Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - mega07

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Ayaz ve Alaz
« : 31 Ağustos 2017, 21:06:58 »
Yıllar önce yazdığım, havada kalmış bir bölümdü. Bugün evrensel ve biçimsel düzenlemeler yaptım. Kendimi geliştirebilmem adına eleştirilerinizi bekliyorum.

BÖLÜM 1: HÜZÜNLÜ PRENS

Başında duran mumun ışığı kadar soluktu babasının yüzü. Wildom Sylvain zamanında birçok savaşa, turnuvaya katılmış; büyük isyanlar bastırmış, yenilmez denilen düşmanları alazdan bir yumrukla ezmişti ama şimdi aynı adam oğlunun gözlerinin önünde eriyip gidiyordu. Leydi Elissei, süt beyazı elleriyle Prens Telkon'un koluna dokundu. Leydisi, her konuda olması gerektiği gibiydi: Gözleri zümrüt, saçlarıysa altındandı. İnce, uzun boylu leydisi yumuşak sesiyle "Günlerdir buradasın, artık dinlenmelisin." dedi.

 Prensin gözleri önce leydisinin eline gitti. O anda ne giydiğini bile unuttuğunu fark etti. Kralın hastalandığı gün üstünde altın sarısı çizgiler olan yeşil bir ceket giymişti. Bu renkler, leydisinin renkleriydi. Çünkü o gün - ki tam olarak kaç gün geçtiğini bile hatırlayamıyordu - eşinin babası ve aynı zamanda şuanda içinde bir kralın olmadığı Kralın Konseyi’nde olan Şansölye Auner Cornelia, Aurel cumhuriyetlerinden gelen elçilerden aldığı bilgileri paylaşmak için Başkent Olara'ya gelmişti. Yer yer alaztaşlarıyla ısıtılan Hükümyolu’nu –pek çok kontluktan daha değerli olan o yolu- takip etmesine rağmen zorlu bir yolculuk olmuştu.

Uzun süre bunları düşünmüş olmalıydı ki Elissei "Telkon?" diye adını tekrarladı pamuk sesiyle. "Belki de haklıdır. Ne giydiğimi bile unutmuştum. Kaç gündür buradayım? Bilmiyorum.” Elissei'nin elini sağ eliyle itti. İtişi nazik olmayabilirdi ancak kaba hiç değildi. "Sen git, ben gelirim." diye yanıtladı bir kaya kadar sert sesiyle.

 Zaten sesi bu durumda nasıl çıkabilirdi ki? Günlerdir, kralın can çekişini izliyordu ve hiçbir şey yapamıyordu. Leydisinin bu söylediğine inanmadığı belliydi ancak yine de bir gölge kadar sessiz bir şekilde kapıya doğru gitti. Çok görmüş geçirmiş altın varaklı ve dedelerinden birinin yaptırdığı mavi aslan şeklinde taşlarla süslenmiş bir kapıydı bu. Kim bilir bu odada ne büyük krallar bir nehir gibi akan zamana teslim olup ölmüştü."Güneş, ben ne düşünüyorum?"

 Leydi, üstündeki oldukça şık siyah-mavi yas elbisesiyle çıktıktan sonra kapıdaki aslan miğferli muhafızlar büyük kapıyı kapattı.

Artık, babasıyla yalnız kalmıştı. "Kim? Kim onu zehirlemiş olabilir?" Aklına birçok ihtimal geliyordu ama yine de bunun normal bir hastalık olmasını umuyordu. Her gece de bunun için dua etmiyor muydu zaten? Babasının iyileşmesi için dua ettikten hemen sonra.

 O an üstü tüllerle kaplı, köşelerinde lal taşından saldırmaya hazırlıklı aslanların nöbet tuttuğu yatağın hemen yanı başındaki tacı fark etti. Tacın üst kısmının normal taçlardan pek farkı yoktu, yalnızca daha uzundu. Üstündeki, bir tarlayı bir hafta boyunca ısıtmaya yetecek alaztaşı güneş gibi parlıyor ve etrafına ısı veriyordu.

