Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Dumrul

Sayfa: [1]
1
Düşler Limanı / Ynt: Köpeğim Poo
« : 26 Kasım 2014, 07:53:47 »
Hemen annesi, ardından da benim annem olay yerine intikal etti. Çocuğun annesi kaşlarını çatıp, suçlayıcı bir bakış attı bana. Sonra anneme döndü. "Selma, şu oğlana sahip çık. Bu kaçıncı?"

Bu cümleler yazının bütünlüğü ile pek uyuşmuyor gibi. Üstelik Genel gidişat içerisinde daha farklı bir son beklemiştim. Cümleleri değiştirerek yazıya biraz daha farklı bir hava vermek mümkün elinize sağlık.

2
Düşler Limanı / Ynt: Yanan Boğazın Çekiciliği
« : 26 Kasım 2014, 07:38:30 »
İlk başta bir ilkokulu çocuğu seviyesinde kurulan cümleler yazının ilerleyen kısımlarında orta okul seviyesine kadar çıkıyor. Bu gelişimi güzel sergilemişsiniz elinize sağlık. Yakında Mc Donalds ile ilgili bir yazı yazmanızı umuyorum.

3
Gezginler Kamarası / Ynt: Rüzgara Kapılan Uçurtma
« : 22 Kasım 2014, 23:49:05 »
Bu yazı her zaman okuduğum yazılardan biraz farklı geldi. Duygu ve düşüncelerde bir karmaşa var gibi. :)

4
Kurgu İskelesi / Ynt: Karanlığın Kadehi
« : 22 Kasım 2014, 23:42:29 »
Üslubunuz güzel, öykünün genelinde bir bütünlük sağlayabildiğinizi düşünüyorum. Elinize sağlık.

5
Gezginler Kamarası / Ynt: Avcının Masalları
« : 11 Kasım 2014, 08:52:33 »
6
Sabahın erken bir vaktinde, Özlem mutfakta yalnız başına otururken, dışardaki koyunların sesini duydu. Karşısında Kenan yerine Barış’ı gördüğünde biraz şaşırmıştı. Üstelik Barış’ın etrafında her zamanki kalabalığın aksine bir avuç koyun vardı. Kuşçuk, Barış’ın etrafında dolanıp duruyordu, Özlem’i gördüğünde kapının dibine kadar geldi.
“Günaydın Özlem!”
“Günaydın Barış. Kenan neden ortalıkta yok?”
“Galiba meşgul. Koyunları benim toplamamı istedi. Dilersen bugün köyün diğer yolunu kullanalım. Kenan’ın evi diğer tarafa yakın olduğundan, geçerken onu da yanımıza alırız.”
“Ben de bir an için kötü bir şey olduğunu sandım. Öyleyse koyunlarla atları dışarı çıkartsam iyi olur.” Özlem yanına ihtiyaç duyabileceği birçok şey aldı. Bunların içinde hazırladığı tuzaklardan biri ve atlar için doldurduğu ufak bir yem torbası da vardı. Kenan’ın evine yaklaştıkça koyunların sayısı hızlı bir şekilde artmaya başladı. Köyün doğu tarafındaki evler, batı tarafındaki evlere kıyasla daha küçük ve yaşlı gözüküyordu. Belki de ilk zamanlarında köye insanlar doğu tarafından itibaren yerleşmeye başlamışlardı. Ayrıca burada daha ıssız bir görüntü vardı.
Kenan’ın yaşadığı eve dair Özlem’in hiçbir fikri yoktu. Barış pencereleri korunaklı olan, minik, şirin bir evi gösterdi. “İşte burası Kenan’ın evi. Kenan! Biz geldik!” Kısa bir süre sonra evin kapısı açıldı. Özlem yalnızca Kenan’ı görmeyi bekliyordu, fakat arkasında başka biri daha vardı.
“Anne bırak beni! Saçlarım iyice kurudu, artık gitmem gerekiyor.” Annesi, Kenan’ı kollarının arasına almıştı ve o gitmeye çalıştıkça bir şekilde mani oluyordu. Tıpkı Kenan gibi uzun boyluydu. Artık Kenan’ın açık kahverengi güzel saçlarını kimden aldığı belli oluyordu. Kenan’ın annesinin ince beli ve zarif güzel elleri Özlem’in fazlasıyla dikkatini çekmişti. Karşısında bu kadar güzel bir kadın gördüğü için çok şaşırmıştı.
Kenan sinirlendiği vakitler çok tatlı gözüktüğünden onu sinirlendirmek eğlenceli olabiliyordu. Özlem, Kenan ile uğraşmaktan zevk alan tek kişinin kendisi olmadığını fark etmişti. Kadın, oğlunu bir eliyle tutarken diğer eliyle de sürekli saçlarını karıştırıyordu. Kenan ayakkabılarını zorlukla giymeyi başardıktan sonra uzaklaşıp sinirli bir şekilde saçlarını düzeltmeye çalıştı.
Özlem o sırada güzel kadının kendisine bakmakta olduğunu fark etti. “Sen Özlem olmalısın.”
“Evet, benim efendim.” Kendisine ismiyle hitap etmesine biraz şaşırmıştı. Ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu.
“Kenan sürekli senden bahsediyor, ama hiç bu kadar güzel bir kız olduğunu söylememişti.” Özlem bir anda kıpkırmızı oldu. “Kenan biraz şapşaldır Özlem, onun için koyunlar kendi canından daha kıymetlidir. Bazen uzun süre onu göremediğim için endişeleniyorum. Benim yerime ona göz kulak olursan memnun olurum.”
“Anne arkadaşlarımın yanında böyle konuşmasana! Gerçekten de şapşal olduğunu düşünecekler.”
“Şaka yapıyorum. Aslında Kenan çok zeki biridir, ama bunu ben ve Kuşçuk dışında henüz hiç kimse fark etmemiş olmalı. Kuşçuk demişken aklıma başka bir şey geldi. Kenan bizim tarladan olabildiğince uzak dur. Baban sabah köpek hakkında söyleniyordu. Onu etrafta görürse iyi olmaz.”
“Tamam anne. Zaten tarladan uzak duruyorum.”
“Yine de gözünü açık tut. Bu sıralar babanın davranışlarını çok dengesiz buluyorum. Onun ne yapacağı belli olmaz. Özlem’e kendimi tanıtmayı unuttum. İsmim Nergis, tanıştığımıza memnun oldum.”
“Ben de sizinle tanıştığıma memnun oldum.” Nergis Hanım, Özlem’in yüzüne bakarken zarif bir şekilde gülümsedi. Kapıyı kapatırken yüzünde şefkat dolu bir ifade vardı. “Kendine dikkat et meleğim, oyalanmadan eve dön. Görüşürüz çocuklar.”
“Görüşürüz Anne!
Kenan’ın evinden uzaklaşmalarının ardından kısa bir süre geçmişti. Deminki konu Özlem’in kafasına takılmıştı. “Kuşçuk’la ilgili sorun nedir? Annen neden tarladan uzak durmanı istiyordu?”
“Babam, Kuşçuk’u sevmiyor Özlem. Annem o yüzden tarladan uzak durmamızı istedi.”
***
Hava serin ve güzeldi. Nasıl olduysa Özlem kendisini koyunları gözetlerken bulmuştu. Ağaçların seyrek bir şekilde bulunduğu düz bir alandaydılar. Etrafta renk renk çiçekler vardı ve sürekli kuş cıvıltıları duyuluyordu. Karşılarında küçük sıra dağlar duruyordu.
Sis ve Ayaz, Özlem’in birkaç metre ötesindeki bir ağaca bağlanmış vaziyette sakince duruyorlardı. Kuşçuk Özlem’in hemen dibinde burnunu kuyruğuna kıstırmış vaziyette uyuyordu. Kenan büyük bir ağacın dibinde bir şeyler arıyordu.
“Yaşasın! Komik böcek buldum.” Kenan’ın sesini duyduğunda Kuşçuk uyandı. Kenan, getirdiği yeşil renkli böceği minik köpeğe gösterdi. Kuşçuk yiyebileceği bir şey olup olmadığını anlamak için böceği kokladı. İlgisini çekmeyince kafasını indirip, tekrar uykuya daldı. Kenan sırtüstü uzanıp böceği karnına koydu. Böcek Kenan’ın üzerinde dolanıp dursa da kaçmaya çalışmıyordu.
Özlem, Kenan’ın peygamber böceğine ilgisinin sebebini merak etti. “Kenan bu böceğe neden Komik Böcek ismini verdin?”
Kenan doğrulup ince parmaklarını minik arkadaşının katlanmış vaziyette duran ön ayaklarından birine uzattı. Böceğin ayağını çektiğinde sanki bir yelpazenin uçları açılırmış gibi gözüküyordu. Fakat bu durumdan pek memnun olmayan peygamber böceği diğer ön ayağıyla bu duruma engel olmaya çalıştı. Sanki elini kurtarmaya çalışan bir insanmış gibi davranıyordu.
“Gördün mü Özlem? Özlem bir kahkaha attı. Kenan’ın peygamber böceklerine neden Komik Böcek dediği şu an daha iyi anlaşılıyordu. Önceleri sadece görünüşü biraz daha farklı olan dikkatini çekmeyen bir böcek olan bu böcek, Kenan için oldukça eğlenceli olabiliyordu.. Kenan bir şekilde küçük şeylerden mutlu olmayı başarabiliyordu. O otururken bir süre böcek arkadaşı kafasının üzerinde hareketsizce durdu. Kenan, Komik Böcek’i kafasının üzerinden dikkatli bir şekilde alıp bulduğu yere geri götürdü.
Uzun bir süre ortalıkta sessizlik oldu. Kenan nedense geri dönmemişti. Özlem bu sessizliğin kötüye işaret olmamasını umdu. Etrafta Kenan’ı aramaya başladı. Onu ilk bakması gereken yerde bulmuştu. Aslında Kenan da o sırada Özlem’i kontrol etmekteydi. Tam da Ayaz’ı sevmek için elini uzatıyor gibi gözüküyordu. “Dur Kenan!” Özlem koşa koşa Kenan’ın yanına gitti. “Sana Ayaz’a dokunma diye kaç söyledim!”
“Merak etme Özlem. Ayaz artık bana alıştı. Artık bir şey yapmaz.”
“Bakalım kafanı yardıktan sonra da böyle kendinden emin bir şekilde konuşabilecek misin?
Özlem’in bahsettiği bu özgüven şu an tam da Kenan’ın üzerindeydi. “Hiç de bile! Ayaz bana öyle bir şey yapmaz, o iyi bir at.” Kenan’ın sözleri Özlem’i daha da sinirlendirdi. “Bir daha Ayaz’ın yanına gidersen bu gidişle ondan önce ben bir şeyler yapacakmışım gibi gözüküyor.” Ardından Özlem, Kenan’ı kolundan çekiştirerek oradan uzaklaştırdı. “Bence çok abartıyorsun Özlem.”
Kenan okumayı öğrenmeye düzenli bir şekilde devam ediyordu. Fakat bugün önceki günlere göre biraz durgundu. Sanki aklına takılan bir soru vardı.
“Özlem ne zaman gideceksin?” Özlem kendine de sormuş olduğu bu soruyu Kenan’ın sormasını beklemiyordu. “Bu henüz tam belli değil. Galiba birkaç gün daha buradayım. Neden sordun?” Kenan üzgün bir şekilde “Ben senin gitmeni hiç istemiyorum.” dedi.
“Aslında ben de gitmeyi hiç istemiyorum. Fakat bir süre sonra ayrılmak zorundayım. Aslında buradan ayrılacak olmam bundan sonra sık sık buraya gelemeyeceğim manasına gelmiyor.”
Kenan oldukça üzgün gözüküyordu. “Burada olmana çok alıştım Özlem.” dedi.
“Ben de seninle birlikte zaman geçirmeye alıştım. Sana bir şey sormak istiyorum.”
“Ne soracaksın?”
“En iyi arkadaşın olmak istiyorum. Bu senin için mümkün mü?”
“Normalde en iyi arkadaşım Barış, bir de Kuşçuk var.”
“Biliyorum. Bence bir kızın da en iyi arkadaşların arasında yer alması mümkün.”
“Bu konuyu Barış’la konuşacağım Özlem.”
Kenan’ın bu cevabı Özlem’i kıskandırmaktan çok neşelendirmişti. “Umuyorum Barış buna hayır demez.”
“Hayır diyeceğini zannetmiyorum Özlem. Barış iyi biridir. Ah! Ben sana bir şey diyecektim, az kalsın unutuyordum. Annem yerimiz olmadığı için Sis’i ahırımızda besleyemeyeceğimi söyledi. Maalesef Sis’i alamayacağım.”
“Sorun değil, buraya geliş gidişlerimde onu da yanımda getiririm.”
“Bu çok iyi olur Özlem, değilse Sis’i çok özlerim.” Kenan, Özlem için kendisine hediye edilen bir atı sakin bir şekilde geri çevirebilecek yakışıklı bir prensti ve bu komik bir durumdu.
***
Dişbudak gibi küçük bir köyün çevresinden biraz uzaklaşıldığında etrafta birilerini görmek neredeyse mümkün olmuyordu. Kenan’ın sürünün etrafta dolanıp durduğu bir vakit Özlem’in daha önce görmediği bir adam yakınlarında belirdi.
Adam sürüye iyice yaklaştığında yerden iki taş aldı. O sırada metrelerce uzakta Ayaz ve Sis’in yanı başında duran Özlem kötü bir şeyler olacağına emindi. Kuşçuk ve Kenan ise hala bu durumdan habersizdiler.
“Kenan!” Özlem’in kuvvetli bir şekilde bağırdığını duyduklarında ikisi de yakınlarındaki adamı fark ettiler. Adamın attığı taş Kuşçuk’u sıyırıp geçti. Kenan koşarak oradan uzaklaştı. Kuşçuk ise demin kendisini sıyırıp geçen taştan hiç korkmamışçasına havlamaya başladı. Kenan bağırarak “Kuşçuk gel buraya!” dedi. Kenan’ın çağrısından sonra harekete geçen Kuşçuk’un demin olduğu yere iri bir taş, kuvvetli bir şekilde sekti. Sekerken bile o kadar hızlıydı ki sanki hedefini olduğu gibi takip ediyordu. Neyse ki Kuşçuk bu taştan da kurtulmayı başardı. Kenan, Kuşçuk dibine gelir gelmez onu kucağına alıp minik tepenin yukarısına doğru koşturdu.
Adamın davranışları bununla da kalmadı. Konuşurken sadece öfke saçıyordu. “Sana o uyuz köpekten uzak dur dedim! Bir gün koyunların hepsine hastalık bulaştıracak, sen de benim başıma iş açacaksın. İşe yaramaz aptalın tekisin!” O an bu sert sözler Kenan’ın kalbini yaralıyordu. Fakat adamın hakaretleri bir türlü bitmek tükenmek bilmedi. Adam ağzına gelen her şeyi söyledikten sonra geldiği gibi hızlı bir şekilde uzaklaştı.
Kenan kıpırdaman duruyordu. Gözlerinden ardı arkası kesilmeyen minik damlalar aktı. Özlem koşa koşa Kenan’ın yanına gidip eliyle onun gözyaşlarını sildi. “Ben buradayım Kenan. Kimsenin Kuşçuk’a ya da sana bir şey yapmasına izin vermem. Bunun için kendini üzme!”
“Öldüreceğini söyledi Özlem. Kuşçuk ona ne yaptı ki?”
 Özlem elini hareketsiz bir şekilde duran Kenan’ın sırtına koydu. Ona dokunduğunda ne kadar zayıf ve güçsüz olduğunu bir kez daha hatırlamıştı. “Hiçbir şey yapmadı. Kuşçuk masum ve zararsız bir hayvan.”
“Ben yanında değilken Kuşçuk’a kötü bir şey yapmasından korkuyorum.”
“Buna izin vermeyiz. Eğer Kuşçuk’u yanımızdan ayırmazsak ona bir şey yapamaz. Tıpkı senin onu koruduğun gibi onu koruruz. Sen cesur ve güçlü birisin Kenan. Hiçbir şeyin keyfini kaçırmasına izin verme.” Özlem’in sözleri Kenan’ın cesaretini toplamasını sağlamıştı. “Hadi gel! Birlikte biraz resim çizelim.”
***
Öğleyin Barış yanlarına geldiğinde epey keyifli gözüküyordu. Güzel bir haber getirdiği her halinden belli oluyordu. “Kenan, bak elimde ne var?”  Kenan meraklı ve sevimli bir ifadeyle Barış’ın avucunun içine baktı.
“Bu siyah erik!”
“Evet, hem de bizim ormana diktiğimiz ağaçların eriği. Olgunlaşmışlar tadına bakabilirsin. Özlem sen de bunları al.” Barış, Özlem’in istemiyorum diyecek kadar zaman bulamamıştı, bunun yerine kendisini avucunun içerisindeki eriklere bakarken buldu. Şu an bunları yemek zorundaymış gibi hissediyordu. Kenan elindeki erikleri çoktan yemeye başlamıştı. Neredeyse bağırarak “Barış bunlar çok güzel! Yeşil elmalar kadar beğendim.” dedi. Özlem ise sanki kendisini biraz daha baskı altındaymış gibi hissetti.
Eriklerden birinin tadına baktı. Bir an sanki gözünün önünde diğer ağaçların arasında kendilerine yer bulmuş siyah tatlı meyveleri olan genç ağaçlar belirdi. Bu kadar hoşuna gideceğini tahmin etmesi pek mümkün değildi. O kadar çok hoşuna gitmişti ki avucunda iki erik kalmış olmasına üzülüyordu.
“Bugün tarlada pek fazla iş yok. İkindi vaktinde yanıma sepeti alıp erikleri toplamaya gideceğim. Ayrıca yarın da işlerim pek yoğun olmayacak. Yarın topladığım erikleri Kızılçay Köyü’ndeki pazara götürüp satarız.”
Kenan bu fikirden pek memnun olmamıştı. Hatta son derece isteksiz  gözüküyordu. “Bence bu çok da iyi bir fikir değil. Yine kimse almayacaktır.”
Özlem, “Bir durun birileri almadan önce kendi payımı istiyorum. Sonra kime satacaksanız satın.” dedi. Kenan ve Barış, Özlem’e dönüp şaşkın bir şekilde bakmaya başladılar. Özlem tepkisinin biraz abartılı olduğunu fark etmişti.
Barış şimdi çok mutluydu. “Özlem gerçekten de eriklerden alacak mısın? Daha önce kimse eriklerimizden almak istememişti.” Fakat bir anda hevesini yitirdi. “Ama sen bizim arkadaşımızsın, sana parayla veremeyiz.”
Öyle düşünme, arkadaşınız bile olsam emeğinizin karşılığını vermek zorundayım. Neticede herkes bir işe yönelip geçimini bir şekilde sağlamaya çalışıyor. Doğrusu geçen sene bu erikleri nasıl satamadığınıza hayret ettim. Daha önce siyah eriklerin bu kadar güzeline rastlamamıştım.” Barış, Özlem’in sözleri karşısında ne söyleyeceğini bilemedi. Kenan ise oldukça sakin gözüküyordu.
“Vay canına Barış’ın bu kadar çabuk müşteri bulacağını beklemezdim.”
Barış mahcup bir şekilde “Teşekkür ederim Özlem. Sen çok iyi bir arkadaşsın.” dedi.
“Lafı bile olmaz. Ben sadece olması gerektiği gibi davranıyorum. Sakın kendini bana borçlu hissetme.”
Kenan ve Barış neşelendiklerinde hoplayıp zıplamaya başlıyorlardı. Eriklerle ilgili konu Kenan’ın pek ilgisini çekmese de Barış’ın neşesine bir şekilde ortak olmuştu. Barış, Kenan’ın arkasından sinsice gelip onu ebelemeye çalışıyordu. Fakat onu ebelemeden önce kendini tutamayıp kıkır kıkır gülmeye başlıyordu. Buna rağmen her defasına başarılı oluyordu. Çünkü Kenan’ı hazırlıksız yakalamak çok kolaydı. Fakat o kadar çok güldüğü için yeterince hızlı koşamıyordu. Kenan bacaklarının da uzun olmasının verdiği avantajla birkaç metre ötede Barış’ı yakalıyordu. Onların koşup durduğunu görünce Kuşçuk da bu eğlenceye katılıyordu. Üçü de çok eğlenyordu. O kadar çok koşmuşlardı ki Özlem onları gözüyle takip etmekten bile yorulmuştu. Bir süre sonra Barış yere uzandı, Kuşçuk da onun yanına yattı.
Özlem atlarına yakın bir yerde ayaklarını uzatmış güneşleniyordu. Kenan baştakine kıyasla en azından biraz daha yorgun gözükecek şekilde Özlem’in yanına oturdu. Yakınlarında uzun bir sopa duruyordu. O an Özlem’e gördüğü bu sopa bir fikir verdi. Özlem Bazen Kenan’a ilgisini çekebilecek şeyler göstermeye çalışıyordu. Belki de özellikle erkeklerin ilgisini çekebilecek bir şey anlatmalıydı.
“Kenan gerçekte nasıl kılıç kullanabileceğini öğrenmeyi ister miydin?”
“Vay canına! Özlem, senin kılıç kullanmaktan da anladığını bilmiyordum. Galiba sen her şeyi biliyorsun. Öyleyse hemen öğret Özlem. Okuma, yazma, resim çizme öğreniyorum zaten. Kılıç kullanmayı da öğrenirsem müthiş olur. Yalnız biraz acele etmemiz gerekiyor.”
“Bu da diğer uğraşlarımız gibi zaman alan bir şey. Kısa sürede öğrenmen mümkün değil.” Kenan, Özlem’in cevabından hiç hoşlanmamış gibi gözüküyordu. “Özlem bana bir şeyi de zaman gerektirmeden öğretmeyecek misin? Her şeyin üzerinde böyle zaman ve emek sarf ederek uzun uzun durmak zorunda mıyız?”
“Biraz gerçekçi olmalıyız Kenan. Hiçbir şey bir günde öğrenilemez.”
“Peki Özlem, hemen başlayalım. Zaten diğer işler yeterince zamanımızı alıyor.”
Özlem ilk dersinde önce Kenan’a nasıl kılıç tutması gerektiğinden bahsetti. Sonra gelecek saldırılar için bir savunma pozisyonu belirlemek gerektiğini izah etmeye çalıştı. Kenan o sırada ilgiyle dinliyormuş gibi gözüküyordu. Uygulama kısmında Kenan’a boştaki elini beline koymasını söyledi, ardından nasıl hamle yapılacağını anlatmaya başladı. Fakat Kenan daha fazla sabredemedi. Elindeki sopayı sert bir şekilde yere attı.
“Bu çok sıkıcı! Kılıç kullanmayı öğrenmek istemiyorum!” Ardından hızlı bir şekilde Özlem’in yanından uzaklaştı. Yalnız başına kalan Özlem, Kenan’a kılıç kullanmayı öğretmek için biraz erken olduğunu düşündü.
***
Bugün Barış daha uzun bir süre yanlarında durmuştu. Barış olduğunda Kenan, Özlem’le normaldeki kadar sohbet etmiyordu. Özlem biraz sıkılmaya başlamıştı. Kenan ile yan yana yürürken ona bir şeyler sormaya çalışıyordu.
“Kenan çevrende Barış ve Kuşçuk dışında çok samimi olduğun arkadaşların var mı?”
Kenan kafasını kaşımaya başladı. “Bunu daha önce hiç düşünmemiştim.” O sırada arkalarından Barış’ın geldiğini anlamamak mümkün değildi. Bu sefer gerçekten de sesli bir şekilde gülüyordu.
“Ebe!” Kenan’a dokunduktan sonra önlerinden geçti. Kenan bir an tökezleyip yere düşecekmiş gibi oldu. Barış ona dokunduğu için değil, bir anda koşmaya çalıştığı için dengesini kaybetmişti. Barış kıkır kıkır gülerken Kenan da koşabildiği kadar hızlı bir şekilde onu takip ediyordu. Kenan, Barış’ı ebeleyip apar topar geri döndüğünde Özlem’i uyarmayı ihmal etmedi. “Özlem kaç çabuk! Barış ebe oldu.” Kenan hızlı bir şekilde Özlem’in yanından geçerken Barış’ın kıkırtıları yaklaşmaktaydı. Özlem farkına varmadan bu oyuna dahil olduğunu fark ettiğinde uzunca bir süre koşmuştu.
Gün çok hızlı bir şekilde geçmişti. İkindi vakti tekrar bir araya geldiler. Özlem daha önceden bahsettiği yere gidip dört tane balık yakalamıştı. Kenan onun yakaladığı balıkları gördüğünde yüzünde oldukça şaşkın bir ifade vardı.
Küçük bir ateş yakıp balıkları pişirdiler. Kuşçuk kendi payını çoktan yemişti ve şu anki halinden oldukça memnun gözüküyordu. Barış, Özlem’e defalarca teşekkür etti. Kenan daha önce bu kadar güzel bir balık yemediğini, fakat en son ne zaman balık yediğini, hatırlamadığını söyledi.
Barış ayağa kalkıp “Kendimi pek yorgun hissetmiyorum. Gidip eriklerin birazını toplayıp Rauf Amca’nın evine götüreceğim. Yarın görüşürüz çocuklar.” dedi Kuşçuk da onun peşinden gitti.
Kenan “Barış ne kadar güçlü biri, hiç yorulmuyor.” dedi. Sonra göbeğine bakıp “Amma da çok yemişim! Galiba biraz kilo almayı başardım.” dedi.
“Kenan yemekten sonra karnın şişince kilo almazsın. Kilolu olmakla bu farklı şeylerdir.”
“Bu söylediğine katılmıyorum Özlem.” Kenan önemli bir şey söyleyecekmiş gibi ciddileşti. “Bir keresinde dört elma yemiştim. Karnım kocaman oldu. Her gün dört elma yediğimi düşünsene, kilo almasam bile kilo almış gibi gözükürüm.”
“Kenan kusura bakma ama sebze meyve gibi şeyler yiyerek kimsenin kilo alacağını zannetmiyorum.”
“Bu söylediğin çok saçma Özlem. Koyunlar her gün ot yiyor, karınlarına bir baksana, kocaman. Sadece kuzuyken biraz süt içiyorlar, o zaman da çok zayıflar.”
“Anlaşılan seni yine ikna edemeyeceğim.”
Evin yolunu tuttuklarında ikisi de oldukça keyifliydi. Atlar da koyunlar gibi sakin bir şekilde dönüş yolunu takip ediyordu. Fakat ansızın karşılarına iri bir çocuk çıktı. Kenan’a kaba bir şekilde “Nereye gidiyorsun?” diye sordu. Bu durumdan hoşlanmayan Kenan “Sana ne bundan Kaya?” diye karşılık verdi.
“Anlaşılan sırf dışardan gelen birisini gördün diye burnun fazla büyümüş.”
Kenan kendinden emin bir şekilde. “Hiç de öyle bir şey yok.” dedi.
Çocuk “Merak etme şimdi icabına bakacağım.” dedi. Çocuk saldırgan birine benziyordu. Yumruk atmak için elini geriye çektiği sırada Özlem kıvrak bir şekilde Kenan’ın önüne geçti. Kendi hamlesiyle çocuğun yumruğunun yönünü değiştirip boşa çıkardı sonra sıkı bir sol vurdu. Kaya isimli çocuk bir anda yere yıkıldı.
Kısa bir süre kimse hareket etmedi. Ardından Kenan tıpkı oradan tesadüfen geçtiği için kazaya müdahale eden biri gibi Kaya’nın yanına eğilip “İyi misin? Bir şeyin yok ya?” dedi. Kaya’nın ise deminki kibirli halinden eser yoktu. Sanki biraz dehşete kapılmıştı.
“Evet iyiyim. Bir şeyim yok.”
Kenan, Kaya’nın elinden tutup ayağa kalkmasına yardımcı oldu. “Dur seni evine götürelim, zaten çok yakınındayız.” Özlem bu olanları ne söyleyeceğini bilememiş vaziyette, şaşkınlıkla izliyordu. Kenan, Kaya’nın evine varıncaya kadar ona destek oldu. Sonra sıradan bir şekilde vedalaştılar.
Kaya biraz uzaklaştıktan sonra Kenan sinirli bir şekilde “Özlem yaptığını beğendin mi? Hiç o kadar hızlı vurulur mu?” dedi.
“Kenan sen ne saçmalıyorsun? Eğer engel olmasam o çocuk seni mahvedecekti. Böyle bir durumda nasıl beni suçlayabiliyorsun?”
“Özlem, Kaya zannettiğin kadar hızlı vurmayacaktı. Neredeyse çocuğun burnunu kıracaktın.” Kenan’ın bu cümlesi karşısında Özlem kendisini mahcup hissetti. Nasıl olayın bir anda kendi aleyhine döndüğünü anlayamamıştı.
“Kenan, ben sadece seni korumak istemiştim. Kimseye zarar vermek gibi bir niyetim yoktu.”
Kenan, Özlem’in mazeretini kabul etti. Fakat ona nasihat vermeyi de ihmal etmedi: “Peki Özlem. Bir dahaki sefer daha dikkatli ol, her önüne gelene yumruk atamazsın.”

