedim, hem de iki tane varmış gidip aldık. Şansıma 60 senelik kitap baskıdan çıktığı gibi duruyordu, yaprakları bile birbirine yapışıktı ben maket bıçağı ile ayırdım. İyi ki almışım. Poe’nun tüm şiirlerini okumuştum fakat hiç öyküsünü okumamıştım, son zamanlarda okuduğum en harika öykü kitabı. (Bilimkurgu öykülerini de arıyorum elinde bulunan varsa bana ulaşabilir.)

     1955 baskısı, 109 sayfalık cep boy olan bu kitapta 2 adet harf hatası hariç hata görmedim. Buna dikkat çekmemin nedeni yıl 2015, onlarca bilgisayara ve teknolojiye sahibiz fakat yeni baskı kitaplarda onlarca hata bulabiliyoruz. Belki de bu teknolojik ilerleme, bu özenin kaybolmasına neden olmuştur.

     Bu öyküler hem şaşırtıp hem korkuturken hem de merak uyandırmayı başarıyor ayrıca Poe’nun zekasını ortaya koyuyor.

Kitap uzunlu kısalı 8 Poe öyküsünden oluşuyor, isimlerini sıralayıp tek tek bahsedeyim:
-Altın Böcek
-Kızıl Ölümün Maskesi
-Aksak Kurbağa
-Doktor Tarr ve Profesör Fether’in Sistemi
-Mustatil Sandık
-Sfenks
-Kara Kedi
-Bir Hafta İçinde Üç Pazar


Not: Doğukan, Poe’nün tüm öykülerinin toplandığı kitapta bu öykülerin hepsinin olduğunu söyledi.


Altın Böcek

     En uzun ve kitaba ismini veren öykü. Ana karakterimiz William Legrand, varlıklı bir aileye mensup fakat servetini kaybederek yaşadığı yerden uzaklaşmış, hizmetkarı ile birlikte Sullivan adasına taşınmış biridir. Öykü Legrand’ın arkadaşının ağzından anlatılıyor. Legrand, böcek koleksiyonculuğuyla kafayı bozmuş, okumuş -tahsilli- biridir. Sullivan Adası, sert kıllı hurma ağaçları ve genelde mersin ağaçlarıyla kaplı ufak bir adadır.

     Arkadaşı, bir gün Legrand’ın evine gider. Legrand evde yoktur, bir süre onu bekler. Legrand çok heyecanlı bir şekilde arkadaşını karşılar. Yeni bir böcek türü bulduğunu heyecanlı bir şekilde anlatır. Bundan sonra bazı süre gelen olaylar olur, bir şifre bulunur ve çözülmeye çalışılır. Şifre çözülür ve hedefe ulaşılır. Bundan sonrasında Legrand ve arkadaşı otururlar. Legrand anlatmaya başlar başından sonuna dek; hangi ipucuna nasıl ulaştı, nasıl bilgi topladı ve şifreyi nasıl çözdü, anlatır. Bu son kısım bana çok keyifli geldi. Ve öyküyü çok sevdim.

Kızıl Ölümün Maskesi
     
     “Kızıl Ölüm” isimli bir hastalık bir memleketi sarar. Önceleri çok ciddiye alınmayan hastalık iyice yayınlınca kral sarayının tüm giriş çıkışlarını kapatır ve inzivaya çekilir fakat sarayda kadından şaraba, eğlenceden soytarıya değin her şey eksiksizdir. Halk dışarıda hastalıktan kırılırken kralın umrunda olmaz. Bir gün bir balo düzenlenir…


Aksak Kurbağa

     Şakaya çok düşkün, oldukça şişman -hangi kral zayıf ki- kral ve 7 vezir -yardakçı- … Büyük bir bayram dolayısıyla bir balo düzenlenecektir, kral özgün bir fikir arar fakat kararsızdır. Soytarısı olan Aksak Kurbağa’yı çağırır -Sakatlığı gerçekten kurbağa gibi sekmesine neden olduğu için bu isim verilmiş- özgün bir fikir bulmasını ister. Aksak Kurbağa’yı huzuruna çağırmışken kendisine kötü davranır ve Tripetta’ya vurup suratına şarap döker. Tripetta, soytarı ile aynı memleketli olup onun tek dostudur. Bu sırada soytarının aklına güzel bir balo fikri gelir. Krala anlatır, kral kabul eder ve hazırlıklar yapılır…