Ancak alt kısmına doğru keskin bir çelik parçası uzanmaktaydı. Babasına niye böyle bir şey olduğunu yedi ya da sekiz yaşındayken sormuştu. Babası ise bu sorunun üzerine gülümsemiş ve "Oğlum,"demişti, o zaman kırklı yaşlarındaydı ve saçları ağarmaya daha başlamamıştı. Şimdiyse elli iki yaşına gelmiş, bir zamanlar kahverengi olan saçından beyaz teller fışkıran yaşlı bir adam haline gelmişti. "Bu alaztaşı, krallığın ve başkentin üzerine kurulduğu gücü temsil eder, altınsa zenginliğimizi." demişti ve alt kısmını sorma fırsatı vermeden onu da "Alt kısmı ise krallığın zorluğunu gösteriyor. En ufak hatanda çelik seni keser. Tahtta oturmak da böyledir. Bir kralın gözü açık olmalı, vereceği tüm kararları önce uzun uzun incelemeli, konular hakkında düşünüp taşınmalıdır. Çünkü en ufak hatada taktığı taç onu keser. Taç için tek gereken altın olsaydı, tüm kuyumcular kral olurdu." diye açıklamıştı.

Ardından "Oğlum," demişti tekrardan. "...bir gün kral sen olacaksın. Verdiğin tüm kararların bir gün sana dokunacağını unutma."

Aslında, o zaman ağabeyi Reinald yaşamaktaydı ancak Wildom için veliaht hep Telkon olmuştu. Şimdiyse herkes için o veliahttı. Ağabeyi kara kana yakalanıp kısa bir sürede ölmüştü on beş yaşındayken. “Babamızdan arazi isteyince."

Tüm bu düşünceleri üzerinden silkip attı. Prens, kızıl vitraylı pencereden sızan ışığın kralı rahatsız edeceğini düşünerek gösterişsiz perdeyi kapattı. Bu perde ona, soylu ve zengin yaşamın gösterişinin altında  soylu hanelerin armalarının işlenmiş olduğu perdenin gerisindeki ezilmiş alt tabakayı hatırlatıyordu. Elinde olsa asil perdenin ardındaki aptallara ait olanı söküp atardı ama buna kimse izin vermezdi, nihayetinde karları küreyecek adamlara da ihtiyaçları vardı.

Yatağın yanındaki meşeden yapılma sandalyeye oturdu. Kafasını rahat sandalyeye yasladı. Tüm çabasına rağmen uykusunu yenemeyip karanlığa teslim oldu. Ne iyi ki bu karanlık fazla uzun sürmedi.

Önünde birkaç basamak vardı. Merdivenin tepesindeyse en solgun, hasta haliyle Kral Wildom durmaktaydı. Kafasına tacını takmaktaydı. "Ayakta zar zor duruyor olmalı." diye geçirdi içinden. Bunu Telkon rahatlıkla görebiliyordu ve neredeyse üzüntüden ağlayacaktı. Lakin, tek damla yaş bile akmadı. Sonra, Kral Sylvain kara bir sise dönüşüp yok oluverdi. Tahtın varisi babası yok olurken ona uzanmıştı ancak bu hiçbir işe yaramazken babası da herhangi bir tepki vermemişti.

Gökyüzünden bir ışık huzmesi yere inerken bulutların yerini de soylu yüzler almıştı. Kimisi "Al!" diyordu, kimisiyse ""O benim!" diye haykırıyordu. Bir süre sonra sesler iyice birbirine karıştı. Telkon'un kafası da karışmıştı. "Neyi? Neyi alayım?" Cevabı, siyah sisin içinde gizliydi ve onun sorusunu duyan yıldızlar onu yanıtlamış olmalıydı. Sisler çekildi ve havada duran taç ortaya çıktı. Taç, babasınınkiydi ama bu sefer uçlar en sivri kılıçtan daha sivri ve elmastan dahi keskindi. Bunu ilk bakışta anlamıştı prens. Kafalardan yoğun olarak "Al!" ve "Al onu!" sesleri yükselir, Telkon tacı alıp almamak konusundaki kararsızlığını korurken gölgelerin içinden yüzü kapkaranlık bir adam çıkarak tacı aldı. Taç elinde Telkon'a doğru yürürken keskin köşeler adamın elini deldi ve adamın merdivenlerden yuvarlanmasına sebep oldu. Taç paramparça olmuştu, tıpkı adamın kafası gibi.