7
Barış önünde tıka basa dolmuş vaziyette duran erik sepetine gururla baktı. Kenan ise bu durumdan hiç de memnun değilmiş gibi gözüküyordu. Derenin karşı tarafındaydılar. Sabahın erken bir vaktiydi ve evden ayrıldıklarından beri çok fazla zaman geçmemişti. Dün Barış kimseden yardım almadan tüm erikleri toplamıştı.
Kenan zayıf sepetin yolda yırtılmamasını diledi. Aynı zamanda taşımanın zor olacağını düşünüyordu. “Çok fazla erik var. Bunları oraya götürmek biraz yorucu olacak.” Özlem “Sorun değil pazara atlarla gideriz, sepeti de ben alırım.” dedi. Barış ise Özlem’in kendilerine yardım edecek olmasına pek sıcak bakmıyordu.
“Sana yük olmayalım Özlem. Senden para aldığım için hala pişmanım.”
“Barış dün bu meseleyi konuşmuştuk. Şu an ayrı bir meseleyi konuşuyoruz. Sizin arkadaşınızım ve şimdi yapmam gereken herhangi bir işim yok. Bırak da size biraz yardımcı olayım.”
“Peki. Kenan, sen Özlem’le erikleri satmaya gider misin? Ben de koyunlarla ilgilenirken biraz dinlenirim. Dünkü yorgunluğumu hala üzerimden atamadım.”
“Olur.” Kenan bunu söyler söylemez ağzını eliyle kapamaya çalıştı. Yanlışlıkla bu cevabı verdiği her halinden belli oluyordu. Düşünceli bir şekilde “Ben ata binmeyi bilmiyorum, erikleri atlarla nasıl götüreceğiz?” dedi.
“Ben seni Sis’e bindirdikten sonra yapman gereken hiçbir şey yok. Erik sepetini de ben alırım.”
Kenan düşünceli olduğu zamanlardaki gibi kafasını kaşıdı. “Benim biraz kafam karıştı.”
“Ben Ayaz’la giderken Sis kendiliğinden bizi takip edecektir. Sen yalnızca eyere düzgünce oturup sıkı tutun.”
“Of! Ata binmeyi bilmiyor olmam çok kötü. Üstelik Sis’le aram bu kadar iyiyken böyle bir şeyin olması hiç güzel değil.”
“Kenan, şimdi bunun sırası değil. Eğer önceden deseydin seni defalarca ata bindirirdim.”
Kenan, Özlem’in cevabı karşısında sinirlendi. “İyi de Özlem bu nasıl olacakmış? Ben Ayaz’a binmek istiyorum, ama sen beni onun yanına bile yaklaştırmıyorsun.”
“Kenan laftan anlamamak konusunda ısrar ediyorsun. Ayaz’ın vahşi bir at olduğunu defalarca söyledim, sense kendini zorla öldürtmek istiyorsun. O kadar çok istiyorsan Ayaz’a kendin binmeyi dene de gör gününü!” Kenan meydan okurcasına “Olur!” dedi. Ardından yirmi adım uzaklıktaki Ayaz’a doğru sinirli bir şekilde yürümeye başladı. Özlem bir an şaşkın bir şekilde onun Ayaz’a doğru gidişini izledi. Bir an bile duraklamayan Kenan’ın niyetinin ciddi olduğunu anlaşılıyordu.
“Kenan! Dur yoksa Ayaz’dan önce  ben seni öldürürüm.”
***
Kızılçay Bölge’nin en büyük köyüydü. Köy haritada Bozkır isimli bölgenin içerisinde yer alıyordu. Kenan’ın Dişbudak isimli köyü de bu bölgenin içerisindeydi. Kızılçay’ın küçük bir pazarı bölgedeki insanların ihtiyaçlarını büyük ölçüde karşılıyordu. Pazarın satıcılarının ve müşterilerinin birbirlerini tanıdıkları ilk bakışta kolaylıkla anlaşılabilirdi. Satıcıların çoğunluğunun ürünlerini sergiledikleri kendilerine ait tezgahları yoktu.
Pazar, köyün kuzey batısındaki alçak bir düzlükteydi. Genelde sabahtan öğleye kadar daha hareketli olurdu. Öğleden sonra ise pek fazla kimse kalmazdı. Gün başlayalı uzun bir süre geçmişti fakat hala satıcıların beklediği gibi bir hareketlilik olmamıştı. Bazı dönemlerde müşterilerin sayısı tıpkı bugün olduğu gibi azalabiliyordu. O sırada aşağıda kalan yoldan iki beyaz atın yaklaşmakta olduğu fark edildi.
Özlem eyerin üzerine bir şekilde sabitlediği erik sepetini tutmakta pek zorluk çekmemişti. Kenan ise yolculuğun keyfini çıkarıyordu. Arada ökçelerini Sis’in karnına vurmak için bacaklarını iki yana açıyordu, fakat ayaklarını tam değdireceği sırada hızı bir anda kesiliyordu. Sis, Kenan’ın coşkusuna aldırış etmeden sakin bir şekilde Ayaz’ı takip ediyordu. Satıcılar Kenan’ı gördüklerinde gülerek birbirlerine işaret ettiler.
Geçen yıl pazara erik satmak için gelen iki genci kimse unutmamıştı. Şimdiye kadar Kenan ve Barış pazara bir kez gelip gitmelerine rağmen bu hikâye günlerce konuşulmuştu. Bu yüzden iki kafadarın pazarın tanıdık yüzleri olduğu bir gerçekti.
Kenan, Sis’in üzerinden sakar bir şekilde yere indi. Özlem sepeti Kenan’a uzatıp hiç ellerinden destek almadan Ayaz’ın üzerinden indi. Ardından Sis ve Ayaz’ın üzerindeki eyerleri indirdi. Onları bağlamaya bile gerek duymadı. Etrafta çok az insan vardı ve herkes birbirini kolaylıkla görebiliyordu.
Özlem buraya gelmeden önce yolu bulmak konusunda biraz endişelenmişti. Yolculuktan hemen önce Kenan’a Kızılçay Köyü’nün nerede olduğunu sorduğunda Kenan kafasını kaşımaya başlamıştı. Sonra birden işaret parmağını ileriye doğru uzatıp “O tarafta!” diye ilerdeki boş düzlükleri göstermişti. O an Özlem Kenan’ın adres tarifi konusunda pek de iyi olmadığını hatırlamıştı. Neyse ki herhangi bir sorun çıkmadan biraz da şansın yardımıyla köyü bulmuşlardı.
Kenan sırayla etrafındakilerle selamlaşırken Özlem de onu takip etti. Kenan’ı gören herkes gülümsüyordu. Güzel elmalar satan yaşlı bir adamın önüne geldiklerinde biraz duraksadılar.
“Uzun süredir gözükmüyordun Kenan. Görünüşe bakılırsa köşeyi dönmüşsün.”
“Hiç de bile. Öyle olsa pazara erik satmaya gelmezdik.”
“Fakat pazara getirdiğin beyaz atlar ve şu güzel kız hiç de öyle söylemiyor.  Beni onunla tanıştırmayacak mısın?”
Kenan şefkatli bir ses tonuyla “Arkadaşım, Özlem buraya çok uzaklardan geliyor. Beyaz atlar da onun.”
“Hoş geldiniz hanımefendi, Kenan’ın arkadaşı bizim de arkadaşımızdır.” Yaşlı adam tezgâhtaki iri güzel bir elmayı Özlem’e ikram etti, ardından Kenan’a da bir elma uzattı.
“Teşekkür ederim. Tarık Amca sen de bizim eriklerimizden ye.” Adam Kenan’ın eriklerinden üç beş tane alıp sepete bolca elma koydu. “Dilerim bu sefer işin rast gider.”
“Teşekkür ederim.” Kenan bir sonraki tezgâha geçti. Burada ise üzüm satan güzel bir kadın duruyordu. “Merhaba!”
“Merhaba Kenan. Bu sene hiç gelmezsin sanıyordum. Barış nerede?”
“Koyunları otlatıyor Nur Abla. Erikleri yalnız başına topladığı için yoruldu. Bu yıl köydeki çocuklardan hiçbiri kısa bir süreliğine sürünün başında durmayı kabul etmedi, ben de Özlem’le geldim.”
“Hoş geldiniz. Demin söylediklerini duymuştum. Galiba Özlem buralardan değil.”
“Hayır, Özlem buraları bilmiyor.”
“Senden iyi bildiğim kesin.” Etraflarındaki herkes güldü. Şu an birçok kişinin ilgisi onların üzerindeydi.
“Kenan’a kızmasan iyi olur Özlem. Onu buradaki herkes sever, üstelik çok tanınmış biridir. Güzel eriklerinizi ikram ettiğiniz için ben de size üzümlerimden vermek istiyorum.”
Kısa bir süre sonra her ihtimale karşılık yanlarında getirdikleri küçük bir çuval meyve ve sebzeyle dolmuştu. Neredeyse satıcıların tümü kendilerine bolca ikramda bulunmuştu. Kendileri için buldukları küçük bir yerde müşterilerinin gelmesini bekliyorlardı. İşin aslına bakılırsa gelip gidenler Kenan’ın hiç umurunda değilmiş gibi gözüküyordu. Özlem bu durumdan hiç memnun olmasa da Kenan yemek için ayırdığı meyvelerin bir kısmını sepetin üzerine koymuştu ve ara sıra atıştırıyordu.
“Kenan, elma satıcısı bu sefer işlerin yaver gitmesini dilerken neyi kastetti?”
“Geçen sene azıcık bile erik satamayınca gitmeden önce hepsini bedavaya dağıttık. Onlar da bize bir sürü meyve verdiler Özlem. Barış para kazanamasak bile elimizdekilerden farklı şeylerle geri döndüğümüz için kazançlı olduğumuzu söyledi.”
“Öyleyse biraz daha dikkatini ver de bugün elimizdeki erikleri satalım. Müşterilerle ilgilendiğimizi belli etmeliyiz.”
“Burada hiç kimse erik almıyor Özlem. Barış insanların sürekli aynı şeyleri yemeye alıştığını söyledi.”
“İşe olumlu tarafından yaklaşmalıyız. Onlara yeni bir şey satacağımız için bir şansımız olduğunu düşünmeliyiz.”
“Bilmiyorum Özlem. İçimden bir ses yine kimsenin eriklerimizi almayacağını söylüyor. Belki uzaklardan yabancı birileri gelip eriklerimizi alırlar.”
“Kenan, bu söylediğinin ne kadar saçma olduğunun farkında mısın? Böyle ufak bir pazara uzaklardan birilerinin gelmesini mi bekliyorsun?”
Kenan şaşkın bir şekilde yolun uzaklardaki ucuna bakıp “Vay! Hakikaten de birileri geliyor.” dedi. Özlem yola dikkatli bir şekilde baktığında Kenan’ın haklı olduğunu sonucuna vardı. Nedense Kenan’ın bazı zamanlar istekleri ve tahminleri bir şekilde gerçekleşiyordu. Yaklaşanların sıradan insanlar olmadıkları anlaşılıyordu, etraftaki sessizlik de bunu kanıtlar nitelikteydi.
Atlı grup orta yaşlı bir adam, bir delikanlı ve genç bir kızdan oluşuyordu. Geldiklerinde atlarından inmeye bile tenezzül etmediler. Özlem’e göre bu yaptıkları bir saygısızlıktı. Delikanlının süslü bir görüntüsü vardı ve pahalı giysiler giyiyordu. Kızın soluk bir yüzü ve beline kadar uzanan saçları vardı. Atı üzerinde durmak konusunda Özlem kadar iyi değildi. Fakat bu şaşılacak bir durum değildi. Atlar kadınların çoğunun ilgisini çekmezdi. Özlem kendisinin bir istisna olduğunu biliyordu. Orta yaşlı adamın saçları hafif kırlaşmıştı, somurtkan bir yüzü vardı ve can sıkıcı birine benziyordu. Grup tam da Kenan ve Özlem’in önünde durdu.
Adam yanındaki gençlerin erik sepetinin önünde durduklarını fark ettiğinde bir şeyler sorma ihtiyacı hissetti. O sırada Kenan ellerini kafasının arkasına bağlamış umursamaz bir şekilde onlara bakıyordu.
“Erikleri ne kadara satıyorsun?” Kenan soruya hiç duraksamadan “Yirmi beş Güneş’e sepetle beraber hepsini alabilirsin.” diye karşılık verdi. Adam bu cevap karşısında şaşkınlıktan dona kaldı. Özlem Kenan’ın böyle bir yanıt vereceğini hiç tahmin etmemişti.
“Bu çok fazla! Bu fiyata kimse eriklerini almaz.”
Kenan umursamaz bir şekilde elini sallladı. “Önemli değil, zaten kimse almıyor.” Kız, Kenan’ın rahat tavrını görünce bir kahkaha attı, Kenan ise ona bakıp gülümsedi.
“İsmin ne?”
“Kenan, senin ismin ne?”
“Benim ismim Ezgi. Tanıştığımıza memnun oldum Kenan.” Kız yanındakileri işaret etti. “Yanımdaki Bozkır Bölgesi’nin beyinin oğlu Onur, bu beyefendi ise beyin kâhyası Süleyman Bey oluyor.”
“Ben de tanıştığımıza memnun oldum Ezgi.” Kenan abartılı bir ifade ile Özlem’i göstererek “Bu arkadaşım Özlem. Çok çok uzaklardan geliyor.”
Ezgi gülerek “Çok çok uzaklar mı? Peki, nereden geliyor?” dedi.
“O kadar önemli değil. Büyük ihtimalle geldiğim yeri sen bilmiyorsundur.” O an Özlem’in kıza karşı duygularını saklamak gibi bir niyeti yoktu. Ezgi ise Özlem’i pek umursamıyor gibi görünüyordu.
“Kenan, sen nereden geliyorsun?”
“Dişbudak Köyü. Bizim köyü biliyor musun?” Ezgi soruya yanıt bulmak için kâhyaya baktı.
“Dişbudak Köyü kasabamızın epey doğusunda yer alıyor. Bölgenin sınırı olduğu söylenebilir, uzak ve çok küçük bir köy.”
“O kadar da küçük değil!” Kenan bağırarak tepkisini açık bir şekilde göstermişti. Adamın son cümlesinden rahatsız olmuştu. Pazardakiler kahkahaya boğuldu. Özlem yine herkesin kendilerinde bakmakta olduğunu fark etti. Ezgi ufak gerginliği yatıştırmaya çalıştı. “Dişbudak’ın çok güzel bir köy olduğunu tahmin ediyorum. Bu erikleri kendiniz mi yetiştirdiniz?”
“Barış birkaç sene önce çekirdeklerini ormana ekmişti. İkimiz ortağız, Özlem de şu an bize yardım ediyor.”
“Bölgede tapusu olmayan her toprak Bozkır Bey’ine aittir. Size ait olmayan bir yerden topladığınız meyveleri satarak kanunsuz bir iş yapıyorsunuz. Şu an bu eriklere el koymam gerekiyor.” Bu sefer de Özlem adamın sözlerine öfkelendi. Bir an bile duraksamayıp ona meydan okudu. “Sıkıysa beyin gelip elimizdeki erikleri almayı denesin! Bu erikler iki masum çocuğa ait, herhangi bir şey denemeye kalkarsan sonuçlarına katlanırsın.” Pazardaki birçok insan Özlem’in cesur tavrına hayran kaldılar ve o an tamamen sessiz bir şekilde bekleyerek sanki destek oluyorlardı.
Genç adam o ana kadar hiç konuşmamıştı. “Saçmalamayı kes! Burada ben dururken bunları söylemek sana düşmez. Bize ait olduğunu söyleyerek her önümüze gelenden bir şey almaya kalkamayız.” Adam, Bozkır Beyi’nin oğlunun sert azarından ötürü daha fazla konuşmaya cesaret edemedi. Ezgi istifini bozmadan “Erikleriniz çok güzel gözüküyor.” dedi. Kenan sepete eğilip iki avucuyla alabildiği kadar çok erik aldı, ardından koşarak Ezgi’nin yanına gitti. “Tadına bakabilirsin.” Diğer avucundakileri de Onur’a uzattı. Kâhyaya döndüğündeyse “Galiba sen yemezsin” dedi. Adam anlaşılmayan bir şeyler homurdandı.
Genç kızın yüzünde hoşnut bir ifade vardı.  “Yediğim eriklerin hepsinde ekşi olur, ama bu sanki başka bir şey. Hiç bu kadar tatlı bir eriğe rastlamadım.” Onur, Ezgi’yi onayladı. “Çekirdeklerini saklarsak belki önümüzdeki seneler biz de burada erik satıyor oluruz.
“Kenan ne kadara sattığını söylemiştin.”
“Sana hepsini on beş Güneş’e verebilirim.”
“Şunu yirmi yapalım. Bana sepetinizi ödünç ver. Böylece bir gün seni yeniden görmek için bunu bahane etmiş olurum.”
“O sepetin o kadar edeceğini sanmıyorum. Baksana çok eski.”
“Bunun bir önemi yok.”
Kâhya o an tekrar söze girdi. “Hanımefendi, verdiğiniz bu para değerinden çok fazla.”
“Paramı nasıl harcadığım yalnızca beni ilgilendirir. Kenan, seninle anlaştık galiba.”
“Evet, anlaştık.” Kenan ağır sepeti iki eliyle kaldırıp Ezgi’nin yanına gitti.
“Kenan, sepeti benim için kâhyaya uzatır mısın? Bir bayanın taşıyabileceğinden daha ağır gözüküyor.” Ezgi bunu söylediği sırada Özlem ona küçümseyici bir ifadeyle bakıyordu.
“Peki Ezgi. Al bakayım tut şunu!” Adam istemeye istemeye Kenan’ın uzattığı sepeti aldı.
“Kenan, eğer bir gün Ekinsığlığı Bölgesi’ne yolun düşerse mutlaka beni ziyarete gel. Birilerine beyin kızı ile görüşmek istediğini söylediğinde sana yardımcı olacaklardır.”
Kenan biraz düşünceli bir ifadeyle “Bilemiyorum Ezgi. Ben köyümden fazla uzağa gitmem. Dediğin yeri de bilmiyorum.”
“Böyle düşünme. Yaşantımızdaki olayların çoğunu önceden tahmin edemeyiz. Sadece Ekinsığlığı’nı unutmamanı istiyorum. Özlem’i de misafir etmekten mutluluk duyarım.”
“Oraya yolumun düşeceğini zannetmiyorum, ama bir gün Ekinsığlığı’na gidersem seni görmeye geleceğime söz veriyorum.”
“Seni bekliyor olacağım. Seni tüm samimiyetimle davet ettiğimi unutma.”
Onur o sırada konuşmak için fırsat kolluyordu. “Özlem ben de seni bizim çiftliğimize davet etmek istiyorum. Senin için bir ziyafet vermekten mutluluk duyarım.”
Kenan sepeti verdikten sonra deminki yerine geçti. Özlem, Onur’un söylediklerini duyar duymaz Kenan’ın koluna girdi. Kenan ise koca bir böcek koluna konmuş gibi şaşkın bir şekilde sağ tarafına baktı. Hatta o böceğin düşmesi için kolunu biraz salladığı bile söylenebilirdi. “Kusura bakma Onur. Kenan benim en yakın arkadaşım ve buraya geldiğimde tüm zamanımı ona ayırıyorum.” Onur’un her halinden bu sözlere bozulduğu belli oluyordu, Ezgi’nin yüzündeyse alaycı bir ifade vardı.
Atlı grup onlarla vedalaşıp hızlı bir şekilde yanlarından ayrıldı. Ezgi giderken Kenan’a göz kırpıp nazik bir şekilde el salladı. Kenan elini genişçe sallayarak “Güle güle!” diye bağırdı. Onlar uzaklaşırken Özlem, Kenan’ın hala sallamakta olduğu elini tutup aşağıya indirdi.
“Kenan o kıza dikkat et. İkiyüzlünün biri.”
Kenan, Özlem’in bu tavrından rahatsız oldu. “Özlem, Ezgi hakkında nasıl böyle konuşursun? Elimizdeki tüm erikleri alıp, bize fazlaca parasını ödedi. O çok iyi biri.”
“Kenan, sen çok saf ve iyi kalpli bir çocuksun, ama karşındaki herkesin kendin gibi olduğunu düşünmemelisin. Kimse bir çıkarı olmadan o kadar eriği satın almaya kalkmaz. Sinsi birine benziyor, başka bir niyetinin olduğunu düşünüyorum.”
“Özlem, seni tanımasam Ezgi’yi kıskandığını düşüneceğim. Ezgi de, Onur da çok iyi insanlar, ama o adamı hiç sevmedim. Köyüm hakkında söylediği şey hoşuma gitmedi.”
Özlem o sırada adamın demin söylediği sözleri hatırlayıp tekrar sinirlendi. “O adam benim de hiç hoşuma gitmedi. Biraz daha ileri gitseydi, benden temiz bir dayak yerdi.”
Kenan bilmiş bir şekilde “Evet, az kalsın yine kavga çıkacaktı.” dedi. Sonra cebinden çıkardığı ceviz büyüklüğündeki minik elmalardan birini yemeye başladı.
“Kenan, bırak artık şu meyveleri yemeyi. Biraz daha yersen dokunacak.” Özlem diğer elmaları Kenan’ın avucundan aldı. “Hadi yola koyulalım buradaki işimiz bitti.”
“Özlem, bence bugün normalden biraz daha sinirli gibisin. Gitmeden önce pazardakilerle vedalaşalım.” Ayrılmadan önce yine pazardaki tüm satıcılarla ayrı ayrı konuştular. Kenan ve Özlem atlara binip uzaklaşırken birçok kişi arkalarından el sallıyordu.
***
Kenan ve Özlem pazardan ayrıldıkları sırada Ezgi ve Onur henüz çok uzakta sayılmazlardı. Onur isimli genç “O kızın öyle bir çocukla birlikte olduğuna inanamıyorum.” dedi. Ezgi şaşkın bir şekilde Onur’un yüzüne baktı. “Gerçekten de onun söylediği şeye inandın mı?”
“İnanmamam için nasıl bir sebep göstereceksin?”
“Onu gördüğüm ilk andan beri doğu bölgesinden gelen bir soylunun kızı olduğuna şüphem yoktu. Kimse o pahalı atları yanında bu kadar rahat bir şekilde gezdirmeye cesaret edemez.”
“Görüntüsünden doğudan geldiğini çıkarmak o kadar da güç değil. Fakat bu demin bahsettiğimiz şeyi açıklamıyor.”
“Bitirmem için müsaade et. İddiaya girerim ki o kızın ailesi bizim hayallerimizin ötesinde bir servete sahip olmalı. Dilediği zaman istediği her şeyi elde edebilen insanlardan biri olduğuna şüphem yok.”
“Ülkenin o kısmı hakkında fazla şey bilmem ama, doğu denince benim aklıma bir kişi geliyor. Her istediği şeyi onun kadar kolayca elde edebilen başka birini tanımıyorum. Yeri geldiğinde hükümdara bile kafa tutabilecek kadar gözünün karardığından söz ediliyor.”
“Doğu denilince birçok kişinin aklına sadece o adamın geldiğine şüphe yok, fakat doğu yalnızca o adamdan ibaret değil. Birçok bölge var, hepsinin içlerinde sayısız zengin ve soylular yaşıyor. O güçlü insanların ellerinde paradan fazlası var. Senin gösterişli davetin Özlem için pek fazla şey ifade etmiyor olmalı.”
“Böyle bir şeyi anlayabilirim, ama böyle bir kızın fakir, köylü bir çocuğun yanında ne işi var?”
“Sade bir görüntüsü olabilir, ama o kadar da sıradan bir çocuk sayılmaz. Demin ne kadar sevimli ve iyi niyetli olduğunu gördün. Kızları erkekler gibi düşündüğün için detayları kaçırıyorsun. Bir kızın, bir erkeğin yanında varlığını sürdürürken mantıklı bir sebep araması gerekmez. Kadınların çoğu erkekler gibi anlamsız düşüncelere boğulmak yerine anın tadını yaşamayı tercih ederler. Böylesi arada benim de hoşuma gitmiyor değil.”
“Kısacası kızın köylü çocuğun yanındayken eğlendiği için durduğunu söyleyebilirdin.”
“Öyle bir şey demedim. Demek istediğim Özlem, Kenan’ın yanındayken mutlu ve gerisinin bir önemi yok.”
“Her neyse. Siz kadınlar bazen bizi düşündürmek için konuşmaya başladığınızda çok baş ağrıtıcı şeyler söyleyebiliyorsunuz. Şu an bunları düşünmek istemiyorum. Anın tadını yaşamaktan zevk alıyorsan bu akşam ne yapacağımızı konuşabiliriz.”
***
Özlem ve Kenan dönüş esnasında daha az zaman harcamışlardı. Barış, Kenan’ın elindeki iki gümüş parayı gördüğünde çok sevindi. Barış ve Kenan parayı üçe bölmek gibi düşünceleri olsa da Özlem böyle bir şeyi kesinlikle kabul etmeyeceğini söyledi. Barış’ı tek seferde birinin bütün erikleri alması çok şaşırtmıştı. Henüz öğle vakti gelmemişti.
Barış tarladaki işlerin geri kalmaması için arkadaşlarından müsaade aldı. O sırada Kenan paraları Barış’a uzatıp “Ben bunları kaybedebilirim, sende durması daha iyi.” dedi. Kenan sanki bir yükten kurtulmuş gibi rahatladı. Otların üzerinde uyumakta olan Kuşçuk’un yanına koşturdu. “Uyan oğlum! Ben geldim. ” Kuşçuk uyuşuk bir şekilde başını kaldırıp etrafına bakındı. Kenan’ın başından beri para kazanmak hiç umurunda olmamıştı.



6
Gezginler Kamarası / Ynt: Avcının Masalları
« : 29 Ekim 2014, 12:47:54 »
Roman hoşunuza gidiyorsa Facebook sayfasından bana destek olabilirsiniz. :fight:
https://www.facebook.com/pages/Avc%C4%B1n%C4%B1n-Masallar%C4%B1/473500446116897?ref=bookmarks

