Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - BlackOut

Sayfa: [1]
1
Çok eskiden paylaşılmış şeyler bunlar, belki beş altı sene önce okumuştum. Bugün tekrar okudum ve paylaşıp tartışmak istediğim şeyler var. O yüzden buraya açıyorum konuyu. Umarım daha önce açılmamıştır aynı konu, dediğim gibi çok eski olunca  :D.

Emma Coats Pixar'da çalışmış, çalıştığı süre boyunca da storyboard(Türkçe'sini bilmiyorum çeviremedim de.) hazırlamış biri. Storyboard kısaca hikayenin akışını veren bir şey. Küçükken "Olay örgüsünü yazın." derlerdi, öyle bir şey. Ve Emma Coats'ın deneyim ettikleri hakkında yazdığı yirmi iki not var. Ben böyle şeylerden ölesiye nefret ederim ama yine de nefret ettiğim şeylerden de öğrenebilirim, sanırım. Bunu sizinle de paylaşıp, paylaştıktan sonra sormak istediğim yerleri var.

Resimler forumda büyük olmuş, şuradan liste halinde ulaşabilirisiniz: Link

Spoiler: Göster

Pixar’ın Olağanüstü Hikaye Anlatmak İçin Yirmi İki Kuralı. (Neden nefret ettiğim burada işte, kuralmış peh.)


1.
Spoiler: Göster
 Bir karakteri başarılarından daha çok denediği için takdir ederiz(beğeniriz.)


2.
Spoiler: Göster
 Neyin seyirci(hedef kitle) için ilgi çekici olduğunu aklınızdan çıkarmayın, yazarken neyin eğlenceli olduğunu değil. İkisi çok farklı şeyler olabilir.


3.
Spoiler: Göster
Bunu çeviremedim, anlamadım da.


4.
Spoiler: Göster
Bir zamanlar … vardı. Her gün… Bir gün… Bundan dolayı… Öyle olunca… Sonunda ... olana kadar.


5.
Spoiler: Göster
 Basitleştirin. Odaklanın. Karakterleri birleştirin. Dolambaçlı yollardan kaçının. Değerleri şeyleri kaybediyor gibi hissedersiniz ancak bu sizi özgürleştirir. -(Bunu sonuna kadar destekliyorum, deneyimlerim bu yönde.)


6.
Spoiler: Göster
Karakterinizin rahat ve iyi olduğu konular neler? Onları tam tersi olayların içine atın ve onlara meydan okuyun. Bununla nasıl başa çıkıyorlar?



7.
Spoiler: Göster
Hikâyenin gelişme bölümünden önce sonunu düşünün. Gerçekten, sonlar zordur, sondan çalışmaya başlayın. -(Bunu önermiyorum, yazış tarzınıza uygun ve sevdiğiniz şekilde yazmak daha iyi bence. Her ne kadar ben burada söylenen gibi yapsam da benim için doğal olan o.)


8.
Spoiler: Göster
Hikâyelerinizi bitirin, kusursuz olmasalar da bırakın bitsin. Mükemmel bir dünyada ikisine de sahip olursunuz (Kusursuz bitmiş öyküler.) ancak boş verin, ilerleyin ve bir sonraki seferde daha iyi yapın. -(Bunu da sonuna kadar destekliyorum  ;D.)



9.
Spoiler: Göster
Takıldığınızda, olmayacaklar listesi yapın. Birçok sefer sizi açacak şey bu listede çıkabilir. (Ya da bu liste yardımıyla çıkabilir.)


10.
Spoiler: Göster
Beğendiğiniz öyküleri kenara çekin. (İnceleyin anlamında.). Bu hikâyelerde beğendiğiniz şey, sizden bir parça. Bunu kullanmadan önce fark etmelisiniz.



11.
Spoiler: Göster
Kâğıda dökmek düzeltmenin ilk adımıdır. Eğer aklınızda kalırsa, mükemmel bir fikir ancak kimseyle paylaşmadığınız…



12.
Spoiler: Göster
Aklınıza ilk gelen şeyi kenara atın. İkinciyi, üçüncüyü, dördüncüyü ve beşinciyi de. Belirgin ve besbelli olanları yolunuzdan atın. Kendinizi şaşırtın. -(Bunu da tamamen önermiyorum, evet insanı yaratıcı olmaya zorluyor ve evet aklımıza ilk gelen şeylerin bazıları çoktan yapılmıştır ama fazla fikri durduk yere kenara atmak pek yararlı bir şey değil. Hem her yazdığınız kendi başına şaheser olmak zorunda da değil, benzerlik göstermesi doğal.)



13.
Spoiler: Göster
Karakterlerinize fikirler verin. Etkisiz, yumuşak karakterler yazarken hoş görünse de seyirciye(okuyucuya) zehirdir. -(Bunun başarılı eserlerini Öykü Seçkisi'nde ve Kurgu İskele'sinde gördüm zaten birçoğunuz bu konuda iyisiniz bence.)



14.
Spoiler: Göster
Bu hikâyeyi neden anlatmak zorundasın? Alev alev yanan, seni yazmaya iten ve öykünün kalbini oluşturup besleyen ne?


15.
Spoiler: Göster
Eğer karakter sen olsaydın, bu durumda nasıl hissederdin? Dürüstlük inanılmaz durumlara imkân verir. -(Dürüst ve doğal olmanın hikâyeyi güzelleştirdiğini inkar edecek yoktur herhalde.)


16.
Spoiler: Göster
İşin sonuçları neler? Karakter için tezahürat yapmamıza bir neden ver. Başaramazlarsa ne olur? Yollarına çıkacak zorlukları sırala. -(Ben bunu pek beceremediğimi hissediyorum, bir karakteri okuyucuya nasıl sunmalıyız ki hayranları olmalı, onun için yapılan tezahürata katılmalı? Örnek: Jon Snow "King in the north!" gibi.


17.
Spoiler: Göster
Hiçbir çalışma boşa gitmez. Eğer işe yaramıyorsa bırakın. Bir zaman gelir ve o çalışmanızın kullanılabilir olduğunu görürsünüz. -(Buna da olduğu gibi katılıyorum. Beğenmediğiniz çalışmalarınızı da bekletin.)



18.
Spoiler: Göster
Kendinizi tanımalısınız. Elinizden geleni yapmakla boş konuşmak arasındaki farkı bilmelisiniz. Son cümleyi anlamadım.



19.
Spoiler: Göster
Karakterlerin başını belaya sokan tesadüfler güzeldir. Ama onları belanın içinden çekip alan tesadüfler hile yapmaktır.



20.
Spoiler: Göster
Pratik yapmak için: Sevmediğiniz bir filmin ana hatlarını ele alın. Güzel bir hale gelmesi için neleri değiştirirdiniz?



21.
Spoiler: Göster
Olayları ve karakterleri tanımlamalısınız. Yalnızca “havalı” olanı yazamazsınız. Neden böyle olduğunu, neden öyle davrandıklarını açıklamalısınız.



22.
Spoiler: Göster
Hikâyenizin özü ne? Bunu yazmanın en hesaplı yolu nedir? Eğer bunu bilirseniz oradan yola çıkabilirsiniz.



Umarım yeni yazmaya başlayanlara yardımcı olur. Daha deneyimlilere ise düşünecek birkaç malzeme verir. Çeviremediğim ve varsa yanlış çevirdiğim yerleri yazabilirsiniz. Sorduğum birkaç soruyu da tartışmak isterim. (Mesela 16.)

2
Oyunlar / Overwatch
« : 22 Mayıs 2016, 13:15:32 »
Umarım konu daha önce açılmamıştır, aradım bulamadım. (Oyunla ilgilenmeseniz bile hikayesini okumak isterseniz onu da paylaşacağım.)
Spoiler: Göster

Overwatch Blizzard'ın FPS (First Person Shooter) türündeki oyunu. (Son dönemde Blizzard'ı çok takdir etmesem de bunu tanıtmak istedim.) FPS ancak CS (Counter Strike), COD (Call of Duty) tarzı değil Team Fortress çeşidi bir oyun. Bu ne demek bilmiyorsanız, sizi araştırmaya yormadan kısaca yazayım. Bu çeşit FPS'lerde işiniz sadece rakibinizi vurup indirmek olmuyor. Oyunun içinde karakterinizin farklı özellikleriyle de eğleniyorsunuz. Bu durum Overwatch için Hero(Kahraman) olarak adlandırılıyor. Kahramanınızın özelliğine göre takım arkadaşlarınızı iyileştirebilir(Support-Destek), gerekirse arkadaşınız ölmesin diye kendinizi hedef yapabilirsiniz(Tank) ya da  karşı takımı çatır çutur vuracağım ben diyorsanız Offense - Saldırı alırsınız.

Yukarıda bahsetmediğim Defense - Savunma sınıfı benim gözümde en eğlencelisidir. Oyunun Escort (Refakât) seçeneği var. Savunma karakteri ile refakât ettiğiniz mühimmatın yolunun üstüne kamp kurup gelmelerini beklersiniz ki parti başlasın ;D. (TF2'de Engineer ile en olmayacak yerlere taret (Turret) dikerdim :D. Overwatch'da da Torbjörn var, aynı işi yapıyor.)

