Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Ophiel

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Peri ile Kızıl Kont
« : 23 Eylül 2016, 18:35:23 »
Peri ile Kızıl Kont



I.Bölüm
"Davetsiz Misafir"

  "Soğuk" hafif morarmış dudaklardan dökülebilen tek kelime oldu. Hissiz bakışların arasına bir damla gözyaşı karıştı, al yanaklı kızın çenesine doğru yavaşça süzüldü. Mirara bir anlık düşündü. Kısa bir zaman dilimiydi belki ama ona bir ömür gibi geldi. Ölümün onu alıp götürmesine direnmeyecek; aksine ölümü kucaklayacaktı.

  Hayatı film şeridi olup gözlerinin önünden geçmeye başlamışken, ince dudaklarında içten bir gülümseme belirdi. Sonunda sevdiklerine kavuşabilecekti, mutluydu. Ailesindeki herkes ölünce artık yaşamının  bir anlamı kalmamıştı. Ölüme direnmemesinin sebebi de zaten buydu. Kalan ömründe yaşayan bir ölüden farksız sayılmazdı. Her günü zehir gibi geçiyor, Mirara için sevdiklerinden ayrı nefes almak acıdan başka bir şey getirmiyordu.  Ailesini yıllar önce trajik bir şekilde yitirmişti, hala da olanları kabullenemiyor ya da kabullenmek istemiyordu. Her günü özlemle geçiyor, gelmeyeceklerini bilse de durmadan sevdiklerinin yolunu gözlüyordu. Ve şimdiyse onların sadece hayalleriyle yetinmek zorunda kalmayacaktı.

     İhtiyar güneş, kar bulutlarının arkasına saklanmış uyuyordu. Üzerlerini kar örten koca dağlar azametle geriniyor, henüz tomurcuk olan kar çiçekleri açmak için doğru zamanı kolluyordu. Tüm kainatın üstü beyazla boyanınca ortaya muhteşem bir görüntü çıkmıştı. İnsan elinde olmadan bu güzelliklere hayran olurdu.  Karla kaplı, geniş dağ yolunda ilerleyen genç adamsa son derece telaşlıydı. Kar dizlerine kadar geldiğinden yürümek artık onun için çile olmuştu. Eve donmadan varabilecek miydi bunu bilemiyordu.  Aklı bir karış havada olan efendisinin kafasından geçenleri de asla anlayamıyordu. Hangi aklı selim insan, bu kar kıyamette bir adamı etrafı kolaçan etmek için dışarıya gönderirdi ki? Efendi Lexus gerçekten de akıl almaz biriydi.

 Efendisinin tuhaflıklarını düşünen gencin gözleri- karların içinde kaybolmak üzere olan- mavi elbiseli kızı görünce irileşti. Şimdi ne üşüdüğünün, hem de ne kadar yorgun olduğunun farkındaydı.


***

  Kenarları siyah taşlarla bezeli koca tablo, Kızıl Kont olarak bilinen Lexus'un malikanesini süslüyordu. Her tarafından görkem fışkıran büyük salonda, düşünceli tavırla bu tabloyu inceleyen Raven'in bakışlarında bariz bir dehşet yatıyordu. Efendisi olan adamın yanında beş seneden beri çalışıyor ve onu beş seneye göre oldukça az tanıyordu. Belki de hiç tanımıyordu...

    Raven'i daldığı düşüncelerden uyandıran şey Lexus oldu. Büyük salonda tüm azametiyle yürüyordu, eskiden olsa gözlerine çarpan şahane güzellikteki tabloyla kolaylıkla yarışabilirdi. Ne var ki bir kaç sene evvel talihsiz bir kaza geçirmiş, yüzünün sağ kısmı nerdeyse tamamen yanmıştı. Kendi çirkin görüntüsüne dayanamadığından  uzun, koyu kızıl saçlarını hep salınık bırakırdı.

  Büyük salonda bir kaç adım ilerledikten sonra parlak olmayan yeşil gözlerini kıstı ve hizmetçisi olan çocuğa sakin sesiyle sual etti.  "Misafirimiz kendine geldi mi?"  

  Yanı başındaki Raven nazik sesiyle,"Misafirimiz henüz uyanmadılar, efendim." dedi. Buz mavisi gözlerini bir an olsun efendisinin üzerinden ayırmamıştı. Lexus ise oyalanmak adına parmaklarındaki büyük taşlı yüzüklerle uğraşıyordu. "Uyanınca beni haberdar edersin o halde."

