Küçük Fedakârlıklar
Rüzgârda Koşmak
Soğuk bir rüzgâr esti ve çadır kapaklarını dalgalanırdı, gücünü mangalda yanan ateşe dayatıp söndürmeye çalıştı. Soğuktan ürperen Dagor masasında uzanıp yazdığı rapora biraz kum serpti ve mürekkebin kurumasını özenle bekledi. Hazırlanmalarını emrediyordu son mektuplar. Savaş, yabancı bir sözcüktü diyarlarında, telaffuz ederken bile yabancıladıkları bir kelime. Nereden türemişti bu felaket, önemli değildi aslında, vardıysa isteyen onlara meydan okumak, gölgelerinde konakladıkları sıradağlar gibi dik karşılayacaklardı. Yine de savaş savaştı işte, henüz kan dökülmemiş olması dökülmeyeceği anlamına gelmiyordu. Dagor’un aklında bir sıralaması vardı savaş için, ilk önce heyecan geliyordu, bilinmezden duyulan yeni bir şeylerin heyecanı, ardından vahşet ve kanın yağmur gibi toprağı sulaması. Heyecan bunu gördüğünde bulabildiği en derin deliğe saklanıyordu. Sonra ufak bir ışık diyordu kendince ama umuttu o, ufakta olsa insan dört elle sarılıyor ona gitmesine izin vermiyordu. Umut kararlılığı getiriyor ve kılıcını sapladığı her adam için ağlamaması gerektiğini hatırlatıyordu, hayatta kalmanın umuduydu o. Böyle basitti işte savaşçının hayatı.
Düşüncelerinden içeriye haberci girdiğinde uyandı. Çadır kapakları aralandığında şafaktan önceki son karanlığın havada asılı olduğunu gördü. “Sizi bekliyorlar efendim.” dedi genç asker, eli kılıcında kafasıyla bir selam verdi ve dışarı çıktı. Dagor çadırın diğer ucundaki yatağına gitti, hiç yatılmamış gibi düzgündü, miğferini eliyle tarttıktan sonra onu takmadan askerin peşinden dışarı çıktı. Kafası düşüncelerle bulanıktı, kaç ay olmuştu buraya geleli? Sert soğuk göğüs zırhına çarptı ve buğulandırdı çeliği. Kullanılmamış parlak çelik… Bunca zaman lazım olmadıktan sonra neden diye düşündü. Dünya etrafında bulanıklık halinde akıyordu, muntazam dizilmiş çadırlar arasında konuşan şakalaşan askerler, ne kadar da gençtiler. Genç, deneyimsiz, üstlerine neyin geldiğini bilmeyen ve aldırışsız, evet gençler öyle olurdu, sanırım. Yakınından geçtiği birkaçı ona hafifçe selam verdi; Dagor ancak göz ucuyla fark edebilmişti ve o da selamlarına karşılık verdi. Düşüncelerinin ucunu kaçırmıştı o yüzden hepsini bir köşeye itip takip ettiği haberciye odaklandı. Omuzlarında kırmızı pelerini dalgalanıyordu, soğuk ellerini kızartmış olsa da kılıcının kabzasını tutuyordu hâlâ. Kampları büyük olmasa da küçük denemezdi, takip etti Dagor sabırla. Beynini ele geçirmeye çalışan düşüncelerine izin vermedi. İzlemeye odaklandı ve kendi çadırıyla askerlerin kaldıklarını kıyasladı. Kendi çadırı bir kereste masa, bir sandalye, yatak, iki adet ısınmak için mangal ve neyden yapıldığını bilmediği bir lavabodan oluşuyordu. Sabah kalktığında suyun donmamış olduğuna