Doktor Tarr ve Profesör Fether’in Sistemi

     Karakterimiz Fransa’nın güneyini gezerken, yol arkadaşıyla beraber adını meslektaşlarından sıkça duyduğu bir akıl hastanesinin yakınından geçmekte olduğunu fark eder. Yol arkadaşına kısa bir süreliğine yollarını değiştirip buraya uğramayı teklif eder. Arkadaşı müdürünü tanıdığını ve içeri girilmesi zor olduğu için gidip hastaneye bırakabileceğini teklif eder sonrasında ise geri dönmek zorunda olduğunu söyler.

     Hastanenin müdürünü kapıda karşılar ve nazik bir şekilde buyur eder. Akıl hastanesini merak etmesinin nedeni “kendi haline bırak” denilen bir sistemin ilk ve tek burada uygulanıyor oluşudur.

     Hikaye ilerledikçe bir şeylerin farkına vararak rahatsızlık duydum ve hikayenin içine girdim. Bu durum bence çok güzel şekilde kurgulanmış oldukça hoşuma gitti. Kitapta en sevdiğim öykülerden.

Mustatil Sandık

     Çok harika bir öykü, kolayca tahmin edilemeyen bir şekilde kurgulanmış. Okurken en zevk duyduğum öykü bu oldu.

     “Independence” isimli bir yolcu gemisi vardır. Wyatt, karısı ve 2 kız kardeşi ile birlikte gemide yolculuk etmek için yer ayırtmışlardır. Karakterimiz de bu gemide yolculuk edecektir. Wyatt da eski bir tanıdığıdır.

     Gemideki kamaralar 2 kişiliktir fakat Wyatt, 4 kişi olmalarına rağmen 3 kamara kiralar. Bizimki buna takılır ve incelemeye başlar. Karısı ve Wyatt aynı odada kalacağına göre kardeşleri neden ayrı odalarda kalsın veyahut karısı ile Wyatt neden başka odalarda kalsın diye düşünür. Kardeşlerin farklı odalarda kalmasını beklerken, kardeşler aynı odada kaldığı gibi bir de mustatil sandık oraya çıkar ; sandık oldukça büyük olmasına karşın Wyatt ve karısının kaldığı odaya yerleştirilir. Tek oda boşta kalır. Bunun üzerine karakterimiz aileyi daha da fazla gömlemlemeye başlar.

Sfenks

     Karakterimiz bir salgın hastalık yüzünden kendini eve kapatır, ev sahibi ile birlikte bir villada yaşamaktadırlar. Günlerinin çoğunu kitap okuyarak ve pencereden dışarıyı izleyerek geçirir. Bir gün pencereden karşı sahilin tarafında ormanlık alanda toprak kayması sonucu oluşan boşluğa dikkatini vermiştir. Kısa bir süre sonra gemiye benzer bir şeklin tepedeki boşluktan ormana doğru daldığını görür, oldukça büyük bir cisimdir. Fazlaca şaşırır ve kendisine bir süre gelemez. Kendisini toparladıktan sonra bunun bir canavar olduğu kanaatine varır. Birkaç gün düşünür ve ev sahibine anlatır.

     En zayıf bulduğum öykülerden biriydi.

Kara Kedi
     
     Batıl şeylere inanmasam da okurken yazılışının güzelliğinden kaynaklı olarak içimi ürperttiğini söyleyebilirim. Biraz gerilimli bir öykü.

     Oldukça nazik, hayvanları çocukluğundan beri oldukça seven, hayvanları arkadaşlarına tercih edecek kadar onlarla ilgilenen bir adamın zamanla içki yüzünden tersi bi kişiğine bürünüp hayvanlara eziyet edip karısına vurup fenalıklar edecek kadar kendini bozan adamın başına gelen bazı fenalıkları konu edinmiş Poe.