7
Gezginler Kamarası / Ynt: Avcının Masalları
« : 29 Ekim 2014, 12:46:26 »
5
Sabahın erken vaktinde alt kattan hoş bir tereyağı kokusu geliyordu. Mutfağa girdiğinde tıpkı bir önceki sabah olduğu gibi sofrada Kenan ve Barış’ı gören Rauf Bey sanki aynı günü tekrar yaşıyormuş gibi bir hisse kapıldı. Tepesinden buhar çıkan tencerenin ocaktan henüz yeni alındığı anlaşılıyordu. Sofradakilere selam verip her zamanki yerine oturdu.
Sanki etrafta pek alışkın olmadığı bir baharat kokusu vardı. O her zamanki çorba yüzünden baharatlardan nefret eder olmuştu. Henüz önüne gelmese de bir önceki günkü gibi tatsız tuzsuz bir çorba bekliyordu. Fakat Yeşim Hanım’ın siniye koyduğu çorbanın beyaz bir rengi vardı. Köyün çorbası haricindeki bütün çorbaları görmeye razıydı. Ruhsuz bir şekilde kaşığını eline aldı. Tadına baktığı şey yüzünden neredeyse şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Eski bir anının bıraktığı tanıdık bir hissi yaşarmış gibiydi.
“Bu kadar güzel bir çorbaya rastlamayı yıllar geçti.” O sırada üzgün bir şekilde oturan Kenan ağlamaklı bir sesle, “Yeşim Teyze, bu çorba hiç güzel değil!” dedi.
“Öyle söyleme Kenan! İkiniz geleceğiniz için Özlem bunu hazırlarken çok uğraştı.”
Kenan böyle bir şey duymayı hiç beklemiyordu. Hafiften yüzü kızarsa da geri adım atmaya pek de niyeti yoktu. “Özür dilerim Özlem, ama bu çorba hiç güzel değil.” Bu cümlesi sofradaki herkesi güldürdü.
Özlem, Kenan’ın üzüntüsünü gidermeye çalıştı. “Tamam, Kenan. Bir daha çorba yapacak olursam senin beğendiğinden yapacağım.”
“Teşekkür ederim Özlem. Öyle daha iyi olur.” Kenan’ın Özlem’e karşı rahat tavırları Rauf Bey ve Yeşim Hanım’ı epey keyiflendirmişti. Kenan önündeki geniş tabağa baktığında yüzünü buruşturdu.
Kendisini bugün şanslı hisseden Rauf Bey ikinci tabağını aldığında halinden oldukça memnundu. Hatta Kenan ve Barış’a ufak tefek şakalar bile yapmıştı. Kısa bir sohbetin ardından çalışma odasına geçti.
Barış sürüyü toplamak için evden ayrıldı. Yeşim Hanım ve Özlem ortalığı topladığı sırada Kenan sabırsızlıkla atları görmeyi bekliyordu. Özlem atlara yem vereceğini söylediğinde Kenan çok heyecanlanmıştı.
Dışarda güzel bir hava vardı. Özlem ahırın kapısını açar açmaz Kenan içeri girdi. “Vay!” Bir süre onları hayranlıkla izledi. Hayatı boyunca böyle atlar görmemişti. İkisi de bembeyazdı. Kenan kendisini görünce hareketlenen koyunları neredeyse hiç fark etmedi.
“Atlarım hoşuna gitti mi?”
“Evet Özlem. Bu atların ikisi de senin mi?”
“Evet, soldaki Ayaz, sağdakiyse Sis.” Özlem cümlesini bitirir bitirmez Kenan yanına gittiği Ayaz’ın başını okşamak için elini uzattı. O ana kadar bir heykel gibi hareketsiz duran at Kenan yakınına gelirken kıpırdanmaya başlamıştı. “Kenan, dokunma ona!” Ayaz kuvvetli bir şekilde başını savurdu. Özlem, Kenan’ın iki elini de tutup onu geriye çekti. Kötü bir şeyler olmasından çok korkmuştu. “İyi misin Kenan? Bir şeyin var mı?” Kenan kısık bir sesle “İyiyim, bir şey olmadı.” dedi. Buna rağmen Özlem dikkatsiz arkadaşının ellerini iyice yokladı. Neyse ki bir kaza çıkmamıştı.
Özlem, Kenan’ı çekiştirip diğer atın karşısına getirdi. “Sis çok sakindir. Onu istediğin gibi sevebilirsin, ama Ayaz’dan uzak dur.” Kenan ürkekçe elini Sis’e yaklaştırdı. Oldukça heyecanlı gözüküyordu. Büyük ihtimalle daha önce hiç at sevmemişti. Sis’in ince bir derisinden ötürü keskin hatları vardı. O da Ayaz kadar ihtişamlı duruyordu, fakat çok uysaldı. Sis, Kenan ellerini dokunmadan gözlerini yumdu. Halinden gayet memnun gözüküyordu. Kenan ise ara ara Özlem’in yüzüne heyecanlı bir ifade ile bakıyor, Özlem’in de kendisiyle aynı hisleri yaşadığını düşünürmüş gibi bir görüntü sergiliyordu. Özlem atlara yemini vermek için işe koyuldu. Sis’in önüne kadar giden uzunlamasına yemliği Ayaz’ın önünden itibaren doldurmaya başladı. Bir ara Sis e yaklaşırken Kenan ve Sis’i kırk yıllık iki dostmuş gibi buldu. Kenan’ın elleri Sis’in boynunu sarmıştı. Kafasını sol tarafa çevirip kulağını Sis’in kafasına yaslamıştı. Yıllardır atlara bakmasına rağmen kendisinin hiç onlara böyle sarıldığını hatırlamıyordu.
***
Kenan yola çıktıklarında uzunca bir süre gözünü Ayaz’dan alamamıştı. Bu durum Özlem’i endişelendirmiyor değildi. Sis’i yanlarına almamanın bir hata olduğunu düşünmeye başlamıştı. Kuşçuk ise yine ortalarda gözükmüyordu. Barış ile vedalaşıp ikinci duraklama yerine geldiler. Kenan her gün aynı yol planını izlemiyordu, fakat Özlem çevreyi az çok öğrenmişti. Yakınlarda dal parçaları toplamak için uygun ağaçlar olduğunu hatırlıyordu. Bu yüzden Özlem Ayaz’ı alıp kısa bir süreliğine oradan ayrıldı. Özlem döndüğünde Kenan bir an evvel tuzak yapımına başlamaları gerektiğini söylese de, Barış’ı beklemenin daha uygun olacağını söyleyip Kenan’ı bu düşüncesinden vazgeçirdi. Ardından Kenan ile ilk derslerine başladılar.
Kenan harfleri öğrenmek konusunda hiçbir sıkıntı çekmiyor gibiydi. Yazmak konusunda belki birazcık daha çabalaması gerektiği söylenebilirdi. Fakat bu konuda da oldukça istekli gözüküyordu. Uzunca bir süre Özlem'in gösterdiği çizgi çalışmalarını yaptı. Özlem kâğıtları üzerine koymak için eski bir tahta parçası bulmuştu. Eski ya da düzgün olup olmaması Kenan’ın hiç umurunda değildi. Tahtayı yere koyup üzerine de kâğıdı gelişi güzel yerleştirmişti. Belini iyice kamburlaştırıp yere koyduğu kâğıda çizdiklerini daha iyi görebilmek için eğilebildiği kadar eğilmişti. Bu haliyle küçük bir çocuk gibi gözüküyordu. Uzunca bir süre üşenmeden düz ve eğri çizgiler yaptı. Onu böyle gayretli görmek Özlem’in çok hoşuna gitmişti. Kâğıdın iki tarafını da doldurunca doğrulup Özlem’e gösterdi.
“Sence oluyor mu Özlem?”
“Bence gayet güzel gidiyorsun. Merak etme güzel yazmayı öğrenmen için her zaman vaktin olacak. Rauf Amca da ilerde sana yardımcı olabileceğini söyledi. Ben olmadığım zamanlar akşamları onunla birlikte çalışabilirsin.”
“Akşamları olmaz, ama sabahları gidebilirim. Senin çizgilerin gibi dümdüz çizgiler çizemiyorum. Bence hiç de güzel yazmıyorum.”
“Sana bir anda aynısını yapamayacağını bu işin başında söylemiştim.”
“Söylemiştin. Ama Özlem bir baksana, bu çizgilerin hepsi yamuk yumuk duruyor.”
Özlem bir kahkaha attı. “Kenan emin ol yazmaya başladığımda ben de yamuk yumuk çizgiler çiziyordum. Bence yaptıkların bugün için yeterli. İstersen sürüyü hareket ettirelim, vakit gelmiş gibi gözüküyor.
Kenan hızlıca ayağa kalktı. Sanki her zamankinden daha canlı gözüküyordu. Belki bu küçük uğraşı sayesinde şimdiden farklı hissetmeye başlamıştı.
“Barış ile nerede buluşacaktık?”
“Yılan Kayalıkları’nın orada buluşacağız Özlem.”
***
Yılan Kayaklıkları’na vardığında Özlem, Ayaz’ı bir ağaca bağladı. Ayaz’ın bir yere gitmeyeceğini biliyordu, fakat Kenan’ın bütün tüylü hayvanları sevmeye kalkmak gibi bir huyu vardı. Kenan, Özlem onu defalarca uyarmasına rağmen hala gizlice etraftan kopardığı uzun yeşil bitkileri Ayaz’a yedirmeye çalışıyordu. Ayaz başlarda umursamaz bir şekilde davranmaya çalışsa da artık burnun ucuna sürtüp duran otlardan bıkmıştı. Arada Kenan’ı bir iki metre öteye kovalıyordu. Kenan birkaç kez kendisini zor kurtarmıştı. Özlem, Kenan’a bir şeyler olmasından korkmasına rağmen onu huyundan caydıracak kadar kızmayı da bir türlü beceremiyordu.
Kenan bir ara Özlem’in yanına oturup konuşmaya başlamıştı. Hep tane tane konuşuyordu. Bazen “r” harflerini biraz fazla vurguluyordu. Neredeyse her cümlesinde Özlem’e ismiyle hitap etmesi de ilginç bir özelliğiydi. Kenan’ın kendiliğinden bir şeyler anlatmaya başladığı pek olmazdı. Bu yüzden Kenan konuşurken Özlem onu dikkatli bir şekilde dinliyordu. Kenan bir süre koyunların hangi otları yemekten daha çok hoşlandığına dair bir şeyler anlattı. Ardından etrafı izlemeye başladı. Ancak yorulduğu vakitler böyle hareketsizce bekliyordu.
Özlem, Kenan’a bakarken bir detay dikkatini çekmişti. “Kenan saçların sürekli bakımlı gözüküyor.”
O sırada Kenan yere uzanmaya çalışıyordu.. “Annem her gün tarıyor Özlem. Bazen leğende yıkıyor.”
“Yalnız tam tepende dimdik duran küçük bir tutam var.” Özlem bahsettiği minik tutamı düzeltmeye çalıştı.”
“O hep öyle Özlem. Doğduğumda da öyleymiş. Yapacak bir şey yok.”
“Çok ilginç. Belki aileden gelen bir özellik olabilir.”
Kuşçuk havlayarak geldiği sırada Barış’ı biraz ardında bırakmıştı. Kenan doğruldu, sanki çok uzun süredir Kuşçuk’u görmüyormuş gibi sevinçle “Kuşçuk, gel buraya!” dedi. Yerde süzülürcesine gelen Kuşçuk’un da ondan pek bir farkı yoktu. Kenan, Kuşçuk’un başını okşarken “Barış, Kuşçuk’a yiyecek bir şey verdin mi?” diye sormayı da ihmal etmedi.
Özlem malzemeleri çıkartıp nasıl tuzak yapılacağını ayrıntılı bir şekilde gösterdi. Kenan son derece meraklı bir şekilde izliyordu, Barış ise oldukça sakin gözüküyordu. Kısa bir süre sonra bitmişti.
Barış önünde duran tuhaf şeyin işe yarayacağından kuşkuluydu. “Kaldırdığımız vakit bunun içindeki balıkları taşıyabilecek kadar sağlam olduğuna emin misin?”
“Merak etme üzerinde çalışıp biraz daha sağlam hale getireceğim. Hatta bir tane daha yapmayı düşünüyorum.” O sırada zihninde önemli bir soru varmış gibi gözüken Kenan, “Özlem ben balık olsam böyle bir şeyin içerisine girmem.” dedi. Kenan’ın bu sözüne karşılık Özlem, “Balıklar senin kadar zeki değil.” dedi. Kenan, Barış’a dönüp sessizce “Zeki olmasaydım bile bu komik şeyin içerisine girmezdim. Tuzak olduğu çok belli.” dedi.
“Kenan söylediğin şeyi duydum. Bakalım yakaladığım balıkları görünce de aynı şeyi söyleyebilecek misin?”
“Özlem, yanlış anlama ama hiçbir balık böyle bir şeyin içerisine girecek kadar salak değildir.”
“Of Kenan!”
***
Uzun bir süre Kenan ve Barış birbirlerinin arkasında koşturmuşlardı. Oturdukları sırada Özlem yanlarına geldi. Muzip bir ifadeyle “Kenan, Kuşçuk nerede? Onu hiçbir yerde göremiyorum.” dedi.
Kenan merakla etrafa bakındı. “Demin buradaydı. Barış onun nereye gittiğini gördün mü?” O sırada acı bir uluma duyuldu. Kenan dehşete kapıldı.
“Kuşçuk!” Kuşçuk, Kenan’ın sesine “Buradayım!” dercesine uluyarak karşılık verdi. Kenan koşarak sesi duyduğu tarafa gitti. Bir süre sonra kucağında Kuşçcuk ile geri dönen Kenan kızgın bir şekilde “Özlem sen ne yaptığını sanıyorsun? Minicik köpek kocaman ağacın tepesine bırakılır mı? Düşse bir yeri kırılsa iyi mi olurdu?” dedi.
“Abartma Kenan! Çok da yüksek bir yere koymadım.”
“Sen böyle minicik olsan, ben de seni küçük sandığın o ağaca koysam, o zaman ne demek istediğimi anlardın.”
“Çok abartıyorsun Kenan, gördüğün gibi bir şey olmamış.”
Kenan sinirli sinirli yürüyerek Barış’ın yanına gitti. “Sana kızgınım Özlem, buraya gelme.” Kenan’ın neden bu kadar çok sinirlendiğine bir anlam veremeyen Özlem ilk defa onu böyle kızgın görüyordu. Barış, Özlem’in sessiz ve yalnız bir şekilde ayakta kaldığını görünce Kenan’ın kulağına bir şeyler fısıldadı.
Kenan, “Özlem, Kuşçuk’tan özür dilemek şartıyla buraya gelebilirsin.” Dedi. Özlem bunu duyunca bir an bile duraksamadan yanlarına gitti. “Kuşçuk, senden özür dilerim. Senden de özür dilerim Kenan, bir daha böyle bir şey yapmayacağım. Beni affettin mi Kenan?”
Kenan çabucak yumuşamıştı. “Affettim Özlem. Bir daha yapma.”
***
Sonraki gün kahvaltının ardından Özlem atların bakımını yapmıştı. Yeşim Hanım’ın verdiği şalvar benzeri bir giysi ve kendisine biraz bol gelen eski ayakkabılarla kendi giysilerini kirletmeden iki günde bir ahırı temizliyordu. Özlem’in yokluğunda Yeşim Hanım atlarla ilgileniyordu. Atlar, Rauf Bey’in evinin yakınındaki kuyunun yolunu çoktan öğrenmişlerdi. Sis ve Ayaz, Yeşim Hanım’a biraz alışmışlardı. Sis’in kedi gibi uysal olduğunu ilk görüşte anlamak mümkündü. Ayaz’a karşı ise biraz dikkatli olmak gerekiyordu o kadar. Özellikle gözlerine bakılmasından hoşlanmıyordu. Özlem, Ayaz’ın Yeşim Hanım’a bu kadar kısa sürede alışmasına şaşırmıştı.
Özlem dışardan koyun seslerinin gelmesini bekliyordu, fakat bir ara Kenan’ın geldiğini haber veren hiçbir ses duyulmadığı halde kapı çalındı. Ayağa kalkıp kapıyı açmaya gittiğinde Yeşim Hanım’ın kendisinden daha erken davrandığını gördü.
“Yeşim Teyze koyunları otlatmaya gidiyorum. Acaba Özlem gelecek mi?” Yeşim Hanım’ın arkasını görebilmek için parmakları ucunda yükselip başını iyice içeri uzatan Kenan, Özlem’i güldürdü.
Özlem’in arkasında olduğunu fark eden Yeşim Hanım “Madem bu kadar merak ediyorsun kendisine sor.” dedi.
“Özlem, koyunları otlatmaya gidiyorum, sen de gelecek misin?”
“Geleceğim Kenan. Koyunları henüz toplamaya başlamadın değil mi?”
“Hayır, daha başlamadım.”
“Böyle daha güzel olmuş. Önce atları çıkartalım.”
Ahırın kapısı açılınca Kenan’ı gören koyunlar hareketlendiler. Kenan ise onlara durumu açıklamaya çalıştı. “Daha dışarı çıkmayacağız, henüz vakit gelmedi.” Özlem mağrur bir şekilde kendi köşesinde duran Ayaz’ın karşısına gidip başını okşadı. “Nasılsın oğlum?”
Özlem ve Ayaz’ı izleyen Kenan aynısını Sis üzerinden taklit etmeye çalıştı. “Nasılsın oğlum?” Sis’in o kadar ciddi bir at olduğu söylenemezdi. Kenan’ın uzattığı eli yalamaya başladı. O sırada yem verilmesini bekleyen Sis için bu doğal bir durumdu. “Ah! Özlem, elim salya oldu.”
“Bekle, kovada biraz su kalmış olması lazım.”
***
Ayaz artık burnunun ucuna yeşil bitkiler uzatılmasından bıkmıştı. Kurtulmanın tek yolunun da onları hırslı bir şekilde yemek olduğunu fark etmişti. Kenan uzun otlar bittikçe yerine yenilerini getirmeye devam ediyordu. Özlem de bu durumdan bıkmıştı. Kenan, Ayaz ile ilgilenmekten sıkılınca Sis’in yanına gitti. Bu sefer Sis’in elini yalaması konusunda daha dikkatli davranıyordu. Buna rağmen aralarındaki samimiyetten hiçbir şey eksilmemişti. Kenan sürüyle ilgilenmek zorunda olmasa belki saatlerce Sis’in başını okşayabilirdi.
Kenan, Sis’i sevmekle uğraştığı sırada Özlem, Ayaz’ı alıp önceki gittiği yerden dal parçaları topladı. Döndükten sonra kısa sürede ikinci bir tuzak hazırladı.
Öğleye doğru bir tepenin üstünde mola verdiler. Kenan’ın yazı tahtasını ve kâğıtları artık yanlarından ayırmıyorlardı. Özlem, Kenan’la ders yapmak için getirdiği kalem ve mürekkebi çıkartıp bir şeyler çizmeye başladı. Tepenin en yüksek yerinden etrafı izleyen Kenan, Özlem’in bir şeylere uğraştığını fark edince hemen yanına gitti.
“Özlem ne yapıyorsun?”
“Resim çizmeye çalışıyorum. Yeteneğimi kaybetmemem için sürekli çalışmam gerekiyor.”
Kenan, Özlem’in o sırada çizdiği ağaç resmine eğilip hayretle baktı. Hatta o kadar eğilmişti ki Özlem arık önündeki kâğıdı göremiyordu. Özlem’in yanına oturup uzun bir süre oturup izledi. Bir süre sonra Özlem’e kendi istediği şeyleri çizdirmeye başladı.
“Ne kadar güzel çiziyorsun.”
“Sen de deneyebilirsin.”
“Olur.” Kenan kalemi eline alıp Özlem’in az önce çizdiği tavşanı taklit etmeye çalıştı. Kendi çizimini pek başarılı bulmamıştı. “Bu biraz komik oldu.” Hemen ardından Özlem’in bir kuş çizmesini istedi. Sıra Kenan’a geldiğinde yine sonuçtan memnun olmamıştı. Bir süre sonra bu bir oyun halini almıştı. İkisi de Kenan’ın çizdiği kargacık burgacık şeylere gülüyorlardı. Özlem, Kenan’ın üzülmeye başladığını görünce Kenan’ın kalem tutan elini kendi eliyle kavradı. “Elini tamamen serbest bırak. Gördün mü, o kadar zor değil.”
“Özlem, bana okumayı öğrettikten sonra resim çizmeyi de öğretir misin?”
“Aslında böyle bir şey düşünmüştüm. Hatta sana okuma, yazma ve resim dışında birçok şey öğretmek istiyorum.”
Kenan bilmiş bir şekilde, “Başka bir şey öğrenmeme gerek yok Özlem. Bu üçünü öğrenmem yeterli.” dedi.
“Şimdilik kendiniz için bunları yeterli görebilirsiniz sevgili prensim, ama ilerde böyle düşünmeyebilirsiniz.”
“Niye böyle garip bir şekilde konuşuyorsun? Bence başka bir şeye gerek yok.”
“Öyle mi? Ben de Sis’i sana hediye etmeyi düşünüyordum. Fakat at binmeyi bilmeyen birine at hediye etmek biraz saçma olurdu.”
“Gerçekten mi? Daha önceden bir at beslemeyi düşünmemiştim.”
“Bence düşünmelisin. Sis’i senin kadar değer veren başka birini tanımıyorum.”
“Öyleyse bunu düşüneceğim Özlem.”
Barış yine Kuşçuk ile birlikte gelmişti. Bir süredir Barış minik köpeğin beslenmesine kafayı taktığından Kuşçuk da halinden memnun bir şekilde Barış’ın etrafında dolanmaktaydı. Özlem’i resim çizerken görmek Barış’ın da çok ilgisini çekmişti. Hatta Özlem’den kendi resmini çizmesi için ricada bulunmuştu. Özlem, Barış’ın resmini çizmeye başladığı sırada Kenan etrafta dolanıyordu. Barış’ı Özlem’in karşısında hareketsiz bir biçimde gördüğünde Özlem’in yanına gitti.
“Özlem ne yapıyorsun?”
“Barış’ın portresini çiziyorum. Yani kâğıda omuzlarından yukarısını çizmeye çalışacağım.”
“O dediğin şeyden beni de çizer misin?”
“Tabii. Senin de bir resmini çizsem olmaz. Hatta Kuşçuk’un da resmini çizebilirim.” Bunu duyduğunda Kenan çok sevindi. Neşeyle yanlarından ayrılıp koyunların yakınına gitti.
Özlem, Barış’ın uzun bir süre tepki vermeden hareketsiz kalmasına biraz şaşırmıştı. “Barış şu an kendini rahat hissediyor musun?”
Barış sakin bir şekilde “Evet, rahatım. Bir sorun mu var?” dedi.
“Hayır. Aksine çok iyisin. Şimdiye kadar hiç kimsenin resmini bu kadar rahat çizmemiştim.”
“Ben de yanlış bir şeyler yapmış olabileceğimi düşünmüştüm.” Barış bunu söyledikten sonra yeniden hareketsizce kalmaya devam etti. Kenan sıkça yanlarına gelip gidiyordu.
“Özlem, benim de resmimi çizeceğini söylemiştin. Bu hala bitmedi mi?”
“Gördüğün gibi bitmedi. Bu tarz resimleri çizmek biraz sabır gerektirir. Zaman ve emek ister. O yüzden acele etmemem gerekiyor.”
“Öyleyse bekleyeceğim. Yapacak bir şey yok.” Kenan bunu söyledikten sonra yanlarından ayrıldı ve çok kısa bir süre sonra tekrar geldi. İyice sabırsızlaşmıştı. Ses tonunda ağlamaklı bir hal vardı. “Özlem, lütfen benim resmimi de çiz.”
“Kenan niye bu kadar sabırsız davranıyorsun. Barış’ın resmini çizdikten sonra senin resmine başlayacağımı söylemiştim.”
“Peki Özlem. Lütfen sinirlenme.”
Uzun bir süredir bekleyen Kenan, Barış kalkar kalkmaz büyük bir hevesle onun yerine oturdu. “Hadi Özlem, hemen başlayalım. Öğle aramız bitecek.”
“Bitip bitmemesi çok önemli değil. Ara verdiğimizde kaldığımız yerden devam edebiliriz. Sen de çok acele etmesen iyi olur. Ayrıca ben resmini çizerken, senin sürekli karşıya bakman ve hiç kıpırdamaman gerekiyor.
“Hiç de zor değilmiş.” Bunun ardından Kenan beklemeye başladı. Yüzü kaskatı durduğundan pek de rahat olmadığı anlaşılıyordu. Daha her şey yeni başladığı halde Kendini tutamayıp kafasını kaşımaya başladı. Aslında bu durum biraz sonra olacaklarla kıyaslandığında çok önemsiz bir detaydı. Kenan bir ara yukardan hızlıca geçen bir kuşa baktı. Bir defasında arkasına dönüp sürüdeki bütün koyunları saymıştı. Bir ara sıkıldığından esnemeye başladı. Tekrar kafasını kaşımaya başladığında o ana kadar defalarca Kenan’ı uyaran Özlem çok sinirlendi.
“Kenan oynayıp durmasana! Bu şekilde nasıl resmini çizebilirim?”
Özlem’in bağırdığını görünce Kenan da bağırarak tepki gösterdi. “Ne yapayım Özlem? Kafam kaşınıyor!”
“Kafanın bu kadar kaşınması için bir sebep olduğunu zannetmiyorum. Her neyse, bu kadarı yeterli sayılır. Birazdan kaldığımız yerden devam ederiz.” Özlem, Kenan’ın portresini çizmenin o kadar kolay olmayacağını düşünmeye başladı.
***
Gün bittiğinde tekrar bir araya gelmişlerdi. Barış tuttuğu resme hayran hayran bakıyordu. Dönüş yolunda olmalarına rağmen hala Kenan kendi resmini görememişti. Gün boyu Kenan’ın sabırsızca davranmasından ötürü Özlem onu cezalandırmıştı.
“Özlem cezam bitmedi mi? Hala bana resmimi göstermeyecek misin?”
“Kenan, bu soruyu o kadar çok sordun ki sanki sana değil, kendime ceza vermiş gibi hissediyorum. Artık dayanamayacağım. İtiraf etmek gerekirse bu resmi senin nasıl bulacağını ben de merak ediyorum, ama bir dahaki sefer birisi resmini çizeceğinde lütfen biraz daha sabırlı ol.” Özlem elinde tuttuğu defterin sayfalarının arasından Kenan’ın resmini çıkarttı. Kenan büyük bir heyecanla Özlem’in elinden kâğıdı aldı. Ardından yüzü kızarmaya başladı. Özlem başta bunun sebebinin ne olduğunu anlayamadı.
“Çok kötü! Bana hiç benzemiyor. Benim burnum bu kadar küçük değil ki! Özlem burnumu çok küçük çizmişsin.”
Özlem kâğıdı Kenan’ın elinden aldı. “Senin resmini çizerken daha fazla özen gösterdim. Üstelik gayet güzel gözüküyor. Burunda bir hata olduğunu zannetmiyorum.”
Kâğıtla yüzünü yan yana koyan Kenan, kâğıttaki yüz ifadesinin aynısını yansıtmaya çalıştı. “Baksana Özlem, burnumu çok küçük çizmişsin.” Özlem kâğıdı tekrar eline alıp çok dikkatli bir şekilde baktığında, resimdeki burnun Kenan’ın burnundan birazcık daha küçük olduğunu fark etmişti. Fakat birkaç eline kalem almamış olan birinin eğitimli bir gözün göremediği bir hatayı nasıl gördüğüne anlam veremedi.
Özlem hiç beklemeyeceği bir biçimde kendisini Kenan’a hak verirken bulmuştu. Hatta elini Kenan’ın omzuna koyup, mutsuz arkadaşını teselli etmeyi denedi. “Üzülme Kenan. Yarın bir resmini daha çizeceğim. Bu resmi evine götürüp annene göster. Sen beğenmesen bile onun çok hoşuna gidecektir.” Kenan, Özlem’in sözlerini duyunca biraz rahatladı.
“Barış, dilerim senin böyle bir şikâyetin yoktur.”
“Ben bu resmi çok beğendim! Eline sağlık. Sen olmasaydın kimse benim resmimi çizmezdi..”
“Çok sevindim. En azından seni mutlu edebildim. Yarın siz işinizin başındayken bir ara balık tutmayı deneyeceğim. Eğer becerebilirsem küçük bir ziyafet çekebiliriz.

6
Sabahın erken bir vaktinde, Özlem mutfakta yalnız başına otururken, dışardaki koyunların sesini duydu. Karşısında Kenan yerine Barış’ı gördüğünde biraz şaşırmıştı. Üstelik Barış’ın etrafında her zamanki kalabalığın aksine bir avuç koyun vardı. Kuşçuk, Barış’ın etrafında dolanıp duruyordu, Özlem’i gördüğünde kapının dibine kadar geldi.
“Günaydın Özlem!”
“Günaydın Barış. Kenan neden ortalıkta yok?”
“Galiba meşgul. Koyunları benim toplamamı istedi. Dilersen bugün köyün diğer yolunu kullanalım. Kenan’ın evi diğer tarafa yakın olduğundan, geçerken onu da yanımıza alırız.”
“Ben de bir an için kötü bir şey olduğunu sandım. Öyleyse koyunlarla atları dışarı çıkartsam iyi olur.” Özlem yanına ihtiyaç duyabileceği birçok şey aldı. Bunların içinde hazırladığı tuzaklardan biri ve atlar için doldurduğu ufak bir yem torbası da vardı. Kenan’ın evine yaklaştıkça koyunların sayısı hızlı bir şekilde artmaya başladı. Köyün doğu tarafındaki evler, batı tarafındaki evlere kıyasla daha küçük ve yaşlı gözüküyordu. Belki de ilk zamanlarında köye insanlar doğu tarafından itibaren yerleşmeye başlamışlardı. Ayrıca burada daha ıssız bir görüntü vardı.
Kenan’ın yaşadığı eve dair Özlem’in hiçbir fikri yoktu. Barış pencereleri korunaklı olan, minik, şirin bir evi gösterdi. “İşte burası Kenan’ın evi. Kenan! Biz geldik!” Kısa bir süre sonra evin kapısı açıldı. Özlem yalnızca Kenan’ı görmeyi bekliyordu, fakat arkasında başka biri daha vardı.
“Anne bırak beni! Saçlarım iyice kurudu, artık gitmem gerekiyor.” Annesi, Kenan’ı kollarının arasına almıştı ve o gitmeye çalıştıkça bir şekilde mani oluyordu. Tıpkı Kenan gibi uzun boyluydu. Artık Kenan’ın açık kahverengi güzel saçlarını kimden aldığı belli oluyordu. Kenan’ın annesinin ince beli ve zarif güzel elleri Özlem’in fazlasıyla dikkatini çekmişti. Karşısında bu kadar güzel bir kadın gördüğü için çok şaşırmıştı.
Kenan sinirlendiği vakitler çok tatlı gözüktüğünden onu sinirlendirmek eğlenceli olabiliyordu. Özlem, Kenan ile uğraşmaktan zevk alan tek kişinin kendisi olmadığını fark etmişti. Kadın, oğlunu bir eliyle tutarken diğer eliyle de sürekli saçlarını karıştırıyordu. Kenan ayakkabılarını zorlukla giymeyi başardıktan sonra uzaklaşıp sinirli bir şekilde saçlarını düzeltmeye çalıştı.
Özlem o sırada güzel kadının kendisine bakmakta olduğunu fark etti. “Sen Özlem olmalısın.”
“Evet, benim efendim.” Kendisine ismiyle hitap etmesine biraz şaşırmıştı. Ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu.
“Kenan sürekli senden bahsediyor, ama hiç bu kadar güzel bir kız olduğunu söylememişti.” Özlem bir anda kıpkırmızı oldu. “Kenan biraz şapşaldır Özlem, onun için koyunlar kendi canından daha kıymetlidir. Bazen uzun süre onu göremediğim için endişeleniyorum. Benim yerime ona göz kulak olursan memnun olurum.”
“Anne arkadaşlarımın yanında böyle konuşmasana! Gerçekten de şapşal olduğunu düşünecekler.”
“Şaka yapıyorum. Aslında Kenan çok zeki biridir, ama bunu ben ve Kuşçuk dışında henüz hiç kimse fark etmemiş olmalı. Kuşçuk demişken aklıma başka bir şey geldi. Kenan bizim tarladan olabildiğince uzak dur. Baban sabah köpek hakkında söyleniyordu. Onu etrafta görürse iyi olmaz.”
“Tamam anne. Zaten tarladan uzak duruyorum.”
“Yine de gözünü açık tut. Bu sıralar babanın davranışlarını çok dengesiz buluyorum. Onun ne yapacağı belli olmaz. Özlem’e kendimi tanıtmayı unuttum. İsmim Nergis, tanıştığımıza memnun oldum.”
“Ben de sizinle tanıştığıma memnun oldum.” Nergis Hanım, Özlem’in yüzüne bakarken zarif bir şekilde gülümsedi. Kapıyı kapatırken yüzünde şefkat dolu bir ifade vardı. “Kendine dikkat et meleğim, oyalanmadan eve dön. Görüşürüz çocuklar.”
“Görüşürüz Anne!
Kenan’ın evinden uzaklaşmalarının ardından kısa bir süre geçmişti. Deminki konu Özlem’in kafasına takılmıştı. “Kuşçuk’la ilgili sorun nedir? Annen neden tarladan uzak durmanı istiyordu?”
“Babam, Kuşçuk’u sevmiyor Özlem. Annem o yüzden tarladan uzak durmamızı istedi.”
***
Hava serin ve güzeldi. Nasıl olduysa Özlem kendisini koyunları gözetlerken bulmuştu. Ağaçların seyrek bir şekilde bulunduğu düz bir alandaydılar. Etrafta renk renk çiçekler vardı ve sürekli kuş cıvıltıları duyuluyordu. Karşılarında küçük sıra dağlar duruyordu.
Sis ve Ayaz, Özlem’in birkaç metre ötesindeki bir ağaca bağlanmış vaziyette sakince duruyorlardı. Kuşçuk Özlem’in hemen dibinde burnunu kuyruğuna kıstırmış vaziyette uyuyordu. Kenan büyük bir ağacın dibinde bir şeyler arıyordu.
“Yaşasın! Komik böcek buldum.” Kenan’ın sesini duyduğunda Kuşçuk uyandı. Kenan, getirdiği yeşil renkli böceği minik köpeğe gösterdi. Kuşçuk yiyebileceği bir şey olup olmadığını anlamak için böceği kokladı. İlgisini çekmeyince kafasını indirip, tekrar uykuya daldı. Kenan sırtüstü uzanıp böceği karnına koydu. Böcek Kenan’ın üzerinde dolanıp dursa da kaçmaya çalışmıyordu.
Özlem, Kenan’ın peygamber böceğine ilgisinin sebebini merak etti. “Kenan bu böceğe neden Komik Böcek ismini verdin?”
Kenan doğrulup ince parmaklarını minik arkadaşının katlanmış vaziyette duran ön ayaklarından birine uzattı. Böceğin ayağını çektiğinde sanki bir yelpazenin uçları açılırmış gibi gözüküyordu. Fakat bu durumdan pek memnun olmayan peygamber böceği diğer ön ayağıyla bu duruma engel olmaya çalıştı. Sanki elini kurtarmaya çalışan bir insanmış gibi davranıyordu.
“Gördün mü Özlem? Özlem bir kahkaha attı. Kenan’ın peygamber böceklerine neden Komik Böcek dediği şu an daha iyi anlaşılıyordu. Önceleri sadece görünüşü biraz daha farklı olan dikkatini çekmeyen bir böcek olan bu böcek, Kenan için oldukça eğlenceli olabiliyordu.. Kenan bir şekilde küçük şeylerden mutlu olmayı başarabiliyordu. O otururken bir süre böcek arkadaşı kafasının üzerinde hareketsizce durdu. Kenan, Komik Böcek’i kafasının üzerinden dikkatli bir şekilde alıp bulduğu yere geri götürdü.
Uzun bir süre ortalıkta sessizlik oldu. Kenan nedense geri dönmemişti. Özlem bu sessizliğin kötüye işaret olmamasını umdu. Etrafta Kenan’ı aramaya başladı. Onu ilk bakması gereken yerde bulmuştu. Aslında Kenan da o sırada Özlem’i kontrol etmekteydi. Tam da Ayaz’ı sevmek için elini uzatıyor gibi gözüküyordu. “Dur Kenan!” Özlem koşa koşa Kenan’ın yanına gitti. “Sana Ayaz’a dokunma diye kaç söyledim!”
“Merak etme Özlem. Ayaz artık bana alıştı. Artık bir şey yapmaz.”
“Bakalım kafanı yardıktan sonra da böyle kendinden emin bir şekilde konuşabilecek misin?
Özlem’in bahsettiği bu özgüven şu an tam da Kenan’ın üzerindeydi. “Hiç de bile! Ayaz bana öyle bir şey yapmaz, o iyi bir at.” Kenan’ın sözleri Özlem’i daha da sinirlendirdi. “Bir daha Ayaz’ın yanına gidersen bu gidişle ondan önce ben bir şeyler yapacakmışım gibi gözüküyor.” Ardından Özlem, Kenan’ı kolundan çekiştirerek oradan uzaklaştırdı. “Bence çok abartıyorsun Özlem.”
Kenan okumayı öğrenmeye düzenli bir şekilde devam ediyordu. Fakat bugün önceki günlere göre biraz durgundu. Sanki aklına takılan bir soru vardı.
“Özlem ne zaman gideceksin?” Özlem kendine de sormuş olduğu bu soruyu Kenan’ın sormasını beklemiyordu. “Bu henüz tam belli değil. Galiba birkaç gün daha buradayım. Neden sordun?” Kenan üzgün bir şekilde “Ben senin gitmeni hiç istemiyorum.” dedi.
“Aslında ben de gitmeyi hiç istemiyorum. Fakat bir süre sonra ayrılmak zorundayım. Aslında buradan ayrılacak olmam bundan sonra sık sık buraya gelemeyeceğim manasına gelmiyor.”
Kenan oldukça üzgün gözüküyordu. “Burada olmana çok alıştım Özlem.” dedi.
“Ben de seninle birlikte zaman geçirmeye alıştım. Sana bir şey sormak istiyorum.”
“Ne soracaksın?”
“En iyi arkadaşın olmak istiyorum. Bu senin için mümkün mü?”
“Normalde en iyi arkadaşım Barış, bir de Kuşçuk var.”
“Biliyorum. Bence bir kızın da en iyi arkadaşların arasında yer alması mümkün.”
“Bu konuyu Barış’la konuşacağım Özlem.”
Kenan’ın bu cevabı Özlem’i kıskandırmaktan çok neşelendirmişti. “Umuyorum Barış buna hayır demez.”
“Hayır diyeceğini zannetmiyorum Özlem. Barış iyi biridir. Ah! Ben sana bir şey diyecektim, az kalsın unutuyordum. Annem yerimiz olmadığı için Sis’i ahırımızda besleyemeyeceğimi söyledi. Maalesef Sis’i alamayacağım.”
“Sorun değil, buraya geliş gidişlerimde onu da yanımda getiririm.”
“Bu çok iyi olur Özlem, değilse Sis’i çok özlerim.” Kenan, Özlem için kendisine hediye edilen bir atı sakin bir şekilde geri çevirebilecek yakışıklı bir prensti ve bu komik bir durumdu.
***
Dişbudak gibi küçük bir köyün çevresinden biraz uzaklaşıldığında etrafta birilerini görmek neredeyse mümkün olmuyordu. Kenan’ın sürünün etrafta dolanıp durduğu bir vakit Özlem’in daha önce görmediği bir adam yakınlarında belirdi.
Adam sürüye iyice yaklaştığında yerden iki taş aldı. O sırada metrelerce uzakta Ayaz ve Sis’in yanı başında duran Özlem kötü bir şeyler olacağına emindi. Kuşçuk ve Kenan ise hala bu durumdan habersizdiler.
“Kenan!” Özlem’in kuvvetli bir şekilde bağırdığını duyduklarında ikisi de yakınlarındaki adamı fark ettiler. Adamın attığı taş Kuşçuk’u sıyırıp geçti. Kenan koşarak oradan uzaklaştı. Kuşçuk ise demin kendisini sıyırıp geçen taştan hiç korkmamışçasına havlamaya başladı. Kenan bağırarak “Kuşçuk gel buraya!” dedi. Kenan’ın çağrısından sonra harekete geçen Kuşçuk’un demin olduğu yere iri bir taş, kuvvetli bir şekilde sekti. Sekerken bile o kadar hızlıydı ki sanki hedefini olduğu gibi takip ediyordu. Neyse ki Kuşçuk bu taştan da kurtulmayı başardı. Kenan, Kuşçuk dibine gelir gelmez onu kucağına alıp minik tepenin yukarısına doğru koşturdu.
Adamın davranışları bununla da kalmadı. Konuşurken sadece öfke saçıyordu. “Sana o uyuz köpekten uzak dur dedim! Bir gün koyunların hepsine hastalık bulaştıracak, sen de benim başıma iş açacaksın. İşe yaramaz aptalın tekisin!” O an bu sert sözler Kenan’ın kalbini yaralıyordu. Fakat adamın hakaretleri bir türlü bitmek tükenmek bilmedi. Adam ağzına gelen her şeyi söyledikten sonra geldiği gibi hızlı bir şekilde uzaklaştı.
Kenan kıpırdaman duruyordu. Gözlerinden ardı arkası kesilmeyen minik damlalar aktı. Özlem koşa koşa Kenan’ın yanına gidip eliyle onun gözyaşlarını sildi. “Ben buradayım Kenan. Kimsenin Kuşçuk’a ya da sana bir şey yapmasına izin vermem. Bunun için kendini üzme!”
“Öldüreceğini söyledi Özlem. Kuşçuk ona ne yaptı ki?”
 Özlem elini hareketsiz bir şekilde duran Kenan’ın sırtına koydu. Ona dokunduğunda ne kadar zayıf ve güçsüz olduğunu bir kez daha hatırlamıştı. “Hiçbir şey yapmadı. Kuşçuk masum ve zararsız bir hayvan.”
“Ben yanında değilken Kuşçuk’a kötü bir şey yapmasından korkuyorum.”
“Buna izin vermeyiz. Eğer Kuşçuk’u yanımızdan ayırmazsak ona bir şey yapamaz. Tıpkı senin onu koruduğun gibi onu koruruz. Sen cesur ve güçlü birisin Kenan. Hiçbir şeyin keyfini kaçırmasına izin verme.” Özlem’in sözleri Kenan’ın cesaretini toplamasını sağlamıştı. “Hadi gel! Birlikte biraz resim çizelim.”
***
Öğleyin Barış yanlarına geldiğinde epey keyifli gözüküyordu. Güzel bir haber getirdiği her halinden belli oluyordu. “Kenan, bak elimde ne var?”  Kenan meraklı ve sevimli bir ifadeyle Barış’ın avucunun içine baktı.
“Bu siyah erik!”
“Evet, hem de bizim ormana diktiğimiz ağaçların eriği. Olgunlaşmışlar tadına bakabilirsin. Özlem sen de bunları al.” Barış, Özlem’in istemiyorum diyecek kadar zaman bulamamıştı, bunun yerine kendisini avucunun içerisindeki eriklere bakarken buldu. Şu an bunları yemek zorundaymış gibi hissediyordu. Kenan elindeki erikleri çoktan yemeye başlamıştı. Neredeyse bağırarak “Barış bunlar çok güzel! Yeşil elmalar kadar beğendim.” dedi. Özlem ise sanki kendisini biraz daha baskı altındaymış gibi hissetti.
Eriklerden birinin tadına baktı. Bir an sanki gözünün önünde diğer ağaçların arasında kendilerine yer bulmuş siyah tatlı meyveleri olan genç ağaçlar belirdi. Bu kadar hoşuna gideceğini tahmin etmesi pek mümkün değildi. O kadar çok hoşuna gitmişti ki avucunda iki erik kalmış olmasına üzülüyordu.
“Bugün tarlada pek fazla iş yok. İkindi vaktinde yanıma sepeti alıp erikleri toplamaya gideceğim. Ayrıca yarın da işlerim pek yoğun olmayacak. Yarın topladığım erikleri Kızılçay Köyü’ndeki pazara götürüp satarız.”
Kenan bu fikirden pek memnun olmamıştı. Hatta son derece isteksiz  gözüküyordu. “Bence bu çok da iyi bir fikir değil. Yine kimse almayacaktır.”
Özlem, “Bir durun birileri almadan önce kendi payımı istiyorum. Sonra kime satacaksanız satın.” dedi. Kenan ve Barış, Özlem’e dönüp şaşkın bir şekilde bakmaya başladılar. Özlem tepkisinin biraz abartılı olduğunu fark etmişti.
Barış şimdi çok mutluydu. “Özlem gerçekten de eriklerden alacak mısın? Daha önce kimse eriklerimizden almak istememişti.” Fakat bir anda hevesini yitirdi. “Ama sen bizim arkadaşımızsın, sana parayla veremeyiz.”
Öyle düşünme, arkadaşınız bile olsam emeğinizin karşılığını vermek zorundayım. Neticede herkes bir işe yönelip geçimini bir şekilde sağlamaya çalışıyor. Doğrusu geçen sene bu erikleri nasıl satamadığınıza hayret ettim. Daha önce siyah eriklerin bu kadar güzeline rastlamamıştım.” Barış, Özlem’in sözleri karşısında ne söyleyeceğini bilemedi. Kenan ise oldukça sakin gözüküyordu.
“Vay canına Barış’ın bu kadar çabuk müşteri bulacağını beklemezdim.”
Barış mahcup bir şekilde “Teşekkür ederim Özlem. Sen çok iyi bir arkadaşsın.” dedi.
“Lafı bile olmaz. Ben sadece olması gerektiği gibi davranıyorum. Sakın kendini bana borçlu hissetme.”
Kenan ve Barış neşelendiklerinde hoplayıp zıplamaya başlıyorlardı. Eriklerle ilgili konu Kenan’ın pek ilgisini çekmese de Barış’ın neşesine bir şekilde ortak olmuştu. Barış, Kenan’ın arkasından sinsice gelip onu ebelemeye çalışıyordu. Fakat onu ebelemeden önce kendini tutamayıp kıkır kıkır gülmeye başlıyordu. Buna rağmen her defasına başarılı oluyordu. Çünkü Kenan’ı hazırlıksız yakalamak çok kolaydı. Fakat o kadar çok güldüğü için yeterince hızlı koşamıyordu. Kenan bacaklarının da uzun olmasının verdiği avantajla birkaç metre ötede Barış’ı yakalıyordu. Onların koşup durduğunu görünce Kuşçuk da bu eğlenceye katılıyordu. Üçü de çok eğlenyordu. O kadar çok koşmuşlardı ki Özlem onları gözüyle takip etmekten bile yorulmuştu. Bir süre sonra Barış yere uzandı, Kuşçuk da onun yanına yattı.
Özlem atlarına yakın bir yerde ayaklarını uzatmış güneşleniyordu. Kenan baştakine kıyasla en azından biraz daha yorgun gözükecek şekilde Özlem’in yanına oturdu. Yakınlarında uzun bir sopa duruyordu. O an Özlem’e gördüğü bu sopa bir fikir verdi. Özlem Bazen Kenan’a ilgisini çekebilecek şeyler göstermeye çalışıyordu. Belki de özellikle erkeklerin ilgisini çekebilecek bir şey anlatmalıydı.
“Kenan gerçekte nasıl kılıç kullanabileceğini öğrenmeyi ister miydin?”
“Vay canına! Özlem, senin kılıç kullanmaktan da anladığını bilmiyordum. Galiba sen her şeyi biliyorsun. Öyleyse hemen öğret Özlem. Okuma, yazma, resim çizme öğreniyorum zaten. Kılıç kullanmayı da öğrenirsem müthiş olur. Yalnız biraz acele etmemiz gerekiyor.”
“Bu da diğer uğraşlarımız gibi zaman alan bir şey. Kısa sürede öğrenmen mümkün değil.” Kenan, Özlem’in cevabından hiç hoşlanmamış gibi gözüküyordu. “Özlem bana bir şeyi de zaman gerektirmeden öğretmeyecek misin? Her şeyin üzerinde böyle zaman ve emek sarf ederek uzun uzun durmak zorunda mıyız?”
“Biraz gerçekçi olmalıyız Kenan. Hiçbir şey bir günde öğrenilemez.”
“Peki Özlem, hemen başlayalım. Zaten diğer işler yeterince zamanımızı alıyor.”
Özlem ilk dersinde önce Kenan’a nasıl kılıç tutması gerektiğinden bahsetti. Sonra gelecek saldırılar için bir savunma pozisyonu belirlemek gerektiğini izah etmeye çalıştı. Kenan o sırada ilgiyle dinliyormuş gibi gözüküyordu. Uygulama kısmında Kenan’a boştaki elini beline koymasını söyledi, ardından nasıl hamle yapılacağını anlatmaya başladı. Fakat Kenan daha fazla sabredemedi. Elindeki sopayı sert bir şekilde yere attı.
“Bu çok sıkıcı! Kılıç kullanmayı öğrenmek istemiyorum!” Ardından hızlı bir şekilde Özlem’in yanından uzaklaştı. Yalnız başına kalan Özlem, Kenan’a kılıç kullanmayı öğretmek için biraz erken olduğunu düşündü.
***
Bugün Barış daha uzun bir süre yanlarında durmuştu. Barış olduğunda Kenan, Özlem’le normaldeki kadar sohbet etmiyordu. Özlem biraz sıkılmaya başlamıştı. Kenan ile yan yana yürürken ona bir şeyler sormaya çalışıyordu.
“Kenan çevrende Barış ve Kuşçuk dışında çok samimi olduğun arkadaşların var mı?”
Kenan kafasını kaşımaya başladı. “Bunu daha önce hiç düşünmemiştim.” O sırada arkalarından Barış’ın geldiğini anlamamak mümkün değildi. Bu sefer gerçekten de sesli bir şekilde gülüyordu.
“Ebe!” Kenan’a dokunduktan sonra önlerinden geçti. Kenan bir an tökezleyip yere düşecekmiş gibi oldu. Barış ona dokunduğu için değil, bir anda koşmaya çalıştığı için dengesini kaybetmişti. Barış kıkır kıkır gülerken Kenan da koşabildiği kadar hızlı bir şekilde onu takip ediyordu. Kenan, Barış’ı ebeleyip apar topar geri döndüğünde Özlem’i uyarmayı ihmal etmedi. “Özlem kaç çabuk! Barış ebe oldu.” Kenan hızlı bir şekilde Özlem’in yanından geçerken Barış’ın kıkırtıları yaklaşmaktaydı. Özlem farkına varmadan bu oyuna dahil olduğunu fark ettiğinde uzunca bir süre koşmuştu.
Gün çok hızlı bir şekilde geçmişti. İkindi vakti tekrar bir araya geldiler. Özlem daha önceden bahsettiği yere gidip dört tane balık yakalamıştı. Kenan onun yakaladığı balıkları gördüğünde yüzünde oldukça şaşkın bir ifade vardı.
Küçük bir ateş yakıp balıkları pişirdiler. Kuşçuk kendi payını çoktan yemişti ve şu anki halinden oldukça memnun gözüküyordu. Barış, Özlem’e defalarca teşekkür etti. Kenan daha önce bu kadar güzel bir balık yemediğini, fakat en son ne zaman balık yediğini, hatırlamadığını söyledi.
Barış ayağa kalkıp “Kendimi pek yorgun hissetmiyorum. Gidip eriklerin birazını toplayıp Rauf Amca’nın evine götüreceğim. Yarın görüşürüz çocuklar.” dedi Kuşçuk da onun peşinden gitti.
Kenan “Barış ne kadar güçlü biri, hiç yorulmuyor.” dedi. Sonra göbeğine bakıp “Amma da çok yemişim! Galiba biraz kilo almayı başardım.” dedi.
“Kenan yemekten sonra karnın şişince kilo almazsın. Kilolu olmakla bu farklı şeylerdir.”
“Bu söylediğine katılmıyorum Özlem.” Kenan önemli bir şey söyleyecekmiş gibi ciddileşti. “Bir keresinde dört elma yemiştim. Karnım kocaman oldu. Her gün dört elma yediğimi düşünsene, kilo almasam bile kilo almış gibi gözükürüm.”
“Kenan kusura bakma ama sebze meyve gibi şeyler yiyerek kimsenin kilo alacağını zannetmiyorum.”
“Bu söylediğin çok saçma Özlem. Koyunlar her gün ot yiyor, karınlarına bir baksana, kocaman. Sadece kuzuyken biraz süt içiyorlar, o zaman da çok zayıflar.”
“Anlaşılan seni yine ikna edemeyeceğim.”
Evin yolunu tuttuklarında ikisi de oldukça keyifliydi. Atlar da koyunlar gibi sakin bir şekilde dönüş yolunu takip ediyordu. Fakat ansızın karşılarına iri bir çocuk çıktı. Kenan’a kaba bir şekilde “Nereye gidiyorsun?” diye sordu. Bu durumdan hoşlanmayan Kenan “Sana ne bundan Kaya?” diye karşılık verdi.
“Anlaşılan sırf dışardan gelen birisini gördün diye burnun fazla büyümüş.”
Kenan kendinden emin bir şekilde. “Hiç de öyle bir şey yok.” dedi.
Çocuk “Merak etme şimdi icabına bakacağım.” dedi. Çocuk saldırgan birine benziyordu. Yumruk atmak için elini geriye çektiği sırada Özlem kıvrak bir şekilde Kenan’ın önüne geçti. Kendi hamlesiyle çocuğun yumruğunun yönünü değiştirip boşa çıkardı sonra sıkı bir sol vurdu. Kaya isimli çocuk bir anda yere yıkıldı.
Kısa bir süre kimse hareket etmedi. Ardından Kenan tıpkı oradan tesadüfen geçtiği için kazaya müdahale eden biri gibi Kaya’nın yanına eğilip “İyi misin? Bir şeyin yok ya?” dedi. Kaya’nın ise deminki kibirli halinden eser yoktu. Sanki biraz dehşete kapılmıştı.
“Evet iyiyim. Bir şeyim yok.”
Kenan, Kaya’nın elinden tutup ayağa kalkmasına yardımcı oldu. “Dur seni evine götürelim, zaten çok yakınındayız.” Özlem bu olanları ne söyleyeceğini bilememiş vaziyette, şaşkınlıkla izliyordu. Kenan, Kaya’nın evine varıncaya kadar ona destek oldu. Sonra sıradan bir şekilde vedalaştılar.
Kaya biraz uzaklaştıktan sonra Kenan sinirli bir şekilde “Özlem yaptığını beğendin mi? Hiç o kadar hızlı vurulur mu?” dedi.
“Kenan sen ne saçmalıyorsun? Eğer engel olmasam o çocuk seni mahvedecekti. Böyle bir durumda nasıl beni suçlayabiliyorsun?”
“Özlem, Kaya zannettiğin kadar hızlı vurmayacaktı. Neredeyse çocuğun burnunu kıracaktın.” Kenan’ın bu cümlesi karşısında Özlem kendisini mahcup hissetti. Nasıl olayın bir anda kendi aleyhine döndüğünü anlayamamıştı.
“Kenan, ben sadece seni korumak istemiştim. Kimseye zarar vermek gibi bir niyetim yoktu.”
Kenan, Özlem’in mazeretini kabul etti. Fakat ona nasihat vermeyi de ihmal etmedi: “Peki Özlem. Bir dahaki sefer daha dikkatli ol, her önüne gelene yumruk atamazsın.”