Telkon parçalanmış kafaya bakarken nereden geldiği belirsiz, diğer tüm lordların sesini boğucu bir ses yükseldi:"Lordum!" Ses önden, arkadan, yukarıdan, aşağıdan, her yerden geliyordu ve aynı zamanda hiçbir yerden gelmiyordu. "Prens Telkon!" diye tekrar etti ses. Ses, sanki tam hüzünlü prensin durduğu yerden geliyordu. "Lordum! Kral naibi çağırıyor." Bu sefer sesin kimden geldiğini anlamıştı. Gözlerini açınca önünde duran çelikle kaplı muhafızı gördü. Şehir muhafızlarından bir adamdı. Kolundaki gümüş halkalar adamın üst rütbede olduğunu gözler önüne seriyordu. Prens gözlerini ovuşturduktan sonra: "Girmeden önce izin alacaksın köylü, burası Majesteleri’nin odası!" diye kükredi öfkeyle.

Krala ait olan odaya izinsiz girmek de ne demekti? Babasının yanından ayırmadığı Orchant Denizkalbi, görünüşe göre onun yatağa düşmesiyle birlikte kendi hükmünü ilan etmişti. Belki de kayınpederi onun hakkında haklıydı.

"Üzgünüm..." diye söze başladı muhafız ve "...ancak gelmeniz Lord Naip tarafından emredildi." diyerek devam etti. Sesi buz gibi soğuk ve yüzü düz duvar gibi ifadesizdi. Fakat son söylediği prensi az da olsa germişti. Kral hayatta ve iyileşebilecek durumdayken kral vekilliğini bu denli kullanmak ona göre ahlaksızlıktı. Sonuçta babası kısa süreliğine -hastalanmıştı veya Telkon böyle umut ediyordu.

 Dimdik dikilen adam "Ayrıca kapıya vurdum, fakat sanırım duymadınız." diyerek sözünü ve prensin sabretme süresini tamamladı. Prens oturduğu sandalyeden en şiddetli fırtanın hızıyla fırladı ve muhafızın üzerine yürüdü. Bu kadar tolerans bile bu muhafız için fazlaydı, "Geleceğimi haber verin." dedi sabrının son demlerini de harcayarak.

 Muhafızın "Hemen gelmeniz gerektiği söylendi."demesi üzerine ise Telkon, beklenmedik bir kar fırtınasının şiddetiyle "Hemen!" diye bağırdı. Aklı en azından buna eren düşükdoğumlu daha da üstelerse boyunun bir kafa kısalacağını tahmin etmiş olmalıydı ki hızlı ve beceriksiz bir reverans yaparak hızla odadan ayrıldı.

Yalnız kaldığında üzerine düzgün bir şeyler giymek üzere çok görüp geçirmiş üzerinde bir kısmının anlaşılmadığı oymalar bulunan meşe dolaba yöneldi. "Kim bilir hangi kralları görmüştür?" diye geçirdi içinden. Bu dolap konuşabilse Güneş bilir ne hikâyeler anlatırdı. Hatta belki babasının bu hastalıktan kurtulmasının yöntemini bile biliyor olabilirdi. “Ama dolaplar konuşamaz.”