şaşırmıştı, ancak henüz yaşlanma belirtileri gösteren, kır sakallı kare yüzüne yansımamıştı bu duygu. Elindeki miğferin giderek ağırlaştığını ve soğuduğunu hissediyordu, aynı soğukluk bir hafta önce tıraş ettiği saçlarının eksikliğini de hatırlatıyordu. Dağ havası diye düşündü önündeki donmamış yumuşak çamura basmaktan kaçınarak. Dün başlayan kar gece kesilmiş olmalıydı, kamptaki hareket eksikliğinden, yağan karın yerde kalmış olması gerekirdi ancak donmuş çamurlar vardı ve araba tekerlerinin açtığı yarıklar. Etrafında değişen ışığı, gözleri bu konuda hassastı, fark etti ve kafasını kaldırdı. Güneş Yeis Sıradağlarını aşıyordu, sonunu gözle göremediği uzanıp ovayı kucaklayan yeryüzünün karlı dişleri, kuzeyin sınırları. Dağların ardını da görmüştü Dagor ve insanların Yeis hakkında düşündüklerini duymuştu, ölüm tuzağı, insan kapanı diyorlardı. Ev diyordu Dagor oraya, bu dağların diğer yanından bakıp evin kokusunu almıştı. İçindeki özlemi hatırladı ve yeni kavuştuğu evinden ayrılığı yüreğini burktu. Sıcak ocağın başında odun yontabilir, evlatlarının gülüşüne sevinebilirdi ama buradaydı işte kırmızı bir pelerini takip ediyor, Yeis Dağı’nın eteğine kurulmuş kampın diğer ucuna yürüyordu, soğuk onu tutup sarsmaya çalışıyor vücudundaki sıcağı emiyordu. Hasretinden kavrulsa da geri dönmezdi gerçi, Mavi Kış’ın emriyle toplanmıştı tüm halkı ve hepsi savaşacaktı, kraliçeleri için, hayatta kalmak için. Kuzeyin Mavi Kışı’ydı o, bu topraklar onundu ve o kuzeyin kendisiydi, ruhuydu. Dagor’un atalarına sahip çıkmış ve onlara bugünkü medeniyetlerini kurmaları için yol göstermişti. Dagor dedesinin gözlerindeki ışıltıyı unutacağını sanmıyordu, Mavi Kış’ı bir kez görmüştü ve her anlatışında gözleri parlardı. Huzur içinde yatsın, diye düşündü.
Kırmızı pelerin dedi kendi kendine ve kafasının içinde çakan şimşekleri duyabildiğini sandı. Bu kampın habercileri kırmızı pelerin giymezdi, beyaz olmalıydı. Çenesinin kasıldığını hissetti ve bütün vücudunun gerildiğini. Gözlerini önündeki gence dikti ve ölçüp tarttı, fiziksel olarak başa çıkamayacağı biri gibi görünmüyordu, kılıcına uzattığı eli tamamen kızarmıştı, buralarda büyümemiş olduğunu gösteriyordu, bahar ayları bu toprakların gördüğü en sıcak havaların geldiği aylardı. Dagor da üşüyordu ancak habercinin üşüdüğü gibi değil ve dahası çocuk yaşta görünen adam belindeki kılıcı kullanmayı bilse de deneyimsiz olduğu neredeyse kesindi. Hazır bekledi ve takip etti, son çadırı geçiyorlardı, gri çadırlar geride kalmıştı. Dagor durdu ve elindeki miğferine kafasına geçirdi, hissettiği soğukluktan gelen ürpertiyi bastırdı ve kılıcını çekti. Kılıcın kından çıkarken ki sesini seviyordu, özenle çekilmiş bir kılıç hafif bir sürtünme sesi çıkarırdı ama Dagor önündekinin duymasını