8
Gezginler Kamarası / Ynt: Avcının Masalları
« : 19 Ekim 2014, 13:03:44 »
4
Kenan ihtiyaçlarını karşılamak için öğle vakitlerinde sürüyü kısa bir süreliğine Barış’a bırakırdı. Bazı zamanlar eve gitmek yerine Barış’la bir şeyler atıştırırdı. Fakat sürü dışardayken birinin koyunların başında durması gerekirdi. Bunu bilen Yeşim Hanım iki genci gün aydınlanırken evinde konuk ederdi. Bunun asıl sebebi ikisinden birini gördüğü vakit bir eksiklik varmış gibi hissetmesiyle alakalıydı. Dün Özlem, Kenan’dan bahsettiğinde onları uzun süredir çağırmadığını fark etmişti. Bu yüzden akşama doğru ikisinin de evlerine kısa bir süreliğine uğrayıp onlara sabah kahvaltıyı yapmadan uğramalarını söyledi.
Sabah Özlem kahvaltı için mutfağa indiğinde Kenan ve Barış’ı mutfakta görmeyi hiç beklemiyordu. Sinin üzerinde geniş bir tabak vardı. Kenan ve Barış mutfaktaki içi pamuk dolu sert minderlerin üzerine oturmuştular. Ellerinde tahta kaşıklar vardı. Sininin ortasında yalnızca buhar çıkartan geniş bir tabak vardı. İkisi de son derece utangaç ve sessiz gözüküyordu. Çorba çok sıcak olduğundan içmekte biraz zorlanıyorlarmış gibiydi. Buna rağmen tabağı çabucak bitirdiler. Yeşim Hanım tabağı tekrar doldurdu Çorbanın kokusu hoşuna gittiği için Özlem de onlara katıldı.
“Kenan ve Barış bu çorbayı çok sevdiğinden özellikle onlar için hazırladım. Bu köye özgü bir çorba, belki sen de beğenirsin.” Özlem çorbanın tadını tuhaf bulmuştu. Kenan ve Barış’ın hayran kaldıkları bu çorba son derece hafifti. Neredeyse salça ve baharattan başka hiçbir şey kullanılmamış gibiydi. Böyle bir şeyin bir insanın bu kadar çok hoşuna gitmesinin sebebi ne olabilirdi? Belki de Kenan’ın bu kadar zayıf olmasının sebebi hafif şeylerle beslenmesiydi.
Özlem’den kısa bir süre sonra Rauf Bey mutfağa girdi. Biraz neşeli olduğu söylenebilirdi. Herkes tek tek günaydın dedi. Fakat takıntılı tarafından hiçbir şey eksik değildi. Yeşim Hanım’dan kendisi için ayrı bir tabak istedi. Un çorbasını tattığı anda homurdanmaya başladı. Belli ki çorbadan hoşlanmamış olan tek kişi Özlem değildi. Rauf Bey, Yeşim Hanım’ın olduğu tarafa baktı. Bir şey söylemek istiyor, ama bir yandan da tepki almaktan da çekiniyor gibiydi. Bir süre sonra tabağın yarısı bile bitmemesine rağmen kaşığını bıraktı. Sofrada aradığını bulamayınca genç misafirleriyle sohbet etmeyi denedi.
“Barış, bu aralar ne yapıyorsun?”
“Tarlada çalışıyorum.”
“Kenan, peki sen ne yapıyorsun?”
“Koyun otlatıyorum.”
“Çok güzel!” Rauf Bey bezgin bir şekilde ayağa kalkıp mutfaktan ayrıldı. Özlem kendisini daha fazla tutamayıp gülmeye başladı. O ana kadar sanki hiçbir şeyden haberdar değilmiş gibi görünen Yeşim Hanım da güldü. Kenan etrafına bakıp ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.  Yüzü “Demin ne kaçırdım.” dercesine şaşkın ve meraklı bir ifade almıştı. Barış ise herhangi bir tepki vermeden sakince oturmaya devam ediyordu.
***
Kenan ve Barış evden ayrılırken Özlem onlara katıldı. Onları dışarda bekleyen Kuşçuk bugün mesaisine erken başlamıştı. Artık biraz daha alıştığı Özlem’in hemen yanında kuyruğunu sallayıp dilini sarkıtarak ilerliyordu. Kendisinden çok eminmiş gibi gözüküyordu.
Etraftaki evlerden koyunları toplamak pek de zaman almadı. Arada Özlem’i gören köylüler meraklı gözlerle onlara bakıyorlardı. İlk duraklama yerine vardıklarında Barış bir müddet onlarla kalabileceğini söyledi.
Kenan o sırada etrafta dolaşıp bir şeyler arıyordu. Yerden aldığı kurumuş uzun çubukları sevinçle Barış’ın yanına getirdi. “Barış! Hadi kılıççılık oynayalım.” Barış Kenan’ın elindeki çubuklardan birini aldı. Kısa bir süre sonra ikisi de ellerindeki uzun kurumuş çubukları havada çarpıştırmaya başladılar. İyice kurumuş olan çubuklar her çarpışmanın ardından biraz daha küçülüyor gibiydiler. Kenan ve Barış ellerindeki çubuklar bitince yenileriyle mücadelelerine devam ettiler. Bir süre sonra kılıçççılık oynamaktan sıkılıp yeni bir oyuna başladılar. Yeni oyunlarında bir yandan mümkün olduğunca yükseğe zıplamaya çalışıp, bir yandan da gidebildikleri kadar ileriye gidiyorlardı. Bu oyunun da herhangi bir amacı yokmuş gibi gözüküyordu. Fakat çok eğlendikleri her hallerinden belliydi. Kuşçuk da neşeli bir şekilde onların etrafında koşturuyordu. Sadece onları izlemek bile Özlem’in çok hoşuna gitmişti. Yorulduklarında üçü birden oturup dinlendiler.
Barış öğleyin nerede buluşacaklarını söyleyip yanlarından ayrıldı. Kısa bir süre sonra diğerleri de harekete geçti. Kenan’ın sürüyü getirdiği ikinci mola yerinde uzun otlar vardı. Koyunlar buraya geldiklerinde sanki daha rahat hareket etmeye başlamışlardı. Kenan bu derece rahat olduğu söylenemezdi. Arada sürüden uzaklaşmaya çalışanlara engel oluyordu.
“Oraya gitmeyin! Oraya gitmeyin! Buraya gelin!” Bu küçük isyancı gruplar çoğu zaman Kenan’ın uyarısını dikkate alıyorlardı. Birkaç tanesinin söz dinlemediği oluyordu. Kenan iki koyuna defalarca seslenip onların gelmediğini görünce yanlarına gitmek zorunda kaldı. Dönüp tekrar yerine oturduğunda bu durum Özlem’in dikkatini çekmişti.
Kenan bir süre sonra söz dinlemeyen başka koyunlar yüzünden ayağa kalkacağında Özlem, “Kenan neden Kuşçuk’a koyunları getirmesini söylemiyorsun? Ne de olsa çoban köpeklerinin görevi budur.” dedi. Kenan, Özlem’in söylediklerini bir süre düşündü. Ardından ortalarına uzanmış olan minik köpeğe “Kuşçuk, oradaki koyunları getirir misin?” dedi. Kuşçuk ise inlemeye benzer sesler çıkardı. Kendisini acındırmaya çalışıyormuş gibi bir hali vardı. Bunun üzerine Kenan minik dostunun başını okşayarak “Tamam oğlum, sen kendini yorma.” dedi. Tekrar ayağa kalkıp koyunları getirdi. Geri döndüğünde Özlem “Afedersin Kenan, işine karışmak istemiyorum, ama Kuşçuk demin neden koyunları getirmedi?” dedi.
“Özlem, Kuşçuk geceleri diğer köpeklerle dışarda havlıyor. Bugün çok yorgun, öyle olmasa biz seslenmeden kendisi getirirdi.”
“Bana kalırsa biraz üçkâğıtçı bir köpeğe benziyor.” Özlem bunu söylediği sırada yere uzanmış vaziyette duran Kuşçuk’un keyif yapıyormuş gibi bir hali vardı. Kenan bu sözler karşısında Kuşçuk’u savundu. “Özlem bana kalırsa Kuşçuk’u tanımadığın için böyle söylüyorsun. Ayrıca dediklerimizi anlıyor, böyle söylersen üzülür.”
“Uyanık bir köpek olduğu belli ama bizi anladığını sanmıyorum. Yine de sen istediğin için bundan sonra Kuşçuk hakkında kötü bir şey söylemeyeceğim. Merak ettiğim bir şey var. Kuşçuk gibi bir isim nereden aklına geldi?”
Kenan bu soru karşısında sanki biraz heyecanlanmış gibiydi. “Özlem, Kuşçuk dilediğinde havadaki bir kuş kadar hızlı gidebiliyor.” Özlem o sırada hala keyif yapan minik köpeğe şüpheyle baktı.
***
Bugün Kenan derenin karşı tarafına geçeceklerini söylemişti. Yolculuklarına devam ettikleri sırada Kenan şırıltının geldiği tarafı işaret etti. “Dere orada.” Dereye iyice yaklaştıklarında Özlem garip bir hisse kapıldı. Sanki kendisini farklı bir diyara giriyormuş gibi tuhaf hissediyordu.
Kuşçuk, Kenan’ın ayaklarının dibine yaklaştı. Kenan eğilip minik köpeği yerden aldı. “Özlem taşların üzerine basarak geç, ayakların ıslanmasın.” Koyunlar çoktan karşıya geçmeye başlamışlardı. Koyunlar ayaklarının ıslanıp ıslanmamasını pek de umursamıyorlardı. Fakat kuzuların bazıları karşıya daha dikkatli geçiyorlardı Karşı taraftaki otlar ve ağaçlar sanki daha koyu yeşil bir renge sahipti. Ufak bir tepeyi aştıklarında Özlem hiç beklemeyeceği bir manzarayla karşılaştı. Geniş düz bir alan uzun otlarla doluydu. Karşılarındaki dağlar ihtişamlı bir şekilde uzanıyordu. Ortada hepsinden daha büyük, daha fazla dikkat çeken bir dağ vardı.
Bu küçük tepenin, arka tarafındaki yamacında üzeri biraz yosun tutmuş, fakat oturmak için gayet uygun, içi çürümüş bir kütük parçası vardı. Kenan kütük parçasına oturmak yerine yere oturup ayaklarını uzattı. Yosun tutmuş ağaç gövdesine oturan Özlem pek de rahat olmadığını fark etti. Kenan rahatını bildiği için ona uymanın mantıklı olduğunu bir kez daha fark etmişti. Koyunlar her zamanki gibi etrafa dağıldılar. Hafif eğimli bir yamaçta durdukları için aşağıda yayılmış olan sürüyü izlemek daha kolay olacaktı. Etrafı otların kokusu sarmıştı. Sanki burada her şey hayat doluydu. Özlem sebebini bilmiyordu, fakat şu an Kenan ile uzun uzun sohbet etmek istiyordu.
“Kenan, masalları sever misin?”
“Evet, çok severim.”
Özlem sıcak bir şekilde gülümsedi. “Ben de çok severim. Hatta şu an sana masal anlatabilirim.”
“Olur.”
 Özlem vaktiyle kitaplarda okuduğu masalları Kenan’a anlatmaya başladığında yakışıklı prens onu pür dikkat dinliyordu. Sanki Kenan’ın dinlediği bütün masallar hoşuna gitmişti. Özlem aklında kalan bütün masalları anlattı. Kenan hiçbirinde Özlem’in sözünü kesmedi. Yüzünde çoğu zaman meraklı ve heyecanlı bir ifade vardı.
Kenan masallar bittikten sonra her biri hakkında yorumlar yapmaya başladı. Bu durum Özlem’i şaşırtmıştı. Delikanlı kendisinden hiç beklenmeyecek tuhaf detaylar üzerinde fikir yürütüyordu. Bu detaylar sıradan bir insanın masal dinlerken takıldığı gerçeklikle ilgili detaylar değildi. Olsa olsa bunlara sanatsal detaylar denebilirdi. Çünkü konuşan bir ağaçla konuşan bir çiçeği yer değiştirmek çoğu insanın aklına gelmezdi. Başka bir masaldaysa bir anda ortaya çıkan bir cadı yerine en başından masal kahramanlarını izleyen bir silüetin anlatılmasının o masalı daha korkutucu yapacağına tarzında bir yorum yapmıştı. Üstelik Kenan konuşurken kelimeleri seçmekte hiç zorlanmıyordu. Anlatacaklarını son derece basit bir şekilde anlatıyordu. İşin ilginç tarafı bu yorumlarının hepsini Özlem masalları anlatıp bitirdiğinde tek tek sıralamıştı.
“Bence son masalda anka kuşu yerine başka bir şey olabilirdi.”
“Mesela bir ejderha mı?”
“Hayır Özlem. Mesela dev bir Yusufçuk olsa daha güzel olurdu. Ejderhalar ankalar bütün masallarda var.” Bilmiş bir şekilde “Üstelik hiçbir işe de yaramıyorlar. Yusufçukların dört tane kanadı var. Hem havada istedikleri gibi uçabiliyorlar.”
“Bunları söylemek kimsenin aklına gelmezdi. Açıkçası kendi masallarını uydurabileceğini düşünüyorum.”
“Bilmiyorum. Bence masal uydurmak çok sıkıcı olmalı. Bir defa kendin bir şey uydururken gerçek olmadığını bildiğin için bu zor oluyor zaten. Özlem bu masalları nerede dinledin? Bana bunları daha önce hiç kimse anlatmamıştı”
“Bu masalları kimseden dinlemedim, bunlar kitaplarda geçiyor.”
Kenan üzülerek “Ben kitap okumayı bilmiyorum.” dedi.
“O kadar zor değil birkaç günde sana öğretebilirim.”
Kenan duyduğu şey karşısında hem çok şaşırmış, hem de çok sevinmişti “Gerçekten mi? Okumayı öğrenmeyi çok isterim.”
“Öyleyse yarın başlayabiliriz.”
“Çok güzel. Ben de senin gibi masallar okurum, okuduğum masalları başkalarına anlatırım.”
“Mesela kime masallar anlatmak isterdin?”
“Barış ve Kuşçuk’a anlatmak isterdim.”
“Kenan, Aslında masallara çok uzak biri sayılmazsın.”
“Ne demek istediğini anlamadım Özlem.”
“Mesela bir masal kahramanı olsan neyi seçerdin hiç düşündün mü?” Kenan sessizce durdu. Vereceği bir yanıt yoktu.
“Mesela ben bir peri olurdum. Periler büyülü yaratıklar olarak bilinirler. Hareketli bir yaşantıları vardır ve çevrelerini değiştirmekten hoşlanırlar. Ayrıca yaralı insanları şifa verebildikleri söylenir.” Özlem tam da bunu söylediği sırada Kenan’ın soğuktan çatlayan ellerinin kanlı ufak yaralarla dolu olduğunu gördü. Şimdiye kadar neden bu detayı fark etmemişti? Birkaç gün öncesine kadar böyle bir şeyin olduğunu hatırlamıyordu. Kenan fazlasıyla narin biriydi. Büyük ihtimalle hava biraz serinlediği için böyle olmuştu. Özlem bunu geç fark ettiği için kendisine kızdı.
Kenan sevinçle “O zaman ben de bir peri olurum.” dedi.
Özlem gülümseyerek “Sen bir peri olamazsın Kenan.” Kenan, Özlem’in bu sözünden ötürü üzüldü. Kanayan ellerini birleştirip birazcık da olsa sıcak tutmaya çalıştı. Fakat şimdiye kadar bu çabasının pek başarılı olamadığı anlaşılıyordu.
Özlem şu an yakışıklı prensine güzel sözler söylemek istiyordu. “Çünkü sen bir prenssin.”
“Prens mi?”
“Evet. Prensler zarif ama güçlü karakterlerdir. Karşılarına çıkan herkese yardım ederler. Onların büyüye pek de ihtiyaçları yoktur. Çünkü dilediklerinde büyülü kılıçlarıyla her engeli aşabilirler. Bir kız ister peri, ister prenses, isterse sıradan biri olsun bir prensten mutlaka hoşlanır. Prens olmak hoşuna gitti mi?”
“Evet, beğendim. Bence prens olmak peri olmaktan daha güzel gözüküyor.”
“Buna şüphe yok.”
Kenan şimdi mutluydu. Uzaktaki dağa baktı. İçinden “Çok güzel!” diye geçirdi. “Kaf Dağı’nı biliyor musun Özlem?”
“Evet, birçok masalda geçer.”
“Kaf Dağı’nın ardına geçebilirsen tüm dileklerini gerçekleştirebilirmişsin. Bu çok güzel olurdu. Ben bazen Kaf Dağı’nın şu ilerdeki dağ olabileceğini düşündüm. Diğer dağlara hiç benzemiyor. Sanki sihirli gibi duruyor.”
Özlem gülümsedi. “Neden olmasın?”
***
Öğleyin buluşma yerinde bir araya gelmişlerdi. Barış gelirken yanında sebze, meyve ve börek getirmişti. Bu sayede Kenan eve uğramak zorunda kalmamıştı. Barış bugün şapkasını takmadığı için kabarık, sarı renkli saçları güneş vurduğunda parlıyordu. Konuşurken arada bir elindeki börekten küçük bir parça koparıp Kuşçuk’un önüne koyuyordu. Ufak parçaları bir çırpıda mideye indiren Kuşçuk bu durumdan oldukça memnun gözüküyordu.
“Duyduğuma göre etle beslenen köpekler daha güçlü oluyormuş. Arada Kuşçuk’a tavuk ciğeri ve kemik verebiliriz.”
“Annem tavuk yaptığı zaman artanları Kuşçuk’a ayırıyor zaten.”
“Biliyorum, ama bu yeterli değil. Ben köydekilerle konuştum. Bundan sonra artan şeyleri ayırıp sabah bize vermelerini söyledim. Artık daha iyi beslenecektir. Köyün batısında çok daha büyük köyler var. Oralardaki zengin toprak sahipleri her gün et yedikleri gibi, köpeklerine de çok iyi bakıyorlarmış.”
İki arkadaş bu konuyu konuştuğu sırada Özlem geldiği yerde sıkça yapılan ziyafetleri hatırlamıştı. Barış’ın anlatmaya çalışıp Kenan’ın tam olarak anlayamadığı şey buydu. Özlem, Barış’ın anlattığı yaşantıya yabancı değildi. Kenan bu kadar zayıf olmasının bir nedeni de bu olabilirdi.
Buraya geldiğim gün köyün yakınlarında balık tutmak için uygun bir göl görmüştüm. Dilerseniz oradan faydalanabilirsiniz.
“Fakat bizim olta ya da ağımız yok. Olsa bile Kenan ve ben balık tutmaktan anlamayız.”
“Balık tutmak için her zaman olta ve ağ kullanmak gerekmez. Basit malzemelerle tuzak hazırlamak mümkün ve size kolayca öğretebilirim. Hatta öğrenmesi zor olsa bile bir gün size nasıl yay kullanılacağını da gösteririm. Keşke yayımı yanımda getirmiş olsaydım. Bu biraz zaman alır, ama tavşanları avlamak sanıldığı kadar güç değildir. Aslında bir dahaki gelişimde size birer tane yay getirsem güzel olur.
Özlem’in anlattıkları Kenan ve Barış’ı çok heyecanlandırmıştı. Hatta Kenan’ı daha fazla heyecanlandırdığı söylenebilirdi. Kenan, “Özlem ne zaman başlayabiliriz?” derken gözleri kocaman açılmıştı. Sevimli yüzünde umut dolu bir ifade vardı. Özlem, Kenan’ın ilgisini çekebildiği için mutlu olmuştu. Buna da yarın başlayabiliriz. Siz işinizle ilgilenirken ben atlardan birini alıp çevreden ihtiyaç duyacağımız malzemeleri toplarım. Öğleyin toplandığımızda size nasıl yapılacağını gösteririm.”
Kenan ve Barış aynı anda “Atlar mı?” dedi.
“Evet, köye gelirken atlarım yanımdaydı. Rauf Bey’in ahırında duruyorlar.”
Kenan bilmiş bir şekilde “Atları severim, eşeklerden hızlıdırlar.” Dedi. Özlem, bu cümleden Kenan’ın atlarla ilgili fazla bir şey bilmediği sonucunu çıkardı. Barış ise düşüncelere dalmıştı.
***
Gün hızlı bir şekilde geçmişti. Öğleyin işlerinin geç biteceğini söyleyen Barış bugün dönüş yolunda arkadaşlarıyla birlikte olamamıştı. Koyunlar evlerine sağ salim vardıktan sonra Özlem ve Kenan, Rauf Bey’in evinin önüne geldi. Özlem, Kenan’a beklemesini söyledi. Önce getirdiği ibrikle Kenan’a ellerini yıkattırdı. Ardından yanında getirdiği minik kutuyu açıp Kenan’ın ellerine merhem sürdü.
“Bu nedir Özlem?”
“Daha önce hiç merhem kullanmamış mıydın?”
“Galiba bilmiyorum.
“Öyleyse bunu her gün kullan. Soğuk havalarda ellerin çatlayıp kanamazlar. Üstelik daha az üşürler.”
“Çok teşekkür ederim Özlem.”
“Önemli değil.”
Kenan parlayan ellerine bakıp “Komik gözüküyor.” dedi. Ellerindeki rahatsız edici hissin kaybolmasına çok şaşırdı. Ardından Özlem’le vedalaşıp evinin yolunu tuttu. Merhem kutusunu evine götürürken oldukça mutlu gözüküyordu.

