Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - deanna

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Alec ile Levi
« : 29 Nisan 2010, 21:38:55 »

“ Hey! İttirmesene! “ diye fısıldadı çocuk, sesindeki heyecan durgun su kadar berraktı.

“ O zaman çabuk ol,” dedi diğer çocuk “orada ne var merak ediyorum!” Onu yanıtlayan bu çocuğun sesi de ilkinden farksız değildi.

Bu iki çocuk 5-6 yaşlarının vermiş olduğu merakla o her zaman hayran hayran baktıkları, dev diye nitelendirdikleri  - hâlbuki 2 ya da 3 metreyi geçmiyordu ağacın boyu -  bu ağaca tırmanıp, esrarengiz dalların içinde kaybolmuşlardı. Tırmandıkça tırmanıyorlardı. Sanki sonu gelmeyen bir tünel gibiydi. Dallar arasından da yeterince ışık girmiyordu. Dışarıdan bakılınca bu kadar tırmanmaları gerekmiyor gibi gelmişti Levi’ye. İlk konuşan ve ağaca ilk tırmanan çocuktu. Bundan biraz ürkmeye başlamıştı doğrusu. Zaten ağaca tırmanmadan önce Alec’e yani diğer çocuğa itiraz etmişti gitmemeleri için fakat Alec, hazır etrafta kimseler yokken bu ayaklarına gelen fırsatı değerlendirmek istiyordu.

Alec Levi’yi yatıştırmak ve kandırmak için abisinin ona yaptığı gibi elini Levi’nin omzuna yerleştirmiş, cesaret vermek için hafifçe sıkmış ve gözlerini Levi’nin gözlerine dikmişti.

“ Levi, korkmana gerek yok dostum. Arkanda ben olacağım,” demişti, ses tonunu da abisininkini taklit etmeye çalışarak. Levi ilk başta önden gideceğini duyunca daha çok telaşlansa da sonradan düşünüp arkada kalma fikrinin daha beter olduğunu fark etmişti ve çocuklara özgü ani duygu değişimiyle hemen Alec’e gülümseyip ağaca atlamıştı.

Alec ise abisinin de onu böyle kandırınca Levi gibi tepki verdiğini hatırlayamayacak kadar çocuktu daha.

İşte, böyle başladı onların kaderlerini değiştirecek yere ulaşma maceraları, tıpkı diğer onlarca çocuk gibi... Fakat bu iki çocuk farklıydı. Sonunda onları neyin beklediğini de bilmiyorlardı. Onlar çocuktu. Ağaç bu yüzden çocukları seçerdi. Önce ağaç onları o heybetli duruşuyla etkilerdi. Onlar da saf ve temiz merak duygularıyla ağaca yaklaşırlardı. Sonra hoop! Hepsi birer birer ağacın gizemini keşfetmek için ona tırmanırlardı.

Alec de dallar arasında gözden kaybolunca ağaç sanki hiç var olmamış gibi, arkasında hiçbir iz bırakmadan, Dünya’nın başka bir yerinde, başka çocukları etkilemek üzere ortadan kayboldu.

Levi uzun süre tırmanmaktan çok yorulmuştu. Ama mızmızlanıp Alec’in diline de düşmek istemiyordu. Derin bir nefes alıp loş olan dallar arasında ilerlemeye devam etti. Tam elini dallardan bir tanesini tutmak için atmıştı ki orada başka dalın olmadığını yavaşça boşluktan yuvarlanırken anladı. Kısa çığlığı bir an hava da asılı kaldıktan sonra yere sert bir şeyin – Levi’nin- çarptığını haber veren tok bir ses duyuldu. Alec şimdi Levi’nin düşmeden önce soluklandığı yerdeydi ve Levi’nin çığlığıyla bir an duraksadı ve Levi’ye seslendi.

“ Levi! “

“ Ben iyiyim! “ diye geri seslendi Levi. Sesi Alec’e uzaktan geliyordu ve heyecanla devam etmesine rağmen biraz geç kalmıştı.