Bir Hafta İçinde Üç Pazar
     
     Okuyunca konusunu ve sonunu oldukça basit bulabilirsiniz fakat Poe’nun bunları 19. yüzyılda yazdığını unutmadan değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.

     Başlıktan da anlaşılacağı üzere “bir hafta içine üç pazarı nasıl sokarız?” sorusunu yanıtlayıp bu konuyu huysuz bir adamın yiğeninin, sevdiği kızla evlenmek için -dayısına- ihtiyara ispatlaması üzerine kurgulanmış.




10
Başka Kurgular / Mona Lisa Tebessümü - Aldous Huxley
« : 10 Şubat 2015, 18:43:00 »

     Bu ufak kitabı bulmak için bayağı uğraştım. Kitap için "özellikle uzak durun" , "çok kötü" gibi şeyler okudum nette, almadan önce. Kendisine Huxley'in tüm kitaplarını okumayı hedef edinmiş biri olarak ne bunları dikkate aldım ne de kitabın boyutunu. Boyuta dikkat çekmemin nedeni kitap harbiden bayağı ufak, cep boyun cep boyu gibi, 10x15cm'lik 73 sayfalık bir kitap. Kimileri ise ufak kitap sevmez.

     Huxley'i distopya okuyarak tanıyanlar için gerçekten ilginç gelecek, çünkü "Çağdaş İngiliz Edebiyatı" dediğimiz türde bir kitap. İlk yazdığı kitaplardan, 1920 başlarında yazılmış. Hikaye Mr.Hutton , Mrs.Hutton ve Miss Spence arasında geçiyor, bir de Doris var. Mrs.Hutton, Mr.Hutton'ın hasta eşi, karaciğerinden rahatsız. Miss Spence, Mr.Hutton'a göz koymuş orta yaşlı bir kadın. Doris ise Mr.Hutton'ın gönül eğlendirdiği genç bir kız.

     Tam "Klasik" diye adlandırabileceğimiz bir hikaye.Huxley'in gözlem yeteneği her kitapta olduğu gibi burada da ön planda. Betimleme ve benzetmeleri her eserinde olduğu gibi bunda da harika. Merak uyandırıcı, zevkle okunacak bir kitap.Ben kitabı Marquez'in Kırmızı Pazartesi'sine benzettim. Tabi Kırmızı Pazartesi kadar yoğunluk ve karakter içermiyor, ve oldukça kısa. Ben eseri sevdim, bir yerlerde görürseniz edinin.

     Ayrıca eserin 1950'li yılların başında bir sahne oyunu sergilenmiş. 1947'de ise "Kadının İntikamı" isimli bir film çekilmiş. Eser ve tiyatro versiyonu İngilizler arasında önemli bir yere sahipmiş.

     Bu da arka kapak yazısı:
"Zarif ve yergili üslûbuyla tanınan Aldous Huxley, 1920’lerin başlarında yazdığı Mona Lisa Tebessümü’nde, o derin gözlemciliği ve kıvrak anlatımıyla bir ‘aşk üçgeni’ sunuyor okuyucuya: Zengin karısını yitiren bir erkek, ona göz koyan zengin ve geçkin bir kız kurusu ve adama çılgınca âşık bir kenar mahalle kızı. Tutkuyla örülen fırtınalı bir yaşam. Mona Lisa Tebessümü, İngiliz edebiyatının en büyük yazarlarından birinin kaleminden çıkma bir ‘tutku’ öyküsü. İngiltere ve İtalya’da geçen incelikli bir modern klasik."