Bu karamsar düşünce onun kalbine bıçak gibi saplanmıştı ama gerçek buydu. Dolaplar ne konuşabilirdi ne de babasının kurtulmasını sağlayabilirdi. Elini dolabın tutacağına uzatırken şunu farketti: Hâlihazırda düzgün giyinmişti ama yine de bir Cornelia hayranı gibi görünmemek için üzerindekileri kürklü kızıl bir takımla değiştirdi ve alevleri neredeyse sönmüş sobaya yaklaştı.
 
Safirkuleler’deki pek çok önemli oda, kalenin üzerine kurulmuş olduğu alazmadeni kaynaklarından gelen taşlarla ısıtılsa da büyükdedesinin bir şövalye olduğunu unutmayan babası bir şömine konusunda ısrarcı davranmıştı.

Sobanın içerisindeki alevin canlı dansı bitmiş yerine ciddi bir dans başlamıştı. Çitleri andıran, demir çubuklardan ibaret kovanın içinden bir tahta parçası aldı. Bu tahta parçasını sönmemek için son mücadelesini veren alevlerin üstüne atsaydı alev sönüverirdi."Tak! Tak! Tak!" Üç sağlam ve sert darbe ile tahtayı ikiye bölmeyi başarmıştı. Önce küçük parçayı aleve attı ve sağ eli ile simsiyah olmuş çelik çubuğu alarak ateşi canlandırdı. Ardından büyük parçayı da aleve attı.

Alevler büyümüş, yeniden oyun havasına geçilmişti ama Telkon aleve baktığında bir dans değil, bir yangın görüyordu. Çünkü onun yüreği yanıyordu.

Şömineden geriye doğru bir adım attı. Sağa dönüp kapıya gidecekti ki bir şeyin yokluğunu fark etti. Her gün daha da ağırlaşan ve taktıkça kafasını ezen gümüş prens tacını unutmuştu."Sorumluklarım gibi her gün ağırlaşıyor.”

 Geriye döndü ve yatağın yanındaki komidinin üstünden gümüş tacını aldı. Taç, prensler için yapılmış üzerinde aslan kabartmaları bulunan ancak gösterişsiz bir taçtı. Tacı, kafasına taktı fakat bu sefer taç kafasına oturmamıştı bunun sebebiyse hiç şüphesiz zayıflamasıydı. Odaya düzenli olarak yemek gelmişti ancak Telkon onların çoğunu geri gönderiyordu.

 Sağa dönünce yüzü solmuş, üstü mavi aslanla süslü bir yatak örtüsüyle örtülü kral babasını gördü. Yaklaştı ve insanların hükümdarının üstündeki yorganı sağ eliyle usulca açtı. Adamın üstünde grimsi beyaz bir renkte bir tunik vardı. Babasının huzursuzca kıpırdanması üzerine örtüyü geri örttü ve  yanında diz çöküp nazikçe elini kavradı ve öptü. Eli hükümlerinin kaynağı alaztaşını aratmaz bir sıcaklığa sahipti. Gözünden bir damla yaş süzüldü prensin ama yalnızca bir damlaydı.

Babasının elini adamın karnının üzerine rahatsız etmemeye çalışarak koydu ve ayağa kalktı. Belki de, güçlü lorda Gökte Olan’ın ihtiyacı vardı. Hatta şuan işi halletmiş geriye dönüyor bile olabilirdi. "Ama tanrının bize ihtiyacı yok."

 Kapıya döndü ve ilerledi. Sağ eliyle kapıyı üç kez tıklattı. Üçüncü tıklatmadan dördüncüye geçemeden kapıdaki muhafızlar ahşap kapıyı sözleşmişcesine aynı anda açtı. Telkon dik durarak dışarı çıktı, üzgün gözükmemeye çalışırken öfkeli gözükmekteydi.

 Adamlara dönünce aslan miğferli bir Sylvain özel muhafızı olduklarını anladı. "Bizim adamlarımız." diye geçirdi içinden ve bu iyiydi. Alazın ve gücün merkezinde bir taç eksik olunca, asil lordlar kendi çocuklarının cesedini yiyen aç köylülere dönerlerdi.

