Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular -

Sayfa: [1]
1
Tartışma Platformu / Mary Sue Edebiyatı
« : 31 Ağustos 2016, 16:53:05 »
Bugün anasayfada yer alan Rothfuss röportajını okudum (emeği geçenlere teşekkürler) ve dikkatimi çeken bir bölüm oldu: Rothfuss kendisine kitabındaki karakterlerden biriyle ilgili sorulan "biraz fazla yetenekli değil mi?" sorusunu adeta geçiştiriyor. Ya da belki cevabı ben geçiştirmek olarak yorumladım, çok da önemli değil. Kitaplarını da henüz okuma fırsatım olmadı zaten.

Benim tartışmaya açmak istediğim konu şu; kurguda "Mary Sue" sendromu olarak tanımlayabileceğimiz "aşırı güçlü, herşeye kadir" karakterler için belirgin bir sınır koymak mümkün müdür? Önüne çıkan her ork grubunu tereyağı gibi biçen savaşçılar, her seferinde hiç sektirmeden aynı büyüyü aynı kabiliyet ve verimlilikle beceren büyücüler bu klasmana girer mi? "Over-powered" karakterler yazmaktan kaçınmak için nelere dikkat edilmeli? Her savaşından bir şekilde canlı çıkmayı başaran karakterler gerçekçiliğini ve inandırıcılığını yitirir mi?

Kendimce bir örnek vererek başlayayım, Cüneyt Arkın'ın ölümsüzleştirdiği Battal Gazi figürü (ve türevleri). Ağabeyimle aramızda "Battle Gazi" diye andığımız güzide karakter surlara zıplayarak çıkabilir, onlarca adamı tek bir okla devirebilir (konuşmayacaktın Anton!), kaleye sızdığı sırada onu ilk defa gören bütün hatunları kendine aşık edebilir... Yine de izleyiciyi hepten bayıltmamak için arada zindanlara düştüğü de olur lakin bu ya yeni ilahi bir güç bulmak için ya da içerideki tutsakları da kurtarıp kaleyi ele geçirmek içindir. Vücudundaki bütün kemikler kırılsa da zararı yoktur, o bir şekilde mucizevi bir şifa ile tez zamanda ayağa kalkar. Adam anasından "one-man-army" olarak doğmuştur vesselam.

2
Kurgu İskelesi / Delirmek
« : 27 Ağustos 2016, 12:46:07 »
Karanlıklar ülkesinin kuytu bir köşesinde, gösterişsiz ama huzurlu evimin sessizlik saatinde, tam güneş batmış ve devretmişken hakimiyeti geceye, bütün böceklerin susup bütün kuşların kuytu deliklere tünediği o saatte, karanlık odayı değil belki ama dizlerimin üstündeki battaniyeyi aydınlatan şöminenin karşısında, ateşin etkisiyle değil elimdeki kahvenin verdiği bir fincan huşu ile ısınarak, sessizliği dinliyorum. Mutlak huzurun mutluluğa tercih edildiği bu yerde, rahatımı kaçıran bu inleme de ne? Dipten ve sakin, sessiz ama duyulacağından emin, kızgın kızgın soluyan bu nefes de ne ensemde? Yalnızlığın akılla sabit olduğu ve çoğu aklın unuttuğu bu yerde ruh dinginliğimi dalgalandıran, fikir nehrimi bulandıran o ses kime ait? Geçmişin unutulmuşları mı lanetliyor beni, yoksa yaşanmamışların pişmanlığı mı çığlıklar saçıyor beynimde? Yoksa aklımın hudutlarını aşan bir sebep mi var bu sese, dışardan? Ne fırtınanın ıslıkları ne de kuzgunların çığlıkları yarışabilir rahatsız edicilikte o sesle. En çok rahatsız eden tarafı, sesin giderek yaklaşması… Daha derinden… Daha anlaşılır… Boğulmuşluğundan sıyrıldıkça ses ve fısıldadıkça kulağıma asla duymamam gerekenleri, ben giderek boğuluyorum. Cesaret ne ki, koltuğumda gömülüyorum. Ve o giderek yaklaşıyor, yaklaştıkça tüylerim ayağa kalkıyor, selama dururcasına. Ürperti yayılıyor vücuduma ve sorular üşüşüyor aklıma: Bir şeytan mı? Bir melek mi? Bir öcü mü ya da peri mi? Sorular burgulara dönerken aklımda, karmakarışık duygular yüreğimde, gözlerim kilitlenmiş karanlığa, kapının belli belirsiz siluetini gözlüyor. Yutkunmaya mecalim yokken ya da nefes alamazken, kapı yavaşça aralanıyor ve yavaşça kararıyor gözlerim…

(2012'den Not: Friedrich Nietzsche'nin delirmesine ithafen yazmışım..)