“ Sakın bir adım da- “ Lafını Alec’in paldır küldür aşağıya, yanına düşmesi kesti.

Alec’in Levi’ye öldürücü bir bakış atması onun kahkahalarının boğazına tıkanmasına neden oldu ve ürkek tavşan bakışlarıyla Alec’e baktı. Çünkü biliyordu tek bir kıkırdama sesi bile tekmeyi yemesine neden olabilirdi.

Ama neyse ki Alec’in dikkati dağılıp, merakı başka bir yere çekilmişti. Gözlerini etraftan ayırmadan yerden yavaşça kalkıp üzerindeki ve ellerindeki toprakları silkeledi. Sonra Levi’yi de dürtüp onu da etrafa bakmaya zorladı.

“ Levi! Etrafa bir bak!”

Bu iki küçük çocuğun dikkatini çeken şey; ormandı. Yeşilin bin bir tonundaki yapraklı dalları birbirine geçmiş sık ağaçlardan oluşan bir ormandı bu. Hatta yapraklar birbirine o kadar yakındı ki aşağıya zar zor güneş ışığı düşüyordu. Çocuklar şaşkınlıktan büyümüş gözlerle bu ağaçlara, üzerlerinde hiç görmedikleri kuş türlerine, sincaplara, böceklere baktılar bir süre. Fakat bu hayvanların pek onlardan etkilendikleri söylenemezdi. Onları hiç görmemiş gibi yapıp kendi işlerine devam ediyorlardı. Ve ormanda sadece doğal sesler vardı. O çocukların alıştığı televizyonun, arabaların sesi yoktu burada. Hatta insanların konuştuğunu bile duymuyorlardı. Sadece ormanın sesleri vardı ve bir de bu iki çocuğun heyecanlı nefes alış verişleri.

Alec ve Levi ormana o kadar çok dalmışlardı, onun güzelliğiyle öylesine büyülenmişlerdi ki onlara yaklaşan yabancıyı ancak o konuşunca fark edebildiler.

“ Hoş geldiniz Adem oğulları!” dedi yabancı. Onları görmekten dolayı mutluluktan ölüyormuş gibi heyecanlı bir ses tonu kullanmıştı konuşurken.

Alec ve Levi hiç beklemedikleri bu sesi duyunca yerlerinden sıçradılar ve ufak çığlıklarının çıkmasına engel olamadılar. Sesin geldiği yöne biraz korkarak dönmüş olsalar da yabancıyı gördükleri an, ormanı gördükleri an gibi büyülenip kaldılar.

Yabancı bir orman elfiydi ve dolayısıyla Adem oğullarının yani insanların görüp görebileceği en mükemmel güzellikteki varlıktı. Bu elfin beline kadar uzanan, dalgalı, ormanın toprağı gibi tatlı kahverengi saçları vardı. Başının üzerine beyaz çiçeklerden yapılma bir taç kondurmuştu. Dudakları, burnu, gözleri, kaşları yüzüne özenilerek yerleştirilmiş gibiydi. Ormandaki ağaçların yaprakları gibi yemyeşil gözleri vardı. Bu gözler çocuklara şefkatle parlayarak bakıyordu. Her ne kadar çocuklar fark edemese de şefkatin altında büyük bir ızdırap, öfke ve nefret yatıyordu. Fakat bunu bu küçük zararsız yaratıklara göstermeyecek kadar da merhametliydi bu elf. Çocukların fark edemeyeceği başka bir şey daha vardı. Elfin vücut hatları, kusursuzca ve özenle oyulmuş bir heykeli andırıyordu. Onu saran incecik tülden bir elbise vardı üzerinde. En ufak hareketinde dalgalanıp, elfin zarafetine zarafet katıyordu.

