Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Refeco

Sayfa: [1] 2
1
Sinema / Ynt: En Son İzlediğiniz Film?
« : 26 Ocak 2014, 17:31:21 »
My name is Khan.

Her açıdan müthiş bir film. Bugüne dek neden izlememişim dediğim nadir filmlerden birisi oldu. Tavsiye ederim.

2
Oyunlar / Ynt: Goal 3(Kunio kun no Nekketsu Soccer League)
« : 26 Ocak 2014, 13:16:22 »
Aynen lav silahı, beşli mermi atabilen silah falan. :D

Bizim zamanımızda (demek ki yaşlanmışız) karne heyecanı vardı. Şimdi ne var, bilemiyorum.

Şöyle düşünüyorum da, Cuma günü son dersin zili çalmadan önce saatçi arkadaşa "Kaç dakika kaldı?" sorusunu sorardık. Son 10 saniye geriye doğru sayardık. O arkadaşın Casio marka siyah, plastik kordonlu saati olurdu. Hatta önlüğünün üzerine takardı, herkes görsün diye.

Önlüklerimizin arkasında kopça vardı, ne işe yaradığını bilmiyorum ama sürekli kopardı. Kovalamaca falan oynardık, yakalarımız kopardı. Pazar günü sabahı o yakalar ütülenirdi. Sınıfın yakası sürekli kopuk üç beş tane öğrencisi muhakkak olurdu.

Öğretmen masasının kenarında sınıf dolabı vardı. Sol tarafı "Sabahçı"ların, sağ tarafı "Öğleden Sonra"cıların olurdu. Sınıfta bir şey olunca bulunduğumuz konuma göre öğlencilere ya da sabahçılara suçu atardık.

Tahtayı silen bir öğrenci olurdu. hatta bizim sınıfta bir arkadaş vardı, bu tahta silme işini öylesine benimsemişti ki, öğretmen yazmak için süre bıraktığında tahtanın yanında beklerdi. Hızlı hızlı silerken ortalık tebeşir tozu içerisinde kalırdı. Sınıf başkanının çantasında tebeşirler olurdu. Kızlar o tebeşirlerden alır, sek-sek oyunu için yere o malum kareleri ve sayıları çizerlerdi.

Sınıfta birisi bitlenince o bit muhakkak yanındaki sıra arkadaşına, sonrasında koca sınıfa yayılırdı. Öğretmen hemen veli toplantısı yapar, bit ilacı alıp çocuklarınızı yıkayın derdi. Bu günlerden sonra öğretmen koca sınıfın başını kontrol falan ederdi. Temizlik baya önemliydi, her Pazartesi dişlerimizi, tırnaklarımızı kontrol edilirdi.

3. sınıftan sonra "Küme Çalışması" yapmaya başlamıştık. Kümeler arasında bilgi yarışmaları falan yapılırdı.

Kışın kömür sobasının etrafında toplanır, ısınmaya çalışırdık. Çoğumuzun montunun kenarı bu sobanın kenarına çarpınca küçük yanıklar olurdu. Bir iki yaramaz sobanın üstüne mandalina kabuğu atardı, sınıf mis gibi kokardı.

Sonra geleneksel "Kalemtraş Toplantıları" olurdu. Birisi çöpün başına gidip kalem açmaya başlayınca onun kankaları da zaman kaybetmeden kalem açmaya giderlerdi. On dakika boyunca bir kalem açılır, öğretmen kızınca da "Ucu kırılıyor öğretmenim valla bilerek yapmıyorum." denirdi.

Bilmiyorum, staja gittiğim sınıflarda bunların birçoğunu görmedim. İnsanoğlunun doğası gereği bir paylaşım elbette var, bunu gözardı edemem. Ama bazı şeyler samimi gelmiyor bana. Belki yılların getirdiği bir değişim bu, belki de değil.

Kısaca, özlemişim çocukluğumu. :D 

3
Oyunlar / Ynt: Goal 3(Kunio kun no Nekketsu Soccer League)
« : 25 Ocak 2014, 20:00:42 »
Efsanedir. :D Orta sahadan özel şutu vururdum, bazen nasıl oluyorsa kaleci kurtarırdı, acayip sinir olurdum. :D

Contra vardı bir de, iki kişi oynayınca çok zevkli olurdu. :D


4
Müzik / J.B. Lenoir
« : 24 Ocak 2014, 22:22:38 »

J.B. Lenoir (5 Mart 1929 - 29 Nisan 1967)

Afro-Amerikan blues gitaristi, vokali ve bestecisi. Aktif olduğu yıllar 1950'li, 1960'lı yıllardır. Sahnede kendini "La NOR" olarak tanıtır ve bilinenin aksine isminin başındaki J.B.'nin özel bir anlamı yoktur.

Kişisel görüşüm; birçok popüler Blues/Rock müzisyenini duymuş olsak da J.B. Lenoir gibi tabiri caizse sapına kadar blues müziği yapan büyük bir ustayı pek tanımayız. Buraya konu açmamın temel sebebi de bu zaten, böylesine bir ustayı daha çok kişi tanısın, bilsin, dinlesin.