11
Ütopya/Distopya / Maymun ve Öz - Aldous Huxley
« : 31 Ocak 2015, 12:48:39 »
     

     Orjinal ismiyle “Ape and Essence”, Aldous Huxley’in 1948’de yazdığı kısa romanı, 2004’te İthaki tarafından Süreyyya Evren çevirisiyle basıldı. Yanlış bilmiyorsam kitap tek baskıda kaldı, kitabı tam tamına 2 senedir arıyordum ancak ulaşabildim. Süreyyya Evren çeviri konusunda çok harika bir iş ortaya koymuş, kendisine imzalatabilirsem güzel olacak. Baskı da kusursuz, herhangi bir baskı hatası hatırlamıyorum. Ayrıca kapak görselini harika buldum, siz ne düşünürsünüz bilemiyorum.

     Huxley’in daha önce, klasik eseri “Cesur Yeni Dünya” ve okuduktan sonra hayranlığımın on katına çıktığı eseri “Algı Kapıları”nı okudum. Bu kısa roman -169sayfa- Huxley’e olan hayranlığımı bir kat daha arttırdı. 2 sene uğraşmama kesinlikle değdi. Söylesenize Huxley’in zekasına hayran olmamak mümkün müdür?

     Hikaye iki arkadaşın bir film stüdyosunda konuşmasıyla başlıyor. Arkadaşın biri patronundan zam almak için patronun ofisine gidiyor, patron tabi bu durumu reddediyor ve aklımda kalan şu sözü ediyor, “Bu Stüdyo’da, bu günlerde, İsa bile zam alamaz.” Bu sözün üzerine bazı benzetmelerde bulunuyor. İki arkadaş stüdyo içinde siyasi ve sosyolojik konularda tartışarak yürümeye devam ediyorlar, tam yola çıkacakken biri ezilme tehlikesi geçiriyor -kamyon tarafından-. Arkasından söverler vs. , kamyon tam yolu dönecekken kitap dolu dorsesinden bazı kitaplar dökülür, bu kitaplar yakılması için gönderilen ve kabul edilmeyen senaryolardır. Yürürler, bazı kitapları kurcalayıp okur atarlar, bir tanesini okuduktan sonra ilgilerini çeker, ismi “Maymun ve Öz”dür. Daha sonra okumaya devam etmek için kitabı saklarlar. Kitabın yazarı ilgi duydukları fakat hiçbir zaman görüşemedikleri biridir. Kitabı alarak yazarın yaşadığı eve giderler.

     Daha sonrasında kitaptaki senaryoyu okumaya başlarız. Gerçekten senaryo gibi yazıldığı için okuması bana çok garip geldi, bence oldukça özgün bir durum böyle bi durumla başka bir kitapta karşılaşmamıştım.

     Senaryo, III.Dünya Savaşı’ndan sonrası anlatılır. Neredeyse tüm dünya yıkıma ve radyasyona maruz kalmıştır. Yıkımdan etkilenmeyen bilinen tek yer Yeni Zellanda’dır. Bir grup bilim adamı burada çalışmalar yapmaktadırlar. Dünyadaki son durumu inceleyip değerlendirme sonucu çalışmalarına devam etmek üzere California’ya bir inceleme gezisi düzenlerler. Asıl karakterimiz Dr.Poole, orada yaşayanlar tarafından tutsak alınır ve asıl hikayemiz başlar.

     Oradaki insanlar, insanlık tarihinin büyük yıkımı ve kötülüklerinden fazlasıyla etkilenmişlerdir. Bazı mutasyonlara uğrayıp fiziksel ve hormonal değişimler geçirmişlerdir. Tüm bunların doğrultusunda Şeytanı ve kötülüğü yücelten, bunlara tapınan bir inanç sistemi kurmuşlardır.