5
Sabahın erken vaktinde alt kattan hoş bir tereyağı kokusu geliyordu. Mutfağa girdiğinde tıpkı bir önceki sabah olduğu gibi sofrada Kenan ve Barış’ı gören Rauf Bey sanki aynı günü tekrar yaşıyormuş gibi bir hisse kapıldı. Tepesinden buhar çıkan tencerenin ocaktan henüz yeni alındığı anlaşılıyordu. Sofradakilere selam verip her zamanki yerine oturdu.
Sanki etrafta pek alışkın olmadığı bir baharat kokusu vardı. O her zamanki çorba yüzünden baharatlardan nefret eder olmuştu. Henüz önüne gelmese de bir önceki günkü gibi tatsız tuzsuz bir çorba bekliyordu. Fakat Yeşim Hanım’ın siniye koyduğu çorbanın beyaz bir rengi vardı. Köyün çorbası haricindeki bütün çorbaları görmeye razıydı. Ruhsuz bir şekilde kaşığını eline aldı. Tadına baktığı şey yüzünden neredeyse şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Eski bir anının bıraktığı tanıdık bir hissi yaşarmış gibiydi.
“Bu kadar güzel bir çorbaya rastlamayı yıllar geçti.” O sırada üzgün bir şekilde oturan Kenan ağlamaklı bir sesle, “Yeşim Teyze, bu çorba hiç güzel değil!” dedi.
“Öyle söyleme Kenan! İkiniz geleceğiniz için Özlem bunu hazırlarken çok uğraştı.”
Kenan böyle bir şey duymayı hiç beklemiyordu. Hafiften yüzü kızarsa da geri adım atmaya pek de niyeti yoktu. “Özür dilerim Özlem, ama bu çorba hiç güzel değil.” Bu cümlesi sofradaki herkesi güldürdü.
Özlem, Kenan’ın üzüntüsünü gidermeye çalıştı. “Tamam, Kenan. Bir daha çorba yapacak olursam senin beğendiğinden yapacağım.”
“Teşekkür ederim Özlem. Öyle daha iyi olur.” Kenan’ın Özlem’e karşı rahat tavırları Rauf Bey ve Yeşim Hanım’ı epey keyiflendirmişti. Kenan önündeki geniş tabağa baktığında yüzünü buruşturdu.
Kendisini bugün şanslı hisseden Rauf Bey ikinci tabağını aldığında halinden oldukça memnundu. Hatta Kenan ve Barış’a ufak tefek şakalar bile yapmıştı. Kısa bir sohbetin ardından çalışma odasına geçti.
Barış sürüyü toplamak için evden ayrıldı. Yeşim Hanım ve Özlem ortalığı topladığı sırada Kenan sabırsızlıkla atları görmeyi bekliyordu. Özlem atlara yem vereceğini söylediğinde Kenan çok heyecanlanmıştı.
Dışarda güzel bir hava vardı. Özlem ahırın kapısını açar açmaz Kenan içeri girdi. “Vay!” Bir süre onları hayranlıkla izledi. Hayatı boyunca böyle atlar görmemişti. İkisi de bembeyazdı. Kenan kendisini görünce hareketlenen koyunları neredeyse hiç fark etmedi.
“Atlarım hoşuna gitti mi?”
“Evet Özlem. Bu atların ikisi de senin mi?”
“Evet, soldaki Ayaz, sağdakiyse Sis.” Özlem cümlesini bitirir bitirmez Kenan yanına gittiği Ayaz’ın başını okşamak için elini uzattı. O ana kadar bir heykel gibi hareketsiz duran at Kenan yakınına gelirken kıpırdanmaya başlamıştı. “Kenan, dokunma ona!” Ayaz kuvvetli bir şekilde başını savurdu. Özlem, Kenan’ın iki elini de tutup onu geriye çekti. Kötü bir şeyler olmasından çok korkmuştu. “İyi misin Kenan? Bir şeyin var mı?” Kenan kısık bir sesle “İyiyim, bir şey olmadı.” dedi. Buna rağmen Özlem dikkatsiz arkadaşının ellerini iyice yokladı. Neyse ki bir kaza çıkmamıştı.
Özlem, Kenan’ı çekiştirip diğer atın karşısına getirdi. “Sis çok sakindir. Onu istediğin gibi sevebilirsin, ama Ayaz’dan uzak dur.” Kenan ürkekçe elini Sis’e yaklaştırdı. Oldukça heyecanlı gözüküyordu. Büyük ihtimalle daha önce hiç at sevmemişti. Sis’in ince bir derisinden ötürü keskin hatları vardı. O da Ayaz kadar ihtişamlı duruyordu, fakat çok uysaldı. Sis, Kenan ellerini dokunmadan gözlerini yumdu. Halinden gayet memnun gözüküyordu. Kenan ise ara ara Özlem’in yüzüne heyecanlı bir ifade ile bakıyor, Özlem’in de kendisiyle aynı hisleri yaşadığını düşünürmüş gibi bir görüntü sergiliyordu. Özlem atlara yemini vermek için işe koyuldu. Sis’in önüne kadar giden uzunlamasına yemliği Ayaz’ın önünden itibaren doldurmaya başladı. Bir ara Sis e yaklaşırken Kenan ve Sis’i kırk yıllık iki dostmuş gibi buldu. Kenan’ın elleri Sis’in boynunu sarmıştı. Kafasını sol tarafa çevirip kulağını Sis’in kafasına yaslamıştı. Yıllardır atlara bakmasına rağmen kendisinin hiç onlara böyle sarıldığını hatırlamıyordu.
***
Kenan yola çıktıklarında uzunca bir süre gözünü Ayaz’dan alamamıştı. Bu durum Özlem’i endişelendirmiyor değildi. Sis’i yanlarına almamanın bir hata olduğunu düşünmeye başlamıştı. Kuşçuk ise yine ortalarda gözükmüyordu. Barış ile vedalaşıp ikinci duraklama yerine geldiler. Kenan her gün aynı yol planını izlemiyordu, fakat Özlem çevreyi az çok öğrenmişti. Yakınlarda dal parçaları toplamak için uygun ağaçlar olduğunu hatırlıyordu. Bu yüzden Özlem Ayaz’ı alıp kısa bir süreliğine oradan ayrıldı. Özlem döndüğünde Kenan bir an evvel tuzak yapımına başlamaları gerektiğini söylese de, Barış’ı beklemenin daha uygun olacağını söyleyip Kenan’ı bu düşüncesinden vazgeçirdi. Ardından Kenan ile ilk derslerine başladılar.
Kenan harfleri öğrenmek konusunda hiçbir sıkıntı çekmiyor gibiydi. Yazmak konusunda belki birazcık daha çabalaması gerektiği söylenebilirdi. Fakat bu konuda da oldukça istekli gözüküyordu. Uzunca bir süre Özlem'in gösterdiği çizgi çalışmalarını yaptı. Özlem kâğıtları üzerine koymak için eski bir tahta parçası bulmuştu. Eski ya da düzgün olup olmaması Kenan’ın hiç umurunda değildi. Tahtayı yere koyup üzerine de kâğıdı gelişi güzel yerleştirmişti. Belini iyice kamburlaştırıp yere koyduğu kâğıda çizdiklerini daha iyi görebilmek için eğilebildiği kadar eğilmişti. Bu haliyle küçük bir çocuk gibi gözüküyordu. Uzunca bir süre üşenmeden düz ve eğri çizgiler yaptı. Onu böyle gayretli görmek Özlem’in çok hoşuna gitmişti. Kâğıdın iki tarafını da doldurunca doğrulup Özlem’e gösterdi.
“Sence oluyor mu Özlem?”
“Bence gayet güzel gidiyorsun. Merak etme güzel yazmayı öğrenmen için her zaman vaktin olacak. Rauf Amca da ilerde sana yardımcı olabileceğini söyledi. Ben olmadığım zamanlar akşamları onunla birlikte çalışabilirsin.”
“Akşamları olmaz, ama sabahları gidebilirim. Senin çizgilerin gibi dümdüz çizgiler çizemiyorum. Bence hiç de güzel yazmıyorum.”
“Sana bir anda aynısını yapamayacağını bu işin başında söylemiştim.”
“Söylemiştin. Ama Özlem bir baksana, bu çizgilerin hepsi yamuk yumuk duruyor.”
Özlem bir kahkaha attı. “Kenan emin ol yazmaya başladığımda ben de yamuk yumuk çizgiler çiziyordum. Bence yaptıkların bugün için yeterli. İstersen sürüyü hareket ettirelim, vakit gelmiş gibi gözüküyor.
Kenan hızlıca ayağa kalktı. Sanki her zamankinden daha canlı gözüküyordu. Belki bu küçük uğraşı sayesinde şimdiden farklı hissetmeye başlamıştı.
“Barış ile nerede buluşacaktık?”
“Yılan Kayalıkları’nın orada buluşacağız Özlem.”
***
Yılan Kayaklıkları’na vardığında Özlem, Ayaz’ı bir ağaca bağladı. Ayaz’ın bir yere gitmeyeceğini biliyordu, fakat Kenan’ın bütün tüylü hayvanları sevmeye kalkmak gibi bir huyu vardı. Kenan, Özlem onu defalarca uyarmasına rağmen hala gizlice etraftan kopardığı uzun yeşil bitkileri Ayaz’a yedirmeye çalışıyordu. Ayaz başlarda umursamaz bir şekilde davranmaya çalışsa da artık burnun ucuna sürtüp duran otlardan bıkmıştı. Arada Kenan’ı bir iki metre öteye kovalıyordu. Kenan birkaç kez kendisini zor kurtarmıştı. Özlem, Kenan’a bir şeyler olmasından korkmasına rağmen onu huyundan caydıracak kadar kızmayı da bir türlü beceremiyordu.
Kenan bir ara Özlem’in yanına oturup konuşmaya başlamıştı. Hep tane tane konuşuyordu. Bazen “r” harflerini biraz fazla vurguluyordu. Neredeyse her cümlesinde Özlem’e ismiyle hitap etmesi de ilginç bir özelliğiydi. Kenan’ın kendiliğinden bir şeyler anlatmaya başladığı pek olmazdı. Bu yüzden Kenan konuşurken Özlem onu dikkatli bir şekilde dinliyordu. Kenan bir süre koyunların hangi otları yemekten daha çok hoşlandığına dair bir şeyler anlattı. Ardından etrafı izlemeye başladı. Ancak yorulduğu vakitler böyle hareketsizce bekliyordu.
Özlem, Kenan’a bakarken bir detay dikkatini çekmişti. “Kenan saçların sürekli bakımlı gözüküyor.”
O sırada Kenan yere uzanmaya çalışıyordu.. “Annem her gün tarıyor Özlem. Bazen leğende yıkıyor.”
“Yalnız tam tepende dimdik duran küçük bir tutam var.” Özlem bahsettiği minik tutamı düzeltmeye çalıştı.”
“O hep öyle Özlem. Doğduğumda da öyleymiş. Yapacak bir şey yok.”
“Çok ilginç. Belki aileden gelen bir özellik olabilir.”
Kuşçuk havlayarak geldiği sırada Barış’ı biraz ardında bırakmıştı. Kenan doğruldu, sanki çok uzun süredir Kuşçuk’u görmüyormuş gibi sevinçle “Kuşçuk, gel buraya!” dedi. Yerde süzülürcesine gelen Kuşçuk’un da ondan pek bir farkı yoktu. Kenan, Kuşçuk’un başını okşarken “Barış, Kuşçuk’a yiyecek bir şey verdin mi?” diye sormayı da ihmal etmedi.
Özlem malzemeleri çıkartıp nasıl tuzak yapılacağını ayrıntılı bir şekilde gösterdi. Kenan son derece meraklı bir şekilde izliyordu, Barış ise oldukça sakin gözüküyordu. Kısa bir süre sonra bitmişti.
Barış önünde duran tuhaf şeyin işe yarayacağından kuşkuluydu. “Kaldırdığımız vakit bunun içindeki balıkları taşıyabilecek kadar sağlam olduğuna emin misin?”
“Merak etme üzerinde çalışıp biraz daha sağlam hale getireceğim. Hatta bir tane daha yapmayı düşünüyorum.” O sırada zihninde önemli bir soru varmış gibi gözüken Kenan, “Özlem ben balık olsam böyle bir şeyin içerisine girmem.” dedi. Kenan’ın bu sözüne karşılık Özlem, “Balıklar senin kadar zeki değil.” dedi. Kenan, Barış’a dönüp sessizce “Zeki olmasaydım bile bu komik şeyin içerisine girmezdim. Tuzak olduğu çok belli.” dedi.
“Kenan söylediğin şeyi duydum. Bakalım yakaladığım balıkları görünce de aynı şeyi söyleyebilecek misin?”
“Özlem, yanlış anlama ama hiçbir balık böyle bir şeyin içerisine girecek kadar salak değildir.”
“Of Kenan!”
***
Uzun bir süre Kenan ve Barış birbirlerinin arkasında koşturmuşlardı. Oturdukları sırada Özlem yanlarına geldi. Muzip bir ifadeyle “Kenan, Kuşçuk nerede? Onu hiçbir yerde göremiyorum.” dedi.
Kenan merakla etrafa bakındı. “Demin buradaydı. Barış onun nereye gittiğini gördün mü?” O sırada acı bir uluma duyuldu. Kenan dehşete kapıldı.
“Kuşçuk!” Kuşçuk, Kenan’ın sesine “Buradayım!” dercesine uluyarak karşılık verdi. Kenan koşarak sesi duyduğu tarafa gitti. Bir süre sonra kucağında Kuşçcuk ile geri dönen Kenan kızgın bir şekilde “Özlem sen ne yaptığını sanıyorsun? Minicik köpek kocaman ağacın tepesine bırakılır mı? Düşse bir yeri kırılsa iyi mi olurdu?” dedi.
“Abartma Kenan! Çok da yüksek bir yere koymadım.”
“Sen böyle minicik olsan, ben de seni küçük sandığın o ağaca koysam, o zaman ne demek istediğimi anlardın.”
“Çok abartıyorsun Kenan, gördüğün gibi bir şey olmamış.”
Kenan sinirli sinirli yürüyerek Barış’ın yanına gitti. “Sana kızgınım Özlem, buraya gelme.” Kenan’ın neden bu kadar çok sinirlendiğine bir anlam veremeyen Özlem ilk defa onu böyle kızgın görüyordu. Barış, Özlem’in sessiz ve yalnız bir şekilde ayakta kaldığını görünce Kenan’ın kulağına bir şeyler fısıldadı.
Kenan, “Özlem, Kuşçuk’tan özür dilemek şartıyla buraya gelebilirsin.” Dedi. Özlem bunu duyunca bir an bile duraksamadan yanlarına gitti. “Kuşçuk, senden özür dilerim. Senden de özür dilerim Kenan, bir daha böyle bir şey yapmayacağım. Beni affettin mi Kenan?”
Kenan çabucak yumuşamıştı. “Affettim Özlem. Bir daha yapma.”
***
Sonraki gün kahvaltının ardından Özlem atların bakımını yapmıştı. Yeşim Hanım’ın verdiği şalvar benzeri bir giysi ve kendisine biraz bol gelen eski ayakkabılarla kendi giysilerini kirletmeden iki günde bir ahırı temizliyordu. Özlem’in yokluğunda Yeşim Hanım atlarla ilgileniyordu. Atlar, Rauf Bey’in evinin yakınındaki kuyunun yolunu çoktan öğrenmişlerdi. Sis ve Ayaz, Yeşim Hanım’a biraz alışmışlardı. Sis’in kedi gibi uysal olduğunu ilk görüşte anlamak mümkündü. Ayaz’a karşı ise biraz dikkatli olmak gerekiyordu o kadar. Özellikle gözlerine bakılmasından hoşlanmıyordu. Özlem, Ayaz’ın Yeşim Hanım’a bu kadar kısa sürede alışmasına şaşırmıştı.
Özlem dışardan koyun seslerinin gelmesini bekliyordu, fakat bir ara Kenan’ın geldiğini haber veren hiçbir ses duyulmadığı halde kapı çalındı. Ayağa kalkıp kapıyı açmaya gittiğinde Yeşim Hanım’ın kendisinden daha erken davrandığını gördü.
“Yeşim Teyze koyunları otlatmaya gidiyorum. Acaba Özlem gelecek mi?” Yeşim Hanım’ın arkasını görebilmek için parmakları ucunda yükselip başını iyice içeri uzatan Kenan, Özlem’i güldürdü.
Özlem’in arkasında olduğunu fark eden Yeşim Hanım “Madem bu kadar merak ediyorsun kendisine sor.” dedi.
“Özlem, koyunları otlatmaya gidiyorum, sen de gelecek misin?”
“Geleceğim Kenan. Koyunları henüz toplamaya başlamadın değil mi?”
“Hayır, daha başlamadım.”
“Böyle daha güzel olmuş. Önce atları çıkartalım.”
Ahırın kapısı açılınca Kenan’ı gören koyunlar hareketlendiler. Kenan ise onlara durumu açıklamaya çalıştı. “Daha dışarı çıkmayacağız, henüz vakit gelmedi.” Özlem mağrur bir şekilde kendi köşesinde duran Ayaz’ın karşısına gidip başını okşadı. “Nasılsın oğlum?”
Özlem ve Ayaz’ı izleyen Kenan aynısını Sis üzerinden taklit etmeye çalıştı. “Nasılsın oğlum?” Sis’in o kadar ciddi bir at olduğu söylenemezdi. Kenan’ın uzattığı eli yalamaya başladı. O sırada yem verilmesini bekleyen Sis için bu doğal bir durumdu. “Ah! Özlem, elim salya oldu.”
“Bekle, kovada biraz su kalmış olması lazım.”
***
Ayaz artık burnunun ucuna yeşil bitkiler uzatılmasından bıkmıştı. Kurtulmanın tek yolunun da onları hırslı bir şekilde yemek olduğunu fark etmişti. Kenan uzun otlar bittikçe yerine yenilerini getirmeye devam ediyordu. Özlem de bu durumdan bıkmıştı. Kenan, Ayaz ile ilgilenmekten sıkılınca Sis’in yanına gitti. Bu sefer Sis’in elini yalaması konusunda daha dikkatli davranıyordu. Buna rağmen aralarındaki samimiyetten hiçbir şey eksilmemişti. Kenan sürüyle ilgilenmek zorunda olmasa belki saatlerce Sis’in başını okşayabilirdi.
Kenan, Sis’i sevmekle uğraştığı sırada Özlem, Ayaz’ı alıp önceki gittiği yerden dal parçaları topladı. Döndükten sonra kısa sürede ikinci bir tuzak hazırladı.
Öğleye doğru bir tepenin üstünde mola verdiler. Kenan’ın yazı tahtasını ve kâğıtları artık yanlarından ayırmıyorlardı. Özlem, Kenan’la ders yapmak için getirdiği kalem ve mürekkebi çıkartıp bir şeyler çizmeye başladı. Tepenin en yüksek yerinden etrafı izleyen Kenan, Özlem’in bir şeylere uğraştığını fark edince hemen yanına gitti.
“Özlem ne yapıyorsun?”
“Resim çizmeye çalışıyorum. Yeteneğimi kaybetmemem için sürekli çalışmam gerekiyor.”
Kenan, Özlem’in o sırada çizdiği ağaç resmine eğilip hayretle baktı. Hatta o kadar eğilmişti ki Özlem arık önündeki kâğıdı göremiyordu. Özlem’in yanına oturup uzun bir süre oturup izledi. Bir süre sonra Özlem’e kendi istediği şeyleri çizdirmeye başladı.
“Ne kadar güzel çiziyorsun.”
“Sen de deneyebilirsin.”
“Olur.” Kenan kalemi eline alıp Özlem’in az önce çizdiği tavşanı taklit etmeye çalıştı. Kendi çizimini pek başarılı bulmamıştı. “Bu biraz komik oldu.” Hemen ardından Özlem’in bir kuş çizmesini istedi. Sıra Kenan’a geldiğinde yine sonuçtan memnun olmamıştı. Bir süre sonra bu bir oyun halini almıştı. İkisi de Kenan’ın çizdiği kargacık burgacık şeylere gülüyorlardı. Özlem, Kenan’ın üzülmeye başladığını görünce Kenan’ın kalem tutan elini kendi eliyle kavradı. “Elini tamamen serbest bırak. Gördün mü, o kadar zor değil.”
“Özlem, bana okumayı öğrettikten sonra resim çizmeyi de öğretir misin?”
“Aslında böyle bir şey düşünmüştüm. Hatta sana okuma, yazma ve resim dışında birçok şey öğretmek istiyorum.”
Kenan bilmiş bir şekilde, “Başka bir şey öğrenmeme gerek yok Özlem. Bu üçünü öğrenmem yeterli.” dedi.
“Şimdilik kendiniz için bunları yeterli görebilirsiniz sevgili prensim, ama ilerde böyle düşünmeyebilirsiniz.”
“Niye böyle garip bir şekilde konuşuyorsun? Bence başka bir şeye gerek yok.”
“Öyle mi? Ben de Sis’i sana hediye etmeyi düşünüyordum. Fakat at binmeyi bilmeyen birine at hediye etmek biraz saçma olurdu.”
“Gerçekten mi? Daha önceden bir at beslemeyi düşünmemiştim.”
“Bence düşünmelisin. Sis’i senin kadar değer veren başka birini tanımıyorum.”
“Öyleyse bunu düşüneceğim Özlem.”
Barış yine Kuşçuk ile birlikte gelmişti. Bir süredir Barış minik köpeğin beslenmesine kafayı taktığından Kuşçuk da halinden memnun bir şekilde Barış’ın etrafında dolanmaktaydı. Özlem’i resim çizerken görmek Barış’ın da çok ilgisini çekmişti. Hatta Özlem’den kendi resmini çizmesi için ricada bulunmuştu. Özlem, Barış’ın resmini çizmeye başladığı sırada Kenan etrafta dolanıyordu. Barış’ı Özlem’in karşısında hareketsiz bir biçimde gördüğünde Özlem’in yanına gitti.
“Özlem ne yapıyorsun?”
“Barış’ın portresini çiziyorum. Yani kâğıda omuzlarından yukarısını çizmeye çalışacağım.”
“O dediğin şeyden beni de çizer misin?”
“Tabii. Senin de bir resmini çizsem olmaz. Hatta Kuşçuk’un da resmini çizebilirim.” Bunu duyduğunda Kenan çok sevindi. Neşeyle yanlarından ayrılıp koyunların yakınına gitti.
Özlem, Barış’ın uzun bir süre tepki vermeden hareketsiz kalmasına biraz şaşırmıştı. “Barış şu an kendini rahat hissediyor musun?”
Barış sakin bir şekilde “Evet, rahatım. Bir sorun mu var?” dedi.
“Hayır. Aksine çok iyisin. Şimdiye kadar hiç kimsenin resmini bu kadar rahat çizmemiştim.”
“Ben de yanlış bir şeyler yapmış olabileceğimi düşünmüştüm.” Barış bunu söyledikten sonra yeniden hareketsizce kalmaya devam etti. Kenan sıkça yanlarına gelip gidiyordu.
“Özlem, benim de resmimi çizeceğini söylemiştin. Bu hala bitmedi mi?”
“Gördüğün gibi bitmedi. Bu tarz resimleri çizmek biraz sabır gerektirir. Zaman ve emek ister. O yüzden acele etmemem gerekiyor.”
“Öyleyse bekleyeceğim. Yapacak bir şey yok.” Kenan bunu söyledikten sonra yanlarından ayrıldı ve çok kısa bir süre sonra tekrar geldi. İyice sabırsızlaşmıştı. Ses tonunda ağlamaklı bir hal vardı. “Özlem, lütfen benim resmimi de çiz.”
“Kenan niye bu kadar sabırsız davranıyorsun. Barış’ın resmini çizdikten sonra senin resmine başlayacağımı söylemiştim.”
“Peki Özlem. Lütfen sinirlenme.”
Uzun bir süredir bekleyen Kenan, Barış kalkar kalkmaz büyük bir hevesle onun yerine oturdu. “Hadi Özlem, hemen başlayalım. Öğle aramız bitecek.”
“Bitip bitmemesi çok önemli değil. Ara verdiğimizde kaldığımız yerden devam edebiliriz. Sen de çok acele etmesen iyi olur. Ayrıca ben resmini çizerken, senin sürekli karşıya bakman ve hiç kıpırdamaman gerekiyor.
“Hiç de zor değilmiş.” Bunun ardından Kenan beklemeye başladı. Yüzü kaskatı durduğundan pek de rahat olmadığı anlaşılıyordu. Daha her şey yeni başladığı halde Kendini tutamayıp kafasını kaşımaya başladı. Aslında bu durum biraz sonra olacaklarla kıyaslandığında çok önemsiz bir detaydı. Kenan bir ara yukardan hızlıca geçen bir kuşa baktı. Bir defasında arkasına dönüp sürüdeki bütün koyunları saymıştı. Bir ara sıkıldığından esnemeye başladı. Tekrar kafasını kaşımaya başladığında o ana kadar defalarca Kenan’ı uyaran Özlem çok sinirlendi.
“Kenan oynayıp durmasana! Bu şekilde nasıl resmini çizebilirim?”
Özlem’in bağırdığını görünce Kenan da bağırarak tepki gösterdi. “Ne yapayım Özlem? Kafam kaşınıyor!”
“Kafanın bu kadar kaşınması için bir sebep olduğunu zannetmiyorum. Her neyse, bu kadarı yeterli sayılır. Birazdan kaldığımız yerden devam ederiz.” Özlem, Kenan’ın portresini çizmenin o kadar kolay olmayacağını düşünmeye başladı.
***
Gün bittiğinde tekrar bir araya gelmişlerdi. Barış tuttuğu resme hayran hayran bakıyordu. Dönüş yolunda olmalarına rağmen hala Kenan kendi resmini görememişti. Gün boyu Kenan’ın sabırsızca davranmasından ötürü Özlem onu cezalandırmıştı.
“Özlem cezam bitmedi mi? Hala bana resmimi göstermeyecek misin?”
“Kenan, bu soruyu o kadar çok sordun ki sanki sana değil, kendime ceza vermiş gibi hissediyorum. Artık dayanamayacağım. İtiraf etmek gerekirse bu resmi senin nasıl bulacağını ben de merak ediyorum, ama bir dahaki sefer birisi resmini çizeceğinde lütfen biraz daha sabırlı ol.” Özlem elinde tuttuğu defterin sayfalarının arasından Kenan’ın resmini çıkarttı. Kenan büyük bir heyecanla Özlem’in elinden kâğıdı aldı. Ardından yüzü kızarmaya başladı. Özlem başta bunun sebebinin ne olduğunu anlayamadı.
“Çok kötü! Bana hiç benzemiyor. Benim burnum bu kadar küçük değil ki! Özlem burnumu çok küçük çizmişsin.”
Özlem kâğıdı Kenan’ın elinden aldı. “Senin resmini çizerken daha fazla özen gösterdim. Üstelik gayet güzel gözüküyor. Burunda bir hata olduğunu zannetmiyorum.”
Kâğıtla yüzünü yan yana koyan Kenan, kâğıttaki yüz ifadesinin aynısını yansıtmaya çalıştı. “Baksana Özlem, burnumu çok küçük çizmişsin.” Özlem kâğıdı tekrar eline alıp çok dikkatli bir şekilde baktığında, resimdeki burnun Kenan’ın burnundan birazcık daha küçük olduğunu fark etmişti. Fakat birkaç eline kalem almamış olan birinin eğitimli bir gözün göremediği bir hatayı nasıl gördüğüne anlam veremedi.
Özlem hiç beklemeyeceği bir biçimde kendisini Kenan’a hak verirken bulmuştu. Hatta elini Kenan’ın omzuna koyup, mutsuz arkadaşını teselli etmeyi denedi. “Üzülme Kenan. Yarın bir resmini daha çizeceğim. Bu resmi evine götürüp annene göster. Sen beğenmesen bile onun çok hoşuna gidecektir.” Kenan, Özlem’in sözlerini duyunca biraz rahatladı.
“Barış, dilerim senin böyle bir şikâyetin yoktur.”
“Ben bu resmi çok beğendim! Eline sağlık. Sen olmasaydın kimse benim resmimi çizmezdi..”
“Çok sevindim. En azından seni mutlu edebildim. Yarın siz işinizin başındayken bir ara balık tutmayı deneyeceğim. Eğer becerebilirsem küçük bir ziyafet çekebiliriz.



9
Gezginler Kamarası / Avcının Masalları
« : 15 Mayıs 2013, 17:36:45 »
AVCININ MASALLARI


Birkaç sefer buzdan bir cehennem hayal etmeye çalıştım. Öncekilerde pek başarılı olduğumu söyleyemem, ama bugünkü denememde biraz daha yaklaştığımı hissettim. Dikkatimin dağılmaması için çok çaba harcamam gerekmişti.
Bir şeyi sıfırdan hayal edebilmek güç gelse de bana farklı düşünmeyi öğretiyordu. Gerçeklikten çıkabildiğim vakit, kendimi tamamen özgür hissediyordum. Belki delinin teki olduğum için böyle yapıyordum, belki de bunu yapmak için kendime mantıklı sebepler üretiyorum. En azından bir süre başka hiçbir şeyi düşünmem gerekmiyordu.
Böyle bir hayale dalmadan önce mutlaka bir başlangıç noktasına ihtiyacım olur. Başlangıç noktası olarak şu an içinde bulunduğum Kale Şehri’ni seçmiştim. Bir dağın üzerinde uzanan ıssız bir şehirdi. Buna rağmen etrafının surlarla çevrili olması tuhaf bir durumdu. Geçmişte bunun mantıklı bir açıklaması olmalıydı. Şehir maceraperestlerin ilgisini çekiyordu.
Kale’nin merkezinde büyük yuvarlak bir havuz vardı. Çoğu zaman havuzun üzerinde kalın bir buz tabakası olurdu. Havuzun mistik havası şu an kurduğum hayale esin kaynağı olmuştu. Hayalimdeki cehennemin merkezinde de buna benzer bir havuz duruyordu. Etrafına masmavi ışıltılar saçıyordu. Bu uğursuz havuz zamanı bile donduracak kadar soğuktu. Etrafındaki kristal insan siluetleri soğuk bir azaba mahkûm olmuşlardı.
“Selçuk Bey!” Doğan’ın bir süredir yanımda olduğunu fark ettim. Şu an Sığınak isimli hanın giriş katındaki bir şöminenin başında dizlerimi ısıtıyorum. Doğan’ın yanıma geldiğini fark etmeyecek kadar dalmıştım. Kurduğum hayali bir süredir onun da gördüğü gibi bir kuruntuya kapıldığımdan bir an mahcup oldum. Hayalime kaldığım yerden devam etmek istesem de artık mümkün olmadığını fark ettim.
“Size bir mektup geldi. Üzerinde hiçbir şey yazmıyor, büyük ihtimalle kardeşinizden gelmiştir.” Zarfı almak için uzandım. Abim sıklıkla şehre yolumun düştüğünü bildiği için bana ulaşmak istediğinde hana mektup yolluyordu. Şükür ki Doğan unutkan biri değildi. Hana adımımı atmamla, mektubu avucumun içinde bulmam bir olurdu.
Zarfın abimden geldiğine emin oldum. Çünkü üzerinde hiçbir şey yazmıyordu.

“Sana ihtiyacım var. Acele köye gelmelisin. Detayları verecek zaman yok. Bu konu şu an her şeyden daha önemli.
“Bir an evvel gelmeni bekliyordum.”

Beş cümle için yeni bir zarfı ve boş bir kâğıdı ziyan etmişti. Yine de dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Başka biri abime isimsiz bir mektup yollasaydı onu kızdıracağından emindim, fakat abimin başka birine isimsiz bir mektup yollaması doğal bir durumdu. Yine önemsiz bir şey için çağırıyor olmalıydı. Fakat benim önemsiz bulduğum şeyler abim için ölüm kalım meselesi oluyordu. Her defasında saçma sapan bir nedenden ötürü Dişbudak Köyü’ne gidiyordum. Çoğu zaman onun boğazına yapışmaktan kendimi alamıyordum.
Bir defasında eve koca bir yılanın girdiğini söylemişti. Başka bir gün köye gittiğimde hem abimin, hem de onu tehdit eden komşusunun canına okumuştum. Köye hırsız girmesinin işimle bir alakası yoktu. Dişbudak’a gidip gelmek dört günün ziyan olması manasına geliyordu.
Onun bir hanım evladı olması beni pek de üzmüyordu. Beni kızdıran fazla takıntılı bir adam olmasıydı. Annemle babamın gurur duydukları kişi ben değildim. Zengin biri olduğu söylenebilirdi. Huzurlu bir hayatı vardı ve çocuklarının hepsini evlendirmişti. Servetini hassas ellerine borçluydu. Şehirdeyken işinin en iyisiydi.
Birbirimize kıyasla zıt insanlardık. Onun hassas eliyle benim mengene gibi elim yan yana durduğunda bile bu durum açıkça anlaşılıyordu. Ben tarlada çalışmak ya da bir şeyleri kırıp dökmek konusunda iyiydim.
Abimden hiç dayak yememiştim, hep sakin biriydi. Aramızda yedi yaş fark vardı. Şu an altmış iki yaşında olmalıydı. Onun yarısı kadar olduğum zamanları hatırlıyordum. Bir gün köyün gençleri onu köşeye sıkıştırmışlardı. O gün yanına koşup çocukları hakladığımda aramızdaki ilişki farklı bir boyuta geçmişti. Kavgacı biriydim ve köydeki en güçlü çocuktum. Abimse sessizce kendi dünyasında yaşıyordu. Sinirlendiğimde hep alttan alırdı. İnsanlara yardım etmeyi severdi. Ayrıca bir hayırseverdi. Çoğu zaman insanların saygı gösterdikleri kişi ben olmuştum. Bilmiyorum, belki de arkamı döndüğümde daha farklı düşünüyorlardı. Abimi sevmeyen bir insana rastlayamazdınız ama benim için aynı şey geçerli değildi.
 “Doğan, acilen toparlanmam gerekiyor.” Acil kelimesini kullanmak biraz tuhafıma gitmişti.
“Ama daha dün gelmiştiniz.” Doğan benim gibi iri yarı bir adamdı. Koca bir göbeği kel bir kafası, sert bir çehresi vardı. Bana karşı başkalarına olduğundan daha kibar ve saygılıydı. Bana kalırsa böyle bir hanı işletmek için ideal biriydi.
“Buraya geleli bir gün bile olmadı. Ben de gitmek istemiyorum. Fakat abimi bir ziyaret etsem fena olmayacak.”
“Öyleyse sizin için yolluk hazırlattırayım.”
Büyük ihtimalle köye vardıktan çok kısa bir süre sonra dönüş yolunu tutacaktım. Bu sefer abimin gözüne bir tane patlatmayacak kadar sakin olduğumu zannetmiyordum

***

Dişbudak gözlerden uzakta bir köydü. Büyük bir tepenin güney yamacındaki taştan evleri uzaktan bakınca kolaylıkla seçilirdi. Köyü hilal gibi kesen yolun iki ucu alçalıp büyük yolla birleşiyordu.
O sabah hilal şeklindeki yolun batı ucundan iki adam aşağıya doğru yürüyordu. Genelde sabahın bu erken vaktinde köylüler tarlalarına giderlerdi. İki adam karşılarında yabancısı oldukları birini gördüler. Yabancının bıyığının uçları keskin hançerler gibi alt dudağının kenarlarına uzanıyordu. Omuzlarını geçen siyah saçları hafif kırlaşmıştı. Uzun, sivri bir burnu ve geniş, sağlam bir çenesi vardı. Köylüler uzun saçlı bir erkek görmeye pek alışkın değillerdi.  Ayrıca üzerinde dizlerinin altına kadar uzanan etkileyici bir kışlık vardı. Yabancının belindeki kılıcı görmemek içinse kör olmak gerekirdi. Gümüş kaplamalı sapı parlıyordu. Köylülerden biri soru sorma cesareti gösterdi
“Aradığınız biri var mı?” Selçuk Bey gözlerini kaldırıp adama dik dik baktı. Bu cevap yeterli olmuştu. Adam bakışlarını kaçırdı. Köylüler başka bir şey sormadan yollarına devam ettiler.
Selçuk Bey uzun bir süredir mola vermemişti. Bu sayede yolculuk iki günden daha kısa sürmüştü. Soğuğa ve karanlığa aldırmamıştı. Saatlerdir yolda olmasına rağmen hala dimdik duruyordu. Daha fazla yormak istemediği için sırtından indiği Fısıltı isimli atı peşinden sakin bir şekilde geliyordu.
Rauf Bey ise kısa bir süre önce kahvaltısını yapmıştı. Mektubu gönderdiğinden beri sabırsız bir bekleyiş içerisindeydi.
Her şeye sebep olan kendisiydi. Bu tarz bir olayla daha önceden karşılaşmadığı için ne yapması gerektiğini de bilmiyordu. Olsa olsa Selçuk böyle bir konuda ne yapılabileceğini bilirdi. Şu an yalnız başınayken yapabileceği en iyi şeyin dua etmek olduğunu düşünüyordu.
Kapının çaldığını duydu. Rauf Bey yaşından beklenmeyen bir hızla odasından çıkıp merdivene koşturdu. Basamakları indikten sonra, kapıya doğru hızlı adımlarla ilerledi. Kilidi çevirmeden önce içinden bir ses hayal kırıklığına uğrayacağını söylüyordu. Selçuk’un bu kadar kısa sürede gelmesini beklemiyordu.
Kapı açıldığında Selçuk Bey kardeşinin karşısında hareketsiz bir şekilde dikiliyordu. Sanki kapının önünü tamamen kaplamıştı.
“Hoş geldin Selçuk!”
“Atı ahıra yerleştirdim. Yem ve su vermeyi unutma.” Ardından Selçuk Bey kardeşini ittirip geçti. Mutfaktan başını uzatan Yeşim Hanım da Rauf Bey gibi şaşkındı.
“Hoş geldin Selçuk.” Selçuk Bey bir şeyler homurdanıp üst kata çıktı. Rauf Bey onu takip etti. Selçuk Bey eve geldiğinde önce merdivenlerin sağında kalan boş odaya girerdi. Odada eski iskemleye oturup bir süre sessizce durdu. Rauf Bey şu an konuşmaması gerektiğini iyi biliyordu. Selçuk Bey sessizliği bozdu:
“Şimdi zıbaracağım. Beni birkaç saat sonra uyandırıp her şeyi başından adam akıllı anlatacaksın. Anlaşıldı mı?”
“Evet.”
“Öyleyse çık dışarı, tepemde dikilme!”