 "Hekimler haricinde kimseyi içeri almayın." dedi. Sağdaki muhafız ise "Nasıl emrederseniz, prens hazretleri." diye yanıtladı.

Lord Orchant Denizkalbi, taht odasında olmalıydı. Kral kulesinden aşağı merdivenlerle sekiz kat inerek yerin altındaki tünele girdi. Şehrin altındaki alaztaşlarına rağmen sert bir kış, Safirkuleler’in ismini aldığı kuleler arasında geçişi imkansız hale getirdiğinden inşa edilmişti bu tüneller.

Hızlı adımlarla aştı, çocukluğundan beri adımladığı geçidi. Bir koridordan geçerken fısıldaşan iki adam görmüştü. Adamları tanımıyordu ama soylu oldukları kıyafetlerinden belliydi, büyük ihtimalle düşük bir kontun başkentte şanslarını denemek isteyen ufak çocuklarıydılar.

 O geçerken fısıldaşmayı bir telaşla kesip korkuyla eğilmişlerdi. Muhtemelen kralla ilgili konuşuyorlardı. Belki Telkon onların ne dediğini duymamıştı ancak duvarlar duyardı. Bu kalede duvarların dahi kulağı vardı.

Sonunda taht odasına varmıştı. Kapıdaki muhafız prensin gelmesini garipser bir şekilde "Lordum?" diyince Prens Sylvain "Lord Denizkalbi beni çağırmış onunla görüşeceğim." diyerek izah etti durumu.

Adam daha da garipsemişti durumu bu açıklama üzerine: "Naip Lord burada değiller, lordum.” Nerede olduğunu sorunca aldığı cevapsa az da olsa Telkon'u mutlu etmişti: "Yüksekmareşal kabul salonundalar. Bu, güzel bir jestti ve Orchant’ın babasını halen diri olarak kabul ettiğini gösteriyordu.

Hiçbir şey demeden döndü ve ana koridordaki merdivenlerden çıkarak salonun yolunu tuttu. Kapının başındaki muhafız boynunu büktü ardından kapıyı açtı.

Her biri ufak alaztaşlarıyla desteklenmiş on iki sütunun ötesinde vekil kral, Telkon'u çağıran saygısız muhafızla mermer bir masada oturuyordu. Kalın deri botlarıyla salonu adımlayan prens, hiçbir şey söylemeksizin gözlerini eğer tüm düklerin ihtiyaç duyduğu alaztaşı olmasaydı şimdiye bağımsızlığını ilan etmiş olacak olan adamın gri-yeşil gözlerinin içine baktı.

Görgüsüz muhafız ayağa kalktı ve "Kral vekili önünde..." diye bağırıyordu ki bir ses konuşmasını bastırmıştı. Bu ses, saçları ağarmaya başlamış kuzgun karası saçlı Lord Orchant'ın sesiydi: "Gerek yok!" Adamın sesi bir çarpışmada burnuna aldığı yaranın etkisiyle nefes almakta zorlanırmış gibi çıkmaktaydı.Taç prensi sol elini göğsüne koyarak ve sağ elini açarak hafifçe eğildi: "Sizi dinliyorum, lordum."

"Kötü haberler var... Kral Wildom Sylvain'in rahatsızlığını fırsat bilen doğulular anlaşıldığı kadarıyla saldırmış. Bir büyük karakolun garnizonu tamamen yok olmuş. Adı... adı Doğu Hançeri...”

Doğu Hançeri'ni hatırladı Telkon. Eski bir kaleydi ve belki de diyardaki en büyük karakoldu.
"Ayrıca doğuda bir grup Sınır Bekçisi'ne saldırı olmuş. Bir kişi saklanmayı başarmış. Görünmez adamlardan filan bahsediyor, sanırım delirmiş."

Lord sözüne devam edecekken Telkon lordun sözünü "O adam nerede? Konuşmak isterim." diyerek bıçak gibi kesti.

"İdam edildi." cevabını aldı, "Kaçaklıktan."




Sayfa: [1]