   Kızıl Kont'un hırçın yeşil gözleri bir türlü genç uşağının yüzüne bakamıyordu. Konuşurken iki de bir boğazını temizliyor, bir şeylerle meşgul olmaya çalışıyordu. Son sözlerini söyler söylemez Raven'in cevabını bile beklemeden yürümeye devam etmişti. Malikanenin dışında bulunan, çok sevdiği yere gidiyordu. İlkbahar aylarında yemyeşil ağaçlar, şakıyan kuşlarla dolu  bahçesinde çayını yudumlamak Lexus'un en sevdiği şeylerdendi.  Kış mevsimiyse bahçeye ayrı bir güzellik katıyordu. Kar tanelerinin gökten dökülüşünü izlemek ve buz gibi havayı teninde hissedip ürpermek eşsiz bir duyguydu.

  Lexus karla kaplı ağaçların yanına doğru ilerlerken karşısında aniden biri belirdi; dal gibi uzun ince, sarışın bir gençti. Haki mavisi takım elbisesiyle tam bir beyefendiye benziyordu.  Genç adamın yüzündeki huzur dolu ifade bu sarışını görünce yok oldu. Şimdi düşmanına bakar gibi ona bakmaya başlamıştı. Asbel ise ona inat edercesine kibarca gülümseyip, "Ne harika bir gün, öyle değil mi? Güneş tepemizden eksik olmasın." demişti şiir gibi sesiyle. Simsiyah, sade bir takım giyen Lexus'un soluk yüzünün rengi bir ton daha attı. Konuşurken, sert hatlara sahip yüzünde hiç bir olumlu ifade yoktu. "Evime gizlice girmemeliydin."

 Asbel, alnının bir kısmını örten sarı saçlarına hafifçe dokundu. Soğuk hava yüzünden yeni yeni üşüdüğünün farkına varıyordu. Bu yüzden ısınmak için fazla hareket etmeye başlamış, sinsi gülümsemesini de yüzüne giymişti. Uzun süren sessizliğinin ardından sabırsızca konuşmaya başlamıştı.  "Davetsiz misafirlerden hoşlanıyorsun sanıyordum."

"Yine ne peşindesin, beni rahatsız etme sebebin nedir?"

 Genç adam gözlerini Lexus'a çevirip, "Bu kadar kaba olma, seni görmeye geldim sadece." dedi sırıtarak. Bu yanıt karşısındakine pek inandırıcı gelmemişti, aynı bıkkın tavırla konuşmasını sürdürüyordu. "Seni çok iyi tanıyorum, bir menfaatin olmasa kapımı bile çalmazsın."

  "Dostum! İşin ucunda illa bir bit yeniği araman yok mu? Beni güldürüyor." diye mırıldanmıştı yapmacık üzgün surat ifadesiyle. Ardından Lexus'un cevap vermesine fırsat vermeden konuşmasına kaldığı yerden devam etti. "Son günlerde bolca sıkılıyorum, beni eğlendirecek bir oyun arar oldum."

  Asbel'in yapmacık tavırlarından uzak olan genç adam, "Oysa oyun oynayacak yaşı çoktan geçmişsin." diye yanıt vermişti. Yanındaki adamı düpedüz yok sayarak, ellerini arkasında birleştirdikten sonra bahçesinde yürümeye başlamıştı. Tek arzusu rahat bir nefes almaktı, bu yüzden ne zaman yorgun hissetse kendisini huzur bulmak adına bahçeye atardı.

  Lexus'un peşinden gelen eski arkadaşıysa onu bu kadar çabuk bırakmaya kararlı değildi. Merakını kamçılamak için yeni sözcüklerini heyecanla sıralamıştı çoktan. "Büyükannem gibi konuştun, beni korkutuyorsun. Sadece bir şeyi merak ettim. Hem de çok..."

 Genç adam, "Neyi?" diyerek lafı kestirip attı.