***

Aradan birkaç saat geçtiğinde Selçuk Bey uyandı ve abisine seslendi. O sırada Rauf Bey hanımıyla alt kattaki mutfaktaydı. Hızlıca basamakları çıkan Rauf Bey usulca odaya girdi. Kardeşi kınında duran gümüş saplı kılıcıyla oynuyordu.
“Şimdi bana her şeyi doğru düzgün anlat.”
2

Dışarda sıcak güzel bir hava vardı. Henüz öğle olmamıştı. Rauf Bey devamlı evinin önünde duran grileşmiş sandalyeye oturmuştu. Köyün yüksek bir tepede olması sayesinde geniş bir alan görülüyordu. Önünde yemyeşil bir manzara vardı. Ansızın yolun doğu tarafından nal sesleri gelmeye başladı. Tek başına gelen yabancı bir atlıyı gördü. Dişbudak’a pek fazla kişinin yolu düşmezdi.
Atlı, Rauf Bey’in evinin dibine kadar geldi. Belli ki etrafı bilmediğinden bir şeyler soracaktı. “Rauf Bey siz misiniz?” Tuhaftı. Adam en aşağı yarım günlük mesafeden geliyor olmalıydı. Neden yabancı, ihtiyar bir adam için kıyıda köşede kalmış bir köye gelmişti?
“Evet, benim.” Belki mesele Selçuk’la ilgiliydi. Kardeşinin başına kötü bir şey gelmemiş olmasını diledi.
Adam atından indi. Hava sıcak olmasına rağmen siyah giysiler içerisindeydi. Birinin yaz ayında bu şekilde giyinmesi aptallıktı.  Elini yeleğinin iç cebine uzattığında Rauf Bey ürktü. Adam birkaç zarf çıkartıp içlerinden birini Rauf Bey’e uzattı.
“Bu zarfı size göndermemi istediler.”
Sanki bunu anlamadım. “Kim tarafından gönderildi?”
“Bilmiyorum, ben sadece aracıyım. Mektubu okuduktan sonra evet ya da hayır cevabı verecekmişsiniz. İçinde yazanları benimle paylaşmamanız gerekiyor.” Adam eğilip sesini kıstı. “Mektuptaki bilgilerin gizli olduğunu söylediler.”
Adamın etrafta ikisinden başka kimse olmamasına böyle davranmasına anlam veremedi. Yine de Rauf Bey bu durumdan biraz işkillenmişti. Adamın uzattığı parlak renkli zarfı açmadan önce biraz inceledi. Üzerinde simli bir mühür vardı. İki tarafında da herhangi bir yazı ve sembol yoktu. Bu yaz aylarında siyah giysiler giyen birini görmekten daha tuhaf bir durumdu. Adamın isim yazmamasına rağmen mektupları karıştırmıyor olmasının sebebi mektupların mühürlerinin farklı renklerde olmasıydı. Büyük ihtimale yabancı okuma yazma bilmiyor olmalıydı. Yine de Rauf Bey mektubu rahat rahat okusun diye birkaç adım öteye gidip etrafa göz gezdirdi.  Rauf Bey kötü bir şey olacağı bir hissine kapılmıştı. Cebinden bir çakı çıkarıp güzelce mührün altını kesti.
Kâğıtta kısa bir yazı vardı. Fakat mektubun kısa ya da uzun olması, neyden bahsettiği bir an önemini yitirmişti. Daha önce böyle büyüleyici bir el yazısı görmemişti. Yazının ince uzun parmakları olan zarif birine ait olduğuna emindi. Kelimeler arasındaki mesafeler sanki hep eşit uzaklıktaydı. Harflerse matbaadan çıkmış kadar düzgündüler.

Rauf Bey’e merhaba,
Ben eski müşteriniz Akasya. Uzun bir süre önce köyünüze yerleştiğinizi duydum. Elimde işlenmesi gereken çok kıymetli taşlar vardı. Çevrede güvenebileceğim tecrübeli bir kuyumcu yoktu. Ben de bir süre araştırıp köyünüzün adresine ulaştım. Mümkünse bu işle sizin ilgilenmenizi rica ediyorum.

Şimdi her şey anlaşılıyordu. Akasya, sözcüğü bir şeyler çağrıştırmıştı, ama nasıl bir şey olduğu hakkında bir fikri yoktu. Sonraki satırlarda detaylar yazıyordu. Taşların cinsi, sayısı, boyutları ve ödenecek ücret. Daha önce Peri Elması ve Kedi Gözü isminde taşlar duymamıştı. Fakat çok da önemli değildi. Her türlü değerli taşı rahatlıkla işleyebilirdi.

İşi olduğu gibi kabul ettiğiniz takdirde, zarfı getiren kişiye “evet” demeniz yeterlidir. Eğer bazı şartlarınız varsa mektubu teslim eden kişiden yeni bir zarf isteyin. Zarfı mühürlemenize yardımcı olacaktır, fakat mektupların içeriğini bilmemesi gerekiyor. Bu yüzden zarfı mühürlerken bu detaya özen göstermenizi rica ederim.

Her şey kısa ve öz yazılmıştı. İşle ilgili hiçbir soru işaretine yer bırakmıyordu. Asıl sorular işi veren kimseyle ilgiliydi. Bu kişi kimdi ve neden böyle bir şeye kalkışmıştı? Rauf Bey’in işinde iyi olduğu doğruydu, ama yaşlı bir adamı kimsenin köyüne kadar takip etmesi için bir sebep yoktu. Bu kadar uzakta olmasına rağmen Akasya isimli kadın kendisini nasıl bulmuştu? Gerçi kadın bile olduğuna emin değildi. Akasya rumuzu falan olmalıydı. Rauf Bey gizemli teklife şaşırarak vakit kaybetmedi. Bazen zenginler kıymetli eşyalarının korumak için tuhaf yollara başvururlardı. Parasını aldığı sürece bir problem çıkmazdı. Ayrıca daha önceleri bin bir çeşit müşteriyle karşılaşmıştı. Bu da çok farklı sayılmazdı.
Rauf Bey düşünmeden evet dedi. Bu işte çalışmamak için herhangi neden yoktu. Yabancı adam başını sallayıp vedalaştıktan sonra havalı bir şekilde atına atladı. Önce gözden kayboldu, sonra nal sesleri kesildi. Adam gerçekten de zarfın içinde ne yazdığını bilmiyor olmalıydı.

***

Rauf Bey çoktandır bir hazırlık içerisindeydi. Bir iki hafta sürecek işi başlamadan kendisini şartlandırmıştı.
İlk gün, bir zamanlar işe yarayabilir diye sakladığı eski iş aletlerini ve malzemelerini alt kattaki kilitli duran odada hazır etmişti. İkinci gün hiç düşünmeden eksiklerin olduğu bir liste tutmaya kalkmış, ama hiçbir eksik bulamamıştı. Çünkü iki yıl önce taşınırken köyüne döneceği sıra ne var, ne yoksa yanında getirmişti.
Beklemekten giderek sıkıldığı üçüncü günde hangi modellerden istifade ederek taşları işleyebileceğini düşünmüş, hatta yeni modeller çizmişti. Fakat taşları görmeden model çizmeye kalkmanın ne işe yarayacağını bilmiyordu.
Asıl mesele köye kimsenin gelip gitmemesiydi. Rauf Bey ara ara üst kattaki boş odalardan birinin penceresinden başını çıkartıp etrafa bakıyor, fakat köy yolunun üzerinde tek bir kum tanesinin bile kımıldamadığını görüyordu.
Rauf Bey’in yeni iş macerası beklediğinden daha hızlı bir şekilde bitmişti. Üçüncü günün akşamında artık kimsenin gelip gitmeyeceğinden, hiçbir aptalın da ücra bir köye değerli taşlar göndermeyeceğinden emin olmuştu. Büyük ihtimalle mektubu gönderen geri zekâlı da düşündüğü şeyin mantıksız olduğunu anlamıştı.

***
 
İhtiyar bir süredir hareketsizce duruyordu. Masasının üzerine koyduğu kitap ilgisini çekmiyordu. Gündüz kitap okumak için planlar yapmasına rağmen, akşam olduğunda zorla masaya oturtulan bir çocuk gibi hissediyordu. Belki de bütün sorun bu Dişbudak denen köyde olmakla ilgiliydi. Bazı zamanlar bu köyde bir tane aklı başında adam olmadığını düşünüyordu. İki yıl önce köyüne döndüğü için pişmanlık duyuyordu.
Şehir bazen fazla hareketli olsa da hiçbir konuda eksiği yoktu. Dostları akşamları toplanıp sohbet etmek için uygun kimselerdi. Elbette bunları şehirdeki güzelim evini ve küçük şirin dükkânını satmadan önce düşünmesi gerekirdi.
“Taş kafam!”
Rauf Bey’in canı sıkıldığı zamanlarda diğer insanların yanına gidip kafa dağıtmak gibi bir huyu yoktu. Bunun yerine uyumayı tercih ederdi. Fakat her zaman uyumak mümkün olmazdı. Böyle zamanlarda sıkıntısını içinde biriktirir, yüzü turp gibi kızarır, en sonunda kaynayan bir tencere gibi tepesinden buharlar çıkarırdı. Şimdi de aynısı oluyordu. Ne yazık ki akşamın bu vaktinde Rauf Bey’in yanında kızıp bağıracağı bir kimse yoktu.
Yeşim Hanım aşağıda bir işle meşguldü. Diğer kadınların aksine daha az konuşurdu. Güleç yüzlüydü ve her denileni çabucak yerine getirirdi. Bu yüzden Rauf Bey eşine karşı kolay kolay kızacak bir şey bulamıyordu.
Rauf Bey karamsar ruh haliyle uzun bir süre masasının başında kitap okumaya çalıştı. Çok geçmeden kafasını meşgul edecek başka şeyler buldu. Raflardaki kitapları kurcalamaya başladı. Bir kısmı tozlu duruyordu. Küçük kitaplığını alfabetik sıraya göre dizmesi gerekiyordu. Fakat akşamın bir vakti bu işle meşgul olmanın doğru olmayacağını düşündüğünden, düzenlemeyi yarına bıraktı.  Belki de yatıp uyumalıydı, fakat ya birisi evine gelirse ne olacaktı? Akşamın bu vakti köylülerden biri aniden Rauf Bey’in kapısını çalabilirdi. Ne de olsa buradaki insanlar davet beklemezlerdi. Bir yandan hayali bir davetsiz misafire kızıp bağırarak öfkesini ondan çıkarttı, bir yandan da bu akşam evine kimsenin gelmemesini diledi.
Rauf Bey bir vakit evin kapısının gıcırtısını duyduğunu sandı. Bir süre önce birisi kapıya vurmuş olmalıydı. Yeşim Hanım’ın sesini duydu. Artık eve birinin geldiğine emindi. Bu yüzden iyice sinirlendi. Aslında yeni gelen misafir Rauf Bey’in bir süredir öfkesini tattırmak için bekleyip durduğu kimse oluyordu. Gaz lambasını masanın üzerinden aldı, odadan çıkıp merdivenlere doğru yürüdü. Merdivenlerden ayaklarını vura vura indi. Belki de biraz daha sinirlense bu karanlıkta yüzü kırmızı kırmızı parlayabilirdi. Mutfağın kapısının önünde gaz lambasının ışığı görülüyordu. Her kim geldiyse Yeşim Hanım onu mutfağa almış olmalıydı.
Daha içeri girmeden homurdanmaya başladı. Zamansız gelen misafir birazdan duyacağı şeylerden sonra, bir daha buraya adım atamayacaktı.
“Yeşim, akşamın köründe kiminle konuşuyorsun?” Bu cümleyi söylediği sırada henüz içeri girmemişti. Yeşim Hanım’ın karşısındaki kişiyi görür görmez dili tutuldu.
Mutfakta upuzun siyah saçları olan, bembeyaz tenli, erkek gibi pantolon giyen genç bir kız vardı. Rauf Bey’in sert ifadesine rağmen sakince gülümsüyordu.
“İşte bizimki de geldi. Arada böyle çatacak yer arıyor. Sen üzerine alınma Özlem. Nasıl sakinleştiğini bile anlamazsın.” Yeşim Hanım’ın sözleri Rauf Bey’i daha da utandırdı. İyi de genç kızın bu akşam vakti evinde işi neydi? Yeşim Hanım’ın bu tarz bir akrabası olduğunu sanmıyordu.   
“Affedersiniz, sizi tanıyamadım.” Özlem güldü. Bembeyaz dişleri vardı. Gülümsemesi gamzeli yanakları olan geniş yüzüne çok yakışıyordu. İri gözleri, hilal şeklinde kaşları ve minik sivri bir burnu vardı.
Özlem konuşmaya başladığında Rauf Bey bir kez daha şaşkınlık yaşadı. Yıllar önce şehirdeyken gittiği bir tiyatrodaki oyuncular kadar düzgün konuşuyordu.
“Sanırım dört gün önceki mektubu almış olmalısınız.” Rauf Bey’in beyninde şimşekler çaktı. Sanki üç gündür gece gündüz bekleyen o değildi. Nasıl bu kadar çabuk unutabilmişti?
“Akasya siz misiniz?” Özlem kibarca güldü.
“Hayır, ben Akasya’nın dostuyum. Elmasları benim getirmemi istemişti. Bu sıralar çok meşgul. Aslında böyle bir şeye hazırlıklı değildim. Bir arkadaşımla ayrılmak durumunda kaldım.”
“Neyse ki ahır atların kalması için yeterince geniş.” Rauf Bey hiçbir şey anlamamıştı. Yeşim Hanım’ın atlardan kastettiği neydi? Başka biri daha mı vardı?
“Anlaşılan yalnız gelmediniz?”
“Hayır, yalnız geldim. Demin arkadaşımı kasabada bıraktığımı söylemiştim. Diğer ata o biniyordu. Değerli hayvanlar oldukları için ikisini de yanıma aldım.”
Bu kız neyden bahsediyordu? “Anlamadım, iki atı da kendi başına mı getirdin?”
“Fazla zor olmadı. Beş yaşından beri ata biniyorum.” Rauf Bey’in bu cümleyi duyduğu sırada ağzı açık kalmıştı. “Aklımdayken söylememde yarar var, atlarla yalnızca benim ilgilenmem gerekiyor. Birbirlerine ayırt edilemeyecek kadar çok benzeseler de bir tanesi vahşi bir hayvandır.”
“Peki Özlem. Atlarla dilediğin gibi ilgilenirsin. Beni bir an çok şaşırttın.” Özlem atlarıyla ilgili başka bir şey söylemeye gerek duymadı.
“Size getirdiğim taşlar bu kutuda duruyor. Bu on iki taşı da işlemeniz gerekiyor. Akasya bu süre içerisinde köyde kalmamın daha doğru olacağını söyledi.”
Yeşim Hanım, Özlem’i misafir etmek için bir an bile duraksamadı. “Tabi kızım istediğin kadar kalabilirsin.”
Rauf Bey on iki taşın bir anda işlenmeyeceğini adı gibi biliyordu. “Özlem bu uzun sürebilir. Köyde sıkılmazsın değil mi?”
“Kendime uğraşacak bir şeyler bulurum efendim. Burada kalmamın sebebini yanlış anlamayın lütfen. Daha önceki yıllar kuyumcuların soyulduğu olmuştu. Etrafta şüpheli biri olmadığı sürece bir sorun çıkacağını zannetmiyorum. Yine de temkinli olmanın bir zararı olmaz.” Ne yani bir de muhafızlık mı yapacaktı? Tamam, ata binmeyi iyi biliyor olabilirdi, ama ikisi çok farklı şeylerdi.
Elmasların işleneceği süre boyunca genç kızın burada yapabileceği pek fazla şey yoktu. “Yukarda küçük bir kitaplığım var. İlgini çeker mi bilmiyorum. Dilediğin zaman istediğin kitabı okuyabilirsin.”
“Rauf, şimdi bunun sırası değil! Bu eve bir deli yetiyor zaten.” Özlem kahkaha attı.
“Sabah kitaplarınıza bakacağım. Şu an bir şey okuyamayacak kadar yorgunum.”
Rauf Bey ve Yeşim Hanım, Özlem’le kısa bir süre daha konuştular. Ardından Rauf Bey yanlarından ayrıldı. İhtiyar yukarı çıktığında bir avcunda duran kutuyu aşağıda unuttuğunu zannetti. Özlem’in varlığı elmasları bile unutturmuştu. Böyle güzel bir kızın sebebi ne olursa olsun yalnız başına dolaşması normal değildi.
Kutuyu açtığında deminki şaşkınlıklarına bir yenisi eklendi. Taşlardan birisi karanlıkta hafif bir ışıltı saçıyordu. Mesleğinde şu ana kadar böyle tuhaf bir şey görmemişti. Acaba mektupta geçen kedigözü isimli taş bu muydu? Özlem’e bunu sormak istiyordu, fakat vakit geç olmuştu.

3

Sabah kahvaltısında Rauf Bey genç misafirine aklına takılan her soruyu sormuştu. Bu sorular arasında ışık saçan mücevher de vardı. Özlem kedi gözü ismi verilen karanlıkta parlayan mücevherlerle ilgili basit bir açıklama yapmıştı. Aldığı yanıt Rauf Bey açısından tam bir hayal kırıklığı olmuştu. Gece saatlerce bunu düşünüp uyuyamadığını hatırlayınca daha da sinir bozucu oluyordu. Taşın, gündüz emdiği ışığı karanlıkta yansıtmak dışında bir özelliği yoktu.
Sıra genç kızın gizemine gelmişti. Özlem doğudaki bir beyin kızıydı ve Rauf Bey bu beyin adını hiç duymamıştı. Beyler şehirlerden uzaklardaki bölgelerin kontrolünü sağlayan nüfuzlu kişilerdi. Sıradan bir günde bir beyin kızını misafir etmek son derece tuhaf bir durum olabilirdi. Fakat kahvaltı boyunca bir sürü tuhaf hikâye dinlemişti. Özlem ise bu tuhaf hikâyelerin merkezinde yer alıyormuş gibi bir hava veriyordu. Bu yüzden anlattığı birçok esrarengiz hikâye bir süre sonra sıradan gelmeye başlıyordu. Elbette ki meraklı biri olan Rauf Bey’in soracağı oldukça fazla soru vardı.
Rauf Bey, Akasya isimli kişinin neden Özlem’i yolladığı sorusunu tekrar sormuştu. Özlem’in anlattığına göre Akasya takıntılı bir kadındı ve erkeklere güvenmiyordu. Özlem, Akasya’nın en yakın arkadaşıydı. Akasya arada güzel bir ücret karşılığında Özlem’in elmaslarla ilgilenmesini istiyordu. Her zaman iyi bir kuyumcu bulmak mümkün olmuyordu. Ayrıca bu kadar uzun bir süre boyunca çalışmak için ustanın tek bir müşteriye ayıracağı uzunca bir zaman olmalıydı.
Rauf Bey kahvaltıda Özlem’e köyde istediği kadar kalabileceğini, bu işin ne kadar kısa sürede biteceğine ilişkin kesin bir şey olmadığını söyledi.
“Burada olduğun süre boyunca inşallah köyü beğenmeni umuyorum. Ben bu konuda pek başarılı olamadım.” Yeşim Hanım, Rauf Bey’in köy hakkındaki şikâyetlerine alışkın gibiydi.
“Rauf hiçbir şeyden memnun kalmaz. Böyle güzel bir köye her insanın yolu düşmez. Emin ol etrafın güzelliklerle dolu. Buradan sıkılmayacaksın.”
Özlem gülümseyip “Sürekli oturan, canı sıkılınca da şikâyet eden insanlardan değilim. Genelde uğraşacak bir şey bulurum.” dedi.
Sohbetin sürdüğü esnada biri kapıya sert bir şekilde vurdu. Rauf Bey irkildi. “Ne oluyor kapıya öküz mü tosladı?” Bir süre sessiz kalan Yeşim Hanım imalı bir şekilde Rauf Bey’in gözlerinin içine baktı.
“Ahırın kapısını açmadın değil mi?” Mahcup olan Rauf Bey bu soruya yanıt vermedi.
“Rauf Amca!” Sesin sahibinin genç biri olduğu anlaşılıyordu. Belki de bir çocuktu. Yeşim Hanım üstü örtülü bir sepetin içinden elma aldı. “Kenan’a bu elmayı ver.”
Rauf Bey kapıyı açtığı sırada Kenan çekiç gibi savurduğu yumruğuyla dengesini kaybedip bir adım içeri girdi. Rauf Bey bu durum karşısında biraz dehşete kapılmıştı. Kenan sanki hiçbir şey olmamış gibi adımını geriye alıp sakince bekledi.
Koyunların her biri Rauf Bey’in yüzüne bakıyordu. Sanki oradan geçerken uğramış bir kalabalıkla karşı karşıya gelmek gibiydi. Ardından koyunlar selam verircesine melediler.
“Evladım sesini rahatça duyuyoruz. Bir daha şu kapıyı daha hafif şekilde çalar mısın?”
“Peki.” Öylesine sakin ve kibar bir şekilde verilen bir cevaptı ki Rauf Bey demin kapıya vuranın Kenan olduğundan şüphe etti.
“Al bakalım, elma senin.” Rauf Bey daha elini indirmeden bir hatırtı duyuldu. Kenan’ın elmayı ısırdığı kısımda koca bir boşluk vardı. Ağzındaki elma parçası yüzünden ince yüzü komik ve tatlı bir hal almıştı. Son derece iştahlı gözüküyordu. Rauf Bey şaşkınca bakakaldı.
“Beğendin mi?” Kenan iri elmayı iki eliyle tutup ağzındakini çiğnemeye devam ederken başını salladı. Halinden çok memnun gözüküyordu. Rauf Bey ahırın kapısını açar açmaz koyunlar dışarı çıktılar. Kenan koyunların başını okşadı, ardından Kenan ve sürü batı tarafına doğru ilerlediler.
***
Rauf Bey düzgün ve sade bir görüntüye sahipti. Çoktandır beyazlamış ince telli düz saçlarının düzenli bir şekilde tarandığı belli oluyordu. Yakasız bir gömlek üzerine kahverengi bir yelek giyiyordu. Kısa düzeltilmiş sakalları da saçına tamamen uyum sağlıyordu. Üzerinde yeniymiş gibi duran bir pantolonu vardı.
Alt katta iş için kullanmak maksadıyla düzenlediği odada Rauf Bey, Özlem’e kısaca yapacağı şeyleri anlattı. Oyalanmadan işe koyuldu. Özlem, Rauf Bey’in yanından ayrılıp kısa bir süre mutfakta Yeşim Hanım ile sohbet etti. Ardından Rauf Bey’in gece bahsettiği kitaplığın bulunduğu odada uzunca bir süre zaman geçirdi. Kitap okumaktan sıkıldığını hissettiğinde dışarı çıkmaya karar verdi.
Neredeyse öğle olmuştu. Özlem rastgele yürümek istiyordu. Akşam buraya gelirken gördüğü ağaçların gündüz nasıl gözüktüğünü çok merak ediyordu. Etraf sessiz ve boştu. Evin elli adım kadar ötesindeydi. Karşıdan uzun boylu birinin geldiğini fark etti. Karşıdan gelen kişi yaklaştıkça Özlem’in daha çok dikkatini çekiyordu. Sanki karşısında köylü kılığına girmiş genç bir prens vardı. Prens demek daha uygun düşerdi çünkü zarif ve yakışıklı birine benziyordu. Açık kahverengi saçları, beyaz ince pürüzsüz bir yüzü vardı. Kendi cüssesine kıyasla oldukça bol gelen kıyafetlerinin rengi solmuştu. Fakat halinden hiç de şikâyetçi değildi. Sağ elinde tuttuğu bir elmayı bir anda ısırdı. Özlem hiç kimsenin bir elmayı böyle iştahla yediğini görmemişti. Delikanlının o an sanki elindeki elmayı yemek dışında hiçbir şey umurunda değilmiş gibiydi. Özlem kendini tutamayıp güldü.
O sırada genç adam başını kaldırıp Özlem’in yüzüne baktı. Özlem dikkatsiz davrandığı için kendine kızdı. Genç adamın şaşkınlığı yüzüne iyice yansımıştı. Duyguları ve düşünceleri sanki tamamen yüzüne yansıyordu. Bakışları “İlk kez bu köyde böyle birini görüyorum.” der gibiydi.
Özlem hatasını telafi etmek için yanından geçerken kibarca “Merhaba.” dedi. Delikanlı aynı şekilde karşılık verdi. Fakat Özlem çoğu genç kızınkine kıyasla kalın ve çirkin olduğunu düşündüğü ses tonuyla genç adamın ince ses tonunu kıyasladığında kendisini kaba saba biriymiş gibi hissetti. Fakat tuhaf bir şey vardı, genç adamın tavırları biraz çocuksuydu. Bir insan aynı anda hem yakışıklı bir prens, hem de küçük bir çocuk olabilir miydi?
***
Özlem, köyü sevmişti. Hatta daha önce hiç gelmemesine rağmen kendisini buraya aitmiş gibi hissediyordu. Öğlenki ufak gezintisinden sonra eve dönüp Yeşim Hanım ile sohbet etti. Köyün çevresini çok beğendiğini söyledi. Elma yiyen uzun boylu genç adamdan bahsetti.
“Demek sabah kapımızı yumruklayan kişiyi buldun.” Özlem küçük bir şaşkınlık yaşadı, Yeşim Hanım ise gülüyordu. “Kenan tatlı bir çocuktur. Arada arkadaşıyla buraya gelip giderler.”
“Yani o çoban mı?” Bu soru Yeşim Hanım’ı daha da eğlendirmiş gibiydi.
“Koyunların arkadaşı desek daha doğru olur. Ben hiçbir çobanın bu kadar şefkatli olduğunu görmedim.”
“Nasıl bir şefkatten bahsediyorsunuz?”
“Kenan koyunlara bakarken onu biraz izlersen ne demek istediğimi anlarsın. Aslında bir gün onunla etrafı dolaşabilirsin. O da bazen yanında konuşacak birini arıyordur.”
Özlem öğleden sonra uzun bir süre vaktini kitap okuyarak geçirdi. Akşam uzun bir süre Rauf Bey ve Yeşim Hanım ile sohbet etti. Ertesi gün kahvaltının ardından kitap okumaya devam etti. Mutfakta yardım etmeyi istese de Yeşim Hanım buna fırsat vermedi. Atlarla biraz ilgilendikten sonra evin önündeki grileşmiş sandalyeye oturdu.
Yine Kenan’ı görmüştü. Bu sefer Kenan dünküne zıt yönde yürüyordu. Özlem heyecanlandığını hissetti. Kenan ise her zamanki gibi oldukça sakindi ve neşesinden hiçbir şey eksik değildi. Bu sefer elinde bir sopa tutuyordu. Arada sopasını yere sürtüp uzun çizgiler bırakıyordu.
“Merhaba Kenan.”
Kenan’ın yüzünde dünküne benzer şaşkın bir ifade oluştu. Sonra bu ifade kaybolup yerini rahat yüz ifadesi aldı. Canlı bir şekilde “Merhaba!” dedi. Sanki her gün gördüğü birine selam veriyormuş gibiydi.
“Ben Özlem, Rauf Bey’in misafiriyim. Nereye gidiyorsun?” Kenan başını kaşıyıp düşünmeye başladı. Sanki çok zor bir soru sorulmuş gibiydi. Bir anda işaret parmağını kaldırıp tam karşısını gösterdi. “O tarafa!”
“Sana eşlik edebilir miyim?”
“Olur.” Kenan, Özlem’in diğer sorusu karşısında hiç düşünmemişti. Kenan’dan evet cevabı almak bu kadar kolay mıydı? Genç adam elindeki sopanın ucunu sürterek yürümeye devam etti. Özlem, Kenan’ın sakin adımlarına ayak uydurdu. Her şeyin bu kadar hızlı olması tuhaftı.
***
Aşağı indikten bir süre sonra ağaçların arasında yemyeşil otlara basarak yürümeye başladılar. Kenan taşımaktan sıkıldığı sopasını gelişi güzel bir şekilde yere attı. Bugün Özlem’in dünkü yürüyüşünden farklıydı. Asıl şimdi etrafı keşfettiğini hissediyordu. Bu güzel yerleri ilk defa görüyordu. Serin ve güzel bir hava vardı. Biraz ilerde bir koyun sürüsü duruyordu. Şapkalı biri ufak bir tepenin yamacından sürüyü izliyordu.
İlerledikçe şapkalı gence daha da yaklaştılar. Sarı saçlı ve kısa boylu biri olduğu anlaşılıyordu. Tıpkı Kenan gibi masum ve sevimli bir görüntüsü vardı. Kenan “Merhaba!” dedi.
“Merhaba. Bu kim?”
“Özlem.” İkisi de Özlem orada değilmiş gibi rahattılar.
Şapkalı çocuk Özlem’e doğru yaklaşıp elini uzattı. “Merhaba Özlem. Ben Barış tanıştığımıza memnun oldum.”
“Merhaba Barış. Ben de tanıştığımıza memnun oldum.” Barış’ın nasırlı ellerinden ağır işlerde çalıştığı anlaşılıyordu. Fakat ince ruhlu birine benziyordu. O sırada Barış’ı izleyen Kenan onun yaptıklarını aynen taklit etmeye başladı. Özlem’e elini uzatıp “Tanıştığımıza memnun oldum Özlem.” derken görgü kurallarını uygulamaktan çok bir oyuna iştirak ediyor gibiydi. Kenan’ın elleri zayıf ve kemiksizdi. Umursamazca el sıkışıp biraz önce Barış’ın oturduğu geniş kayaya yerleşti.
“Özlem, köye ilk gelişin mi?”
“Evet Barış.”
“Kenan, Özlem’e Yılan Kayaları’yla ormanın içlerini gezdir.”
“Olur.”
“Görüşürüz Kenan.”
“Görüşürüz.” Barış oradan ayrılırken Kenan ayağa kalktı. “Gidelim Özlem, koyunları otlatacağız.”
***
Bir süre yürüdüler ve düz yeşil bir alana vardıklarında oturdular. Kenan omzuna astığı minik bez çantasını açtı. Çantayı tutan incecik bir ip vardı ve Kenan yürürken çanta arka tarafında kalıyordu. Bu yüzden Özlem’in pek dikkatini çekmemişti. Kenan içinden çıkarttığı küçük bir ekmeği hiç düşünmeden ikiye bölüp yarısını Özlem’e uzattı.
“Sağ ol Kenan, pek aç değilim.”
Kenan uzattığı ekmek parçasını Özlem almadığından dolayı üzüldü. “Ama aç kalırsan hasta olursun.” Belki de üzülmesinin sebebi yaptığı bu açıklamayla ilgiliydi. Aç kalan birinin hastalanacağına inanıyordu. Özlem, az önce Kenan’ın uzattığı yarımı elinden alıp birazını koparttı ve kalanı tekrar Kenan’a iade etti. Şimdi Kenan gerçekten de mutlu gözüküyordu. Önce Özlem’in uzattığı parçayı ardından elindeki yarımın bir kısmını yedi. Kalan parçayı tekrar çantasına koydu. Ardından minik çantasını otların arasına koyup koyunların arasına doğru yürüdü. Bir eliyle kopardığı otları yakınındaki bir koyuna yedirip bir eliyle de başka bir koyunun başını okşuyordu. Özlem bunu bulmuştu. Bir insanın her gün koyunlarıyla bu şekilde ilgilendiğini hayal edemiyordu.
“Her birine tek tek ot vermek zorunda değilsin Kenan. Kendileri yiyebilirler.”
Kenan mahcup bir ifadeyle baktı. İncecik ellerini birleştirip çaresizce durdu. “Ama böyle daha çok hoşlarına gidiyor Özlem.” Özlem bir hata yaptığını düşündü. Her zaman yaptığı şeyden hoşlanan bir insanın elinden mutluluğunu almaya çalışıyor gibi hissetti.
“Ben koyunlarla ilgilenmekten anlamam. Bence senin bu yaptığın daha doğru olmalı. Eğer hoşlarına gidiyor ve sen de böyle yapmaktan zevk alıyorsan buna devam et.” Kenan neşeli bir şekilde otları koparıp koyunlarını sevmeye devam etti. Bir süre sonra sıkılıp Özlem’in yanına oturdu. Kısa bir sessizliğin ardından birden ayağa kalktı.
“Gidelim Özlem, daha gezeceğimiz çok yer var.” Özlem gülümsedi ve ayağa kalktı. Kenan’ın kafasında tam olarak bir planın olmadığı belli oluyordu. Fakat bu durum Özlem’in hoşuna gidiyordu.
Köyden daha da uzaklaştılar. Artık dağlar daha yakın gözüküyordu. Kuş cıvıltıları sanki her zamankinden daha canlıydı. Kenan parmağıyla ilerdeki bir yükseltiyi gösterdi. “Orada uçurumlar var.”
“Neden oraya gitmiyoruz?”
“Koyunlar atlıyor Özlem. Boyları kısa olduğu için yüksek yerleri fark etmiyorlar.” Uzaklarda tepesi bulutlarla kaplı dağlar, yakınlardaysa büyük ağaçlar vardı. “Burada oturabiliriz Özlem.” Kenan böyle der demez yere oturdu. Özlem de aynını yaptı.
Kenan aniden kollarını birbirine kavuşturup sessizce durdu. Sanki yüzünde üzgün bir ifade vardı.
“Bir şey mi oldu?”
“Üşüdüm.”
Özlem tüylü başlığı olan kahverengi deri ceketini çıkartıp Kenan’a uzattı. “Bunu giy.” Kenan mahcup bir ifadeyle “Ama ceketin olmadığı için bu sefer de sen üşüyeceksin Özlem.” Kenan nezaketle dolup taşan saf bir kalbi vardı.
“Merak etme Kenan. Ben üşümem. Aslında ben insanların deli olduğumu düşünmemeleri için ceket giyerim. Bazen de ceplerime bir şeyler koymak için… Burada yalnız başımıza olduğumuza göre bu ceketi senin giymende bir sakınca yok.”
Kenan ceketi alıp giydi. Bilmiş bir şekilde “Aslında iki gün önce burası çok sıcaktı. Hava çok hızlı soğudu. Komik bir durum.” dedi. Ceketin başlığıyla kafasını örtmeyi ihmal etmedi. Ceketin kolları biraz kısa gelmişti ve başlık Kenan gibi ince yüzlü biri için fazla büyük gibiydi. Bir süre sonra ısınmaya başlayınca eski neşeli haline geri döndü
“Zayıf birisin, büyük ihtimalle bu yüzden üşüyorsun.” Özlem bunu söylediği sırada uzaklardan gelen bir havlama işitmişti. “Kenan, daha önce koyunlarla ilgilenmesi için köpek beslemiş miydin?”
“Daha önce köpeğim olmadı, ama Kuşçuk ücretini ödeyince koyunlarla ilgileniyordu.”
“Kuşçuk mu? Öldü mü?”
Kenan alıngan bir şekilde “Hayır! Kuşçuk daha çok küçük bir köpek. Bazen canı sıkıldığı için yalnız başına etrafı geziyor. Belki birazdan gelir.”
“İyi de köyün çok uzağındayız. Buralarda bizi bulmasına imkân yok.”
Kenan, Özlem’e dönüp şaşkın şaşkın baktı. “Özlem, bence Kuşçuk’u tanımadığın için böyle söylüyorsun. O istediğinde bizi hemencecik bulur.”
“Pek sanmıyorum. Köyün çevresinde olsaydık belki dediğin gibi olabilirdi.”
“Kuşçuk!” Kenan hızlıca ayağa kalktı. İlerden açık kahverengi tüyleri, tilkiye benzeyen bir kafası ve hafif tombul bir karnı olan minicik bir köpek geliyordu. Kuşçuk seyircilerinin önüne geldiğinde ufak bir gösteri yaptı. Yerde defalarca yuvarlandı, ardından minik daireler çizerek minik kuyruğunu kovaladı. Bu küçük gösteri esnasında Özlem minik köpekten çok hoşlandı. Kuşçuk sonunda oturup alkış istercesine onlara baktığında Özlem yanına gidip başını okşamak için elini uzattı. Kuşçuk ise bir anda yanlamasına kaçtı. İnleyerek oradan uzaklaştı. Özlem alıngan bir şekilde Kenan’ın yüzüne baktı.
“Bazen yabancılardan korkuyor.”
***
Kenan yeni arkadaşına biraz daha alışmıştı. Artık aklına bir şey geldiğinde Özlem ile paylaşmaktan çekinmiyordu. Bir vakit kollarını birleştirip bitkin bir şekilde durmaya başladı. Sanki yine bir şeyler genç prensi rahatsız etmeye başlamıştı.
“Ne oldu Kenan?”
Kenan biraz üzüntülü bir şekilde “Uykum geldi.” dedi.
“İstersen biraz uzan. Ben koyunlarla ilgilenirim.”
“Peki.”
***
Zaman sanki hem yavaş, hem de hızlı bir şekilde geçmişti. Ne olursa olsun Özlem hiç sıkılmamıştı. Kenan uyandığında bir süre sessizce bekledi. Ardından ceketin başlığını iyice kafasına çekip “Özlem sence komik gözüküyor muyum?” Özlem kahkaha attı.
“Evet, biraz komik gözüküyorsun.” Kenan da güldü. Ceketi çıkartıp Özlem’e geri verdi. İkindiye doğru Kuşçuk geri gelmişti. Dili dışarı çıkmış vaziyette hızlı hızlı soluk alıp veriyor, minik kuyruğunu sallayıp duruyordu. “Kuşçuk nerede kaldın? Ben seni gelmezsin sanıyordum.” Kenan minik çantasından çıkardığı küçük bir ekmek parçasını Kuşçuk’a verdi. Kuşçuk ekmek parçasını çabucak yiyip tekrar Kenan’ın yüzüne baktı. Kenan bir süre önce ekmeğin birazını daha yediğinden demin Kuşçuk’a verdiği parçadan başka bir şey kalmamıştı. “Ekmek bitti.” Bu duruma sinirlenen Kuşçuk hırıltılı bir homurdanmayla oradan uzaklaştı.
Kuşçuk’un uzaklaşmasından sonra Kenan sürüyü harekete geçirdi. Özlem’i Barış’ın bahsettiği Yılan Kayalıkları’na götürdü.
“Buraya neden Yılan Kayalıkları ismi verilmiş?”
“İsmini biz verdik Özlem.” Özlem bir kahkaha attı. Kenan alıngan tavrıyla “Özlem niye gülüyorsun?” dedi.
“Ben de bunun bir efsaneyle ilgili olduğunu düşünmüştüm. Normalde bu tarz şeylerin bir açıklaması olur.”
“Açıklaması var Özlem. Kayalara baksana, yılan gibi kıvrılıyor.”
“Haklı olabilirsin Kenan, ama genellikle benim söylediğim durum geçerlidir.
Köye yaklaştıklarında son molalarını verdiler. Aslında Özlem burasının son duraklama yeri olduğunu bilmiyordu. İçinden bir ses  Özlem’e bugünkü kır gezintisinin birazdan biteceğini söylüyordu.
“Burada olmamızın özel bir sebebi var mı?”
“Birazdan Barış gelecek.” Özlem’e içinden bir ses bu bekleyişin uzun sürebileceğini söyledi. Özlem burasının sabah Barış ile karşılaştıkları yer olduğunu fark etti. Barış koşa koşa neşeli bir şekilde geldi. Nasıl olduysa Kenan zamanlamayı iyi tutturmuştu. Kenan heyecanlı bir şekilde Barış’ın geldiği tarafa baktı. Ellerinde bir şeyler vardı.
“Yaşasın elma!” Barış hiç konuşmadan elmalardan ikisini Kenan’a uzattı. Kenan da birini hızlıca Özlem’e uzatıp diğerinden bir ısırık aldı. Yeşil renkli ve tatları ekşiydi. Kenan kadar iştahlı olmasa da Barış kendi elmasını büyük bir keyifle yiyordu.
“Elmalar vaktiyle benim ektiğim bir ağaca ait. Ekşi elmalar buralarda olmaz. Bir kere tesadüfen tohumunu buldum. Kenan ve ben çok seviyoruz.”
“Bana kalırsa Kenan bütün elmaları seviyor.” Bunu duyan Kenan “Evet!” diye onayladı. “Bugün Kuşçuk aç geldi. Bilsem ekmeği yemezdim.” Barış “Ben akşam eve gidince ona verecek bir şeyler bulurum, kafana takma.” dedi.
Uzun bir süre oturdular. Barış Dişbudak Köyü’nün yakınındaki köy ve kasabaları anlattı. Özlem, Barış’ın ailesine ait bir tarlada çalıştığını arada Kenan’a yardımcı olduğunu öğrendi. Sohbetten sonra evin yolunu tuttular. Evlerin önünden geçtikçe koyunlar da birer birer azalmaya başladılar. Rauf Bey’in evinin önünde geldiklerinde Kenan ve Barış, Özlem’le vedalaştılar.