Levi gözlerini bir iki kere kırpıştırıp, kimseye çaktırmadan elinin üzerini çimdikleyip acıdığını fark ettikten sonra ancak bu gördüklerinin hayal olmadığına inandı ve yüzüne gamzelerini ortaya çıkartacak kadar geniş bir gülümseme oturttu.

“ Sen... Melek misin?” dedi Levi usulca sanki yabancının kızmasından korkarmış gibi fakat elfin hiçte korkunç bir yanı yoktu. Levi büyüyünce bu sorusunu gülümseyerek hatırlayacaktı.

Elf Levi’ye sadece gülümseyerek yanıt verdi çünkü melek kelimesinin ne demek olduğunu bilmiyordu. Daha sonra da ikisinin ortasına geçip yumuşacık ellerinden tuttu. Birlikte yavaş adımlarla ormanın içine doğru yürümeye başladılar.

Alec ve Levi hiç tereddüt etmeden onun yanında yürüyorlardı ve hiç konuşmuyorlardı. Sessiz ve sakindiler. Nereye gittiklerinden haberleri yoktu, hayatlarının geri kalan kısmını bu ıssız orman da geçirmek zorunda olduklarının farkında bile değillerdi. Nerden bilebilirlerdi ki? Hem ormanın hem elfin güzelliğiyle büyülenmişlerdi hem de onlar daha 5 yaşında birer çocuktu. Kim 5 yaşındayken olacaklar üzerine saatlerce düşünürdü ki?

“ Melek nedir? ” diye sordu elf az önce ona tatlı tatlı gülümseyen çocuğa, kötü düşünceleri uzaklaştırmak istiyordu.

Levi ona meleğin ne demek olduğunu bilmediği için bir an şaşkınlıkla baktı ama açıklama yapmaya hazırlanırken yüz ifadesini birine benzetmeye çalıştığı belliydi.

“ Melek...” dedi Levi “ annem onların en güzel varlık olduklarını ve onların bizi koruduklarını söyler.”

Elf anlamış gibi başını sallayınca Levi de birine bir şey öğrettiği için memnun olup konuşmasına devam etti. “ Ve sen bir meleksin. Hem çok güzelsin... Hem de bizi bu ıssız yerden götürmeye geldin. “

Elf ona gülümsedi fakat bu gülümseme elfin kalbini öyle fena acıttı ki bir an her şeyi, evi olan bu yeri, canı pahasına yaptığı görevi bırakıp kaçmak istedi. Ama yapamazdı. Ormanda kaçıp saklanılacak bir yer yoktu. Bu yere tek bir giriş vardı fakat çıkış yoktu. Belki vardı ama bunu bilge elfler bile bilmiyordu. Henüz...

Yolun sonuna gelmişlerdi. Elf altın parmaklıklı kapıyı ve onu sarıp içerisinin gözükmesini engelleyen sisi görünce boğazı düğümlendi, gözyaşlarının akmasını zor engelledi.

Biraz daha yaklaştıklarında artık altın parmaklıklı kapının ardından neşeli çocuk sesleri gelmeye başladı. Ellerini tuttuğu çocuklar sesleri işittikçe yanında heyecanla ve merakla kıpırdanıyorlardı.

Sonunda kapının önüne gelip durdular. Elf, Alec ve Levi’yi yan yana getirip, önlerinde diz çöktü. Şimdi aynı boya gelmişlerdi ve elf yemyeşil gözlerini bu hem ürkek hem de heyecanlı gözlere dikti. İkisinin ağaçtan düşerken berelenmiş, pamuk gibi yumuşacık yanaklarını okşadı.

“ Adem oğulları,” dedi, sesi boğuk ama güçlü çıkıyordu. “ Size iki seçenek sunacağım ve istediğinizi seçmekte özgür olacaksınız. Fakat lütfen bana yüreğinizden gelen şeyi söyleyin, olur mu?”

İki çocuk onu başıyla onaylasa da, o biliyordu neyi seçeceklerini. Diğer onlarca çocuk gibi...