istediği için sertçe çektiği kılıcın ucunu yerdeki kara sürtünecek şekilde, sol bacağının yanında tuttu. Haberci arkasını döndü ve kılıcı kabzasından ucuna izledi, Dagor’un kendisini değil kılıcı, pek azı böyle bir alışkanlığa sahipti belki de gençliğini küçümsememek gereken bir rakipti karşısındaki. Uzun siyah saçları pelerinin takılı olduğu omuzluklarını süpürüyordu, ince suratı ve çıkık çenesiyle sıskaydı. Gök mavisi gözleri kılıçtaydı, üstünde zırh yoktu, yalnızca sağlam yünden kahverengi bir kazak ve siyah yün pantolon. Güneş şimdi Yeis dağını aşmış üstlerine parlıyordu, zırhı yeniden buğulandı ve elindeki kılıç güneşi yansıttı, karlar güneşin gücünün altında büzülüyor gibi göründü. “Kimsin?” diye sordu çocuğa. Kılıçtan kafasını kaldırıp ilk defa Dagor’a bakan haberci “Henüz adımı almadım.” dedi “yalnızca bir ulak, şimdilik.” diye ekledi. “Bizim habercilerimiz kırmızı pelerin giymez, çocuk, kimsin dedim.” Aslında artık kim olduğundan daha çok hâlâ eski adetlerini devam ettiren birini görmek ilgisini çekiyordu, adını almamıştı demek. İsmini kendi alan son kişi olduğunu düşünmeye başlamıştı, ne kibirli bir düşünceydi. Adetleri bildiği gerçeği yabancı olduğu tahminini yalanlamıştı. “Ben Kuzeyin Mavi Kışı’nın habercisiyim.” diye bildirdi çocuk “yaratıcı adını kutsasın, barış içinde geldim.” Dagor küçük bir rahatlama hissetti ancak bir kalp atımı kadar sürdü. Karşısındakine bir güven sızıntısı hissetse de kendi ayaklarıyla bir tuzağın içinde yürümeyecekti. Kılıcını kınına kaldırmadan önce rakibini fırlatma bıçakları arayarak süzdü. Haberci arkasını dönüp tekrar yürümeye yeltenmişti ki Dagor, bunun hayatı boyunca işine yaramayacağı bir bilgi olduğuna inanmıştı, “Mavi Kış’ın nişanını göstermeden seni takip etmeyeceğim genç.” dedi. Artık onu çocuk olarak görmediğini de belirtmişti. Haberci olduğunu iddia eden diz çökerken pelerinini savurdu ve pelerinin arkasında bıçağıyla kara bir şeyler çizmeye başladı. O an Dagor içinde bir şeyin kıpırdanması gibi bir hisle savaştı, ne olduğunu anlamadığı bir histi ve geldiği hızla kayboldu. Haberci ani hareket ettiğinden Dagor kılıcını kınına koymadığına ve irkilmediğine memnun oldu. İkinci bir düşünceye fırsat kalmadan haberci diz çöktüğü yerden kalktı ve şimdi ayaklarının önünde hançeri ağzıyla yakalamak ister gibi uzanmış bir kurt kafası vardı ve aynı figür bir yuvarlak içinde birbirini kovalıyordu. İki kurt ve iki hançer, kurtlar dostunu kurtarma içgüdüsü ile ağzını açmıştı. Dagor gözlerini ayıramadığı şeklin mavi parladığını sandı ancak o kadar kısa sürdü ki gördüğünden şüphe etti. Benliğinin ondan alındığı birkaç saniye bittiğinde ağır hissediyordu, yerdeki şey, o kesinlikle bir amblemden daha fazlasıydı ve doğruydu. Atasının tarif ettiği gibi.