3
Düşler Limanı / Fus Ro Dah!
« : 27 Ağustos 2016, 12:40:12 »
(Fonda https://www.youtube.com/watch?v=UW7EnixZVNI çalarken okuyunuz lütfen : )




Hava soğuk, çok soğuk hem de. Aceleci adımların, dizlerine kadar gelen karı yarıyor, kürklü deri çizmelerinin içinde morarmış ayakların tamamen donmadan tepedeki yıkıntıya varmış olmayı umuyorsun. Üzerindeki kürk sert rüzgarda vızıldıyor, sen üst üste yığılmış taşlara bağlanmış ve rüzgardan paramparça olmuş bir paçavranın yanından geçerken. Rüzgarda sen de onun gibi savruluyorsun. Sıcak bir ateş yakmayı düşünüyorsun, dehlizlerdeki nice tehditle karşılaşmadan önce, zorlu tırmanış sırasında mahirce vurduğun tavşanı kızartmayı ve yemeyi.. Derken geliyor önüne kadim krallık zamanından beri sağlam kalmış basamaklar. Zamanın sınavına karşı durmuş bu harabeler diye düşünüyorsun, bir zamanlar burada kimlerin nasıl yaşadığını merak etmeden duramıyorsun. Aceleci adımların, kıvrıldıkça sancıyan ayak parmakların, yana açtığın kolların, hepsi buz tutmuş taş basamaklarda dengeni kaybetmemen için el birliği etmiş gibiler.

Derken, apansızın, merdivenin yarısında, tepende bir gölge hissediyorsun. Üzerindeki cılız gün ışığı gölge ile kesiliyor ve sen o anda, üzerinde çatı varmışçasına dimdik duran eğimli sütunların üzerine tünemiş olan o ejderhanın aslında bir heykel değil de meraklı gözlerle tırmanışını izleyen ölümcül bir avcı olduğunu anlıyorsun. Isınma hayallerin buz kesiyor, kanın korkunç gerçek karşısında donuveriyor ve korkudan kaskatı kesilip olduğun yerde kala kaldığında, önündeki birkaç dakikada, tahmin ettiğinden çok daha fazla ısınabileceğini anlıyorsun. Dev avcı kendinden emin bakışlarıyla seni süzmeyi bitiriyor, burnundan tıslar gibi sesler ile birlikte dumanların çıktığını görüyorsun ve tutulmuş aklına inat bütün içgüdülerin sana kaçmanı haykırıyor. Bir göz açıp kapama süresinde üzerine alev yığını boşalıyor, sen kendini merdivenlerden yakındaki bir sütunun arkasına atana kadar geçen üç kalp atımı süresinde, kendine siper ettiğin ahşap kalkanı köze dönüştürüyor. Kürkünün tutuşan orasını burasını söndürmeye uğraşırken içindeki korkuyu bastırmaya çalışıp sessiz dualar ediyorsun. Alev salvoları sırtını yasladığın sütunu ısıtmayı ve etrafından yalayıp geçmeyi bitirdiğinde saklandığın siperden çıkıyorsun, okunu yerleştirdiğin yayını dev kanat sesleriyle etrafa toz ve kar taneleri saçarak havalanan kurnaz avcıya çeviriyorsun. Umutsuz ok atışlarından birkaç tanesi hedefin orasını burasını tutturmayı bile başarıyor ancak ejderhadan bir inilti dahi duymamak umutsuzluğunu daha da arttırıyor. Müthiş bir sorti ile üzerine alçalan hayvanın alevleri yüzünden ciğerlerin sülfür ile doluyor, etraf alevler içinde yanarken sütundan sütuna koşuyorsun, sadağından çektiğin okları çaresizce avcıya yağdırıyorsun. Sonra bir bakıyorsun ki yüzü kan içinde kalmış, aldığı darbelerden belli ki canı sıkılmış ve çok kızmış olan avcı üzerine çöküveriyor. Canhıraş sütundan sütuna kaçarak, ardına saklanabileceğin her şeyi geride bırakana kadar koşuyorsun, bazen dev pençe darbelerinden güç bela kurtularak.