“ Bu kapıdan girebilirsiniz ve o çocuklara katılabilirsiniz,” daha ikinci seçeneği duymadan çocukların oraya gitmek için can attıkları bariz ortadaydı. Elf konuşmadan önce boğazındaki yumruyu gidermesi umuduyla yutkundu ama nafile, hala orda duruyor ve ona yaptığı bu kötülüğü hatırlatıyordu. “ Ya da sizi tekrar ağacın yanına götürür ve evlerinize dönmenize izin veririm.”

Alec ve Levi elf konuşmasını bitirince aynı anda başlarını arkaya çevirip merakla kapıya baktılar ve döndüklerinde sabırsızlandıkları yüz ifadelerinden belli oluyordu.

Alec, ikisi adına konuşarak oraya gitmek istediklerini söyledi. Levi de onu başıyla onayladı.

Elfin onlar kararlarını verdikten sonra hiçbir müdahalede bulunma hakkı yoktu. İkisinin de yanaklarına tüy kadar hafif birer öpücük kondurduktan sonra ayağa kalktı ve altın kapı açılırken o da elbisesini havalandırarak geldikleri yöne doğru yürümeye başladı.

Levi tam arkasını dönmüş kapıdan girecekken elfin onlarla gelmediğini fark ederek korkuya kapıldı ve var gücüyle elfe seslendi.

“ Melek!”

Elf Levi’nin sesini duyunca donup kaldı. Fikirlerini değiştirdiklerine dair küçük umut kırıntılarıyla içini bir sıcaklık kapladı ve yavaşça arkasını dönüp çocuğa baktı.

Levi neredeyse ağlayacak gibiydi. Büktüğü dudağıyla, dolu dolu gözleriyle kapının önünde durmuş elfe bakıyordu.

“ Melek sen bizimle gelmiyor musun?”

Elf yanağından tek bir damla gözyaşı süzülürken başını “hayır” manasında sağa sola salladı. Levi bunu görünce kapıdan geçip geçmemekte kararsız kaldıysa da Alec’in onu kolundan çekiştirmesiyle ikisi de kapıdan geçmiş oldular.

Altın parmaklıklı kapı arkalarından kapandı ve elf de zor tuttuğu gözyaşları yanaklarından sel gibi akarken ormanın gölgelerinde kayboldu.

2
Düşler Limanı / Neyse Ki Sadece Bir Rüya
« : 25 Aralık 2009, 22:44:49 »

Deniz kenarındayım. Dalgalarının kıyıya vururken çıkardıkları o ritmik sesleri duyuyorum hafiften.  Derin bir nefes alıyorum sırf denizin o huzur veren kokusunu duymak için. İçimi o bilindik güzel duygular kaplıyor, dudaklarıma ufacık bir gülümseme oturuyor.

Ne olduğunu anlayamadan kendimi tanımadığım bir evde buluyorum. Dalgaların seslerini duymak için kulak kabartıyorum ama uzaktan gelen, telaşlı mırıltılardan başka bir şey duyamıyorum. Derin nefesler alıyorum o tuzlu kokuyu tadabilmek için ama insanın genzini yakan parfüm kokularından başka bir şeyin kokusunu alamıyorum. Dudaklarımdaki o mutlu gülümseme yerini düz bir çizgiye bırakıyor. İçimi tarifsiz bir hüzün kaplıyor. Tekrar o huzurlu deniz kenarına dönmek istiyorum. 

Ben o tanımadığım evin odasında kendimle mücadele ederken kapıdan abartılı bir şekilde süslenmiş tanımadığım bir kadın giriyor. Üzerinde kırmızı bir gece kıyafeti var. Uzun pırıltılı küpeleri ve dudaklarına sürdüğü kırmızı ruja odaklanmaktan yüzünü fazla inceleyemiyorum. Bana doğru kollarını açarak hızlı hızlı yürümeye başlıyor. Daha ben bu kadının kim olduğunu çözememişken kendimi onun kollarında buluyorum. Üzerine bütün parfüm şişeni boşaltmış olacak ki öksürük nöbetleri geçirmemek için kendimi nefes almamaya zorluyorum. Kadın sarılırken bir yandan da konuşuyor ama ben sadece sözlerinin sonuna yetişebiliyorum.