Haberciyi kafasıyla selamladıktan sonra, tek bir sızıntı halinde olan güven gür akan dereler haline geldi. İçinde bir huşu vardı, Mavi Kış’ı görecekti, kraliçesini, önderini, tek emriyle evini geride bıraktığı kadını. Tek hissettiği içini kaplayan bir huşu…
Yürüdüler, sonsuzluk gibi gelmişti Dagor’a. İçinde hissettiği şey onu öylesine itiyordu ki; koşmak istiyordu. Daha önce böyle hissetmişti, oğlunun doğumunu beklerken gelen sabırsızlıkla aynıydı. Biraz endişe, biraz hevesten ibaret bir his… Ve sonu da aynı olacak mı diye düşündü. Huzurlu bir mutluluk gelecek miydi ardından, içinde başka duyguya yer bırakmayacak kadar büyük bir sevgi? Pek de öyle olmamıştı aslında, Eadyth’i kaybetmişti o doğumda. Bir ışık sönmüştü içinde o gün fakat bugün acının ona değmesine izin vermedi, kayanın üzerinden süzülen yağmur damlası kadar etkiledi onu. Güneş tepedeydi artık ve kara bata çıka yürüyorlardı. Habercinin kırmızı pelerini ve pantolonun paçaları ıslaktı. Dagor’un da iyi durumda olduğu söylenemezdi ayakları soğuğa isyan ediyordu. Yüksek bir tepeye çıktıklarında arkada kalan kamplarına baktı, gri bir solukluk gibiydi. Belirli yerlerden göğe uzanan ince iplikler gibi dumanlar yükseliyordu. Sahibinin ayağına kıvrılıp yatan kedi gibi, Yeis’in dibinde kıvrılıp yatıyordu. Dagor’un dört bir yanı dümdüz uzanıyordu. Arkasında dağ önünde ise bembeyaz kaplanmış, düz, verimsiz toprak. Toprak da ev demekti Dagor için, seni besler büyütür, ölünce de seni kabul ederdi. Tekrar önüne baktığında habercinin tepeden aşağıya kaydığını gördü, ilk önce düşüp kafasını kıracağını sanmıştı ama adam hiç istifini bozmadan iki ayağı üzerinde kaymaya devam etti ve arkasında kardan bir toz bulutu bıraktı. Aşağıdan Dagor’a gelmesini eliyle işaret etti. Biraz yürüdükten sonra önlerinde Ufak Koruluk uzanıyordu. İsmini hep uyumsuz bulmuştu Dagor, ufak dedikleri yer diğer ucuna yürüyerek üç günde çıkılacak dev bir ormandı. Düşmeden aşağıya inmeyi başarmıştı ve haberciye yetiştiğinde “Rüzgâr koşucusu diyorlar size değil mi?” diye sordu. İlgiyle dönen adam bir kez daha Dagor’u inceledi, bunu yapmaya devam etmese iyi olurdu, yaşça küçük olanın kim olduğunu hatırlatmak istemiyordu. “Evet.” dedi genç adam ve dalları kar yüklü ağaçlara doğru yürümeye başladı. Takip etti Dagor, bitmek tükenmek bilmeyen bir sabır gerektiriyordu aklındakileri sormamak, ama sormadı ve yürüdü. Sık ağaçların içine girdiler, uzun çamların ucunu görmek için kafanızı kaldırmanız gerekirdi. Kafanızı kaldırdığınızda ise göreceğiniz bulutsuz mavi bir gök. Yerdeki kar ormanda daha azdı. Batıp çıkmadan yürüyebilecek kadar az. Bir kuş hareketlendiğinde dallardan dökülen karlardan başka ses yoktu. Rüzgâr koşucularının meziyet sahibi olduklarını duymuştu ancak bu kadar sessiz ve iz bırakmadan