     Huxley, bu sistem içinde sosyolojik ve teolojik eleştirilerini sunar bizlere. İmgelemeleri, benzetmeleri muhteşemdir. Ve Doğukan’ın (Denaro Forbin) da dediği gibi kitap “çok korkunç” bir kitaptır.
Nasıl anlatabilirim, yazılış biçimi  ve yaşattığı hava bana Edgar Allan Poe’nun şiirlerindeki duygu bütünlüğünü hissettirdi. Kabul etmeliyim ki okuması da bir hayli zor fakat bir hayli de zevkli.
Bulabilirseniz mutlaka okumalısınız diyerek eserdeki bazı vurucu bulduğum, hoşuma giden sözleri alıntılıyorum:



“ ‘Gerçek ortakyaşamda,’ der, ‘organizmalar arasındaki ilişkide taraflar birbirlerinden faydalanırlar. Parazitimizin bir farkı da, diğer taraftan, bir organizmanın diğeri pahasına yaşamasıdır. Sonuçta, bu tek taraflı ilişki iki taraf için de öldürücülüğü ortaya çıkarır; konağın ölümü sonucunda buna sebep olan parazitin de ölümünden başka bir şeyle sonuçlanmaz. Kendisini efendi olarak gören modern insan ve gezegen arasındaki ilişki de ortakyaşamsal ortaklardan ziyade tenya ile köpeğinki ya da mantar ile patates arasındaki ilişki gibidir.’ ”

“Hakikatın bir putunu yapıyoruz; çünkü merhametsiz hakikat Tanrı değildir, fakat onun ne sevmemiz ne de tapmamız gereken imgesi ve putudur.”

“Nükleer füzyonla güçlendirilen bir dünyada herkesin büyükannesi bir röntgen teknisyeni olacaktır.”

“...İnsan buluşlarının çok azı gelişmeydi.”

“Bütün savaşların sebep olduğu açlık ve daha çok açlığın sebep olduğu tüm savaşlar.”

“Siz oradakiler, Düzenin üzerine çıkabileceğini düşünen zekiler, sizin için, öfkeliler, isyankarlar, itaatsizler, neşe hızla bir yabancıya dönüşüyor. Fantastik hilelerinizin sonuçlarını çekmeye mahkum olanlar onun varlığından bu kadar şüphe duyamazlardı. Sevgi, neşe ve Barış -bunlar sizin özünüz ve de dünyanın özü olan ruhun meyveleri. Ama maymun-zihnin meyveleri, maymunun küstahlığının ve isyanın meyveleri nefret ve durulmayan bir huzursuzluk ve sadece kendisinden daha korkunç çılgınlıklarla sakinleşebilen kronik bir ızdırap”

12
Ütopya/Distopya / Gelecekten Anılar - William Morris
« : 27 Ocak 2015, 00:53:39 »

     William Morris’in 1890 yılında yazdığı orijinal ismiyle “News From Nowhere” ütopyası Ayrıntı Yayınları tarafından 2002’de “Gelecekten Anılar” ismiyle basıldı. Kitap isminin tam Türkçe çevirisi “Hiçbir Yerden Haberler” olsa da ben bu adın kitap için daha uygun olduğu kanısındayım. “Hiçbir Yerden Haberler” ismiyle Say ve Kaos Yayınları tarafından yeni baskısı bulunmasına karşın Ayrıntı’nın kitaplardaki özverisine güvenerek, baskısı tükenmiş olmasına karşın zor da olsa kitabı edindim. Diğer baskılardan okuyan arkadaşlar varsa veya olursa konunun altına farklılıkları -ve tabi yorumlarını- eklemeleri, başka okurların da karşılaştırma şansı bulması açısından güzel olur. Ben bu baskı ve çeviriden oldukca memnun kaldım, ufak tefek harf hataları dışında da hata bulamadım.

     William Morris, bilindiği üzere şair, desinatör, ressam, mimar, el sanatları ustası ve yayınevi sahibi, hayatını sanata ve çalışmaktan zevk almaya adamış biridir. Yaşadığı dönemde sanayileşmenin getirdiği toplumsal sorunlar üzerinde durmuştur. Kendisi ilk ingiliz sosyalistlerindendir, döneminde ve ilerisinde birçok insanı etkilemiştir.

     Morris, Gelecekten Anılar’ı birlik üyeleri için yazmış ve Sosyalist Birlik’in Commonweal gazetesinde 1890 ocak-ekim arasında yayınlamıştır. Daha sonra kitap halinde bastığında ufak tefek değişiklikler yapması dışında ilk halini korumuştur.