  Öteki bir sır verir gibi genç adama yaklaşmış, "Eski günlerimize ne zaman döneceğimizi...Bu ara sence de fazla uzun sürmedi mi?" diye fısıldamıştı. Bir yandan da umarsızca iç çekmekle meşguldü. Yorgun olduğunu belli etmeyen kahverengi gözleri, kar bulutlarıyla kaplı semaya ilişmişti bir süre. Bedeni burada, aklıysa başka diyarlardaydı. Eski günlerine özlem duyuyordu, o zamanları bir türlü kafasından silip atamıyordu Asbel. O anları hatırlamak bile heyecanını doruklara ulaştırıyordu.

  Lexus ise öfkeden kulaklarına kadar kızarmıştı. İçini yiyip bitiren nefretle, peşi sıra gelen gence baktı." Geri dönmek mi? Ben o günleri arkamda bıraktım. Lanetli bir anı olarak geçmişe gömdüm."

 Sarışın genç adam bir süre duyduklarına inanamadı,"Eski günlerimizi hiç mi özlemiyorsun yani?" dedi. Şaşkın ifadesi gözlerine de yansımıştı.  

 Kızıl Kont, az önceki sert çıkışına karşın daha yumuşak bir dille konuşuyordu şimdi. Bunca zamandır ilk defa acıyan gözlerle eski arkadaşına bakmaktaydı. Merhameti yüzüne de yansımış gibiydi, dudaklarına işlenen küçük gülümsemeyle lafına devam ediyordu. "Değiştim Asbel, bunu sen de fark etmiş olmalısın. Hayatıma yeni, temiz bir sayfa açtım. Sana da şiddetle aynısını öneririm."

Genç adamın son laflarıyla kan Asbel'in beynine çoktan sıçramıştı. Lexus'un üzerine doğru yürürken bir yandan da konuşuyordu."Saçmalık! Biliyorsun ki bizim gibi adamlar asla değişmezler. Bizler bu dünya üzerinde silinmeyen kara lekeler gibiyiz. Varlığımızın yegane amacı saf kötülük. Biz kötülüğe açız, ne kadar istersek isteyelim doyamayız."

2
Düşler Limanı / Son Akşam Yemeği
« : 30 Haziran 2016, 18:32:19 »
                                         
Son Akşam Yemeği   
                                             



  Sabahın ilk ışıklarıyla uyandım.  Gözlerime çarpan şey, beyaz komidindeki  eski resim olmuştu. O resim, beni uyurken daha mutlu olduğum gerçeğiyle yüzleşmek zorunda bırakıyordu. O resim; unutulmayan geçmişimdi, unutamadığımdı. Hatıralar yine gözlerimden akmak için çırpındı, bense buna hemen mani oldum. Ağlayamazdım asla ağlamamalıydım. Güçlü olmalı, bundan sonraki hayatımda güçlü olarak yaşamalıydım. Erkekler ağlamaz diye mırıldandım kendi kendime. Sonra bu sözün saçmalığını düşündüm. Kadınlardan bile daha çok ağladığıma emindim. Gizli gizli ağlardım ben çocukluğumdan beri.

  Kederle karışık bir nefes aldıktan sonra yatağımdan doğruldum. Konuşacak mecalim olmamasına rağmen işe gitmeliydim.  Bir devlet okulunda üç yıldan beri çalışıyordum. Gerçi artık ben, zar zor bulduğum işimi de sevmiyordum.  Doğrusu  bu düşünce sırıtmama neden oldu. Ben neyi seviyordum ki? Sevmeye çalışmak da nafileydi. Boşuna bir şeyler için çabaladığımı düşünerek günlerim geçiyordu sadece. Rüzgara kapılmış kuru bir yaprak gibiydim. Hayat nereye sürüklüyorsa oraya doğru gidiyordum, besbelli boğulmak üzereydim. Ancak yeni yeni fark etmiştim ki kurtulmak adına bir iş yapmadan boğuluyordum. 

  İşte, yine her zamanki gibi boş geçen çalışma hayatımın ardından,  kendimi bu kez otel odasında değil de; sahil kenarında buluvermiştim. Bu, yorgun bedenime az da olsa huzur verecek gibi geliyordu. Üstelik yorgun olan sadece bedenim  değildi, ruhum da yorgundu benim ve en sonunda ruhumun yıpranmışlığında ne yapacağımı bilemez hale gelmiştim. Bir an karşımdaki masmavi denizin akıntısına kapılıp gitmek isteğiyle doldum. Kıyıya çarpan dalgaların çıkardığı ses ve denizin o mis kokusu beni benden alıp kendine çağırıyordu. Ancak çok geçmeden beni çeken bu istek hızlı bir şekilde öldü. Üşüdüğünü yeni anladığım ellerimi kahverengi paltomun cebine sokarak yürümeye başladım. Kol kola girmiş yaşlı bir çift, babasının elini tutup gülümseyen küçük çocuk... Gözlerime çarpan bu mutlu insanlara artık kızgınlıkla bakmıyordum. Hem kızmaya da hakkım yoktu, olamazdı. Bir şeyleri kaybetmem yüzünden tüm dünya benimle birlikte kan ağlayacak değildi.