Peki resimde yazan "The World Needs Heroes"un olayı ne? Burada Overwatch'ın kurgusu işin içine giriyor ki çevirebildiğim derece sizinle paylaşacağım:
"Overwatch’ın hikâyesi gelecekteki Dünya’nın kurgusal bir uyarlamasıyla başlıyor. İnsanlar ve Omnic adıyla bilinen robotlar bir arada yaşamaktadırlar. Ancak Onium’lar – Omnic’lerin üreticileri – kuralları tanımayıp, bir isyan çıkarmak adına askeri robotlar ürettiğinde barışçıl dönemin sonu gelmişti. Bununla başa çıkmak için Birleşmiş Milletler Dünya’nın en seçkin askerlerini bir araya getirerek Overwatch adındaki barış gücünü kurdular."

Bu işin görünen tarafı, hikayeyi detaylıca okumak isterseniz buyrun onu birebir olmasa da çevireceğim:
Benim İngilizce'm bana yetiyor derseniz Kaynak.
Spoiler: Göster
Otuz yıl önce, bizimkinden pek de farklı olmayan bir gelecekte, Dünya kendi yıkımının tohumlarını ekiyordu. Üretimi desteklemek ve ekonomik eşitlik oluşturmak için Dünya Omnic Robotları tasarladı. Omnic Robotlar yapay zekâ merkezleri Omniumlar tarafından üretiliyordu. Sonunda akla gelmeyen oldu ve Omniumlar kuralları dinlemeyip insanlığı yok etmek için askeri seviye robotları üretti. Hükümetler Omniumları durduramadığında BM (Birleşmiş Milletler) onlarla savaşmak için uluslar arası bir özel tim oluşturma kararı almıştı. Dünya’nın en iyilerinin bulunduğu Overwatch robotlara karşı asimetrik bir savaş verecekti. (Bakınız: Asimetrik Savaş). Beş adamlık küçük vurucu tim, Alman asker Reinhardt Wilhelm, İsveç mühendis Torbjörn Lindhorn, Mısır’lı keskin nişancı Ana Amari ve Amerikalı iki askerden oluşuyordu. Amerikan askerler Birleşik Devletler Er Geliştirme Programı’na dâhil iki eski arkadaştı; Gabriel Reyes ve Jack Morrison. Morrison takımın lideri gibi görünüyorsa da gerçek lider Reyes idi. Takım Reyes sayesinde etkili bir güce dönüşmüştü ve sonradan Omnic Krizi olarak bilinecek dönemde robotlara karşı savaş verdiler. Kriz yıllarca sürdü ve Hindistan’da göçlere, Avusturya’da yıkıma neden oldu. Sibirya harap olmuştu ve Kore yarımadası değişime duyarlı, devasa bir deniz robotuyla kuşatılmıştı. Tüm güçlüklere rağmen zaferler de vardı. Ruslar ülkelerindeki Omnium ile başa çıkmış, yapay zekâyı kapatmayı başarmıştı ve Güney Kore ürettiği Mecha Kostümlerle (Mecha) deniz robotuna karşı koyuyordu. Savaş iki taraftan da çok can almıştı ancak sonunda insanlar, Overwatch’ın büyük yardımıyla, galip geldi.


Kriz sona erdiğinde BM Dünya’da barış ilan etmişti. Tüm Dünya Omnic’leri kendilerine eşit saymazken, BM bir grup asi Omnic Keşiş’e Himalaya’larda kalma izni verdi. İçlerinde Tekharta Zenyatta’nın bulunduğu bu grup barışçıl yollarla Omniclerin ruhu olduğunu öğretiyor ve savunuyordu. Batı Afrika şehri Numbani İnsan-Omnic işbirliğinin merkezi haline gelmişti. İşlerin iyiye gitmesiyle Avustralya hükümeti de kalan Omnicleri Avustralya Omnium’una iade etti, barış umuyorlardı. Bu olay kendilerine daha sonra Avustralya Kurtuluş Öncüleri (Australian Liberation Front) diyecek ve Omnic komşularından hiç memnun olmayan taşralı grubu rahatsız etmişti.
Bundan öte Overwatch kendisine daha geniş sermaye bulmuştu ve bilim, tıp, seyahat gibi alanlara bölünmüştü. Morrison Saldırı Kumandanlığına terfi ederken Reyes Blackwatch’ın başına getirildi. Blackwatch, örgütün gizli operasyon birimiydi. Dünya onları kahramanlar olarak görüyordu. Zamanın gençleri, Overwatch Jenerasyonu, onları süperstarlar olarak görüyor ve özeniyorlardı. Amari’nin kızı Fareeha’nın(Pharah) Mısır Odusu’na katılıp kahraman olmak istemesinin nedeni de buydu.


Yıllar geçtikçe Overwatch’ın görevleri, kaynakları ve kapsamları oranında büyümüştü. Dünya çapında barış sağlayan bir örgüttü artık. Overwatch beş kişiyle kalmamalıydı. İsveç nano-biyolog ve tıp uzmanı Dr. Angela Zeigler – Overwatch’ın askeri duruşundan memnun olmasa da – takımdaydı. Winston, Ay Ufku Koloni’sinde (Horizon Lunar Colony) isyandan kaçan üstün zekâlı bir goril, Lena Oxton, prototip ışınlanma uçağıyla hayat değiştiren bir kaza yaşamış İngiliz pilot,  Genji Shimada, kardeşi tarafından ölümüne dövülüp cyborg olarak dirilen Japon suç impratorluğunun mirasçısı, Mei-Ling Zhaou, Çin'li klimatolog ve Jesse McCree, Overwatch’ın suç avı sırasında yakalanıp Blackwatch’a dâhil edilmiş Amerikan eski suçlu, hepsi artık Overwatch üyesiydi.


Overwatch uzun süren bir barış dönemi getirmiş olsa da hala çatışmalar sürüyordu. Omnic Krizi’nden sonra Dünya’yı yeniden kuran Vishkar adlı şirket insanlara totaliter, sıkı kurallar uyguluyordu. Bu kurallar ve kararlar kendi içlerinde bile sorgulanıyordu ve bu eleştirmenlerden biri Satya Vaswani’ydi(Symmetra). Şirketin bu politakası Rio de Janeiro’nun gecekondu mahallesinde bir gecede ünlü olan özgürlük savaşçısı Lucio Correia Dos Santos(Lúcio) tarafından liderlik edilen bir isyana yol açmıştı. Rusya’da ise Omnium tekrar aktif olmuş ülkeyi yine savaşa sürüklemişti, bu olay eski atlet Aleksandra Zaryanova’nın (Zarya) da ulusal bir simge olmasına da neden olmuştu. Antartika’da Mei’nin araştırmaları belirsiz güçler tarafından sabote edilmiş, kendisi de yıllarca dondurularak uyutulmuştu. Avustralya Kurtuluş Öncüleri Avustralya Omnium’unu havaya uçurmayı başarmıştı ve bu nükleer patlama taşrayı harap etmişti. Bu yıkım, taşrada kendilerine Junkers diyen, çılgınca boğaz kesen, yalnızca en güçlünün hayatta kaldığı bir toplumun oluşmasına sebep oldu. Fransa’da Overwatch ajanı Gerard Lecroix karısı Amelie tarafından katledildi. Çünkü Amelie Talon Birliği tarafından Süper-Suikastçisi Widowmaker olarak yeniden programlanmıştı. Deniz robotu Güney Kore’nin MEKA programı tarafından sürekli kontrol ediliyorduysa da, MEKA’nın robotla savaşmaması için zor kullanıldı. Uzman oyuncular (Pro-Gamers) ve hatta Starcraft Dünya şampiyonu Hana 'D.Va' Song bile robotla savaşılmasına yardım etmişti.
Ancak tüm bunların en kötüsü bütün suç Overwatch’a yıkılıyordu. Önemli görevlerin başarısızlığı, bozulmalar ve kötü yönetim; silahlanma, insan hakları ihlâlleri ve daha fazlası yağmurdan sonraki mantarlar gibi türemişti. Kısa süre sonra Overwatch’ın “Kahramanları”na şüphe ve kinle yaklaşılıyordu. BM komitesi bu iddiaları araştırmaya başladı ve bu soruşturma, son şok edici bir olaydan sonra, Overwatch’ın dağıtılmasına yol açtı.


İddialar arttıkça Morrison ve Reyes arasında anlaşmazlıklar yaşanıyordu. Morrison terfi ettiğinden beri görüşmüyorlarsa da kavgaları sürüyordu ve kırılma noktası yakındı. Morrison, Reyes’in aksine, Overwatch’ın dağıtılmasına karşı çıkıyordu.  Reyes’in neden dağıtılmaya karşı çıkmadığını tam anlamıyla bilmesek de, tüm bunlar Blackwatch’ın Overwatch’ı içeriden bitirmek için çalışmalarıyla büyük ihtimalle ilişkili. Overwatch’ın İsveç ayağından ise yeni haber vardı. Takımdan iki kişi kavga etmiş, üssün yıkılmasına neden olan bir patlamaya neden olmuşlardı. Hayatlarını kaybettilerse de vücutları enkazda bulunamadı. Bu ölüm haberi Overwatch için son damlaydı ve örgüt Omnic Kirizi’nin bitişinden yirmi yıl sonra dağıtılmıştı. Üyeler hayatlarına farklı yollarda devam edecekti. McCree ve birçoğu paralı askerliği seçmişti. Mercy ve Reinhardt’ın içinde bulunduğu bir grup örgüt olmadan da kahramanlıklarına devam ettiler. Winston ve diğerleri ise kahramanların geri döneceği günü bekliyorlardı.
Widowmaker (İradesi kırılıp suikastçı haline getirilen Amelie) görevine hâlâ devam ederken Junker Kardeşler, Mako Rutledge ve Jamison Fawkes, Dünya çapında suç üstüne suç işliyorlardı. Japonya’nın belalı ailesi Shimada’lar ise varis Hanzo’nun ayrılışına rağmen güç kazanıyordu ve kibar ama savunmacı bir robot olan Bastion tekrar aktif olmuş Dünya’yı geziyordu. Jack Morrison artık Soldier: 76 adıyla bilinen maskeli bir kanun kaçağıydı ve hâlâ adalet dağıtma isteğindeydi. Overwatch’ın teknolojisini önüne kim çıktıysa umurunda olmadan çalan Gabriel Reyes ise örgütün eski üyelerini avlayan ve öldüren korkunç suikastçı Reaper olarak yeniden doğmuştu.
Tek şeyi net olarak biliyoruz: Dünya’nın kahramanlara ihtiyacı var.