     Konudan olabildiğince az bahsedip düşünceleri üzerinden gitmeye çalışacağım, okuma zevkinin hiç azalmaması için. Ana karakterimiz William Guest, bir gece evine döner, uyur ve kalktığında kendisini aynı yerde farklı bir zamanda bulur. En başta bunun farkına varmaz, evden dışarı çıkar ve etrafı inceler, uykunun verdiği mahmurlukla. Sonrası ise kısacası Morris’in hayal ettiği sosyalist toplumu anlatması, devamından bahsedersem okuma keyfini kaçırırım eminim.

     Morris hikayeyi doğup büyüdüğü, yaşadığı coğrafyada anlatır. Hikayenin çoğunda da yaşadığı yerlerden bahseder hatta kendi yaşadığı evlerin isimlerini kullanır. Morris’in hayatını ufak bile olsa bir okursanız kitabın neredeyse kurgulanmış bir otobiyografi olduğunu düşünürsünüz. Sanayileşmenin insanları kapitalist düzene daha da bağlayacağından korkar ki çokta haksız sayılmaz. Morris tam bir “ortaçağcı”dır. Eskiyi sever ve doğaya olan bakışı, düşkünlüğü hayranlık uyandırıcıdır. Makineleşmenin -ilerleme,modernleşme,gelişme- insanlığı -bozuk- düzene bağlayacağını öngörür. Onun için hayatın özü “İnsanın yaptığı işten zevk alması”dır.

     Morris, hayattaki her problemin mülkiyet edinme yüzünden çıktığını düşünüyor. Mülkiyet olmazsa paraya ihtiyaç kalmaz. Para olmaz ise sınıf ayrımı olmaz. Morris’in şu sözü asla aklımdan çıkmayacak, “Ülkenin adaletsizliğinden dolayı insanları ülkeye düşman eden zengin bir sınıf olmayınca nasıl suçlu sınıflarımız olabilir ki?” Demek istediği efendi-işçi ilişkisi yok olursa adaletli bir toplumun kurulması için temel adım atılmış olur.

     Morris’in doğaya bakışı, eğitim sistemine olan eleştirisi, cins ayrımcılığına olan karşı çıkışı, eşitlikçiliği ve kanunlara karşı anarşist ruhu benim için hayranlık verici. Ben, insanların yaptıkları her şeyin ancak ve ancak içten geldiği zaman anlamı olacağının düşüyorum; baskı ve zorunluluk dahilinde yapılan her şeyin anlamsızlaştığı görüşündeyim. Morris de bu görüşüme paralel düşünüyor. Şunu da belirtmek gerek ki boş bir fikir atmıyor ortaya, yarattığı karakter -bence kendisi-  “gerçek” diye tabir ettiğimiz dünyadan biri ve hayal ettiği dünyada yaşayanlara karşıt görüşte eleştirir pozisyonda duruyor. Karşı çıktığı her şeyin ise mantıklı bir açıklaması ve olması gereken şekli hikayede var. Böyle olmamalı diyip bırakmak yerine olmamasını istediği şeylerin yanında nasıl olması gerektiğini de anlatmış.

     Ütopyadan ziyade fazlasıyla distopya okuyan biri olarak şunu söyleyebilirim ki, kitapta bazı çelişilen yerlerin olmasına rağmen, karakterlerin zayıf kalmasına rağmen son zamanlarda okuduğum en harika kitap. Okuma zevki, merak ettirme duygusu ve macera okuyormuş hissi vermesi kitabı daha da güzel kılıyor.

     Farklı veya aynı görüşte olun, bence bu kitap okunmaya değer.

13


     Arthur Koestler’in 1940’ta yazdığı roman Doğu Distopyası diye nitelendirdiğimiz SSCB, Polonya, Macaristan ve Çekoslavakya’nın içinde bulunduğu coğrafi bölgede Stalin’in totaliterliği korkusu üzerine yazılmıştır. Kendi türdeşlerine verebileceğimiz en önemli eserler: Zamyatin’in Biz’i, Andrei Platonov’un Çukur’u Vassily Grossman’ın Yaşam ve Yazgı’sı olabilir.