   Hikayemin ironik yanı ben böyle bir akşamda kaybetmiştim her şeyimi. Gökyüzü daha yeni yeni kararıp paketimdeki tek sigarayı içerken, dünyam bir anda başıma yıkılmıştı. Önce çalıştığım özel  şirket iflas etmişti. Beş parasız, evsiz, yurtsuz ortada kaldığımda yüreğime inen asıl darbe bu değildi. Asıl darbeyi karım, kızımı da alıp beni terk ettiğinde yemiştim.

    Doğrusu ben en başından beri karımın beni sevdiğini de düşünmezdim. Ona dokunmama bile katlanamazdı, gözlerine ne zaman baksam sevgi değil aksine nefreti görürdüm. Bizimki yedi sene önce aileler aracılığıyla yapılmış görücü usulü bir evlilikti. Üstelik sonradan öğrendiğime göre, karımın önceden sevdiği biri vardı. Eşimin gözlerindeki nefretin nedenini şimdi anlayabiliyordum. Bana hiç bir zaman ona baktığı gibi bakamıyordu demek ki. Haklıydı, ben onun hayallerini yerle bir eden adamdım. Mutluluğunu çalmış, yüreğinde asla taşıyamayacağı bir adamla günlerini geçirmesine sebep olmuştum. Evliliğimizin temeli zaten sağlam olmadığı için rüzgarda yıkılması da kaçınılmaz olmuştu. Artık bu olanlara eskisi kadar üzülmüyor, karımı da pek özlemiyordum. Yüreğimi buz gibi bırakmış ve ardına bile bakmadan gitmişti.  Şu an tek özlediğim, yüzünü bile göremediğim biricik kızımdı. Ona bir kez daha sarılmak için neleri vermezdim...

   Damlalar birer birer yüzüme düşmeye başlayınca yağmuru fark ettim. Yağmuru severdim, ondan kaçmak için deli gibi uğraş verenlerden biri olmadım hiç bir zaman. Fakat bu defa hastalanmaktan korkup fazladan masraf çıkartmamak adına kaldığım yere doğru ilerliyordum. Ellerimle, ıslanmış saçlarımı geriye doğru attım. Üşüyor, iliklerime kadar üşüdüğümü hissediyordum. Yürümeye devam ettiğim sırada, yağmurun ortasında öylece dikilen yumurcak çocukluğumdaki bir olayı aklıma getirivermişti. Küçücükken yağmurla dans etmek için sokağa fırlayışım ve beraberinde annemin beni azarlayan sesi...Şimdi çocukluğuma baktığımda bunların hepsini deli gibi özlüyordum. 

   Otele vardığımda karanlık çökmüştü. Yağmur bulutları hala semayı işgal ediyordu. İçimde bir huzursuzluk,  kızım olmadan geçen üç yılımı düşünüyordum. Akşam yemeğinde tek başıma oturup aklım bin bir şeyle meşgulken, beklenmedik bir şey oldu. Masama  tanımadığım, daha önce yüzünü bile görmediğim bir adam oturup kendisine yemek söyleyiverdi. Dahası kırk yıllık ahbabıymışım gibi elini omzuma atıp benimle konuşmaya başlamıştı bile.

"Hayat sürprizlerle dolu tuhaf bir yer, öyle değil mi dostum? Anlam veremediğimiz nice olaylar var. Peki başımıza gelen iyilikleri çabuk unuturken, kötülükleri niye kolayca unutmayız? Bu zihnimizin bize bir oyunu olmalı."   

   Yabancıya gözlerimi kısarak bakmakla yetindim. Başımda yeterince dert varken, besbelli sarhoş olan bu adamı çekmek niyetinde değildim. Masadan fırlamak için hamle yaptığımda kolumu sıkıca tuttu. O esnada neye uğradığımı şaşırmıştım ve öfkeden gözlerimin parladığına emindim.