Bu hikayenin genel bir hali, yine de yeterince detaylı. Birçok kişi altı üstü FPS ne gerek var bu kadar hikayeye dese de, benim gibi oyunu kırk yılın başı bir kere oynayıp hikayesini sevenlere hitap ediyor.
Burada yeterince bilgiyi öğrendikten sonra Blizzard'ın her zaman bayılarak izlediğim animasyonlarını paylaşacağım:
Oyunun ilk yayınlanan videolarından biri. Zannımca Overwatch'ın eski üyelerinin tekrar birleşmesi sırasında yaşanan bir olayı gösteriyor. Tracer(Lena Oxton) ve Winston'u görüyoruz. (Winston'un gözlüğüne dikkat edin neden öyle bir tepki verdiğini birkaç video sonra anlayacaksınız.)
Tracer'i aksanını anlamakta zorlandığım kadar seviyorum.
Tekrar izleyince yazayım dedim, Widowmaker ve Reaper da varmış videoda :D.

Şu kısa olanı da araya sıkıştırıvereyim: Theatrical Teaser

Sıradaki ise tanıtımdan öte hikayelerin videoları:
Alive. Burada Widowmaker'ın Zenyatta'ya(Himalayalar'daki Omnic Keşiş) saldırısı ve Tracer'ın bunu engellemek için onunla çatışması var.
İzledikten sonra açın:
Spoiler: Göster
Yorumlarda Zenyatta'nın robot olduğu, yeniden tamir edilip yapılabileceği, insanların neden böylesine tepki verdiğini sormuşlar. İş Zenyatta'ya yapılan saldırının temsil ettiği şey, Omniclere karşı koyulan tavrın barışçıl olmamasında.


Recall. Burada da Winston'un geçmişini ve Overwatch'ı geri toplamadaki kararsızlığını izliyoruz. Daha önce not düştüğüm gözlüğü neden sevdiğini böylece anlamış olduk. (Açıklık getirmek için: Reaper Overwatch üyelerini avlamak için onların yerlerini çalmaya çalışıyor.)
I am a scientist!

Dragons. Bu video da kardeşini öldüresiye döven Hanzo ve kardeşi Genji'nin hikayesini anlatıyor.
Think on that, brother...
Yalan yok tüylerim diken diken oldu. Zaten bu video yüzünden hazırladım bu konuyu da.

Elimden geldiği kadar tanıttım(daha çok hikayesiyle ilgilensem de  :D), videolar konusunda maalesef yapabileceğim bir şey yok alt yazı falan ekleyemiyorum :). Karakterlerin tek tek ve daha detaylı hikayeleri var ama bu kadarını çevirmek bile beni yordu, merak ederseniz İngilizce metinler Overwatch'ın sitesinde mevcut.

3
Spoiler: Göster


Merhabalar, ilk olarak Dünya klasiği olan bir eseri tanıtmak zor bir iş. Bu yüzden yanlış bir şey fark ederseniz lütfen belirtin.

Öncelikle şu bilgiyle başlamak isterim:
''Suç ve Ceza'' 1866'da tefrika halinde yayınlandı. Bu sayede borçlarından kurtulabilir, maddi yönden bolluğa kavuşabilirdi, fakat bunun yerine daha da kötü duruma düştü. Kitabı çeşitli tepkilerle karşılaştı. Çağının çok ilerisinde yazan yazar bir türlü tam olarak anlaşılamıyordu.
O dönemde ne gibi tepkiler çekmiş olabileceğini tahmin edemesem de, kitabın zamanının ötesinde olduğu konusuna katılıyorum.
Her yerde bulabileceğiniz kısa özetler, açıklamalar var. Ben daha samimi olmasını istediğim şekilde anlatacağım.

Hepinizin kitapla ilgili duymuşluğu, okumuşluğu vardır. Başlayıp bırakanlar, yarısında dikkati başka yönlere dağılıp unutanlar ve son olarak okuyup bitirenler hepinizi selamlıyorum. Kitabın ilk sayfasından itibaren karakterin benle paralel yönleri olduğunu düşünerek okudum. Bu yüzden biraz taraflı anlatabilirim.

En başta takdir ettiğim şu ki yazar Raskolnikov'un kafasının içini size sunuyor. Gerçekten karakterin kafasının içinden neler geçtiğini en güzel biçimde anlatıyor. Cümlelerin bazen kesilip, konudan konuya fırlaması, aklı dağınık ve hafif puslu bu  insanı size sevdiriyor. Belki de sevdirmez, siz bilirsiniz. Yazar sizi hafiften Rus sokaklarına ve şehrine alıştırdıktan sonra hiç beklemeden asıl olaya giriveriyor. Sizi pek sıkmadan yapıyor bunu. Kitapta tek zorlandığım konu, karakterlerin ismi zaten Rusça iken bir de orjinal isimlerinin yanında seslenme isimleri olması. Mesela Raskolnikov aslında Rodion Romanovich Raskolnikov'dur. Bunu üç beş karakterde tekrarlayınca okuma zorluğu yaşanabiliyor. Tekrar hikayeye dönersem, kitabın isminden anlaşılacağı gibi "suçlu" karakterimiz, büyük bir vicdan sahibi, duygusal biridir. Diyeceksiniz ki "Öyle suçlu mu olur?" yazar bunun cevabını güzelce veriyor: "Biliyor musun Sonya, alçak tavanlar, daracık odalar insanın aklını ve ruhunu öylesine boğar ki...".
Sonya demişken, hikayesinin büyük kısmını dinlediğiniz karakterdir kendisi. Bir meyhanede Raskolnikov dinler hikayeyi. Ah Sonya'cık kuş kadar ürkek, yufka yürekli aynı zamanda bir fahişe. Hayat insanı nelere sürüklüyor dediğim karakter. Sağlam bir empati yeteneğiniz varsa ve yaşadığınız bir dram olduysa bu kitabın kurgu olsa bile gerçek dramı güzelce aktardığını anlayacaksınız. Neyse... Dramlar iç karartıcı, sıkıcı ve derindir.

Buradan sonra biraz detay konuşacağım. Kitapla ilgili yukarıda yazılanlar okumanıza yardımcı olacak kadar tanıtmıştır umarım.

Karakterin (Raskolnikov) bazen "deli" kavramını karşılayacak şekilde tasvir edildiğini görüyoruz. Kendi kendine mırıldanma huyu var. Benim bu konudaki görüşüm şu: Yazar karakterin iç dünyasını tam anlamıyla anlatmak için bu yola başvurmuş. Ne de olsa kimsenin umurunda olmaz bir "suçlunun" biraz da deli olması.

Raskolnikov'un bir at ile ilgili gördüğü rüyanın geçtiği bölümü dikkatle okumanızı öneriyorum. Orada diğer insanların masum ve saf bir tanesini nasıl dehşete düşürdüğünü göreceksiniz. Bence kitapta tartışılan "bazılarının" suç işlemesinin haklı olduğu görüşünün temeli bu rüyadır. Raskolnikov döneminde zekidir diğer insanları iyi anlar ve anlam veremez ne kadar kötü olduklarına.
Pek anlatamadım, kitabın başı ve sonundan bahsediyorum. Yazarın yardımıyla anlatayım. "Neden böyle aptalım? Madem başkaları aptal ve ben onların aptal olduklarını kesin suretle biliyorum, neden onlardan daha akıllı olmak istemiyorum?" diye soruyor Raskolnikov kendine. Kısacası kendinin diğerleriyle aynı olmadığını biliyor ve aynı zamanda pek farklı olmadığını da biliyor, aklından kötü şeyler geçiyor çünkü."Suç işleme haklılığı" denen şeyi bu ikilem arasında buluyor kendinde.


Diğer karakterler hakkında şunu düşünüyorum ki bu satranç tahtası Raskolnikov'undur ve diğerleri onun hikayesinde ilerleyen piyonlardır. Kötü anlamda söylemiyorum, bir fikri daha iyi anlatmak için kullanıyor yazar bunu. Şöyle açıklayayım. "Katerina İvanova, sarhoş kalabalığı yararak kendine yol açtı, gözyaşları içinde ne olursa olsun, hemen şu anda bir yerlerde adaleti bulmak kararıyla sokağa fırladı." Hepimizin adaletin vücut bulup ayağa dikilmesini istediğimiz anlar olmuştur. Bu insanların yaşadığı şeyler Raskolnikov'un kanlı canlı adalet olma isteğini tetiklediğini söyleyebiliriz. (Bu olay zaman çizgisinde ileride yaşansa da benzeri dramlara daha önce de şahit olunduğu kanısındayım.)