     Koestler’in bu eseri Stalinizm’e bakış açısından Orwell’in görüşleriyle paralel görülür. Koestler’in bu eseri 30’larda uzun süre hapishanede kalıp işkence görmüş arkadaşından esinlenerek yazdığı söylenir.

     Roman Rubashov’un kapısının şiddetle yumruklanması üzerine gözlerini açarak askerleri karşısında bulmasıyla başlar, tutuklanıp hapishaneye götürülür. Rubashov ülkedeki rejmini değiştirmek isteyen ve Kapitalizmi savunan bir muhalif partinin kurucularından, önde gelen isimlerinden biridir. Muhalif parti sürekli güç kaybeder fakat Rubashov bunu kabul etmek istemez ve kendini kandırırcasına bunu reddeder. Bir gün parti üyelerinden Richard’la buluşurlar. Richard partinin üst yönetiminden gönderilen broşürleri basmak ve dağıtmakla görevlidir. Fakat Richard parti yönetiminin görüşlerini benimsemediği için kendi görüşlerini basar ki ben de çok haksız olduğunu düşünmüyorum. Bunları yaparken de ailesinden ve yaşamından tavizler verir, kaçak gibi yaşar. Rubashov görüşme sonunda imalı bir dille onu ihbar edeceğini söyler. Rubashov bunun gibi nice davranışta bulunur, duygusallıktan uzak biridir ve tek amacı partinin çıkarlarıdır ki bu yüzden insan canlarını bile hiçe sayacak kadar ileri gider.

     Rubashov, hapishanede Ivanov’la karşılaşır.Ivanov tabur komutanıdır, eskiden beraber çalıştığı bir arkadaşıdır kendisi. Bir tanıdığı daha aynı hapishanededir ve daha nicesi ya idam edilmiş ya da yurtdışına kaçmıştır. Dahası spoiler olacaktır. Baskı, çeviri ve okunuş açısından izlenimlerimi aktarayım.

     İletişim Yayınları tarafından basılan eser hala yeni baskısıyla bulunabiliyor, malum ne kadar değerli eser varsa baltalanıyor. Çevirmeni Pınar Kür. Çevirisi gayet akıcı. Bende 2011 baskısı var, akılda kalıcı ciddi bir hata hatırlamıyorum. Aklımda kalan tek baskı hatası içindekiler bölümündeki “üçüncü sorgulama” için sayfa sayısı 103 yazılmış, doğrusu 163 olacak. Yeni baskısındaki kapak daha bir hoşuma gitti.

     Kitap, 3 sorgulama ve “Dilsel Kurmaca” isimli bölümle beraber 4 bölüme ayrılmış. Eseri genel olarak sevdim. Fakat fantastik edebiyat seven insanların aradığı aksiyonları ve heyecanı bulabileceğini sanmıyorum. Çok düz şekilde ilerliyor, pek bir heyecanlandırıcılığı yok açıkcası. Daha çok sistem eleştirisi, içsel sorgulama ön planda. Kitabı nasıl tanımlayabilirim, distopik bir eser fakat Bilimkurgu’nun alt dalı olarak alabileceğimiz bir Distopya değil. Fazlasıyla tarih ve otobiyografi kitabı okur gibi hissediyorsunuz.

     Ben Distopya/Ütopya edebiyatına tutkun biri olarak, eğer bu türü seviyorsanız okumanız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü çok sayıda batıcıl distopya varken, “Doğu Distopyası” diye adlandırdığımız kesimde sayılı eser mevcut. Ayrıca eklemek istediğim her bölüm sonuna karakterin düşüncelerinin temelini oluşturan bazı alıntı cümlelere yer verilmiş, kitaba hoşluk katmış.

     “Kimi kez sözcükler gerçekleri gizlemek amacıyla kullanılmalıdır. Ancak bunu öyle bir biçimde yapmalı ki, ya kimse farkına varmasın; ya da, mutlaka birinin dikkatini çekecek olsun.”