10
Düşler Limanı / Donu Kaybettik!
« : 01 Nisan 2013, 22:13:52 »
DONU KAYBETTİK!
[/b]

Yaşadığı dünyanın içinde kaybolup gitmiş, geleceği olmayan basit bir muhasebeci parçasıydım. Sanki başarısızlığa susamış biriydim. En kötüden daha kötü, en acınası olandan daha acınası bir durumdaydım. Bu arada mevcut durumum o kadar kötü olmamasına rağmen niye kendimi bu kadar çok aşağıladığımı bilmiyorum. Galiba zaman zaman kendimi ne kadar ezersem, sonradan gaza gelip ilerde çok başarılı olacağım gibi bir hisse kapılıyorum.
Uzatmayayım da öykünün konusuna gireyim, biraz uzattım mı çok uzun diye yazılarımı kimse okumuyor. Bu yüzden iki sayfadan uzun yazmamaya çalışıyorum.
Bu sabah yağmur yağmadığı halde, erken saatlerde yağmurluk giyen, şemsiye tutan bir adam eski Kent Sineması’nın önünden hızlı bir şekilde geçip Zafer tarafına doğru gidiyordu. Hikâyelerde ve romanlarda gerçeğe uzak karakterler sunulması hiç hoşuma gitmez. Yazarların gerçekçilik yönünden zayıf hayal güçleriyle bir de takdir edilişleri yok mudur? Ne kadar da iğrenç bir şey. Belirtmeliyim ki bu öyküye konu olan o yağmurluklu hıyar bendim. Neden böyle giyindiğimi bilmiyorum.
O sabah büyülü bir hikâyenin tam da ortasına düşmeyi beklemiyordum. Bir dükkânın vitrinindeki, heykelsi bir siluetin üzerinde krem rengini anımsatan sıra dışı bir parıltı görmüştüm. Vay canına, hayatımda hiç bu kadar güzel bir şey görmemiştim. O an bambaşka bir alemde, bambaşka şeyler düşünüyordum. Kendime sorduğum bazı sorular vardı. Ne kadar zamandır tutkularımı bir kenara atmıştım ve ne kadar zamandır hayallerimden vazgeçmiştim? Hiç düşünmeden içeri girdim.
Tesadüf bu ki dükkânda karşıma eski mahallemden tanıdığım, benden yaşça biraz küçük bir arkadaşımı görüyordum. Gördüğüm kişi mahallenin eski ayakkabıcısı Kerim Efendi’nin oğlu Mümtaz’dan başkası değildi. Mümtaz beni tanıdığını ifade eden bir bakış atıp, cana yakın bir şekilde hoş geldin, dedi.
“Buyur Sercan Abi, dükkân senindir, buradan istediğini al. Hiçbir şeye para ödemek zorunda değilsin.” Bir an hiç farkına varmadan bakışlarım dükkânda onun olduğu tarafa yöneldi. Mümtaz durumu anlamıştı. “Buraya neden geldiğini şimdi anladım Abi. Bulutların üzerinde uçuyorsun, sil o düşünceyi aklından ağabey. Davul bile dengi dengine çalarmış. Bu arada günlük hayatta ağabey lafını kullanmak ne kadar saçma oluyor değil mi? Neyse, bi de sabahın köründe felsefe yapıp milletin kafasını zambuldatmanın bir manası yok. Kısacası kafanızdan o düşünceyi silin. Yoksa bedelini ödeyemeyeceğiniz bir şeyi şimdiden sahiplenmenin getirdiği yükün ağır hayal kırıklıklarını yaşarsınız. O sizin ve benim gibilerin asla elde edemeyeceği bir şey.
“İpeksi görüntüsü, çocuksu hali sizi kandırmasın. Bizlere yakın gözüktüğü kadar uzaktır. İhtişamına kanmayın, hayallerinize girmesine asla izin vermeyin. Size zannettiğinizden çok pahalıya mal olur. Tutku ve hayallerin her zaman yükseklerde durmasına inanmama rağmen, böyle bir durumda gerçekten yana bir tavır takınmak gerektiğine inanırım. Çok konuştum sabahın köründe. Ben depoya inip eşyaları çıkartacaktım yav! Dükkânın sahibi tüm mal depoda kalıyor, diye kızıp duruyor. Aptal herif, ben mi sana küçücük dükkâna fabrika deposu tut, dedim? Neyse, sonra görüşürüz Sercan Bey.”
Mümtaz gittikten sonra ben de fazla durmadım, işler beni bekliyordu. Gün boyunca masa başında ne zaman boş bir anım olsa onu düşünmüştüm. Bir yandan da Mümtaz’ın sözleri kulaklarımda yankılanıyordu. Sonraki gün vitrinden geçerken ona baktım. Ertesi gün ve ondan sonraki gün aynı şeyi tekrarladım.
Bir akşam vakti eve geldiğimde başım gün boyu hesaplarla uğraştığım için ağrıyordu. Çok geçmeden yattım. Rüyamda Mümtaz’ın çalıştığı dükkândaydım. Aynı yere, aynı şeye bakarken buluyordum kendimi. Sonra Mümtaz karşıma çıkıyor, bu sisli rüyada benle konuşmaya başlıyordu.
“Sercan Abi, bugün patron dükkânı dandik diziler çeken bir yönetmene kiraladı. Bu beceriksizlerin sis makinesi bozulunca her tarafı duman basmış, bu sis yüzünden dükkânda sigara içirttiğimizi sanıyor herkes, sakın sen bizi yanlış anlama, bizlik bir durum yok. Anasını satıyım, sinemacılıkta çok gerideyiz! Ne olacak bu dükkanın hali? Pardon, ne olacak bu ülkenin hali, demek istemiştim.” Bu rüyayı hiç hayra alamet görmedim. Ertesi gün yolumun üstündeki dükkâna gelip, vitrine baktığımda rahatladım. İçeri girip Mümtaz’la konuşmak istedim.
Mümtaz birkaç malı yerleştirmekle meşguldü. İçimi rahatlatmak için bir anda konuya girdim. Rüyamı anlatıp aslı çıkmadığı için ne kadar rahatladığımı söyledikçe sanki Mümtaz’ın yüz ifadesi de bir o kadar karanlık bir hal alıyordu.
“Görüntüsü sizi aldatmasın, onu kaybettik.”
“Ne? Ne kaybetmesi lan? Dalga mı geçiyorsun, işte orda duruyor, nasıl onu kaybederiz?”
“Durun, önce bir sakin olun. Size her şeyi başından anlatacağım Sercan Bey. Birkaç ay önce bize yeni açılmış bir fabrikanın ürettiği, nano teknolojik kendi kendini temizleyen, daima parlak ve ışıltılı gözüken bir ürün tanıtım amacıyla verilmişti. Onu ilk gördüğümüzde o kadar güzeldi ki hepimizin hayallerini süslemişti. Sizin gibi bizde çok etkilenmiştik, sizin gibi biz de onu düşlerimizde sahiplenmiştik. Bunun yanında ilerde neler olacağını merakla bekliyorduk. Daha seri üretime geçmediği halde herkesin gözü bu ürünün üzerindeydi. Sanki düşlerden daha güzel, hayattan daha gerçekti. Ne gariptir ki fabrika bir türlü üretime geçemedi. Tüm bunlar olurken bu ürün başka mağazalara verildiğinde, müdürlerinden tutun da çalışanlara birçok kişi bu ürünü o kadar beğenmişti ki böyle bir hakları olmamasına rağmen vitrinde sergilemek yerine kendilerine saklamışlardı. Henüz böyle bir ürün piyasada olmadığından kimseye satmamak için yüksek bir etiket fiyatıyla malı vitrinde sergilemeye karar vermiştik. O paha biçilmez şey bir gece dükkâna gizlice giren bir eşşolueşşek tarafından çalındı. Hayvan herif, çalacaksan bir sürü şey var, ne yapacaksın vitrindeki donu? Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Yanlış anlama abi, sözlerim meclisten dışarı. Hayvan herif! Bu arada belirmeliyim ki senin onu ne kadar önemsediğini o ilk gün en başından anlamıştım. Bunların olacağını ilk günden bilseydim, hiç düşünmeden aranızdan çekilir, onu sana verirdim.
“Neler söylüyorsun Mümtaz? O maldan bir tane daha getirtemez misin? Gerekirse sana milyarlar veririm. Hem şu vitrindeki benim tam da aradığım şey değil mi?”
“Kusura bakma Sercan Abi. Daha firma seri üretime geçmeden bu Çinliler çakmasını piyasaya yaydı. Adamlarda nasıl bir sahtecilik, nasıl bir çakmacılık var anlamıyorum. Dikkat edersen mankenin üzerindeki senin aradığın şeyin yakınından geçemeyecek kadar kalitesiz bir ürün. Bizimkiler ertesi gün hem donun kaybolduğunu, hem de kasadaki paraların soyulduğunu patrona söyleyememişler. Şimdilik durumu idare ediyoruz, ama ilerde ne bok yiyecekler bilmiyorum. Bunlar bir kenara ben senin için üzülüyorum. İnan bana her şeyin bitmediğini bir şansın daha olduğunu söylemek isterdim. Sana bizzat fabrikaya gidip şansını denemeni önerirdim, fakat şu an için böyle bir şey de mümkün değil. Artık fabrikanın varlığından söz etmek de imkânsız. Henüz yeni kurulan bir iç giyim firmasıydı, çok büyük hedefleri vardı. Geçenlerde fabrikanın sahibinin damadı, fabrikanın kasalarını patlatıp kızla beraber yurt dışına kaçmış. Hayvan herif, bari kayınvalideni soy. Ne istiyorsun lan adamcağızdan? Eşşolueşşek! Abi, bilseydim o donu en başından sana verirdim. Her şey dün netliğe kavuştu. Dün gece adamcağız bir açıklama yapıp iflas ettiğini açıkladı. Daha öncesinde senin buraya sürekli geldiğini fark ettiğim bir gün fabrikayı arayıp, üründen bir tane daha istemiştim, ama bana bunun mümkün olmadığını söylediler. Bunun ne demek olduğunu biliyorsun. Sercan Abi, lütfen beni affet.”
Mümtaz her şeyi düzgün bir dille ve olabildiğince kara bir gerçeklikle izah etmişti. Hüzünlü bir şekilde boynumu bükmüştüm. “Senin yapabileceğin bir şey yoktu Mümtaz. Her şey benim suçumdu. Hiçbir zaman hayallerime yeterince değer vermemiş, onlara tam olarak inanmamıştım. Fakat bu yanlışımdan bir ders çıkardım. Bu olayı unutmaya çalışarak arkamda bırakmayacağım. Kendi hikâyemi bu akşam kâğıda döküp nerede yanlış yaptığımı yazacağım, aynı hatayı başka insanların yapmasına engel olacağım. Popülist kültür bizleri ne hale getiriyor? Bizleri yalanlarla, boş şeylerle oyalıyor. Zihnimize dayattıkları fikirlerle yıllarca ne kadar boş şeylerle uğraştık.”
Mümtaz sözlerimden etkilenmiş, o da benim gibi duygulanmıştı. “Sercan Abi, tamamen haklısın. Seni hep bir yazar olarak hayal etmiştim. Popülist kültüre bizler için de bir tokat vur ki basitliklerden ve kendimize söylediğimiz yalanlardan, her gün izlediğimiz Hollywood yapımı beş para etmez filmlerden, ardı arkası kesilmeyen dizilerden, hatta insanlara sürekli tükettiren modadan bir anlığına uzaklaşalım. Bak ne diyeceğim, bu hikâyeye vereceğin isim Donu Kaybettik, olsun. Bu kadar çıplak bir gerçeklik anlatmak istiyorsan insanların karşısına soyunup kendi doğrularınla çıkmasını bilmelisin. Gerçi bu isim son zamanlar piyasaya çıkan genç bir yazarın sürrealist bir tarzda yazdığı bir hikâyenin adına çok benziyor ama o herifi kimse tanımıyor. Zaten yazdığı hikâyeden bi bok anlamamıştım. Hikâyenin isminin sonuna da ünlem koy!” Mümtaz’la sarılıp vedalaştım. Ne kadar üzülsem de, ne kadar dayanılmaz olsa da acılarımı içime gömmeyecektim.
İşte Mümtaz’la konuşmamdan kısa bir süre sonra ofisime gidip bu hikâyeyi karaladım.

11
Düşler Limanı / Ynt: Prizci Burak
« : 26 Ocak 2013, 19:58:55 »
3. Bölüm

“Korkmayın Hanımefendi! Ne kadar yüksekte olursak olalım, bir an kayıp düşseniz bile sizi yüzlerce kez kurtarabilirim.”

“Miyav!”

“Ben kim miyim? Elbette tahmin ettiğiniz kişi; Süpermen”

O an aşağılardan bir ses duyuldu.

“Burak! Hadi burada canım sıkılıyor.”

O sırada Burak tırmandığı ağacın dalındaki kediye tüm dikkatini vermişti.  Arkadaşı bir kez daha Burak’ın tabiriyle oyunun içine etmişti. Burak’ın yüzündeki centilmen ifade tamamen kayboldu. Boynuna bağladığı kırmızı pelerini rüzgârdan ötürü dalgalanmaya başladı.

“Canın çıksın Sait! Tam da pelerinim dalgalanmıştı. Bir çeneni kapasan ben bu kediyi elli kez kurtarmıştım. Sürekli oyunun finalinin içine ediyorsun. Başlarım böyle Süpermenciliğe!”

Burak sırtındaki pelerini çıkarıp, dalın üstündeki kediyi pelerinin içine sardı. Ardından sanki kundaklanmış gibi başı dışarıda kalan kediyi kısa sürede sırtına gelecek şekilde bağladı.

“Böyle süper kahramanlık mı olur? Her şeye bir şey buluyor. Sabahtan beri bir kedi kurtarabildik.”

“Ben evcilik oynayalım demiştim sana.”

İki yıl önce Burak şimdiki halinden tamamen farklı bir çocuktu. Eskisine kıyasla özgüveni daha yüksek, sosyal hayatta daha başarılıydı. Halil Bey’in Burak’ı okuldan alıp kendisinin yetiştirmeye başlaması konusunda çevredeki insanlar oldukça fazla dedi kodu yapmışlardı. Fakat kimse Halil Bey’in karşısına çıkıp bir şeyler gösterme cesaret gösterememişti. Üstüne üslük bu konuda kimse Burak’a da bir şeyler söyleme cesareti gösteremiyordu. Çünkü Burak tamamen Halil Bey’in küçük bir kopyasına dönüşmüştü. Burak daha geçen hafta Sait’le beraber oynadığı Örümcek Adamcılık oyununda oyuna dahil olmamalarına rağmen mahallenin bütün çocuklarını dövmüştü. Mahalledeki anne babalar Burak’ı köşeye sıkıştırdıklarında ilginç bir savunma yapmıştı.

“Yozlaşmış bir ülkede adaleti kendi başımıza sağlamaktan başka bir seçeneğimiz yoktu.”

O sırada Sait ağlamaktaydı.

“Hüseyin Amca, valla ben bir şey yapmadım.”

“Hain! Yeminimize ihanet ettin.”

Mustafa’nın babası Hüseyin Bey Burak’a engel olmasaydı, tam o sırada Burak Sait’in çenesine yumruğunu geçirecekti.

“Oğlum, kaç kez evcilik gelişimimiz için uygun bir oyun değil, diyeceğim sana? Evcilik kız oyunu!” Burak bunları söylerken birkaç metre ötede evcilik oynayan çocuklar gözlerini onların olduğu tarafa diktiler.

“Aha, daha dün bu salaklar evcilik oynarken bize başka evde kalacaksınız dediler. İki tane erkeğin aynı evde ne işi var lan?”

“Ama sen, biz çocuk olmayız dedin.”

“Sait biraz mantıklı düşün. Biz koskoca adamlarız, bu salakların çocuğu olmamız sence mümkün mü? Şunların haline bak; Kızlar fincanları getirmiş, erkeklere sürekli boş fincandan çay içiriyorlar. Eğer bu oyunu ben oynasam, çayı bırak, evden kendi başıma kısır salata yapıp getiririm. Böyle mi oynanır evcilik?”

“Ama Burak, öyleymiş gibi yapacaksın.”

Burak öfkeden kıpkırmızı oldu.

“Şimdi sana kediyi fırlatırım buradan! Senin yüzünden kediyi bir saattir buradan kurtaramadım. Çok biliyordun da niye bu oyunda öyleymiş gibi yapamıyorsun? Sana, Batman ol kediyi sen kurtar dedim, ben ağaca tırmanamam dedin. Clark Kent’ken gazetecilik yapalım, dedim, gazeteciliğin temel kurallarını bilmiyorsun. Ben ne yapayım sana, uzaydan oyun mu indireyim?”

“Ben çocukların yanlarına gitçem, senle oynamak istemiyorum.”

“Git de seni evlerinin köpeği yapsınlar haysiyetsiz herif. Ben koskoca Prizci Burak’ım.” Çocuklar Burak’ın olduğu tarafa bakmaya devam ediyorlardı. “Bana bakın sanayide, elektrikçinin yanında yaz boyunca çalıştım. Siz ev geçindirmeyi ne bileceksiniz? Anca boş fincanları doldurup doldurup içmesini bilirsiniz, sizi zavallılar! Gerekirse bu mahalledeki tüm oyun arazisini satın alırım. Yarın buradan defolup gideceksiniz. Haddinizi bilin, aşağılık ayak takımı!”

***

Hatice Hanım öğlen vakti yemek yapmakla meşgul olurdu. Bir ara evin zilinin çaldığını duydu.

“Miyav!”

Ardından da bir kedi miyavlaması duymuştu. Bir kedinin zili çalması herhalde mümkün değildi. Şüphesiz gelen Burak’tı. Kapı açıldığında Burak başını yukarı kaldırdı.

“Anne, kusura bakma. Evin anahtarını çektirdiğimi biliyorsun, ama bu sefer yanıma almayı unutmuşum. Kimseye yük olmaktan hoşlanmadığımı biliyorsun. Bu arada saat kaç yav?” Burak yazın biriktirdiği parayla aldığı küçük kol saatine baktı. “Hımm! Saat on ikiyi yirmi beş geçiyor. Odama börek, çay getir. Bir saat sonra tatlıları da getirebilirsin. Süt şimdilik dursun, çay vitaminini öldürüyor. Sen sütü tatlılarla getir, kediye de peynir. Bu acemi bugün ağaçtan inemedi, biraz vahşi doğa eğitimi vereceğim.

“Miyav!”

Hatice Hanım Burak’a verdiği kumaşın çaprazlama bağlı olduğunu ve kedinin Burak’ın arka tarafından başını uzattığını yeni fark etti.

Burak doğal bir tavırla içeri girdi. Hatice Hanım Burak’ın ne söylediklerinden ne de hareketlerinden bir şey anlayabilmişti. Mutfağa gidip işinin başına döndü.

Akşam evin zili bir kez daha çaldı.

“Allah Allah! Anahtarı unutmuşum. Hatice, kusura bakma.”

İçeri giren Halil Bey’i Hatice Hanım, oturma odasına kadar takip etti.

“Bugün önemli bir şey oldu mu? Burak ne yaptı?”

“Bir ara evin prizlerinden biri bozulmuş diye elektriği kesip, prizi sağlam olanla değiştirdi Halil.”

“Onu demiyorum. Önemli bir şey oldu mu?”

“Bilmiyorum ama senin dünya klasiği dediğin kitaplardan birini alıp okumaya başladı.”

“Hatice ben bir sürü kitap aldım. Çocuğa onlardan birini versen olmaz mıydı?”

“Halil, onların hepsini çoktan bitirdi.”

“Haa… Tamam, öyleyse sorun değil.”

Halil Bey kanepede oturan Burak’a baktı. Elindeki kitabı okumakla meşguldü. Bir kedi, duvara çakılmış bir çiviye bağlı ipin ucundaki peyniri zıplayıp düşürmeye çalışıyordu.  

“Ne yapıyorsun evladım?”

“Rus edebiyatına bir bakıyım, dedim Baba. Dostoyevski okuyordum ilgimi çekmedi. Şimdi Tolstoy’a bakıyorum. Bunu da beğenmedim. Bu Ruslar hep böyle ümitsiz insanlar mı? Bu kitaplar yüzünden başkaları olumsuz etkilenebilir.”

“Evladım bırak Rus’u. Şimdi seninle önemli bir konuyu konuşmamız gerekiyor.”

Halil Bey, oğlunun karşısına oturdu.

“İki yıl boyunca uzun bir yol kat ettik. Bir şey çok açık duruyor. Okulun sağladığı bütün imkânları sana tek başıma sağlayamam.”

“Burak şaşkına dönüp, hızlıca ayağa kalktı.”

“Okul mu? Hayır, o lanet yere geri dönmek istemiyorum. Bu şekilde mutluyum.”

Burak’ın abisi Tahsin oturma odasına girdiğinde sanki Amerikan filmi havasındaki bir konuşmayı dinliyormuş gibi hissetti.  

“Gerçeklerden kaçamazsın delikanlı. Bir şekilde bu son bizi başlangıcımıza götürecekti. Seni ülkemizdeki yozlaşmış eğitim sistemine bir son vermen için eğitmiştim. Gölgelerin içlerine gizlenmiş şeytanlar vatanımızın kaderiyle oynarken bizler sakin bir şekilde evimizde oturamayız. Bize ihtiyaç duyan insanları böyle karanlık bir devirde yalnız bırakamayız.”

“Fakat baba, sen de beni biraz anlamalısın. Benim sıradan bir okulda, sıradan öğrencilerle yan yana olmamı istiyorsun. Daha o çocukların hiçbiri soyut işlem dönemine geçmediler bile.”

Halil Bey hafifçe irkildi.

Eşşolueşşek! Ben yokken eğitim bilimleri kitaplarını da okumuş.

“Bense bir dehayım. Benden çok daha gerideki insanlarla aynı sıralarda dirsek çürütemem.”

“O çocuklar senin arkadaşların Burak. Senden öğrenecekleri çok şey var. Senden tek istediğim okula geri dönmen. Her şeyi ayarladım. Müdür Bey seni birkaç sınava sokacak ve ardından bu yıl üçüncü sınıftan başlayacaksın.”

Burak bir an sanki zaman durmuş gibi hareketsizce kaldı.

“Benden istediğin buysa yapacağım. Ben de her vatandaş gibi ülkemi aydınlık ufuklarda görmek istiyorum.”

Halil Bey ve Burak birbirlerine sarıldılar. Yarın yeni bir gün ve yeni bir mücadele başlıyor olacaktı.  

12
Düşler Limanı / Ynt: Prizci Burak
« : 02 Mayıs 2012, 23:58:50 »
Eksiklikleri ve hataları elimden geldiğince düzeltmeye çalıştım. Ara ara kontrol etmeye devam edeceğim. Epey hata yapmışım. :D

13
Düşler Limanı / Ynt: Prizci Burak
« : 02 Mayıs 2012, 07:46:03 »
Oldukça ilginç ve özgün bir yazı olmuş. Okurken yer yer epey eğlendim, farklı bir kafa yapısından çıktığı belli. Yazım dilinde gerçekleşecek gelişimlerle başarılı bir yazar daha doğabilir, tekrarlara ve kelime kullanımına biraz daha dikkat ederek yeni öykülerinizi okumak dileğiyle :)

Teşekkür ederim Amras Ringeril. Ben de bir yorum gelse diye bekliyordum, Kayıprıhtım'a bakmak yeni aklıma geldi. Eksiklikleri olduğunu az çok tahmin ediyorum, bir ara düzeltmeye çalışırım. Arada kafam şiştiğinde ne yazdığımı ben bile bilmiyorum. :D

14
Düşler Limanı / Prizci Burak
« : 01 Mayıs 2012, 13:43:03 »
Prizci Burak

Bazı şeyler olduğu gibi durur. Veli toplantısı başladığında eski sıralara oturanlarda yedi yaş hatıraları canlanırdı. Güneşli bir günün sabahında, 1A sınıfında öğretmen neşe ile bütün velilere teşekkür ediyordu. Keyifli bir gündü. Anne babalar ilk veli toplantısında birinci sınıf öğrencilerinin sıralara oturdukları ilk gün gibi heyecanlıydılar.

Öğretmen, velilerin çocukları hakkındaki sorularını almadan önce genel bir konuşma yapıyordu. Eğitimin, öğretimin öneminden bahsediyor, öğrencilerin nasıl başarılı olmasının sağlanabileceğini anlatıyordu. Konuşmasında genel olarak küçükleri sevgi ile kucaklamanın önemine değiniyor, onların nasıl sıkmadan nasıl çalıştırılabileceğini anlatıyordu.

Geciken bir baba apar topar sınıfa girdi. Nazik ve sessiz bir şekilde kusurunun bağışlanmasını dileyen veli en yakındaki boş sıraya geçti. Öğretmen konuşmasının temposunu düşürmeden sözlerine devam etti.

“Çocuklarımız bizim geleceğimiz. Bu yüzden onları çok iyi yetiştirmemiz gerekiyor. Aileler olarak yeterli zamanımızı çocuklara ayırmaktan çekinmemeliyiz Sayın Veliler.” Öğretmen bunları söylediği sırada, demin gelen ve dikkatli bir şekilde öğretmenin konuşmasını dinleyen veli öğretmenin söylediklerini bir kâğıda not alıyordu. Eğitimli bir görüntüsü ve sakin bir üslubu vardı.

“Efendim, çok haklısınız. Bu yüzden bizler çocuklarımıza kendimize verdiğimiz değerden daha fazlasını veriyor, onlar için daha çok çalışıyoruz. Onları sevgi ile yetiştirmeliyiz.”

“Çok güzel Beyefendi. Aynen bunları anlatmak istedim.”

“Rica ederim Hocanım.”

“Yalnız biliyorsunuz ki, bizler genellikle ‘öğretmen’ denmesini tercih ediyoruz.” Öğretmen Hanım bu latifenin ardından gülümsedi. Kibar veli kafasına bir şey dank etmişçesine “Ah! Affedersiniz.” dedi.

“Neyse Öğretmen Hanım, ben bizim oğlanın durumunu sormaya geldim.”

“Bekleyin beyefendi, şu an konuşmamız hala bitmedi.” Veli Neşe Hanım’ın uyarısını anlamamış gibiydi.

“Hocam dükkânda işler bekliyor. Benim oğlanın durumundan hızlıca bahsetseniz de ben gitsem…”

“Allah Allah! Hem geç geliyorsunuz, hem konuşmamı bölüyorsunuz, hem de erken gelen insanlardan daha fazla öncelik mi bekliyorsunuz?”

“Hocam!”

“Beyefendi, demin size ne dedim?” Az önce bu tatlı havanın bozulmasını kimse beklemiyordu. Hele biraz önceki cümleleri sarf eden veli yüzünden bunların olması bir hayli  garip bir durumdu.

“Öretmenim, dükan bugün kalabalık. Bana oğlanın durumunu söyleyin de gideyim.” Öğretmen, demin diğer velilere nazaran çok daha aklı başında ve bilinçli bir görüntü sergileyen adamın bir anlı hızlı değişimi yüzünden küplere binmişti.

Öğretmen kısa bir andan sonra veliyi başından savmayı istedi.  “Kim sizin oğlunuz beyefendi? Kim Allah aşkına?” Veli ise kendinden emin ve gururlu bir şekilde konuştu:

“Hocam, ben Burak Altuntaş’ın babasıyım.” Öğretmen bir an sessizce durdu.

“Aa! Siz o çocuğun babası mısınız beyefendi? Ben oğlunuzdan hiç memnun değilim. Ne dersleri dinliyor, ne ödevlerini yapıyor, ne de sınıftaki aktivitelere uyum sağlıyor.”

“Nasıl olur Öğretmen Hanım. Benim oğlumda bu dediklerinizin hiçbiri yok. Daha siz öğrencilerinizin ismini bilmiyorsunuz.” Bu tuhaf iddia kuşkusuz hiçbir veliden beklenemeyecek bir şeydi.

“Saçmalamayın beyefendi.” Neşe Hanım klasik bir öğretmen tiplemesinin sergileyeceği sabrı sergilerken isminin aksine artık hiç de neşeli değildi. Önündeki kâğıtları karıştırıp bir tanesini çıkartıp veliye gösterdi. “Bakın ara karneye de oğlunuz ne halde bi görün.” Halil Bey oğlunun karnesindeki satırları tek tek okumaya başladı.

Velilerden biri kendini tutamadı. “Hadi be kardeşim! Biz hepimiz seni beklemek zorunda mıyız?”

“Kes lan! Hocam burda bi yanlışlık var. Bi defa benim oğlanın matematiği beştir. Üstelik çok iyi resim yapar, hem sesi de çok güzeldir. Müzüğe üç vermişsiniz.”

“Hiç alakası yok beyefendi,  matematikte sorduğum hiçbir problemi yapamıyor. Üstelik sınıf şarkı söylerken koroya hiçbir zaman ayak uydurmuyor. İnatla ya baştan ya da sondan gidiyor?”

“Hocam olmaz öyle şey, bi kere dedesi müezzindi. Tasavvuf musikisini en iyi benim oğlum bilir.”