"İnsanoğlu pek sabırsız yapıda. İki cümlenin sonunu bile duymaya vakti yok. Her şeyden kaçarak kurtulacağını sanıyor. Besbelli yanılıyor, ama ne korkunçtur ki farkında değil."

  Yeşil kravatlı, siyah takım giymiş adama dik dik baktım ve konuşmaya başladım. Zehrimi ona akıtacak, laflarının havada asılı kaldığını söyleyecektim.  Böyle insanlardan oldum olası nefret etmiştim. Karşıdakinin neler yaşadığını bilmeyen ama buna rağmen atıp tutanlar sadece tiksinmeme sebep olurlardı. Bu adam da onların bariz örneğiydi. 

"Dinleyecek kimsesi olmayınca susar insan ya da anlayacak kimsesi olmayınca. Ben de bir dünya dolusu sustum. Susmak bir kaçış değil, nefes alma aracım oldu ve yaralarım var benim. Sizi bilmem, ama bana göre bazı yaralar hep saklı kalır yürekte. Anlatılsa yara deşilir,  kanamaya başlar, taze kalır hep. Anlatılmayınca da hissedilir, acıtır. Yaranın kapanması imkansızdır. İnsan mecburdur  yaralarıyla yaşamaya. Ben de buna mecburum, yaramla yaşamalıyım." 

 Yeşil kravatlı adam sözlerime gülümsemişti. Masama yaklaşan insanları işaret etti, neler olduğunu idrak etmeye çalışıyordum. Masaya ilk, durmadan gülen kırmızı elbiseli bir kadın  oturmuştu. Kıvırcık ve siyah saçlarıyla oynayıp duruyor, etrafa kocaman gülücükler dağıtıyordu. Mutlu  olan insanları görmek bana tuhaf hissettiriyordu. Uzun zamandır tatmadığım bir duyguyu tadıyorlardı. Kıskanıyordum, evet evet bu yüzden onları kıskanıyordum ben. Yine haksızlığa uğradığımı düşünmeye başlamıştım. Ben gülemezken başkalarının kahkahalarını görmek de istemiyordum. 

  Kırmızı elbiseli kadının ardından somurtkan, en ufak şeye bağıracakmış gibi duran bir adam  ve beraberinde de bir kaç kişi masaya geldi...Gözlerim suratı sirke satan adamla karşılaştığında, karımın bana nefret dolu gözlerini tekrar üzerimde hissediyormuş gibi ürperdim. Gözlerimi çektiğimde, "Hayat güzel şey, nefes almak eşsiz...Dünya bakmasını bilirsen cennettir." dedi kırmızı elbiseli kadın. Dudaklarımı kemirerek lafa atlayacakken masanın bir kenarından ses geldi. "Ben hep cehennemi gördüm." 

  Konuşan adamın tamamen siyahlar içinde olması dikkatimi çekmişti.  Sanki içinde bir matemi taşıyordu. Beni şaşırtmaya neden olansa düşüncelerimi dile getirmesiydi.

 "Kara," dedi oldukça somurtkan adam. "Cehennem kendi içimizde. Kendi ellerimizle var ettik biz onu."
 
   Elimde olmadan hak verdim, kendi cehennemimi inşa etmiştim. Çevrem de yüreğimde iyi şeyler barınmasına engeldi. Küçüklüğümden beri bu böyleydi. Ne zaman gökyüzüne sevgiyle baksam kara bulutları görürdüm. Yağmura koşsam bu kez de güneş parıldardı. Dünya benimle dalga geçiyor olmalıydı.
 
"Saçmalık," diye lafa atıldı adının Umut olduğunu söyleyen kadın. Bu kez herkesin dikkati ona kaymıştı. "Yağmur yağsa da ardından muhakkak gökkuşağı çıkar. Gece olsa da ardından gündüz olmaz mı, peki ama karalara bağlanmak neden?"   

 İşittiklerim üzerine küçük bir şaşkınlık yaşadım. Dile getirmediğim düşüncelerime sanki duymuşçasına cevap vermişti.