     İçinizdeki anarşi ve özgürlük fikri hiç sönmesin.

14
Oyunlar / Command & Conquer: Red Alert 2
« : 03 Ocak 2015, 11:41:27 »

          
             Westwood Studios tarafından hazırlanan oyun EA Games yayıncılığında piyasaya 2000 yılında sürüldü.Gerçek zamanlı bir strateji oyunu olan Red Alert serisinin devamı niteliğindedir. Oyun 1970’lerin başında Sovyet kuvvetleri ve Amerika arasında geçer. Çıktığı döneme göre gelişmiş multiplayer özellikleri bulunan oyun için 2001 yılında bir genişletme versiyonu olan Yuri’s Revenge çıkarılmıştır.

               Senaryosundan bahsedip spoiler vermeyeceğim. Bu teknik bilgileri kenara bırakırsak, yıl 2000 yeni yeni bilgisayar kullanmaya başlamışım. Pcde oynadığım ilk oyun RA2’dir ki aynı zamanda pcde en çok oynadığım oyun niteliğine de sahip. Hafızamda, “Conscript Reporting” , “Construction Complete” , “Engineering” ve “Cover Me” replikleri yer etmiştir. İlkokulda “gel kantır atak” diyenlere karşı -csyi de pek severim- bizim gibi RA2 “kapışan” elit insanlar vardı. Ayrıca çok fazla ek mod çıkartılmış bir oyundur ki bunlardan bazılarına yazının devamında yer vereceğim. Sistem gereksinimleri günümüz oyunlarının gereksinimleri ve bu oyunun başarısıyla kıyaslanınca komik gelecektir.



   


               Silah teknolojileri abartılı olmasa da oyundaki zamanın biraz ilerisindedir. Çok güzel haritalara da sahip oyuna harita ve mod eklemek ise inanılmaz kolaydır.Senaryodaki geçiş videoları olsun, senaryo olsun veyahut oyunculuklar, öyle güzel hazırlanmış ki hep aklımda kalmıştır. Özellikle oyun yüklenirken veyahut bazı geçiş yerlerinde çıkan silah ve araçları -ve Tesla'yı- tanıtan görseller hep bilime olan merakımı arttırmıştır. Kesinlikle atlanmaması gereken bir nokta ise oyunun müzikleri çok çok muhteşemdi, linklerini paylaşacağım. Efekt sesleri olsun intro müzikleri olsun gerçekten örnek alınası bir oyun.

                2000-2011 arası yoğun şekilde oyun oynamış, onlarca oyup satın almış ve bitirmiş biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki oynadığım en zevkli ve en güzel oyundu. Birkaç senedir oyunlardan uzak kaldım fakat yeni bir bilgisayar edindiğimde kuracağım ilk oyun olacak kesinlikle.Hala oynamaya çağırılsam, oynamış insanlar bulabilsem koşarak gideceğime eminim.


Oyundaki Oynanabilir Ülkeler:


Sistem Gereksinimleri:
Microsoft Windows 95/98/2000/NT/XP,
266 MHz Pentium II İşlemci,
64 MB RAM, (3-8 arası çoklu oyun için 450 MHz işlemci ve 128 MB RAM ihtiyaç duyar)
4x CD-ROM,
2 MB Ekran Kartı,
DirectSound-compatible Ses Kartı


Oyunun Introsu
http://www.youtube.com/watch?v=fnd0qg4I_MM


OYUN MÜZİKLERİ
En Bilindik Oyun Müziği : Hell March 2

http://www.youtube.com/watch?v=9WqwFhX6Cqg

1 Saat 32dk Oyun Soundtrackleri Videosu

http://www.youtube.com/watch?v=fqlb0p11RcE


OYUNUN EN BİLİNDİK EK MODLARI (Resmi Olmayanlar)
-Overkill Mod
-Deezire Mod
-Apocalypse Mod

Oynanış Videosu

http://www.youtube.com/watch?v=HxBhEJEMwB8

Sayfa: [1]