Yazar işlediği konu dolayısıyla bir suçu meşrulaştırma olmasın diye bazı şeyleri limitine kadar itemiyor. Haklı da, doğrusu bu olmuş.
Tekrar Raskolnikov'a döneyim işlediği suçu neden işlediğini ve kitabın döneminin ötesinde olduğu gerçeğini şu paragraf kanıtlıyor: "Ezberlemiş gibi konuşuyordu. 'Bu arada annem kaygılardan, acılardan çöküp gidecek ve ben onun için hiçbir şey yapamayacaktım... Kız kardeşimin başına daha da kötü şeyler gelebilirdi. Her şeyden el etek çekmek, annemi unutup, kız kardeşimin uğrayacağı aşağılanmalara saygıyla katlanmak için sebep ne? Evet, ne için bütün bunlar? Onları toprağa verip yeni dertler edinmek, evlenip çoluk çocuk sahibi olarak bu kez de onları beş parasız, bir lokma ekmeğe muhtaç bırakmak için mi? ..."
Sıradaki ile de birleşince... "Sekiz yıl sonra ancak otuz iki yaşında olacağı, önünde koskoca bir hayatı bulunduğu, önemli miydi? Hem ne diye yaşayacaktı? Erişmek istediği şey ne olacak, neye doğru koşacaktı? Yalnızca var olmak için yaşamak! Ama yalnızca var olmak ona her zaman az gelmiş, o hep daha fazlasını istemişti. Kendisini başkaları için söz konusu olmayacak birtakım haklara sahip bir insan gibi görmesinin nedeni de belki yalnızca isteklerindeki bu güçlülüktü."

Raskolnikov'a vicdanlı ve duygulu demiştim, işte bunları anladığım paragraflar.
Spoiler: Göster
"Sonya hemen onun ellerini tutup, başını omzuna yasladı. Bu dostça yakınlık Raskolnikov'u müthiş şaşırttı. Sonya'da, kendisine karşı en ufak bir nefret, tiksinti yoktu. Bir insanın kendini küçük görmekte ulaşabileceği en son noktaydı bu."


Spoiler: Göster
"Şehir dışındaki anayola kadar çıktığı olmuş, hatta bir seferinde koruluğa kadar varmıştı, ama gittiği yerler ıssızlaştıkça,o da birinin rahatsız edici varlığını daha güçlü hissediyordu. Bu duygu canını sıkıyor ve hemen şehre gidip kalabalığa karışıyordu, bir meyhaneye yada birahaneye gidiyor, kalabalık yerlerde dolaşıyordu. Buralarda kendini daha rahat, hatta yalnız hissediyordu."


Daha altını çizdiğim ve paylaşmak istediğim çok yer var ancak bir anlamı yok. Burada Raskolnikov'u da desteklemiyorum, ne koşulda olursa olsun ne kadar umutsuz, karamsar ve çileden çıkmış olursanız olun kendinize hakim olmalısınız.  Ha, şu bir gerçek ki o hayatı yaşasak belki sonuçlar aynı olacak, kim bilebilir? Son olarak yazarın da otoritelerden dem vurduğu şu cümleyle bitireyim "Kendileri milyonlarca insanın canına okuyorlar, üstelik bunu erdem sayıyorlar. Hepsi alçak ve sahtekar onların Sonya."

Umarım kötü tanıtarak bu konuyu heba etmemişimdir, beğenirseniz ne ala. Çıkarımlarda bulunduğum yerlerde ne saçmalıyor bu diye düşünüyorsanız çekinmeyin, yazın. Yanlış anladıysam bunu düzeltmek beni sevindirir.

4
Sinema / 88. Oscar Ödülleri ve Bir Türk Yönetmen
« : 27 Şubat 2016, 20:50:59 »
Bu gün ödev yapma işini ağırdan alırken karşılaştığım bir haber. Belki birilerinin haberi olmuştur fakat buraya konusunun açılmadığını görünce bilmeyenler öğrensin dedim. Evet yarın 8 p.m EST'de (Türkiye için gece 3 oluyor sanırım. Canlı izleyemeyeceğim :( ) yapılacak 88. Oscar Ödülleri adayları arasında bir Türk yönetmen var. Gamze Deniz Ergüven. Biraz hakkında araştırınca Fransa'da büyüdüğünü ve çok iyi bir okuldan mezun olduğunu okudum. Oscar adayı filmi ise "Mustang". Konu yazmak ve eleştiri yapabilmek konusunda pek iyi değilim o yüzden onları sizin araştırmanıza bırakıyorum. Aday olduğu dalı belirtmekte fayda var: Yabancı Dilde En İyi Film Akademi Ödülü'ne aday. Kötü haber şu ki film Türkiye adına değil Fransa adına yarışıyor. Şurada yönetmenle yapılmış kısa bir röportaj ve filmin trailerını bulabilirsiniz.

Dipnot: Her ne kadar yorum yapamadığımı söylesem de çenemi tutamadım yine bir şeyler söyleyeceğim :D. Filmin Türkiye'nin kuzeyinde çekildiğini ve oraları anlattığını okudum. Henüz izleme fırsatım olmadı. Karadeniz'deki  insanları iyi yansıtamadığını (kişilik bakımından) ve tipleme olarak oyuncuların Türk olmadığını düşünenler bile olduğunu okudum. Her neyse yerden yere vuranlar elbette olacaktır ama şu an hala okuyorum cahilce konuşmak istemem. Benim anlatmak istediğimi şu yorum anlatmış zaten :
Spoiler: Göster
"Yep, you basically get it right. The reason the West loves this movie is because it feeds into all their stereotypes about Muslims, Muslim men, and Turkey. On its own merits, it's a very inaccurate portrayal of life, and it doesn't even make sense in terms of the story itself. Girls who are being abused by family don't hang out in their house half naked, nor are they so carefree with their own sexual relations"

Her ne kadar Dünya'ya açılmak anlamında iyi olduğunu düşünsem de bu yorumda olan bir şekilde olmasını istemem.
Yorumu çevirmeye çalışayım, naçizane:
Spoiler: Göster
"Evet, gerçekten anlamışsın. Batının bu filme ilgi gösterme nedeni, bu filmin onların, Türkler, Müslümanlar ve Müslüman erkekler hakkında düşündükleri her şeyi doğrulamasıdır. Kendi esasları içinde hayatı yanlış yansıtan bir film, hatta hikayesi kendi içinde bile çelişebiliyor. Ailesi tarafından istismar edilen kız çocukları evde yarı çıplak dolaşmaz veya cinsel ilişkileri ile bu kadar barışık(kaygısız) olmazlar."

5
Tartışma Platformu / Özgeçmiş Yazmak
« : 23 Şubat 2016, 14:15:59 »
Merhaba, öncelikle umarım doğru yere başlık açıyorum. Tartışma konusu olarak gördüğüm şey ise şu: Etkileyici bir özgeçmiş nasıl olmalıdır? Bu internette arayıp bulacağımız birinin iş başvurusu olarak kullanacağı özgeçmiş değil de bir yazarın (amatör veya yayınlanmış bir yazarın) özgeçmişi. Sorum şu, siz bir kitabı elinize aldığınızda ilk sayfalarda veya kitabın arkasında olan yazarla ilgili bölümde neler gördüğünüzde etkileniyorsunuz? (Örneğin ben Robert Jordan'ın Mark Twain ve Jules Verne hayranı olduğunu okuduğumda ani bir sempati başlamıştı yazara karşı.). Neleri merak ediyorsunuz? Yani bu kısa tutulması gerektiğine inandığım kısacık yazıda yazar kendi ile ilgili neleri söylemeli? Neleri söylememeli? Deneyimli ellerin de bulunduğu Kayıp Rıhtım bu konuda ne düşünüyor?

6
Kurgu İskelesi / Küçük Fedakârlıklar
« : 11 Şubat 2016, 10:17:04 »
Okuma kolaylığı için: Metindeki "Volari" olayın geçtiği dünyanın ismidir. Karakterlerin ismi yazıldığı gibi okunuyor. (Ekledikten sonra gözüme çok bitişik göründü, paragraflar düzgünce belli olmuyor. Wordde daha düzgün görünüyor. Umarım göz yormaz.)
Uzun olduğun düşündüğüm için spoiler biçiminde ekleyeceğim, iyi okumalar. Umarım beğenirsiniz.
Spoiler: Göster
Küçük Fedakârlıklar
Rüzgârda Koşmak
Soğuk bir rüzgâr esti ve çadır kapaklarını dalgalanırdı, gücünü mangalda yanan ateşe dayatıp söndürmeye çalıştı. Soğuktan ürperen Dagor masasında uzanıp yazdığı rapora biraz kum serpti ve mürekkebin kurumasını özenle bekledi. Hazırlanmalarını emrediyordu son mektuplar. Savaş, yabancı bir sözcüktü diyarlarında, telaffuz ederken bile yabancıladıkları bir kelime. Nereden türemişti bu felaket, önemli değildi aslında, vardıysa isteyen onlara meydan okumak, gölgelerinde konakladıkları sıradağlar gibi dik karşılayacaklardı. Yine de savaş savaştı işte, henüz kan dökülmemiş olması dökülmeyeceği anlamına gelmiyordu. Dagor’un aklında bir sıralaması vardı savaş için, ilk önce heyecan geliyordu, bilinmezden duyulan yeni bir şeylerin heyecanı, ardından vahşet ve kanın yağmur gibi toprağı sulaması. Heyecan bunu gördüğünde bulabildiği en derin deliğe saklanıyordu. Sonra ufak bir ışık diyordu kendince ama umuttu o, ufakta olsa insan dört elle sarılıyor ona gitmesine izin vermiyordu. Umut kararlılığı getiriyor ve kılıcını sapladığı her adam için ağlamaması gerektiğini hatırlatıyordu, hayatta kalmanın umuduydu o. Böyle basitti işte savaşçının hayatı.