"Boş laflar, yersiz umutlar. Sen umut etmeye devam edersin de dünya sana adil davranmaz. İşte bu yüzden de nefret etmeyi seçtim. Çünkü nefretten başka hiç bir şey işe yaramıyor. Dünya lanet olası bir yer. Umut edilecek güzel şeyler eskimiş, ölmüş artık." dedi  uzun süredir konuşmayan adam. Üzerinde rengi atmış basit, siyah bir ceket vardı. Suratının rengi hayalet görmüşçesine beyazdı. Bir an durup açık kahverengi gözlerine baktım, her şeyden bıkmış gibi bir hali vardı. Kendimi ona benzetmiştim elimde olmadan. Şu an iliklerime dek işleyen duygunun adı nefretti. Daha önce hiç hissetmediğim kadar iyi hissediyordum onu. Her şeyden, herkesten kaçıp kurtulmak istiyordum. Bir çift söz, iki insan görecek halim kalmamıştı.
 
 Umut, dudak bükerek az evvelki adama baktı. Düşünceli bir hali vardı, belki de bir şeyler söyleyecekti. Nitekim tahminim doğru çıkmış, kısa süreli sessizliğin ardından konuşmaya başlamıştı. Bakışlarındaki ateş içimi eritiyordu sanki, ürpermiştim. 

 "Gözlerini kapatıyorsun ve güneşi göremiyorum diye gökyüzüne lanet ediyorsun. Oysa gözlerini açsan güneşi göreceksin. Belki de sadece şikayet etmeyi seviyorsun. Nefret etmek  kolayına geliyordur. Bir şeye, bir kimseye sevgiyle bakmak yerine hemen karanlık taraflarını görmeye çalışıyorsun. Sen sevmeyi biliyor musun ki? Dünya üzerinde sadece senin mi yaraların var? Acılarına sarılıp onları yüceltmeye mi çalışıyorsun ya da?"

 Umut bu sözleriyle zihnimi adeta delip geçmişti. Düşünmeye başladım birden. Neden nefret edecektim, gerekli bir şey miydi bu, bana ne faydası vardı? Cevap sırıtmaktaydı, biliyordum. Hiç bir faydası yoktu nefret etmenin. Duygularımın, zihnimin yıkımına neden oluyordu. Kararımı ansızın verdim; bundan sonra sadece kızımı, sevgiyle anabildiğim tek varlığı, düşünecektim.

 Masama ilk gelen adam konuştu bu defa. Adı Erdemdi, herkesi sabırla dinledikten sonra dudaklarını araladı. Gözlerini gözlerimden bir an olsun ayırmadan konuşuyordu. "Nefret, öfke, umut, sevinç ve keder; hepsi insani duyguların, insan olmanın  gereği. Ancak nefret ve öfke en sonunda yer bitirir insanı. Tıpkı bir hastalık gibi yavaş yavaş ilerler, gizlenir ve uçurumdan düşürmeden belli etmez kendini. Hem nefret etmek niçin, zehirlenmeye olan bu arzu neden? Nefret yok edilmeli, yok edilmeli ki insan ruhu bu nefret hastalığından çürümeden kurtarılabilmeli. " 
   

                                       
-son-

3
Sahte gözyaşları insanları incitebilir.
Sahte gülümsemeler kişinin kendisini incitebilir.

Code Geass- cc





4
Düşler Limanı / Martılar Ağlarken (Ecthiel & Ophiel)
« : 18 Mayıs 2016, 23:53:17 »
Kişiler:


Nadet; Kral'ın en sadık hizmetkarı
Retughla; Nadet'in en yakın arkadaşı
Vertingo; Ayyaş bir lord
Meridah; Vertingo'nun kızı
Gillard; Meridah'ın nişanlısı, bir lord
Siurimpe; Descarndul Kralı
Mary; Descarndul Kraliçesi
Alia; Descarndul Prensesi
Rowpe; Descarndul Prensi
Ruthor; Kralın şövalyelerinden biri
Miytron; Kralın şövalyelerinden biri
Respin; Ordu kumandanı
Xeanx; Ordu kumandanı

Olayların geçtiği yer: Descarndul



(Sahne fırtınalı bir gecede Nadet'in surlara çıkmasıyla başlar.)

Perde I
Sahne I


Nadet: Ah gece, anlamsız gibi görünen ama sırlara hakim gece!
Bir kereliğine de olsa bana göster gizlerini,
Göster ki bende bu zalim dünyada yaşamaya katlanabileyim.
Ayın gizemli ve karanlık yüzü!
Sen de sırt çevirdin bana,
Sen de beni anlamaya çalışmadın.
Ama boş ver kutsal ay!
Ben alışığım anlaşılamamanın anlamsızlığı içinde kaybolmaya.