En nihayetinde yayın bir tarafta, boş sadağın başka bir tarafta, elinde kalan sadece düz ve keskin kılıcın, arkanda derin bir uçurum, kaderinle yüzleşiyorsun. Dev avcının pençelerinden kaçarken burnuna ve suratına bir iki darbe indirmeyi başarıyorsun ancak arkasına geçmeyi denediğin anda kurnaz hayvan hiç beklemediğin bir kuyruk darbesiyle ayaklarını yerden kesiyor.

Yorulduğu ve acı içinde olduğu belli avcı, beklemediği kadar direniş gösteren avının üzerine çöküyor, başını yaklaştırıyor, yerden yarı-doğrulup uçurumdan aşağı düşen kılıcının ardından küfürler savuran sana dikkatlice bakıyor. Ve gözlerinde o doyumsuz iştah çakıyor, ağzını açıp başını arkaya doğru kaldırıyor, tam ölümcül darbeyi indirmek üzereyken.. Ejderhanın kanını donduracak ve iliklerine kadar korkmasına sebep olacak o ses senden geliyor: FUS RO DAH!


4
Düşler Limanı / Bir Ekim Yağmuru
« : 27 Ağustos 2016, 12:35:42 »
Uzun zaman önce, bir gece babamla yağmurda yürüyüşe çıkmıştık. Hala zihnimin en emin yerinde sakladığım bir hatıradır. Ölüm yıldönümü için yazdığım bu şiirle onu yad etmek istedim.





Bir Ekim Yağmuru


Bir Nisan yağmurunda,

Yürüdük seninle,

Elinde bir paket çekirdek,

Ve üzerinde o eski paltonla..

 

"Niye?" diye sorduğumda,

Durup, yüzünde tebessümle,

"Islanmak için yavrum" demiştin,

Ve eklemiştin, vakarla:

"Gün batımında bakmak için ufka."

 

Bir kaç çekirdek, kuru ve sıcak,

Sıkıştırmıştın avucuma çabucak..

 

Damlalara eşlik etti,

Düşen kabuklar..

Ve adımlarıma uyan,

Büyük adımlar..

 

Bir Ekim yağmurunda,

Yürüdüm, tek başıma.

Elimde iki ekmek,

Ve üzerimde o eski paltonla..

 

Heyhat! Bilemeyeceğim asla,

Nasıl olurdu seninle yürümek,

Bir Ekim yağmurunda...

 

06-10-2013

 



 

Canım Babacığım'a atfolunur. O Nisan akşamında seninle tekrar yürümek için neler vermezdim!

5
Düşler Limanı / Yolcu
« : 27 Ağustos 2016, 12:27:21 »
Alnına düşen çise tanelerine aldırmadan yürümeye devam etti. Hafif ama sert esen rüzgâr nedeniyle alnı buz gibiydi. Bu, muhtemelen akşamki baş ağrılarını körükleyecekti ama onun bunu düşünecek hali yoktu.

Sürekli ara sokaklarla kesilen kaldırımda bir inip bir çıkmak onu yormuştu. Belki bir gece önce yaşadıkları olmasa bunu umursamazdı bile, ancak o kadar yorgundu ki bir kaldırım taşını geçmek bile onun için dağ aşmak ile eş anlamlıydı.

Topallıyordu. Evet, resmen topallıyordu. Sol ayağı bu ıstıraba daha fazla dayanamayarak bütün yükünü sağ ayağa bırakmıştı. Ancak sağ ayağın durumu da pek iç açıcı değildi. Atılan yüzlerce adımdan sonra şişmiş ve tüm kasları gerilmişti.

Ayaklarının bu durumu, ıstırabını ikiye katlamıştı. Çünkü soğuk karşısında çaresiz kalan ceketi, akan burnu ve 3. kez duyulan hapşırığı, hastalığın ilk habercileriydi.

Sırtındaki çanta sanki daha bir ağırlaşmıştı. Ee, tabi, böyle bir durumda taşınmak için doldurulmamıştı. Çantanın dahi bu zoraki arkadaşlık ve zor yolculuktan yorulduğu söylenebilirdi. Üzeri tozla kaplanmıştı ama sahibi onu silkelemeyi bırakalı çok olmuştu.

Bütün bunlara rağmen o, yürümeye devam etti. Neredeyse sürünmeye başlayacaktı, durumu içler acısıydı ama aklında tek düşünce vardı: “Varmalıyım, sürünerek de olsa varmalıyım!”.

Süründü mü, sürünmedi mi, bilinmez. Ama vardığı kesin.


(2004)

Sayfa: [1]