Düşüncelerinden içeriye haberci girdiğinde uyandı. Çadır kapakları aralandığında şafaktan önceki son karanlığın havada asılı olduğunu gördü. “Sizi bekliyorlar efendim.” dedi genç asker, eli kılıcında kafasıyla bir selam verdi ve dışarı çıktı. Dagor çadırın diğer ucundaki yatağına gitti, hiç yatılmamış gibi düzgündü, miğferini eliyle tarttıktan sonra onu takmadan askerin peşinden dışarı çıktı. Kafası düşüncelerle bulanıktı, kaç ay olmuştu buraya geleli? Sert soğuk göğüs zırhına çarptı ve buğulandırdı çeliği. Kullanılmamış parlak çelik… Bunca zaman lazım olmadıktan sonra neden diye düşündü. Dünya etrafında bulanıklık halinde akıyordu, muntazam dizilmiş çadırlar arasında konuşan şakalaşan askerler, ne kadar da gençtiler. Genç, deneyimsiz, üstlerine neyin geldiğini bilmeyen ve aldırışsız, evet gençler öyle olurdu, sanırım. Yakınından geçtiği birkaçı ona hafifçe selam verdi; Dagor ancak göz ucuyla fark edebilmişti ve o da selamlarına karşılık verdi. Düşüncelerinin ucunu kaçırmıştı o yüzden hepsini bir köşeye itip takip ettiği haberciye odaklandı. Omuzlarında kırmızı pelerini dalgalanıyordu, soğuk ellerini kızartmış olsa da kılıcının kabzasını tutuyordu hâlâ. Kampları büyük olmasa da küçük denemezdi, takip etti Dagor sabırla. Beynini ele geçirmeye çalışan düşüncelerine izin vermedi. İzlemeye odaklandı ve kendi çadırıyla askerlerin kaldıklarını kıyasladı. Kendi çadırı bir kereste masa, bir sandalye, yatak, iki adet ısınmak için mangal ve neyden yapıldığını bilmediği bir lavabodan oluşuyordu. Sabah kalktığında suyun donmamış olduğuna şaşırmıştı, ancak henüz yaşlanma belirtileri gösteren, kır sakallı kare yüzüne yansımamıştı bu duygu. Elindeki miğferin giderek ağırlaştığını ve soğuduğunu hissediyordu, aynı soğukluk bir hafta önce tıraş ettiği saçlarının eksikliğini de hatırlatıyordu. Dağ havası diye düşündü önündeki donmamış yumuşak çamura basmaktan kaçınarak. Dün başlayan kar gece kesilmiş olmalıydı, kamptaki hareket eksikliğinden, yağan karın yerde kalmış olması gerekirdi ancak donmuş çamurlar vardı ve araba tekerlerinin açtığı yarıklar. Etrafında değişen ışığı, gözleri bu konuda hassastı, fark etti ve kafasını kaldırdı. Güneş Yeis Sıradağlarını aşıyordu, sonunu gözle göremediği uzanıp ovayı kucaklayan yeryüzünün karlı dişleri, kuzeyin sınırları. Dağların ardını da görmüştü Dagor ve insanların Yeis hakkında düşündüklerini duymuştu, ölüm tuzağı, insan kapanı diyorlardı. Ev diyordu Dagor oraya, bu dağların diğer yanından bakıp evin kokusunu almıştı. İçindeki özlemi hatırladı ve yeni kavuştuğu evinden ayrılığı yüreğini burktu. Sıcak ocağın başında odun yontabilir, evlatlarının gülüşüne sevinebilirdi ama buradaydı işte kırmızı bir pelerini takip ediyor, Yeis Dağı’nın eteğine kurulmuş kampın diğer ucuna yürüyordu, soğuk onu tutup sarsmaya çalışıyor vücudundaki sıcağı emiyordu. Hasretinden kavrulsa da geri dönmezdi gerçi, Mavi Kış’ın emriyle toplanmıştı tüm halkı ve hepsi savaşacaktı, kraliçeleri için, hayatta kalmak için. Kuzeyin Mavi Kışı’ydı o, bu topraklar onundu ve o kuzeyin kendisiydi, ruhuydu. Dagor’un atalarına sahip çıkmış ve onlara bugünkü medeniyetlerini kurmaları için yol göstermişti. Dagor dedesinin gözlerindeki ışıltıyı unutacağını sanmıyordu, Mavi Kış’ı bir kez görmüştü ve her anlatışında gözleri parlardı. Huzur içinde yatsın, diye düşündü.

Kırmızı pelerin dedi kendi kendine ve kafasının içinde çakan şimşekleri duyabildiğini sandı. Bu kampın habercileri kırmızı pelerin giymezdi, beyaz olmalıydı. Çenesinin kasıldığını hissetti ve bütün vücudunun gerildiğini. Gözlerini önündeki gence dikti ve ölçüp tarttı, fiziksel olarak başa çıkamayacağı biri gibi görünmüyordu, kılıcına uzattığı eli tamamen kızarmıştı, buralarda büyümemiş olduğunu gösteriyordu, bahar ayları bu toprakların gördüğü en sıcak havaların geldiği aylardı. Dagor da üşüyordu ancak habercinin üşüdüğü gibi değil ve dahası çocuk yaşta görünen adam belindeki kılıcı kullanmayı bilse de deneyimsiz olduğu neredeyse kesindi. Hazır bekledi ve takip etti, son çadırı geçiyorlardı, gri çadırlar geride kalmıştı. Dagor durdu ve elindeki miğferine kafasına geçirdi, hissettiği soğukluktan gelen ürpertiyi bastırdı ve kılıcını çekti. Kılıcın kından çıkarken ki sesini seviyordu, özenle çekilmiş bir kılıç hafif bir sürtünme sesi çıkarırdı ama Dagor önündekinin duymasını istediği için sertçe çektiği kılıcın ucunu yerdeki kara sürtünecek şekilde, sol bacağının yanında tuttu. Haberci arkasını döndü ve kılıcı kabzasından ucuna izledi, Dagor’un kendisini değil kılıcı, pek azı böyle bir alışkanlığa sahipti belki de gençliğini küçümsememek gereken bir rakipti karşısındaki. Uzun siyah saçları pelerinin takılı olduğu omuzluklarını süpürüyordu, ince suratı ve çıkık çenesiyle sıskaydı. Gök mavisi gözleri kılıçtaydı, üstünde zırh yoktu, yalnızca sağlam yünden kahverengi bir kazak ve siyah yün pantolon. Güneş şimdi Yeis dağını aşmış üstlerine parlıyordu, zırhı yeniden buğulandı ve elindeki kılıç güneşi yansıttı, karlar güneşin gücünün altında büzülüyor gibi göründü. “Kimsin?” diye sordu çocuğa. Kılıçtan kafasını kaldırıp ilk defa Dagor’a bakan haberci “Henüz adımı almadım.” dedi “yalnızca bir ulak, şimdilik.” diye ekledi. “Bizim habercilerimiz kırmızı pelerin giymez, çocuk, kimsin dedim.” Aslında artık kim olduğundan daha çok hâlâ eski adetlerini devam ettiren birini görmek ilgisini çekiyordu, adını almamıştı demek. İsmini kendi alan son kişi olduğunu düşünmeye başlamıştı, ne kibirli bir düşünceydi. Adetleri bildiği gerçeği yabancı olduğu tahminini yalanlamıştı. “Ben Kuzeyin Mavi Kışı’nın habercisiyim.” diye bildirdi çocuk “yaratıcı adını kutsasın, barış içinde geldim.” Dagor küçük bir rahatlama hissetti ancak bir kalp atımı kadar sürdü. Karşısındakine bir güven sızıntısı hissetse de kendi ayaklarıyla bir tuzağın içinde yürümeyecekti. Kılıcını kınına kaldırmadan önce rakibini fırlatma bıçakları arayarak süzdü. Haberci arkasını dönüp tekrar yürümeye yeltenmişti ki Dagor, bunun hayatı boyunca işine yaramayacağı bir bilgi olduğuna inanmıştı, “Mavi Kış’ın nişanını göstermeden seni takip etmeyeceğim genç.” dedi. Artık onu çocuk olarak görmediğini de belirtmişti. Haberci olduğunu iddia eden diz çökerken pelerinini savurdu ve pelerinin arkasında bıçağıyla kara bir şeyler çizmeye başladı. O an Dagor içinde bir şeyin kıpırdanması gibi bir hisle savaştı, ne olduğunu anlamadığı bir histi ve geldiği hızla kayboldu. Haberci ani hareket ettiğinden Dagor kılıcını kınına koymadığına ve irkilmediğine memnun oldu. İkinci bir düşünceye fırsat kalmadan haberci diz çöktüğü yerden kalktı ve şimdi ayaklarının önünde hançeri ağzıyla yakalamak ister gibi uzanmış bir kurt kafası vardı ve aynı figür bir yuvarlak içinde birbirini kovalıyordu. İki kurt ve iki hançer, kurtlar dostunu kurtarma içgüdüsü ile ağzını açmıştı. Dagor gözlerini ayıramadığı şeklin mavi parladığını sandı ancak o kadar kısa sürdü ki gördüğünden şüphe etti. Benliğinin ondan alındığı birkaç saniye bittiğinde ağır hissediyordu, yerdeki şey, o kesinlikle bir amblemden daha fazlasıydı ve doğruydu. Atasının tarif ettiği gibi.