(Retughla sahneye girer)

Retughla: Eski dostum, bu ne yaman bir yakarıştır böyle,
Seni duymayan bir geceye ve gökyüzüne?
Sana sağır olanlara karşı bağırma bir işe yaramaz,
Duyduklarını zamanda bile önemsemediklerini düşününce.

Nadet: Gel,benim eski ve kadim dostum!
Gel seninle beraber ağlayalım, geçmişe ve geleceğe.
Bugün için hüzünlenmeye gerek yok zaten!
Hükmedebildiğimiz tek zamanın tadını çıkaralım.

Retughla: Hükmetmek mi? Ah eski dostum!
Hala çocukluğumuzdaki masallara inanıyorsun.
Esas zaman bize hükmediyor, sürüklüyor istediği yere.
Biz onun tozlu tapınağındaki köleleriz sadece.
O yüzden boş ver, bırak ve düşünme!
Bataklıkta ne kadar çırpınırsan o kadar batarsın.
Sen ise hem çırpınıp hem de üstte kalmayı arzuluyorsun.

Nadet: Sözlerine inanasım gelmiyor ne yazık ki.
Anlamsız buluyorum bu teselli edişlerini.

Retughla: Teselli mi? Dostum sen yazık ki anlamamışsın sözlerimi,
Teselli saf insanlar içindir.
Ben sana saf gerçeklik çeliğini sunuyorum.

Nadet: Peki gerçekliği bana izah edebilir misin dostum?
Nedir gerçeklik? Nerede başlar delilik?
Bana sınırlarını çizebilir misin?
Yoksa sadece eskinin kendini bilge sananlarının sözlerini mi tekrar edeceksin?
Gözler açıkken bile uyuyup, hayal görebilir insan.
İlla ki kapatmasına gerek yok bir şeyleri düşlemek için.

Retughla: Ne demek istiyorsun? Yoksa sana gerçekliği tüm çıplaklığıyla açıklamamı mı?

Nadet: Hayır hayır eski dostum, senden istemiyorum böyle bir şeyi.
Demek istediğim, sadece rahat bırak beni.
Bırak ki, yazılmış gerçeklik pencerelerinden değil;
Kendi yazdığım masallarımdan dünyaya bakabileyim.

Retughla: Anlaşıldı, seninle konuşmanın bir faydası yok.
Esenlikler eski dostum!
Bilgeliğin ışığı yolunu aydınlatsın.

(Retughla çıkar.)


Nadet: Bir kişi de ne demek istediğimi anlasa!
Zihnimi okuyun demiyorum kimseye.
Hayallerime dokunmayın sadece,
Bırakın ben yaratayım kendi cennetimi,
Bir başkasının düşlediği cennet krallığına sürülmektense.

(Göğe bakar.)

Nadet: Fırtına bile sustu işte, o bile terk etti.
Ben de terk edeyim surlar, zaten keyfim de kaçtı.
Hoşçakal gece, sen beni anlamadığın ya bugün,
Elbet güneşine kavuşamadığında senin de içinde yer alır bir hüzün.
İşte o zaman anlarsın belki de, içinde doldurulamayan bir boşluğun ne demek olduğunu.

(Nadet çıkar.)





Sahne II

(Vertingo'nun malikanesi, bir gece yarısında kabuslarından uyanan Meridah perişan halde sahneye girer.)


Meridah: Bu fırtınalar ne zaman diner içimdeki?
Cevap bir bilinmezin baş ucunda duruyor,
Kelimeler hep anlamsız ve boş olmak zorunda mı?
Oysa en başında ne masumane, ne harikuladeydi her şey.
Şimdi dönüp baktığımda arkama neden geriye koca bir hiç kalıyor?
Hiç mi yaşamadım ben?
Hiç mi yaşamadım?
Gözyaşlarım sayısınca içtim ben acılarımı.
Gözyaşlarımla bir okyanus yapardım.
Ve unuttum da yitirdiklerimi.
Gerekmez miydi artık, huzur bulması ruhumun?
Bu azap neden son bulmuyor bir türlü?
Ve yine yağmur yağıyor acılarımın ardından.
Ruhum, her bir su damlasına karışıyor.
Oradan da toprağa bulaşıp çamurlaşıyor.
Ne kadar da kirliyim!
Ruhum da çamurlaşıyor sonunda.
Bak, ayıl da gör sevgili babacığım!
Meridah nasıl mutsuz, gör!
Nasıl da sevmiyorsun, sahi benimle konuşmayı.
Elinden düşürmediğin şişelerle benden daha az vakit geçirseydin,
Belki de gözyaşlarım dinerdi şimdiye.
Ah, ne çare!
En çok onları sevdin sen.
Hep onları sevdin.
Mutlu uyu şimdi, babacığım.
Ulu lordum, mutlu uyu!