yürüyebilmesini beklememişti. Genç, bir haberci ve izci olmak için eksiksizdi. İzlerin ormandan sonra kesilmesi akıllıcaydı, hem onu takip eden olursa ormana kadar yürür vakit kaybeder hem de ormanın içinde ne yöne gittiğini bilmediğinden asla takip edemezdi. Ancak kendi ayak izleri hala yerde olmalıydı ya rüzgâr koşucusu unutmuştu ya da takip edilmekten çekinmiyordu. Kafasını çevirip ayak izlerini görmek istediğinde henüz geçtikleri ağacın etrafı pürüzsüz bir karla örtülüydü. Şaşırmıştı Dagor ama Mavi Kış’tan daha azını ummamıştı. Bir sonraki adımını attıktan sonra durdu ve ayak izinin yerden kaybolmasını izledi. Hiç dokunulmamış gibiydi, mükemmel diye düşündü. Eğer bu adam yeteneğini Dagor’un askerleri için kullanırsa, kimse görmeden yer değiştirebilir takip ve fark edilmeden gözcülük edebilirlerdi. Savaşın kaderini etkileyebilirdi bu adam. Peki, koşucu böyle basit bir işte kullanılacak kadar değersiz miydi; değersizlikten daha çok Mavi Kış’ın emrinde kaç rüzgâr koşucusu vardı? Bu işler için ayırabilecekleri kadar çok muydu? Hayatı boyunca zaman zaman tek istediği soruların cevaplarıydı, bu da gerçekten cevapları bulmayı dilediği bir andı. Ani bir his doldurdu beynini, bir kıpırtı, içinde bir başka bir canlının varlığını hissetmek gibiydi, bir uyanış veya gıdıklanma gibi, ancak dumanı elle yakalamak kadar zordu o hisse tutunmak. Benzerini koşucu yere nişanı çizerken hissetmişti, ama o bir an sürmüştü, şuan hissettiği ise tek kelime ile harika bir şeydi. Daha hafifti sanki vücudundan bir yük kalkmış gibi ve daha şendi, içindeki his onu hafifletiyor ve huzur veriyordu, inanılmazdı. Nefesini tutup saklamak, zamanı durdurup sonsuza kadar bu hisse sahip olmak istiyordu. Gözlerini kapattı ve benliğinin yok oluşunu izledi, artık Dagor Sartaganas değildi, bir olmuştu, bomboş bir bütünlüktü bu, eksiksiz hissediyordu son parçası konulmuş bir yapboz gibi. Süzülüp hareket ettiğini düşündü, hızlıydı rüzgâr gibi, canlıydı, hayır, canlı mıydı, formsuz olması cansız olmak mıydı? Fakat insan şeklinde hissediyordu hâlâ. Ölüm müydü bu? Elveda demeden gidemezdi, hem ölüm bu kadar hafif olmazdı değil mi? Bu yaşa kadar her şeyi gördüğünüzü sanırdınız, hiçbir şeyin çocuk kadar deneyimsiz hissettirmeyeceğini. Neydi bu yeni gizem? Bir şey merak etmemesini söylüyordu, annesinin ninnisi gibi huzurlu ve ikna ediciydi. Etrafındaki yoğunluğu hissetti, rüzgâr canlıydı, elle tutabileceğiniz, öldürebileceğiniz kadar canlı. Bir düşünce yankılandı beyninde, kendinin olmadığını sandığı bir kelime “Hayır.” dedi netlikle. Karanlık düşünceleri ve ölüm endişeleri solmuştu, farklı yaşamlar olduğunu seziyordu etrafında, hayvanlar, kurt, tilki, kutup tavşanları, kar baykuşları, kargalar, sayamayacağı kadar çok ağaç ve rüzgârın kadim varlığı.