“Beyefendi lütfen toplantıyı daha fazla bölmeyin.”

Artık öğretmenin sabrı iyice taşıyordu, fakat tuhaf bir şekilde Halil Bey’in de sabrı taşıyordu.

“Kes laan!” Halil Bey ufak yapılı bir adamdı, fakat öyle gür bir sese sahipti ki her bağırdığında sınıf sanki bir gümbürtü eşliğinde sallanıyordu. “Ne acıdır ki, bu sistem çürük temeller altından çıkan, inanmış ama öğrenmemiş insan müspetteleriyle genç dimağların beynini kirleten, ideal öğretmen kutsiyetini taşımayan bozuk kalıplarla genç neslimize saldırıyor. Kendi ülkemizde evlatlarımızı taze çiçekler gibi saksıda durmak bir yana, tuzlu sularda ölüme terk ediliyor. Bu cinayet kendi gözümüzün önünde kendine öğretmen diyen beyni sulanmış zombiler tarafından işleniyor. Bu soysuz dinazorların çocuklarımıza saldırmalarına daha ne kadar izin vereceğiz?” Halil Bey kısa bir an bekledi. Fakat bu bir anlık sessizlik anında beklediği destek kimseden gelmeyince konuşmasına devam etti. “Bunlardan biri de şurada gördüğünüz sistemin zırhıyla kendini savunan iğrenç kadındır.” Halil Bey ‘şu kadın’ derken parmağıyla karşısına kimi aldığını vurguluyordu. Bir yandan da eski Türk filmlerinde mahkemelerde edebi cümleler kuran, duygusal tarzda savunma yapan avukat rolündeki aktörleri anımsatıyordu. “Ne öğretmen maksadıyla bu tahtanın önünde kendi saçının bir telini yıpratmak gibi derdi var, ne de sadece para kazanmak maksadıyla bugün burada karşımızda duruyor.” Halil Bey peş peşe lafları sıralıyor, konuşmasında gittikçe daha ağır ithamlarda bulunuyordu. “Size bu sistemin zırhını taşıdığınız için saygı göstermek zorunda olduğumu mu sandınız? Siz minik beyinlerin zihnini kirleten melek yüzlü bir şeytansınız hanımefendi!”

“Aaa!”

Halil Bey konuşmasını bir adım daha umursamaz bir noktaya taşımıştı “Bee! Salak karı! Alfabeyi yeni mi söküyorsun?” Hanımlar veliler ne diyeceklerini şaşırmış vaziyette ağızlarını kapatıyor, birçok velinin gözleri öyle kocamanca açılıyordu ki ateş almayı bekleyen toplar gibi sanki her an dışarı fırlamayı bekliyordu. Birkaç baba ise oturdukları yerden ellerini kollarını sallayıp Halil Bey’e bağırıyorlardı ama Halil Bey zerre kadar korkmuyordu. “Oturun lan siz de yerinize, kâğıt kahramanlar! Bundan sonra biricik oğlum Burak’ı kendi ellerimle yetiştirip içi boş kalıpların ve dogma düşüncelerin ötesine çıkartacağım. Onun taze zihnini ötesi olmayan saçmalıklar ve işlevsiz bilgiler doldurmayacak. Allah belasını versin, bu okulun da sizin de, bu Millî Eğitim Bakanı’nın da…” Halil Bey’in bela okuduklarının listesine ekledikleri uzadıkça birkaç dakika kadar geçmişti. Ardından Halil Bey esareti yırtan cesaretin verdiği asil yürüyüşüyle bir örnek baba olarak sınıfı terk etti. Arkasında şaşkın bir kalabalık bıraktı.


Bu korkunç günün ardından bir hafta geçmişti. Neşe Hanım sıradan bir şekilde başlayan o korkunç günde ağır bir sinir krizi geçirmişti. Temiz ve titiz görüntüsü ile akıllarda kalan Neşe Hanım saçını her topladığında kısa bir sürenin ardından topuzu sebepsizce dağıldığı için cadı gibi bir görünüyor, öğrencilerini eskiden olduğundan daha çok korkutuyordu. Diğer yandan sınıfta her defasında bir şeye kızacak olduğunda bu tepkisi bünyesine fazla geliyor, kendini kaybeder gibi oluyor, hemen masanın üzerinde duran su bardağına uzanıp ceketinin cebinden çıkardığı peçeteyi açıp hazırda beklettiği ilaçları içiyordu. Olayı etkisinde kaldığı bir hafta boyunca o günle ilgili herhangi bir şey aklına geldiğinde elleri ayakları titremeye başlıyor boş bir sandalyeye kendini atıyordu. Bu olayın tek iyi tarafı ise Burak denen o iğrenç çocuktan kurtulmuş olmasıydı. Neşe Hanım gibi idealist bir öğretmene göre öğrencilerinin en az yüzde altmışı iyi kolejlerde okumalıydı. Kalan öğrenciler iyi öğrencilerin sistemde yer bulabilmesi için hak ettiği konumlarda durması gerekiyordu. Fakat bu konumlar arasında şimdiye kadar hiçbir yeri doldurmayacak, hiçbir baltaya sap olamayacak, bu kadar iğrenç, bu kadar çirkin tek bir öğrenciyi hatırlamıyordu. Elbette ki Burak isimli bu çocuk Neşe Hanım’ın yirmi sekiz yıllık öğretmenlik hayatının tek istisnasıydı.

Neşe Hanım’ın vaktiyle dersi daha iyi dinlesin diye annesinin ön sıralara oturttuğu Burak isimli bir öğrencisi olmuştu. Diğer beceriksizce hareket eden öğretmenlerin aksine Neşe Hanım birkaç hafta öğrencilerinin oturduğu sıralar ile alakalı problemlere hem öğrencilerin gönlünü alarak, hem de velilerin arzularına kayıtsız kalmayarak ortak bir çözüm getiriyordu. Ayrıca öğrencilerinin dikkat eksikliği gibi bireysel yönlerini de göz önünde bulundurarak her öğrenciyi uygun bir sıraya oturtmaya dikkat ediyordu. Fakat tüm bunlar olurken annesinin okulun ilk günü ön sıraya oturmasını tembihlediği bir çocuk bir türlü yerinden kalkmıyordu. Annesinin bile ısrar etmesine rağmen kimse onu yerinden kaldıramıyordu.

“Üüüü... Benim yerim bura, önce geldim… Önce ben oturdum… Üüü… Virmem gızlara…” Burak ne zaman ağlamaya başlasa ağzı burnu akmaya başlıyor. Ağzındaki salyalar defterini ıslatıyordu. Neşe Hanım bu görüntüye pek dayanamıyordu. Ona göre her öğrencisi ilk kez açılmış beyaz bir kumaş gibi tertemiz olmalıydı. Burak’ın ise diğer öğrencilerin aksine mendil taşıması yasaktı. Neşe Hanım ne zaman çocuğa tatlı dille oturduğu sıranın kendisine uygun olmadığını anlatsa başarılı olamıyordu. Çocuğu yerinden zorla kaldırdığı vakit ise Burak neredeyse delirmişçesine ağlamaya başlıyordu. Çocuğun yerinde kalması bir şekilde idare edilebilirdi, ama bu farklı bir çocukla mümkün olabilirdi. Tahtaya ‘yumuşak g’ harfini çizmesini istenildiğinde süngerimsi bir ‘g’ harfi çizen bir çocuğa laf anlatmak mümkün değildi. Bir keresinde sınıfa evde bulduğu pilot kalemi getiren Burak açacak ile kalemi açmayı deneyince her tarafı masmavi yapmıştı. Sulu boya söz konusu olduğunda da Burak için aynı şey geçerliydi. Neşe Hanım şimdiye kadar derslerde burnu akıyor diye defterindeki sayfaları koparan başka bir öğrenci tanımamıştı. Tüm bunlar ön sırada olup biterken Öğretmen Hanım çıldırıyordu. Neşe Hanım her gün öğretmenler odasında Müdür Bey’e bir öğrencisinin sınıfının değiştirilmesini rica ettiğinde, müdürden çok fazla abarttığı cevabını almaktan bıkmıştı. Artık bunların hiçbiri olmayacaktı. Öğretmen Hanım aradan geçen bunca uzun zaman içerisinde en azından bir kâbustan ebediyen kurtulduğuna inanmak istiyordu.


Artık Halil Bey’in en önemli amacı biricik oğlu Burak’ı yetiştirmekti. Halil Bey bir öğretmenden hiçbir şekilde geri kalmaksızın oğluna gerekli özeni gösterecekti. Bu yüzden Halil Bey de bir öğrenci gibi Burak’a öğreteceklerini çalışmalı, bir öğretmenden kat kat daha iyi bir anlatıcı olmalıydı. İşi dışındaki bütün zamanını çocuğuna ayırmaktan çekinmeyen bir babanın mücadelesi başlıyordu.

Halil Bey geçen zaman içerisinde Burak’la beraber yeni yeni şeyler öğreniyor, başarılı bir öğretmene kıyasla oğluna verebildikleriyle daha başarılı bir baba oluyordu. Belki de takvim yaprakları bir bir yırtılırken ülkenin makûs talihiyle yüzleşmesi için kendini ortaya atacak olan cesur bir adamın geleceğinin kapıları açılıyordu.

Burak’la Halil Bey’in ders çalıştıkları günlerden biriydi. Sessiz bir akşam vakti Halil Bey, deftere yazı yazan Burak’ı kontrol etmekle meşguldü. “O sünger gibi olan şey yumuşak ‘g’ değil oğlum. Bana kafasında silikon olan yumuşak g’den çiz.” Halil Bey dersleri Burak’ın anlayabileceği tarzda anlatıyordu.

“Tamam buba.”

“Aferin oğlum, bak işte böyle. Çok güzel çizdin.”

“Ben yaparım zaten yav!”

“Elbette yaparsın aslan oğlum.” Bir yandan da Halil Bey şimdiye kadar o öğretmen olacak kadının birçok yanlış şeyi öğrencilere öğrettiğini düşünüyor. Sınıftaki diğer öğrencilerin Burak gibi şanslı olmadığını düşünüp üzülüyordu.

Yumuşak g harfinin ardından diğer harflerle ilgili bir problem çıkmaması okuma sürecini hızlandırdı. Bugüne kadar ailesi tarafından özel olarak yetişen birçok deha gibi Burak’ın da özel bir eğitime ihtiyacı olmalıydı. Bu durum ancak daha fedakar anlayışlı öğretmenle mümkün olabilirdi. Halil Bey daha önceden yazıcıdan kendisinin çıkarttığı fişleri getirdi. Bunlarda ne yazdığını biliyor musun, diye sordu.

“Bilmiyorum.”

“Eğer ne yazdıklarını okuyabilseydin, bundan keyif alırdın Burak.”

“Bu ne?”

“Örümcek adam ağı fırlat.”

“Peki bu?”

“Süpermen telefon kulübesine git.” Gerçekten de sıra dışı cümleler Burak’ın ilgisini çekmişti.

İşler Halil Bey’in düşündüğü gibi gidiyordu. Öğrencinin ilgi alanlarına odaklanmak etkin öğrenmeyi güdülüyordu. Tam da klasik eğitim kitaplarının yazdığı günlük hayatta pek de uygulanmayan bilgilerin ifade ettiği gibi. Burak babasının söylediği cümleleri anlamaya çalıştı. Birkaç gün böyle devam etti. Burak iki hafta sonra okumayı öğrendi. Bir hafta daha geçince akıcı bir şekilde hikâye kitaplarını okuyabiliyordu.

Eğitim süreci belli bir başarı kazanmış olsa da Halil Bey’in hedefleri büyük olduğu için sıkı çalışmak gerekiyordu. Ama Halil Bey çok çalışmak konusundaki düşüncesinin hemen ardından bunun hatalı bir yaklaşım olacağı tahminine kapılıyordu. Bugüne kadar birçok veliden hiçbir şeyin değişmediğini ya da daha kötüye gittiğini duymuştu. Daha doğrusu veliler hatalarının farkında değillerdi. Öğrenci psikolojisini anlamaya çalışan Halil Bey olayın arka planını biraz araştırmış, eğitim psikolojisi konusunda kitaplar okumaya başlamıştı. Burak’ın ilerleyen hayatında mutlu bir adam olabilmesi için kendi iç huzurunu yakalaması gerekiyordu. Evet, anahtar cümle buydu. Çok başarılı bir adam yerine çok mutlu bir adam olmak önemliydi. Bu yüzden Burak’ın ilgi alanını bulup mutlu bir yaşantıya ulaşmasını sağlamak gerekiyordu. Mutlu bir adamın çok başarılı olmaması için bir sebep yoktu. Önce mutluluk.

Halil Bey kimse bilmese de çok derin bir bakış açısıyla eğitim konusuna odaklanıyordu. Bu konuda gerekirse her kalıbı kıracaktı. Eğitim kitaplarını okurken önemli bir şeyin farkına vardı. Bütün bu klasik kitaplar bir noktadan sonra içi boş, insanları hiçbir hedefe ulaştırmayan teori yığınlarından ibaretti. Bu kitapları okuyup öğretmen olmaya çalışanlar ise günümüzün eğitim insanlarıydı. Halil Bey’e göre onların bugüne kadar çok başarılı işler çıkardığı söylenemezdi. Artık farklı bir sayfa açmak gerekiyordu.

Halil Bey artık tam manasıyla bir öğretmendi. İş yerinde zaman bulabildiği vakit ilkokul kitaplarından ders çalışmaya başlıyordu. Birkaç kişi okulda yaşananları duyup bu olaydan ötürü epey eğlenmişlerdi. Çevresindekilerin kendisi hakkında ne düşündükleri pek umurunda olmasa da Halil Bey tepesi biraz üzerine gelindiği vakit tepesi kolay atan biriydi. Zaman zaman şakalaşmak için yakınına gelen tanıdık kimseler oluyordu.

Güzel bir öğle vakti boş bir anı yakalayan oto tamiri dükkânının sahibi matematik çalışmaya başladı. Kendisine bir eğlence arayan karşı mobilya mağazasının sahibinin zibidi oğlu Muhsin, Halil Bey’in dalgın halini görüp yanına vardığında kahkahayı bastı.

“Hayrola Halil Abi? İlkokul kitabıyla ne işin var? Bunca zaman lise mezunuyum diye yedin bizi.”

“Sana ne oluyor salak Muhsin? Defol başımdan!”

“Gitmesine giderim de seni bu halde kimse görmesin.”

“Sen bunca yıl baba parası yiyip yatarken seni herkes gördü de ne oldu?”

“Kızma yav Halil Abi, sordum sadece. Ne yapıyorsun anlatsana” Muhsin alttan alıyordu ama Halil Bey bir kez öfkelenmişti.

“Oğlum okusun da, baban gibi eşek olmasın diye uğraşıyorum Muhsin.” Bu cümleyi duyan Muhsin hiçbir şey söylemeden sert adımlarla çekip gitti. Halil Bey matematik çalışmaya devam edeyim, dedi. Bir an aklı Muhsin’e söylediği cümleye gitti. “Lan acaba demin virgülü doğru yerde kullandım mı?”

Halil Bey’in oğlunu okuldan aldırıp akşamdan geceye onunla ders çalışması çevresi tarafından onaylanmıyordu. Halil Bey akşama kadar çalışıp çabalarken akşam eve geldiğinde sanki hiç yorulmamış gibi Burak’la ilgileniyordu. Çoğu kimsenin delilikle nitelendirebileceği bu durum hakkında çevreden olumlu düşünen kimse yoktu. Burak ise son zamanlarda belirgin bir şekilde değişiyordu. Babası ile oturma odasında ders çalışırken bazı zamanlar ara verip babasıyla maç izliyordu. Çevresi geniş olan Halil Bey böyle zamanlarda oturduğu yerde sinir krizleri geçirir, takımı tutmamasına rağmen varsa o takımın kulüp yönetiminden tanıdığı birkaç arkadaşını arayıp teknik direktörün taktiksel konularda yetersiz olduğunu savunup, nelerin yapılması gerektiği konusunda maçın hemen sonrasında fikirlerini belirtirdi. Halil Bey’i o sırada arkadaşları pek dinlemese de oğlu Burak maç günlerinde babasının telefon konuşmalarını ilgiyle dinlemeye başlamıştı. Tuhaftır ki bu geçen zaman içerisinde maçlara alınmayan, oturduğu yerden arkadaşlarını izleyen çocuk artık arkadaşları tarafından her zaman aranan adam olmuştu. Maçlarda nasıl oluyorsa bir yandan koşup bir yandan takım arkadaşlarına komutlar verebiliyordu.

Akşam dersleri bazen açık oturumlarının hareketli anlarına denk düşebiliyordu. Ertesi gün Burak okula gitmeyeceği için erkenden yatmak gibi bir zorunluluğu yoktu, bu yüzden akşam vakitlerinin tadını çıkartıyordu. Halil Bey tartışma programlarını izlerken de kendi kendine bir şeyler geveliyor, programdaki heriflerin hiçbir naneden anlamadığını söylüyordu. Mahallenin çocukları hangi ülke daha güçlü diye konuşmaya başladıklarında yine Burak ortaya çıkıp şaşırtıcı cümleler kuruyordu. Psikolojik üstünlük kimdeyse savaşın galibinin o olacağını söylediğinde çocukların hiçbiri ne dediğini anlamadıkları için Burak’a karşı çıkamamışlardı.

Burak artık babası ne izlerse onu izliyordu. Bir gün ekonomi programını izlerken arz ve talep dengesi diye bir şeyden bahsedildiğini duymuştu. Ona babası bu sözcüğün ne manaya geldiğini olabildiğince açık bir şekilde anlatmıştı. Bir ürünün piyasada az ya da fazla oluşu alınıp alınmaması fiyatları etkiliyordu. Bunu öğrenen Burak merak edip apartmanın arka bahçesindeki sebzeleri toplayıp satmayı denemişti. Başarılı da olmuştu. O yıl az ekilen etrafta pek bulunmayan sebzeler pazarda daha yüksek fiyattan alıcı buluyordu. Yedi yaşında bir çocuğun aklından gelecekte nasıl para kazanabileceğinin hayallerinin geçtiği anlatılsa kimse inanamazdı. Burak şimdilik hayallerini kendine saklıyordu.

Halil Bey ev iş derken iki ay gibi bir süreyi yoğun bir tempoyla geçirmişti. Fakat alınan mesafe şaşırtıcıydı. Bu akşam evine dönerken bunları düşündüğü için keyfi yerindeydi. Eve vardığında kendisini eşi Hatice Hanım karşıladı.

“Halil, komşular, dün bağıra bağıra şarkı söylüyorlar, diye şikâyete geldiler.”

“Hatice, bu insanlar eğitim düşmanı. Oğlumla müzik dersi işleyemeyecek miyim ben? Bir sürü öğretmen okullarda güzel sesli öğrencilere yüksek notlar verip, bu dersi çarpıtıp, öğrencilerin müzikten hoşlanmamalarına neden oluyorlar. Hâlbuki müzik bir düzen ve koordinasyondur. Bir çocuğun beyninin iki yarım küresinin uyum içerisinde çalışması için okul şarkılarını öğrenilmesi gerekiyor. Bu ders kızların yüksek not aldığı sıradan derslerden ibaret bir ders değil. Babalarının şarap çanağından başlatmasınlar, onların serseri çocukları her akşam dışarıda gürültü yapıyor kimse rahatsız olmuyor da baba oğul şarkı söyleyince bi taraflarına mı batıyor bunların?”

“Sakin ol Halil” Hatice Hanım sakin kendi halinde bir kadındı. Komşularla inatçılığıyla nam salmış eşinin arasında kalmak istemiyordu. “Bilmiyorum Halil. Sesler çok kötü geliyor dedi komşular.”

“Hadi oradan be! Sanki detone mi olmuşuz? Onların öküz çocukları millî takım maçından sonra dışarıda marş söylediklerinde, sesleri bir taraflarında bozuk egzoz takılıymış gibi çıkıyor. Onların geç vakitlerde iğrenç motorlarıyla çıkardıkları gürültüden kimse rahatsız olmuyor.” Halil Bey bir elinde tuttuğu ders kitaplarının bulunduğu poşet ile hızlı oturma odasının yolunu tuttu. “Hasbinallah! Bi müzik dersimize karışmadıkları kalmıştı.” Halil Bey mutfakta olduğunu tahmin ettiği eşine seslendi:

“Hatice bana bir tabak elma getir, Burak’la bugün kesirler konusunu çalışacağız. Bu zamana kadar inanılmayacak kadar hızlı bir yol aldık. Bundan sonra kimse bizim başarımıza engel olamaz.” Yarım saat geçtiğinde Halil Bey tüm kızgınlığını unutmuştu. Sanki oğluna ders anlatırken başka bir adam oluyordu.

Halil Bey elmalardan birini ikiye böldü. “Bu her parça bir yarım.” Sonra Halil Bey yarımların her birini ikiye böldü. 

“Burak bu elmalardan her biri çeyrek elma oluyor.”

“Evet”

“Anladın mı?”

“I-ıh!”

“Dur evladım, bi daha anlatayım.” Halil Bey ve Burak kesilmiş elmaları yediler. Ardından Halil Bey öğrencisinin dersi daha iyi anlaması için en başa dönüp bir elmayı yeniden kesti. Fakat bu da sonuç vermedi. Aradan biraz zaman geçince tabaktaki elmalar bitmiş, Halil Bey biraz sinirlense de durumu oğluna belli etmemişti.

“Tahsin! Tahsin! Eşek sıpası nerdesin!” Burak’ın iki yaş büyük kardeşi içeri girdi.

“Ne var baba yav?”

“Konuşma lan! Git şu paraya manavdan iki kilo elma al. Hemen getir, dersimiz aksıyor.” Elmalar gelince ders devam etti.

“Buba bir bölü dördü anlamadım. Çeyrek ne? Ühü ühüüü…”

“Sakin ol evladım, başaracağız.” Ama işler Halil Bey’in beklediğinden kötü gidiyordu. İki dev tabak kesilmiş elmalarla dolunca Halil Bey, Hatice Hanım’a elmaları komşulara dağıtmasını söyledi.

“Böyle olmayacak en iyisi bir ara verelim.” Aradan sonra Halil Bey neden böyle olduğunu uzun uzun düşündü.

“Hatice sen yarın git bi çuval elma al.”

“Saçmalama Halil!” Hatice Hanım bir detayın farkına vardı. “O kitap senin Burak’ı çalıştırdığın kitap değil.”

“Hadi yav!” Halil Bey kitabın arkasını çevirdi. Bir anda öfkelendi. “Tahsin! Tahsin!” Ardından Tahsin odaya geldi.

“Ne var baba yav?”

“Salak herif! Kitabını niye ortada bırakıyorsun?”

“Kitaplarımın hepsi kitaplıkta duruyor.”

“Konuşma edepsiz! Yıkıl karşımdan!”  Halil Bey, oğlu Tahsin’e kızmış gibi gözükse de problemi çözdüğü için mutluydu. Burak yediği elmalar yüzünden göbeğinde ufak bir şişkinlikle kanepede uyuya kalmıştı. Halil Bey, ben de yatayım bari, dedi.

***


15
Kurgu İskelesi / Fantastik Şehrin Serüveni
« : 21 Nisan 2011, 10:17:22 »
Fantastik Şehrin Serüveni



   Ulu Kilgarvan'ın Fantastik Şehir'i yönettiği günler geride kalmıştır. Devrimci Falas halkı kandırıp şehrin başına geçmiş, Fantastik şehrin adını Kilgarvan ve şehre duyduğu nefret yüzünden etrafında en küçük su birikintisi bile bulunmadığı halde Kuşum Aydın Adası olarak değiştirmiştir.

   Şehre yeni gelen yabancı Çerlobin onurlu temiz ve aç bir adamdır. Çerlobin Kuşum Aydın Adası'nı geçmişiyle yüzleştirip refah dolu günlerine geri götürmek için her şeyi yapacak, gerekirse şehrin başkanı, yüce hakimi ve üniversite rektörü Yüce Falas'la kanlı bir mücadeleye girişecektir.

   Okuyacağınız hikâye bizler için unutulmuş değerlerin geçmişin tablolarındaki kıymetini yansıtmaya çalışacaktır.



Büyük Umutlar - 1. BÖLÜM

   Henüz bu tek göz eve yeni yerleştim. Penceremi kapatacak herhangi bir şey olmadığından küçük yuvam püfür püfür esiyor. Odamda herhangi bir perde olmadığından dolayı kendimi çok şanslı hissediyorum. Perdeler her zaman baş belasıdır. Gereksiz biçimde dışardaki manzaraları kapatması hiç hoşuma gitmez. Hayatımın en büyük sorusu bu konu üzerine; İnsanlar perdeleri kirlendiğinde neden yıkarlar belki hiç anlayamayacağım. Bu soruyu yıllardır kendime soruyorum. İç içe geçmiş teoriler, farklı felsefeler bu sorunun hiçbir şekilde yanıtını veremedi. Bu sorunun artık bana daha uzak olacağını umuyorum.

   Odamın tabanında siyah, yumuşak bir nesne var. Biraz karardığı için bunun bir halı mı yoksa hayvan postu mu olduğunu asla öğrenemeyeceğim. Siyah nesnenin üzerinde minderim var. Minderimin içinde bolca pire yaşıyor. Eğer yaz olsaydı yeterince sivrisineğim olabilirdi. Sivrisinek ve pireler her zaman iyidir. Vücudu kaşındırıp derilerin soyulup yenilenmesini sağlar.

   Yorganımın yarısnı güveler yemiş, böylece kalan yarısını rahat rahat dizlerime örtüyorum.

   Böyle güzel bir başlangıçla umut ediyorum ki ilerde çok güzel vakitler beni bekliyor.

   Şimdilik kısaca bunları yazmak istedim. İlerde odamdan biraz daha bahsedeceğim.

Aç Adam Çerlobin


***


   Çerlobin Püfesen Tepesi'ndeki kulübesinden dışarı çıkıp serin havada kollarını iki yanına açtı. Mutluluğu taşıyamayacak kadar fazlaydı. Onurlu, temiz ve aç bir adamdı. Göklere seslenmek taşıyamadığı neşesini haykırmak istiyordu:

   "KUŞUM AYDIN ADASI! SEN BÜYÜKSEN BEN SENDEN DAHA BÜYÜĞÜM, BİR GÜN BENİM OLACAKSIN..."

   Kuşum Aydın Adası güzel kıvrımları, uzakta parlayan büyüleyici ışıkları ile  çekici bir kadındı.

   "KUŞUM AYDIN! GÖRELİM BAKALIM SEN Mİ BÜYÜKSÜN BEN Mİ BÜYÜK? ELBET BU SORUNUN CEVABINI BULMAMIZ YAKINDIR." Çerlobin'in gür sesi şehrin sarayından en uzak mekanlarına kadar her yerde yankılandı.



Büyülü Akşam Bozuluyor - 2. Bölüm


    Dışarda sahipsiz bir ses yankılanmaktaydı. Başlarda ufak gibi duran bu sorun kim bilir nelere yol açabilirdi?

    Büyülü parlak sarayın kuleleri sekiz tarafından yükselirdi. Sarayın üç büyük kapısını altın kaplamalı zırhlarıyla imparatorluk askerleri korurdu. Koridorlar kristal zeminin üzerinde atlas halılarla uzanırdı. Sarayın merkezindeki dev kubbenin altı her an en ferah haliyle tahtı sarmalar, güzelliklerin merkezi olurdu.

    Vakit geceye yaklaşırken imparatorun keyfi küçük bir pürüz yüzünden gölgelenmişti. Kaynağı belirsiz bir ses imparatorun kulağını hafifçe çınlatıyor, başının içinde küçük bir ağrı meydana getiriyordu.

    "PROMETHEUUUS! GEL BURAYA, ALLAH BELANI VERSİN! PROMETHEUUUUS! NE UZUN İSMİN VAR LAN? PROMETHEUUUS..."

    Soğukkanlı Prometheus sakin bir çabuklukla kralın karşısında belirdi.

    "Emredin efendim!"

    "Nerdesin lan? Dışdarda böğrüne kargı saplanmış öküz gibi bağıran bir yaratık var. Ne bu lan; insan mı, hayvan mı?

    "Hangi sesten bahsettiğinizden emin olamadım efendim". O anda dışardan belli belirsiz bir ses yankılanmaktaydı:

    "KUŞUMAYDIN KUŞUMAYDIN! GÖSTER BE GÜZELLİĞİNİ!"

    "İşte bu ses lan! Tövbe estağfirullah, nasıl bir yaratık bu? Allah'ın gücüne gitmesin bir ses nasıl bu kadar çirkin olabilir?

    "Çabuk bu sesin geldiği yerdeki yaratığı bulup öldürün, hatta yakın gitsin orayı."

    "Emredersiniz efendim!" Prometheus derhal emri yerine getirmek için uzaklaştı. Beş dakika ya geçmişti ya da geçmemişti ki çıkageldi.

    "Askerler sesin yerini tespit etmişler. Sesler Püfesen tepesinden geliyormuş."

    "Ohaa! Ta oradan buraya o ses nasıl geliyor? Ne biçim bi kozmik yaratık bu lan?"

    "Hiçbir fikrim yok efendim. Fakat izcilerimiz sesin o taraftan geldiğine eminler, biliyorsunuz ki izcilerimiz yanılmaz." Çok geçmeden kral eski dinginliğini kazanmıştı.

    "Farkındayım Prometheus, onların birçoğunu ben yetiştirdim."

    "Afedersiniz efendim, ukalalığımı bağışlayın."

    "Prometheus sen benim vazgeçilmez kardeşim ve yardımcımsın. Bu kadar küçük bir olayı hemen çözeceğine inanıyorum." Prometheus kralın güzel sözlerini her zamanki soğukkanlılığıyla karşıladı:

    "Tahminimce bu ses bir meczupa ait."

    "Şehirdeki meczuplar toplatılıp düşman krallık Keşmekeş'e sürülmemiş miydi? Onlarla ben değil, Hobbit adındaki götü yere değen herif uğraşacaktı." Yüce Falas'ın Kral Hobbit'e duyduğu nefreti herkes bilirdi, buna rağmen Falas, Hobbit'ten Ulu Kilgarvan'dan nefret ettiği kadar nefret etmezdi.

    "KUŞUMAYDIIN..."

    "Allah belanı versin!"



Çernobil Şehirde - 3. Bölüm

   Hayatından neşeyi eksik etmeyen Çernobil hafif bir ıslık temposuyla Püfesen Tepesi'nin patikasından aşağılara doğru iniyordu.

   Yolun üçte birini geride bıraktığında üç sıra halinde sert yürüyüşleriyle ilerleyen imparatorluk askerleri gördü.

   Sert bakışlı askerler gösterişli üniformaları ve kemerlerinden sarkan kılıçlarıyla çevreyi tarıyorlardı. Çernobil soru sorma ihtiyacı hissetti.

   "Ne oldu komutanım?" Bu soruya izcilerin lideri cevap verdi:

   "Yaralı bir hayvan olduğunu tahmin ettiğimiz bir şeyin iniltisi şehri rahatsız ediyor. Sen bir şey duymadın mı?"

   "Hayır komutanım."

   "İyi çekil yolumuzdan." Sert bakışlı askerlerin geçişinin ardından yoluna devam etti.

   Yarım saat sonra şehre inmiş, keyfince etrafta geziniyordu. Rasgele bir kapı seçip vurmaya başladı.
***
   Zamanın yavaş hareket ettiği bir mekanda küçük bir köyü tuhaf biçimde dikenli çalılar çevrelemişti. Şehirdeki yeşil minareli caminin müezzini Mat Cauthon Kuşumaydın Adası'nın bu taşra taraflarda kalan halkına nutuk çekmekteydi.

   Halk içeriye hapsolup şeytani bir güçle mücadele etmek zorunda kalmıştı.


   "Kardeşlerim anaların kınalı kuzuları,

   "Biliyorsunuz akarsuyun derin diplerinden bir deniz yaratığı peyda oldu. Bu varlık yarı insan yarı balık. Kendine Tiffany diyen bu yaratığı dün gece rüyamda gördüm. Belden altı pul üstü cırıl cıpıl olan bu yaratık ergenliğe yeni girmiş oğlanlarına ve bölgemizin genç erkeklerine tecavüz etmektedir. Dün gece şeytanla mücadele ettim ve ben kazandım." Yaratığın kabus olup rüyasına girdiği her adam kurtulmayı başaramazdı.

   "Bu acayip yaratık büyü gibi sinerjik güçlere sahip olup aklın doğasına zuhur etmektedir..."

   "Kreacher, hoca efendi zuhur dedi, zuhur ne demek?"

   "Bilmiyom, sus hoca efendiyi dinle."

   Müezzin Mat Cauthon kalbinden taşan gözyaşı dolu duyguları elinden geldiğince bastırıp coşkuyla konuşuyordu.

   Köyün imamı Darkmoon kabak yahnisi yüzünden midesini bozmuştu. İmam kısa bir süreliğine Mat Cauthon'du ve şimdiki asil görevin liderliğini kendisi üstlenecekti.

   "GÜM! GÜM! GÜM!"

   "Yürüyün kardeşlerim, gazanız mübarek olsun.

   "GÜM! GÜM! GÜM!"

   "Ne oluyor lan, ne gümü?"
***


   Mat Efendi gözlerini açtığında karanlığın içindeydi. Ne yazık ki bu bir rüyaydı. Kahramanlık belki de hep düşlerde kalacaktı.

   "Hayrolsun, hangi münasebetsizse rüyamı en güzel yerinde böldü." Gerçekten de çok güzel bir rüyaydı. İnsan pek az rüyada hayallerinin gerçek olduğunu görürdü.

   Mat Efendi oflayıp puflayıp merdivenlerden aşağı indi. Alt kattaki dış kapıyı sertçe açtı.

   "Ne var len? Kapımı açacak başka vakit bulamadın mı, kimsin sen?"

   "Açım Emmi!"
  
   "Be cühela bari tanrı misafiriyim de de düzgünce isteyeceğin şeyi istemiş ol!." Mat Efendi karanlıkta etrafı seçmeye çalışarak kilerden bir ekmek çıkarıp tanımadığı yabancıya verdi.

   "Saol Emmi!"

   "Bi daha gelme len gecenin köründe."

   "Ne oluyo Mat?"

   "Yat kız, bi şey yok."

   Aç Adam elindeki ekmeği kemire kemire yoluna devam etti.

Sayfa: [1]