“ ... meleğim! Bu anı göreceğim için çok mutluyum!”

Kadının ne demek istediğinden en ufak bir fikrim bile olmadığını fark ediyorum. Bu an mı? Hangi an?  Bu kadın neyden bahsediyor böyle?

Sonunda beni kendine hapsettiği kollarını bedenimden çözüp yine aynı kapıdan geri gidiyor. Tek başıma dikilmeye devam ediyorum odanın ortasında.  Uzaktan gelen mırıltılar şimdi yaklaşmaya başlıyor. Arada küçük kahkahalar duyuyorum. Sonunda içlerinde aneminde bulunduğu 5-6 kişilik kadın grubu – gereğinden fazla süslü- kapıdan içeri giriyor. Şaşkınlıkla açılan ağzımı kapatmaya bile tenezzül etmiyorum. Bu insanların derdi ne? Neden bu kadar süslenmeye gerek duymuşlar? Ve annemin bu kadınlarla ne işi var?

Annem kadın grubundan sıyrılıp yanıma geliyor. Yüzünde saf mutluluk ve aynı zamanda hüznün kırıntıları olduğunu fark ediyorum. Dudakları gülümsüyor ama gözlerine yansımıyor bu gülümseme. Özenle yapılmış makyajındaki hafif dağınıklık ağladığını belli ediyor. Yavaşça yanıma gelip önümde dikiliyor ve iki yanımda amaçsızca serbest bıraktığım ellerimi tutuyor. Hafifçe okşadıktan sonra yanağıma tüy kadar yumuşak ama sevgi dolu bir öpücük konduruyor.

“ Anne... Neler oluyor?” diye soruyorum bir çırpıda. Sesimi tanıyamıyorum önce. Demin konuşan ben miydim?

Annemin yüzü sanki beklemediği bir şey söylemişim gibi değişiyor. Şaşırdığı çok belli...

“  Kızım bu sorunu heyecanlı olduğun için sorduğunu farz ediyorum.” diyor fısıldayarak ve ardından muzipçe göz kırpıyor. Heyecanlanmak mı? Ne için? Hadi ama! Biri bana burada nelerin döndüğünü anlatmayacak mı?!

Anneme karşılık vermek için ağzımı açıyorum ama onun çoktan arkasını dönmüş ve aşırı süslü kadınlardan birine bir şeyler söylediğini görüyorum.  Kadın anneme 32 dişini gösterecek şekilde sırıtarak kafa sallıyor ve odadan uçarcasına çıkıyor. Uzaktan poşet hışırtılarını duyuyoruz ve ardından aynı kadın elinde beyaz bir şeyle tekrar odaya dalıyor. Topluluk kadına yol açıp yanıma gelmesi için önünden çekiliyorlar. Yaklaştıkça o beyaz şeyin uzun bir elbise olduğunu fark ediyorum.  Kadın annemin yanına gelip elbiseyi ona veriyor. Annemde askısından tutup bana dönüyor ve ben hayretler içersinde kalıyorum. Elinde tuttuğu elbiseye doğru elimin uzandığını elim görüş alanıma girince fark ediyorum. Yavaşça parmaklarım yumuşak beyaz kumaşın üzerinde geziniyor.