(Ağlayarak çıkar.)




Sahne III

(Bir öğleden sonra, Lord Vertigo'nun bahçesi. Meridah sahneye girer üzgün suratıyla, ardından da Gillard girer sahneye.)



Gillard: Lady Meridah!


(Meridah, nişanlısına bakar ama cevap vermez.)


Gillard: Ayaklarınızın altında yatan çiçekler Lady Meridah.
Sizin gibi hepsi,
Her birinin ayrı bir rengi, ayrı bir kokusu var.
Oysa ben hiç görmemiştim daha önce,
Sizin gibi narin kır çiçeğini.
Bir başkalığınız var Lady Meridah.
Hırçın gözlerinizin buğulu bakışları,
Eşsiz yüreğiniz ve kendi renginiz.
Gökkuşağı gibisiniz.


Meridah: Gökkuşağı gibi giyindiğime bakmayın,
Babamın zorudur hepsi.
Sizinle nişanlandığımdan beri, siyah giyinmek arzusu taşırım.
Büyük bir matemdeyim zira.
Ve içim simsiyahtır benim.
Düşüncelerim, ruhum kapkaranlıktır.


Gillard: Hiç yakışıyor mu böyle sözler size Güzel Meridah?


Meridah: Dün gördüm sizi.


Gillard: Nerede?


Meridah: Hiç anlamam ben erkekleri.
Hissetmediğiniz şeyleri neden dilinizden düşürmezsiniz?


Gillard: Nerede gördünüz?


Meridah: Ne önemi var ki?
Gayet mutluydunuz siz.
Hem bilmem ki kaçıncı aldatışınız bu beni?
Zira kızmıyorum size,
Düşünüyorum sonra.
Belki biraz fazla.
Kalplerimizde taşımadığımız birileriyle nasıl geçireciğiz bir ömrü?
Ailelerimizin zoru değil midir bu?
Bize seçme şansı sunulmadı bile.

(Gillard düşünceli gözlerle Meridah'a bakıp kalır.)


Meridah: Belki de vakti geldi,
Kabuğumuzu kırıp kendi yolumuzu çizmenin.


Gillard: Bu sözlerinizin anlamı ne, ne demek istiyorsunuz?


Meridah: Hala anlamadınız mı, ikimizin birlikte nasıl mutsuz olduğunu?
Açıkça dile getirmem mi ihtiyacınız olan?
O halde söylüyorum;
İki kişilik bir mutsuzluk yerine,
Tek kişilik bir mutsuzluk yaşamak gerektiğini.


Gillard: Beni yarı yolda mı bırakıyorsunuz?



Meridah:
Hiç bir zaman çıkmadık biz, aynı yola.
Hep ayrı yollardaydık lordum.
Benim yürüdüğüm yollar dikenli, çalılıktı.
Ayaklarımı kanattı önce,
Sonra, sonra ruhumu.
Bakın, görmüyor musunuz?
Kanıyorum ben.
Ruhum kanıyor, içim kanıyor.
Hoş baksanız da göremezsiniz,
Size göre değildi yürüdüğüm yollar.

Gillard: Seviyorum sizi, kırmayın kalbimi.

Meridah: Yapmayın bunu,
Söylemeyin yalan kendinize.
Hoşçakalın lordum.

(Meridah çıkar, Gillard hala düşünceli ve biraz da kızgındır.)


Gillard: Nasıl derim ben, bu genç kadına gerçekleri?
Hem babam bir duysa,
Bakmaz yüzüme.
En iyisi mi devam etmeli yürünen yolda.

(Gillard sahneden çıkar.)




Sayfa: [1]