Başından beri iradesi dışında hareket ettiğini seziyordu, karşı koymamıştı çünkü nasıl yapacağını bilmiyordu. Etrafını yokladı, el, kol veya gözleri olmadan ne kadar becerebildiyse o kadar yokladı, bir iki adım ötesinde bir sıcaklık hissediyordu, ılık bir huzur saçıyordu varlığını hissettiği canlı. Bir ses duydu, bu huzura yakışır, sakin ve melodikti “Hepimiz cevaplar arıyoruz kumandan.” dedi. Ses ile birlikte gözlerini açtı, ani bir var oluş hissiydi soğuğu ve rüzgârı ilk defa hissetmek gibi. Diğer his kaybolmuştu. Kendini yokladı aradı taradı ancak yoktu, benliğini kaybetmişçesine üzüldü o kadar tatlıydı ki… Nereydi burası? Biraz önce içinde olduğu orman ayaklarının altında uzak bir manzaraydı, sağa ve sola uzanıyordu. Boyayla yapılmış bir iş gibiydi, orman yeşil beyaz, gök mavi ve beyaz. Ağaçlar, üstünde durduğu dağın yarısına kadar gelebiliyordu, onlardan sonra kara kayalar ve zirvede beyaz. Yeis’in en yüksek tepesi yalnızca bir başparmak büyüklüğündeydi, birkaç saat öncesinde eteğinde olduğu tepe. Şimdi ise zirvesi bıçakla kesilmiş kadar düz olan bir dağın üstündeydi. Güneş hala tam tepedeydi, güçlüydü meydan okuyordu yerdeki karlara. Gerçek miydi bu, yoksa… Arkasını döndüğünde bütün düşünceleri toza döndü. Mavi Kış’ın yanındaydı, bizzat karşısındaydı, tek dizinin üzerinde çöktü ve kafasını eğdi; ancak pişman olmuştu böyle bir güzellikten gözlerini çektiği için. Beyaz elbisesi karla birleşiyordu adeta, işlemeleri omuzlarına kadar uzanıyor dalgalı sarı saçlarının altında kalıyordu. Kahverengi pelerini kaliteli yündendi, üşütmeyecek bir şeydi. İnce pembe dudaklarında ufak bir gülümseme vardı, açık mavi gözlerine değmiyordu gülümsemesi, nasıl da iç burkucuydu. “Resmiyete gerek yok, lütfen kalk.” dedi. Dagor yükseldi ve tam Mavi Kış’ın karşısında durdu, yüzü yuvarlak, elmacık kemikleri hafif belirgin ve kırmızıydı, rüzgâr sarı saçlar savurdu ve yeni açmış çiçeklerin kokusunu, dağın tepesinde çiçekler yoktu elbette. Gözleri aynı hizadaydı ve Dagor bir an bile gözlerini ayırmak istemese de, etrafı izlemeye başladı. Bunu yaptığı için de o an kendini dünyanın en büyük aptalı ilan etti. Önemli değildi daha fazla bakmaması, diz çöküp kraliçesine baktığı an, saçlarının sarısının güneşle yarıştığını gördüğü an, o hatırdan çıkacak bir şey değildi. Çıkmadı da, saçlarının bahar kokusu kadar taze kaldı aklında ve dedesini anladı, gözlerinin parıltısının nedenini gördü.
Haberci arkasını döndü ve geldiği yöne yürümeye başladı. Görevi buraya kadardı, bir yenisi ise komutanlarını aldığı askerlere komutanlık etmekti. Ufak bir kıskançlık yok değildi içinde, kendilerine rüzgâr koşucuları diyorlardı ancak o adam varken bu isim onlara yakışmıyordu. Muazzam bir yetenekti bu rüzgârla bir olmak, özü olmak, rüzgâr özlü olmak. Gözlerini kapattığında varlıktan silinmiş gibi yok olmak. Ne bir süzülme, ne rüzgâra karışıyormuş gibi bir savrulma, aniden yok olmuş gibi gitmişti. Ancak kartal kadar keskin gözler veya ne olacağını bilenler görebilirdi koşucunun, Dagor’un, izini. Sıcak havada ufuktaki bulanıklık gibi bir izdi bu. Adam belki altmışını geçmişti, nasıl bir gücü elinde tuttuğunu bilmeden geçen altmış yıl, öğrenmeden, yönetmeden, sahiplenmeden geçen yıllar. Yazıktı, Mavi Kış olmadan gücünü kullanamayacak olması yani, güç halkaları etkinleşmeden kimse yapamazdı zaten. Çocuğun kurabiyelerin dolabın tepesinde olduğunu bilip istese de ulaşamayacağı gibiydi. En iyisi orada olduklarını bilmemekti. Dagor için çok geçti, zamanı olsa halkaları da öğreneceğinden şüphesi yoktu ancak tamu onlara geliyordu bir an önce karşı koymaları gerekmekteydi.