Haberciyi kafasıyla selamladıktan sonra, tek bir sızıntı halinde olan güven gür akan dereler haline geldi. İçinde bir huşu vardı, Mavi Kış’ı görecekti, kraliçesini, önderini, tek emriyle evini geride bıraktığı kadını. Tek hissettiği içini kaplayan bir huşu…

Yürüdüler, sonsuzluk gibi gelmişti Dagor’a. İçinde hissettiği şey onu öylesine itiyordu ki; koşmak istiyordu. Daha önce böyle hissetmişti, oğlunun doğumunu beklerken gelen sabırsızlıkla aynıydı. Biraz endişe, biraz hevesten ibaret bir his… Ve sonu da aynı olacak mı diye düşündü. Huzurlu bir mutluluk gelecek miydi ardından, içinde başka duyguya yer bırakmayacak kadar büyük bir sevgi? Pek de öyle olmamıştı aslında, Eadyth’i kaybetmişti o doğumda. Bir ışık sönmüştü içinde o gün fakat bugün acının ona değmesine izin vermedi, kayanın üzerinden süzülen yağmur damlası kadar etkiledi onu. Güneş tepedeydi artık ve kara bata çıka yürüyorlardı. Habercinin kırmızı pelerini ve pantolonun paçaları ıslaktı. Dagor’un da iyi durumda olduğu söylenemezdi ayakları soğuğa isyan ediyordu. Yüksek bir tepeye çıktıklarında arkada kalan kamplarına baktı, gri bir solukluk gibiydi. Belirli yerlerden göğe uzanan ince iplikler gibi dumanlar yükseliyordu. Sahibinin ayağına kıvrılıp yatan kedi gibi, Yeis’in dibinde kıvrılıp yatıyordu. Dagor’un dört bir yanı dümdüz uzanıyordu. Arkasında dağ önünde ise bembeyaz kaplanmış, düz, verimsiz toprak. Toprak da ev demekti Dagor için, seni besler büyütür, ölünce de seni kabul ederdi. Tekrar önüne baktığında habercinin tepeden aşağıya kaydığını gördü, ilk önce düşüp kafasını kıracağını sanmıştı ama adam hiç istifini bozmadan iki ayağı üzerinde kaymaya devam etti ve arkasında kardan bir toz bulutu bıraktı. Aşağıdan Dagor’a gelmesini eliyle işaret etti. Biraz yürüdükten sonra önlerinde Ufak Koruluk uzanıyordu. İsmini hep uyumsuz bulmuştu Dagor, ufak dedikleri yer diğer ucuna yürüyerek üç günde çıkılacak dev bir ormandı. Düşmeden aşağıya inmeyi başarmıştı ve haberciye yetiştiğinde “Rüzgâr koşucusu diyorlar size değil mi?” diye sordu. İlgiyle dönen adam bir kez daha Dagor’u inceledi, bunu yapmaya devam etmese iyi olurdu, yaşça küçük olanın kim olduğunu hatırlatmak istemiyordu. “Evet.” dedi genç adam ve dalları kar yüklü ağaçlara doğru yürümeye başladı. Takip etti Dagor, bitmek tükenmek bilmeyen bir sabır gerektiriyordu aklındakileri sormamak, ama sormadı ve yürüdü. Sık ağaçların içine girdiler, uzun çamların ucunu görmek için kafanızı kaldırmanız gerekirdi. Kafanızı kaldırdığınızda ise göreceğiniz bulutsuz mavi bir gök. Yerdeki kar ormanda daha azdı. Batıp çıkmadan yürüyebilecek kadar az. Bir kuş hareketlendiğinde dallardan dökülen karlardan başka ses yoktu. Rüzgâr koşucularının meziyet sahibi olduklarını duymuştu ancak bu kadar sessiz ve iz bırakmadan yürüyebilmesini beklememişti. Genç, bir haberci ve izci olmak için eksiksizdi. İzlerin ormandan sonra kesilmesi akıllıcaydı, hem onu takip eden olursa ormana kadar yürür vakit kaybeder hem de ormanın içinde ne yöne gittiğini bilmediğinden asla takip edemezdi. Ancak kendi ayak izleri hala yerde olmalıydı ya rüzgâr koşucusu unutmuştu ya da takip edilmekten çekinmiyordu. Kafasını çevirip ayak izlerini görmek istediğinde henüz geçtikleri ağacın etrafı pürüzsüz bir karla örtülüydü. Şaşırmıştı Dagor ama Mavi Kış’tan daha azını ummamıştı. Bir sonraki adımını attıktan sonra durdu ve ayak izinin yerden kaybolmasını izledi. Hiç dokunulmamış gibiydi, mükemmel diye düşündü. Eğer bu adam yeteneğini Dagor’un askerleri için kullanırsa, kimse görmeden yer değiştirebilir takip ve fark edilmeden gözcülük edebilirlerdi. Savaşın kaderini etkileyebilirdi bu adam. Peki, koşucu böyle basit bir işte kullanılacak kadar değersiz miydi; değersizlikten daha çok Mavi Kış’ın emrinde kaç rüzgâr koşucusu vardı? Bu işler için ayırabilecekleri kadar çok muydu? Hayatı boyunca zaman zaman tek istediği soruların cevaplarıydı, bu da gerçekten cevapları bulmayı dilediği bir andı. Ani bir his doldurdu beynini, bir kıpırtı, içinde bir başka bir canlının varlığını hissetmek gibiydi, bir uyanış veya gıdıklanma gibi, ancak dumanı elle yakalamak kadar zordu o hisse tutunmak. Benzerini koşucu yere nişanı çizerken hissetmişti, ama o bir an sürmüştü, şuan hissettiği ise tek kelime ile harika bir şeydi. Daha hafifti sanki vücudundan bir yük kalkmış gibi ve daha şendi, içindeki his onu hafifletiyor ve huzur veriyordu, inanılmazdı. Nefesini tutup saklamak, zamanı durdurup sonsuza kadar bu hisse sahip olmak istiyordu. Gözlerini kapattı ve benliğinin yok oluşunu izledi, artık Dagor Sartaganas değildi, bir olmuştu, bomboş bir bütünlüktü bu, eksiksiz hissediyordu son parçası konulmuş bir yapboz gibi. Süzülüp hareket ettiğini düşündü, hızlıydı rüzgâr gibi, canlıydı, hayır, canlı mıydı, formsuz olması cansız olmak mıydı? Fakat insan şeklinde hissediyordu hâlâ. Ölüm müydü bu? Elveda demeden gidemezdi, hem ölüm bu kadar hafif olmazdı değil mi? Bu yaşa kadar her şeyi gördüğünüzü sanırdınız, hiçbir şeyin çocuk kadar deneyimsiz hissettirmeyeceğini. Neydi bu yeni gizem? Bir şey merak etmemesini söylüyordu, annesinin ninnisi gibi huzurlu ve ikna ediciydi. Etrafındaki yoğunluğu hissetti, rüzgâr canlıydı, elle tutabileceğiniz, öldürebileceğiniz kadar canlı. Bir düşünce yankılandı beyninde, kendinin olmadığını sandığı bir kelime “Hayır.” dedi netlikle. Karanlık düşünceleri ve ölüm endişeleri solmuştu, farklı yaşamlar olduğunu seziyordu etrafında, hayvanlar, kurt, tilki, kutup tavşanları, kar baykuşları, kargalar,  sayamayacağı kadar çok ağaç ve rüzgârın kadim varlığı.