“ Çok güzel...” diye fısıldadığımı duyuyorum.  Annem elbiseyi elime tutuşturup odadaki kadın topluluğunu da önüne katarak odadan bir hışımla çıkıyor. Kapının kapandığını duyar duymaz kendimi elbisenin içinde buluyorum. Yumuşak kumaşın çıplak vücuduma değerken bende oluşturduğu o tarifsiz mutluluğu yaşıyorum. Upuzun beyaz elbisenin arkası belime kadar açık ve sırtıma değen saçlarım gıdıklanmama neden oluyor. Ellerimi güzel elbisenin üzerinde gezdiriyorum. Bu elbiseyi niçin giydim ben?

Bir anda etrafındaki her şeyin değiştiğini fark ediyorum. Ayaklarımın altındaki taban birden yumuşayıp yemyeşil çimenler oluveriyor.  Çimenlerin o soğukluğu ve ayaklarımın çıplak yerlerini gıdıklamalarından hoşlanıyorum. Hafif bir rüzgâr uzun saçlarımı savuruyor.  Yakından gelen hafif caz müziğin insana dinginlik veren melodilerini duyuyorum. Gözlerimi güzel elbisemden ayırıp, kendimi etrafa bakmaya zorluyorum.
Yemyeşil bir çayırdayım bu sefer. Etrafta beyaz gül, tül ve kurdelelerle süslenmiş kokteyl masaları ve masaların etrafında toplanmış insanlar görüyorum. Hepsinin yüzüne mutluluk hakim olmuş, birbirleriyle konuşup gülüşüyorlar. Kimileri onlara baktığımı gördüklerinde samimi gülümsemelerini dudaklarına oturtup heyecanla el sallıyorlar. Bu sefer nerdeyim? Bir düğünde mi?

Tanıdık bir yüz bulma çabasıyla etrafıma bakınıyorum.  İlerdeki insanlara da bakmak için elbisenin eteklerini hafifçe kaldırarak yürümeye başlıyorum. 

Birden gözlerimin önünde bir tül beliriveriyor görüşümü bulanıklaştırıyor ve artık yürümediğimi fark ediyorum. Başım öne eğik, elimdeki beyaz çiçeklere bakıyorum. Tül mü? Beyaz çiçekler mi? Birisinin konuştuğunu fark etmem fazla zamanımı almıyor.

 “... hastalıkta ve sağlıkta ölüm sizi ayırana dek...”

Başımı kaldırıp sesin geldiği yöne bakıyorum.  Yaşlı bir adam iki eliyle tuttuğu bir kitaptan bir şeyler okuyor gibi. Sözlerini bitirip huzurlu ve mutlu bir yüz ifadesiyle karşıya bakıyor. Sahi bu adam en son ne demişti? Hastalıkta ve sağlıkta ölüm sizi ayırana dek mi?

Beklemediğim bir anda çok yakınımdan birinin “ Evet!” diyen, heyecanla titreyen sesini duyuyorum ve istemeden de olsa irkiliyorum. Başımı çevirip sesin geldiği yöne bakmak istiyorum ama karşımdaki yaşlı adamın bana dönmüş yüzü, gözlerindeki bir şey beklediğini belli eden ifade bunu yapmamı engelliyor. Birkaç saniye sadece adamın yüzüne endişeyle bakıyorum. Arkamdan heyecanlı mırıltıların yükseldiğini ve yanımdaki -her kimse artık- sık nefes alıp verdiğini duyabiliyorum. Herkesin benden bir cevap beklediği belliydi ama benim, bırakın o cevabı vermeyi burada ne halt ettiğim hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. En sonunda arkamdaki mırıltıların daha çok yükseldiğini duyuyorum.

Gözlerimi kapatıp nefesimi tutuyorum. Kendi düğünümdeyim ve benden bir cevap bekliyorlar. Telaşlanmamak için derin derin nefesler alıp veriyorum.  Sonunda onlara verecek bir cevabımın olmadığını fark ediyorum.

Arkamı dönüp gitmek için gözlerimi açtığımda artık ne o çimenlerin hoş gıdıklamasını hissediyordum ne de o mırıltıları duyabiliyordum.

Sayfa: [1]