Başından beri iradesi dışında hareket ettiğini seziyordu, karşı koymamıştı çünkü nasıl yapacağını bilmiyordu. Etrafını yokladı, el, kol veya gözleri olmadan ne kadar becerebildiyse o kadar yokladı, bir iki adım ötesinde bir sıcaklık hissediyordu, ılık bir huzur saçıyordu varlığını hissettiği canlı. Bir ses duydu, bu huzura yakışır, sakin ve melodikti “Hepimiz cevaplar arıyoruz kumandan.” dedi. Ses ile birlikte gözlerini açtı, ani bir var oluş hissiydi soğuğu ve rüzgârı ilk defa hissetmek gibi. Diğer his kaybolmuştu. Kendini yokladı aradı taradı ancak yoktu, benliğini kaybetmişçesine üzüldü o kadar tatlıydı ki… Nereydi burası? Biraz önce içinde olduğu orman ayaklarının altında uzak bir manzaraydı, sağa ve sola uzanıyordu. Boyayla yapılmış bir iş gibiydi, orman yeşil beyaz, gök mavi ve beyaz. Ağaçlar, üstünde durduğu dağın yarısına kadar gelebiliyordu, onlardan sonra kara kayalar ve zirvede beyaz. Yeis’in en yüksek tepesi yalnızca bir başparmak büyüklüğündeydi, birkaç saat öncesinde eteğinde olduğu tepe. Şimdi ise zirvesi bıçakla kesilmiş kadar düz olan bir dağın üstündeydi. Güneş hala tam tepedeydi, güçlüydü meydan okuyordu yerdeki karlara. Gerçek miydi bu, yoksa… Arkasını döndüğünde bütün düşünceleri toza döndü. Mavi Kış’ın yanındaydı, bizzat karşısındaydı, tek dizinin üzerinde çöktü ve kafasını eğdi; ancak pişman olmuştu böyle bir güzellikten gözlerini çektiği için. Beyaz elbisesi karla birleşiyordu adeta, işlemeleri omuzlarına kadar uzanıyor dalgalı sarı saçlarının altında kalıyordu. Kahverengi pelerini kaliteli yündendi, üşütmeyecek bir şeydi. İnce pembe dudaklarında ufak bir gülümseme vardı, açık mavi gözlerine değmiyordu gülümsemesi, nasıl da iç burkucuydu. “Resmiyete gerek yok, lütfen kalk.” dedi. Dagor yükseldi ve tam Mavi Kış’ın karşısında durdu, yüzü yuvarlak, elmacık kemikleri hafif belirgin ve kırmızıydı, rüzgâr sarı saçlar savurdu ve yeni açmış çiçeklerin kokusunu, dağın tepesinde çiçekler yoktu elbette. Gözleri aynı hizadaydı ve Dagor bir an bile gözlerini ayırmak istemese de, etrafı izlemeye başladı. Bunu yaptığı için de o an kendini dünyanın en büyük aptalı ilan etti. Önemli değildi daha fazla bakmaması, diz çöküp kraliçesine baktığı an, saçlarının sarısının güneşle yarıştığını gördüğü an, o hatırdan çıkacak bir şey değildi. Çıkmadı da, saçlarının bahar kokusu kadar taze kaldı aklında ve dedesini anladı, gözlerinin parıltısının nedenini gördü.
Haberci arkasını döndü ve geldiği yöne yürümeye başladı. Görevi buraya kadardı, bir yenisi ise komutanlarını aldığı askerlere komutanlık etmekti. Ufak bir kıskançlık yok değildi içinde, kendilerine rüzgâr koşucuları diyorlardı ancak o adam varken bu isim onlara yakışmıyordu. Muazzam bir yetenekti bu rüzgârla bir olmak, özü olmak, rüzgâr özlü olmak. Gözlerini kapattığında varlıktan silinmiş gibi yok olmak. Ne bir süzülme, ne rüzgâra karışıyormuş gibi bir savrulma, aniden yok olmuş gibi gitmişti. Ancak kartal kadar keskin gözler veya ne olacağını bilenler görebilirdi koşucunun, Dagor’un, izini. Sıcak havada ufuktaki bulanıklık gibi bir izdi bu. Adam belki altmışını geçmişti, nasıl bir gücü elinde tuttuğunu bilmeden geçen altmış yıl, öğrenmeden, yönetmeden, sahiplenmeden geçen yıllar. Yazıktı, Mavi Kış olmadan gücünü kullanamayacak olması yani, güç halkaları etkinleşmeden kimse yapamazdı zaten. Çocuğun kurabiyelerin dolabın tepesinde olduğunu bilip istese de ulaşamayacağı gibiydi. En iyisi orada olduklarını bilmemekti. Dagor için çok geçti, zamanı olsa halkaları da öğreneceğinden şüphesi yoktu ancak tamu onlara geliyordu bir an önce karşı koymaları gerekmekteydi.


Spoiler: Göster
Güdülmesi Gereken
Başı ağrıyordu. Kaçıncı kez denemişti? On ikiden sonra saymak aklından çıkmıştı. “Dagor” dedi Mavi Kış’ın o müzik gibi sesi “Biraz dinlenmeliyim, sen de dinlenmelisin.” Dagor kafasıyla hafifçe onayladı. Mavi Kış olduğu yere bağdaş kurup oturdu. Altında kalması gereken karlar o otururken açıldılar ve kadın temiz bir taşın üstünde bağdaş kurmuştu. Dagor kendini iyi hissetmiyordu, bilgi insanı aydınlatırdı, ama ışık bir anda üzerinize parlarsa korkardınız. İçindeki korkuyu fethedeli uzun zaman geçmişti, bu yenisini ise zar zor zapt ediyordu. Mavi Kış birçok şey söylemişti. Çobanlar, muhafızlar, insanların özleri, güç, var oluş hakkında bir dolu bilgi… Ancak bir şey Dagor’u rahatsız ediyordu ki o da savaşın beklediğinden erken geldiği gerçeğiydi. Sonra bir de Mavi Kış’ın ona ihtiyacı olduğu ve belki üç dönümdür onu aradığı vardı. Üç ay dönümü altı hafta ediyordu. Özellikle kendisini değil tabii ki, onun yeteneğine sahip birini arıyordu. Sanki bulduğunda işine yarıyor diye düşündü kendi kendine. Biraz daha yürüdü Mavi Kış’ı gerisinde bırakarak. Zirve dümdüzdü, tek bir kılıç darbesiyle ucu alınmış gibi. Kıyısına kadar yürüdü, karlı orman karanlıktı, yakında aynı karanlık tepeye de çökecekti. Kırmızı güneş batıda ufkun altına saklanmak üzereydi. Bulutları da kızartmıştı güneşin ışığı. Rüzgâr esti, sırtındaki gri yün pelerini hareket ettirdi ve hemen yanındaki taşın üstündeki karları. Rüzgârın yarım bıraktığı işi eliyle tamamladı ve taşı temizledikten sonra üstüne oturdu. Çelik göğüslüğünü ve miğferini başka bir taşın yanına bırakalı çok olmuştu. Utanmalı mıydı bilmiyordu, bir türlü becerememişti, iradeni ona dayatmalısın diyordu Mavi Kış, saf rüzgârı hissedip onu itebileceğini iddia ediyordu. Mahcup hissettiğini gördüğünde Thaleon bile üç yılda öğrendi, gerçekleşen imkânsızlara yeni bir tanesini eklemeni bekliyorum demişti. Thaleon’un kim olduğunu sorduğunda ise gülüp, Tayfun, Kasırga, Fırtına hangisini bilirsin diye sormuştu. Tayfun üç yılda öğrenmişti, Volari’nin doğusuna ilk yolculuğunda duymuştu adını. Gemisi batmak üzereyken tek gözlü kaptanın duasıydı “Tayfun koru bizi.”. İronik ve gülünç bulmuştu bunu o zamanlar, adam fırtınadan kurtulmak için tayfundan medet ummuştu. Belki de Dagor bugünleri Thaleon’a borçluydu. Anıları onu gençliğine götürdü, nasıl da korkmadan izlemişti şimşeklerin ardı ardına düşmesini. Yağmur on metre ilerisini görmesini engelliyordu, uzun saçlarını da yüzüne yapıştırmıştı. Deniz, sema ve saçları aynı renkteydi, siyah. Geminin pruvasını bile ancak yıldırımın ışığı altında görebiliyordu. Bulutlar birbirine dolanmış kocaman sinirli yumaklar gibiydi. Mürettebat güverteden düşme riskine girmezken Dagor bu tehlikeyi birkaç kez atlatmıştı. Kaptanın bütün pis küfürlerini Dagor tek başına dinliyordu. Gemi her yalpaladığında yaratıcı bir yenisini ediyordu adam. Yüzüne hafif bir gülümseme geldi, cesurdu o zamanlar, gemi batsa bile yüzerek kurtulacağına inanıyordu, kaptan bunu öğrendiğinde “İki gözüme bahse girerim ilk defa bi’ gemiye bugün ayak basmışsındır.”dedi. “Bi’ de o belindeki yüzerken yükten başka bir şey olmaz.” Kaptan elindeki pusulasını şak diye kapattı, artık pek bir faydası yoktu. Haklıydı ilk defa gemiyle seyahat ediyordu Dagor, adamın onu toy görmesini görmezden gelmişti, ama iddiasının tutarsızlığını yüzüne vurmayı ihmal etmemişti. İki gözüymüş…

Güneşin eksikliği zirveye mor bir hava katmıştı. Zaman saçlarına biraz gri eklemiş onu hissettiğinden daha ihtiyar göstermeye başlamıştı. Dagor kılıcını bir kez daha tuttu, o zamanlar bırakmamıştı onu, henüz bırakmaya niyeti yoktu. Anısını sonunu duymak istediği bir hikâye gibi devam ettirdi kafasında.
Şimşeklerden biri yelken direğine düşüp güvertede güzel bir delik açtığında Dagor’un fikirleri biraz değişmişti, kaderin gözünün içine bakmak kolay iş değildi. İşte tam orada olmuştu her şey, tek gözünün yerinde kapkara, o an havanın olduğundan daha kara, bir boşluk olan adam yenilmiş görünmüştü. O adam savaşmıştı, hem de iyi savaşmıştı, mürettebatı onu bırakıp ölmeyi yeğlediğinde durmamış, yelkenler yırtıldığında ve gök patırdadığında yılmamıştı ama o delik iyiye işaret değildi, sanırım. Hala gemilerden pek anlamazdı. Orada duymuştu adını, kaptan elini dümenden çekmeden diz çökmüş “Tayfun koru bizi.” diye fısıldamıştı. Bir süre boyunca daha fırtına onları sürüklediğinde kaptan ölmeye hazırlanıyor görünüyordu. Dagor vücudundaki bütün kasların zorlu bir yüzmeye hazır olup olmadığını kontrol ederken gemi yalpalamayı bırakmış, yırtık da olsa yelkenleri yeniden şişmişti. Şaşkınlık ve sevinçle ayaklanan kaptan boğazını yırtacak gibi bağırmıştı “Alesta aborda.” Bunu duyan, ölmeye meyilli adamları saklandıkları deliklerden sevinçle çıkmışlardı ve çok geçmeden kıyıya ayak basmıştı Dagor. Bu kadar rahatladığı nadir olmuştu. Etrafına ördüğü duvarları kırmaya çalışan korkunun yok olmasının rahatlığıydı bu.
Hatırasını detaylandıramamış, aceleye getirmişti çünkü Mavi Kış ayağa kalkmış ona doğru yürüyordu, gördüğünden bilmiyordu, yalnızca kulakları ona çok az yalan söylerdi, bu sefer gerçeği söylüyorlardı, hafif ayaklı biri ona doğru geliyordu. “Neden bu kadar iyi duyabildiğini hiç merak ettin mi komutan?” dedi. Dagor ayağa kalkıp kraliçeye dönerken, beş adım kadar uzaktaydı, mavi gözleri kararlıydı. Sesi… Sesinin müziği değişmişti, sertleşmişti ve sorusuna cevap beklemiyordu. Dagor dinledi. “Neden dünyanın bir müziği olduğunu sandığını veya neden şimdi içimdeki hiddeti senin de hissettiğini merak ettin mi?” Şaşırmıştı Dagor, ama gerçekti, Mavi Kış’ın gözlerine yansımayan kor kızıl öfkesini hissediyordu. Rüzgârda onu yakalamaya gelen eller olduğunu sandı, etrafındaki hava şekil almıştı sanki Mavi Kış devam etti “Varsanı değil, gözlerine inan, kalbini söküp alacak eller görüyorsun.” Hayır dedi Dagor kendine rüzgâr şekil almazdı, Mavi Kış’ın işiydi bu, gözbağıydı yalnızca. Etrafındaki hava onu kaskatı duvar gibi sardı. Hareket edemiyordu kılıcına uzanmaya çalıştı, imkânsızdı. Eller kaybolmuştu ama etrafındaki duvar gerçekti. Kafasının da aynı katılığın içine girdiği hissetti, bir an sonra nefes alamıyordu. Ciğerleri yarı dolu kalmış ne bırakabiliyor ne de alabiliyordu havayı. Izdırap içinde kıvrandı, bağıramıyordu, hareket edemiyordu, nefes alamıyordu. Göğsünün yandığını hissetti, kalbi çırpındı, biraz hava için haykırdı son kez ve yavaşladı atışları, görevini yerine getirmeyi bırakacaktı az sonra, yalnızca birkaç kalp atımı süre kadar sonra. Bir his canlandı içinde, başka bir canlının varlığı, uyanış gibi bir şey, tutması duman kadar zor bir his. Etrafındaki duvar dağıldı, yarım kalan nefesini tamamladı ve susuzluğunu gidermek ister gibi doldurdu havayı ciğerlerine, canlıydı hem de hissettiği bu yeni şey yüzünden her zamankinden daha canlı. Mavi Kış’a baktı, şimdi gözleri beklenti doluydu, ufak bir şey daha vardı beklentinin hemen arkasında hazır bekliyordu, Dagor’un ona saldırma ihtimaline karşı. Bu yarı karanlıkta bile gözlerinin mavisi, saçlarının sarısı seçilebiliyordu, Dagor anlamıştı, Mavi Kış onu sınırına kadar itip kendini savunmasını istemişti ama hayır anladığınız şeyler sizin üzerinizde işe yaramazdı. Mavi Kış şaşırmış göründü, Dagor’un tepkisi gecikmişti, her geçen an şaşkınlığı umutsuzluğa kayıyordu. Dagor zekiydi, övünmekten ve övülmekten hoşlanmazdı ama gerçek buydu zekiydi ve Mavi Kış’ın denediği şey ancak Dagor’dan daha az akıllı adamlarda işe yarardı. Burada Dagor bir adım daha öteyi görebiliyordu kraliçenin aklını okuyabiliyordu, Dagor’a yeteneğini kullanması için bir araç vermek istiyordu ve başarmıştı, bunu onu öldürmeye çalışarak yapmamıştı.

İçindeki hafifliğe, huzura ve bütünlük duygusuna tüm gün çalışırken alışmıştı, bunu ona Mavi Kış sağlıyordu, güç halkası demişti ve önemli olan o değildi. Dagor kılıcını çekti, kendinden yaşlı ve kadim bir andaçtı elindeki, atalarının kılıcıydı, ilk savaşı görmüştü ve ardından pek çok savaşta hizmet etmişti. Çeliği parlaktı, kenarları her gün bilenmese de keskindi, kıvrılmıyordu, düzdü ve ucu üçgen biçimindeydi. Dik tuttu kılıcını ileriye doğru ve hissetti, etrafındaki tüm varlığı olduğu gibi kabul etti, can, her yer yaşam doluydu, tepenin bu kadar sessiz olması mükemmel bir çelişki oluşturuyordu; aynı anda birkaç çığ oluşturacak ses olmalıydı burada. Ancak onlar cisim değildi. Dagor emretti. Kılıcına boyun eğmelerini ve ona itaat etmelerini söyledi. Var olan bütün inancıyla yankılattı zihninde bu fikri ve iradesini güçlü tuttu, esen rüzgârlardan biri, artık onları net görebiliyordu, şeffaftı ancak suyu gördüğü kadar iyi görüyordu, kılıcının etrafında dolandı ve birçoğu Dagor’un vücudunu sarmaya başlamıştı. Yabancıyı tanımak için sokulan bir hayvan gibiydi. Kılıcının ağırlaştığını hissetti, bir dağ kadar ağırdı kılıcı, bağırdı, kılıcını dik tutmaya çalıştı ve sesinin yankılandığını duydu, tepe rüzgârlarla sarsılıyordu, yerdeki karlar havalanmış tipi oluşturmuştu. Beş metre ötedeki Mavi Kış görünmüyordu, etrafında kardan bir hortum vardı sanki. Dagor inanmayı bırakmadı, kendine inandı, içindeki huzurun kırılmayışına inandı ve bir dağı elinde tutarken bile ne kadar sakin olduğuna inandı, en önemlisi Mavi Kış’a inandı, sesi kulaklarındaydı bir fısıltı gibi “Var olanı yönlendirmen gerek, güç yalnızca iradesi sağlam olana boyun eğecektir. İçindekini keşfet, izin ver kendine, kendin olmana izin ver, artık mutluluğunu ancak orada bulabilirsin.” Kılıcına baktı, rüzgâr etrafında toparlanıyor, sarmaşık gibi sarılıyordu. Göğsünde hissettiği kendinden öte diğer canlıyı, canlı mıydı o, bilmiyordu, adını da bilmediği bir şeydi; yakaladı onu, dumanı yakalamak gibiydi ama becermişti bu sefer, tuttu ve kılıcına itti onu zihniyle. Etrafındaki kardan fırtına büyümeye devam ediyordu. Kulakları rüzgârın ve Volari’nin müziğiyle doluydu. Kılıcı hafiflemeye başlamıştı, rüzgârlar yavaşladı ve dağıldı. Dagor yere yığıldı. Yüzünü yalayan hafif bir rüzgâr kalmıştı tepede, huzurlu bir uykuya dalmak üzereydi. Gökyüzünde sayamayacağı kadar yıldız vardı ve çok uzakta parlak bir toz bulutundan ibarettiler. Dagor’a hiçbiri uzak gelmiyordu, sanki hepsiyle bağ kurmuş gibiydi, evren onunla konuşmuş gibi. Karların içindeki kafasını sola yatırdığında dolunayı ve onun önünde Mavi Kış’ı gördü. Ayağa kalktı, bu artık ömrünün yarısında bir adamın ağır kalkışı değildi, hızlı ve çevikti, rüzgârı arkasına almıştı ve hiç zorlanmadan taşıyordu vücudunu. Mavi Kış’a doğru yürüdü ve “Teşekkür ederim.” dedi. “Ben teşekkür ederim Dagor.” dedi Mavi Kış ve ekledi “Gözlerinin gri olduğunu fark etmemiştim.” “Karanlıkta gri oldukları belli…” lafını Mavi Kış yarıda kesti “Benim gözlerim de böylesine mavi değildi.”. Güldü, bu sefer gerçekti, nezaketen değil, gerçek bir gülüş, içten, iç ısıtan bir gülüş ve gözlerindeydi. Dagor da güldü, hatta kahkaha attı, yankılandı kahkahası orada ve Kurtuluş Dağı dendi oraya.

7
Tartışma Platformu / Ruh konusunda ne düşünüyorsunuz?
« : 14 Ocak 2016, 16:17:59 »
Merhaba, başlık kabaca ne sorduğumu açıklıyor ama aslında problem şöyle: Ben üzerinde çalıştığım iş ile uğraşırken ruh kavramını ele almadan çözemeyeceğim bir noktaya geldim. Problemi çözdüğüme inanıp çalışmaya devam ederken şans eseri sözlükte kelimeyi arama gereği duydum ve sözlük şöyle diyor:
"ruh isim (ru:hu) Arapça rūḥ/isim Dinlerin ve dinci felsefelerin insanda vücuttan ayrı bir varlık olarak kabul ettiği öz, tin, can kuşu"
Türk Dil Kurumunun verdiği bu açıklama beni tekrar düşünmeye itti.
İlk sorum benim kişisel bir problemimle ilgili ki o da şudur, fantastik bir eserde ruh ve ruhani varlığı ele almak, sizce sözlükte verildiği gibi dinci bir felsefe anlayışa sahip olduğunuz etkisi yaratır mı okurda? (Böyle bir etiket yemekten çekindiğimden değil yanlış anlaşılmasın. İnsanlarda yanlış izlenim oluşturmamak ve ön yargı sahibi insanların eleştirilerinden kaçınmak için soruyorum.)
İkincisi de size soracağım kişisel bir soru, dini anlayışınız teizm, ateizm, deizm veya herhangi farklı bir anlayış içerisinde veya bunlara dahil olmadan biyolojik sizden öte, bir başka varlığa(buna ruh denebilir) sahip olduğunuzu düşünüyor musunuz?

Sayfa: [1]