Zaten olur da bir parçasını dinleyeyim derseniz arkası gelir, öyle bir etki yaratır. Hele ki bir "Alabama Blues" u vardır ki, her kelimesinde akşam eve yorgun-argın dönmüş ve iki kelam müzik yaptığını belli eder, isyanını müziğe döker. 

Blues müziğe ilginiz yoksa bile Afro-Amerikan ayrımcılığını katıksız anlatması sebebiyle dinlenilmeli der, tavsiye ederim.

J.B. Lenoir - Alabama Blues

5
Kurgu İskelesi / Ynt: Son Nokta
« : 24 Ocak 2014, 21:47:01 »
Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki gitarın tellerinde bir melodi tutturdu. Tırnakları kırılmış, elleri bütün gün sırtında taşıdığı kömür yüzünden kirlenmişti.

Her sabah kimse güneş doğmadan çalar saatin sesiyle uyanır, eski kulübenin ahşap kapısını gıcırtı sesiyle açardı. Kapıyı kaparken kendine “Akşam döndüğümde bu kapıyı bir güzel yağlayacağım” sözünü verir, her akşam unuturdu. Bugün de diğerlerinden farksız geçmişti, yine yorgundu, uyumak için yatağa gitmek bile zor geliyordu.

Joe Fredie Blackstone.

Kimlik kartındaki resmi adı buydu. Gözlerinin yeşil rengi yüzünden herkes ona Yeşil Joe derdi. Kömür madenlerinde işçi olarak çalışan binlerce afro-amerikan’dan bir tanesiydi. Madenlerden kazandığı paranın çoğu kira ve faturalara gider, kalanıyla “Bumbum’un Yeri” ne gidip o gece deliksiz uyumasını sağlayacak kadar içki içerdi. Hayatındaki tek lüks harcama elindeki yirmi dolarlık gitardı. Parmaklarını kıpırdatacak kadar enerjisi olduğunda uyuyana dek gitar çalardı. İyi çalardı.

Kapı gürültüyle çalmaya başladığında isteksizce gitarı sandalyenin hemen kenarındaki sehpaya bıraktı. Sehpanın üzerindeki toz, pencereden içeriye sızan ay ışığında kendini gösterdi. Yeşil Joe ise sandalyenin kenarlarından destek alarak kapıya doğru gitti. Ahşap kapının hemen kenarındaki pencerenin camından dışarıda kim olduğuna baktı. Pencerede asıldığı günden beri dokunulmadığı bir hayli belli olan ucuz bir perde vardı. Joe başını eğip perdeye çarptığında bir miktar toz havalandı.

Gıcırdama sesiyle kapıyı açtığında sabah kendine verdiği sözü unuttuğunu farketti Joe. Karşısında elinde yarım şişe ev yapımı ucuz viskiyle bekleyen bir adam vardı. Kendisi gibi bir afro-amerikan, çocukluk arkadaşı Micheal. O kadar eski arkadaşlardı ki Joe, Micheal ile ne zaman tanıştığına dair hiçbir şey hatırlamıyordu. Koca Mike ile birlikte doğmuş gibiydi.

“Uyumadan önce bir düete ne dersin Yeşillik?” dedi Koca Mike. Lakabının hakkını verecek kadar iriydi. Üzerindeki renkli gömleğe sığmayan göbeği, ucuz saatinin kordonunu patlatacak gibi duran iri bilekleri vardı. Koca gövdesi arkasından evin içine sızmaya çalışan ay ışığını engelliyordu. Joe, sadece Mike’ın arkadaşı olduğu için defalarca dayak yemekten yırtmıştı. Buralarda oturan herkes “Yeşil Joe’ya bulaşırsan, Koca Mike’a da bulaşmışsın demektir” sözünü iyi bilirdi.

“Eğer adam akıllı çalacaksan neden olmasın Mickey fare?” diye devapladı Yeşil Joe. Cevabı verirken içeriye, gitarı bıraktığı yere doğru ilerlemeye başlamıştı bile.

“Bu işi sana kimin öğrettiğini unutma Yeşillik. Müzik, benim ailemin kanında var. Gitar çalmayı sana dedem öğretmişti, beni tanımasaydın dedemi de tanımayacaktın, dolayısıyla sana gitar çalmayı ben öğrettim diyebilirim. Değil mi?” Koca Mike bunları söyledikten sonra viskiden koca bir yudum alıp, ıslak dişleriyle sırıtarak Joe’ya baktı. Kardeşi olmamıştı, O da Joe’yu kardeşi bilmişti. Bunu buralarda yaşayan herkes iyi bilirdi.

“Deden bu işi biliyordu Mike. Hem de iyi biliyordu. En çok da buna şaşırıyorum, deden sana hiçbir şey öğretmemiş. Ya da ev yapımı viski içmekten o koca kafanın içi tamamen boşalmış da olabilir.” Joe, gitarı omzuna atmış, sırıtarak kapının dışına yürümeye başlamıştı.
 
Havanın güzel olduğu, yorgun olmadıkları zamanlarda Mike ile mahallenin ilerisindeki parka gidip düet yaparlardı. Koca Mike mızıka çalardı. Joe, Mike’ın o koca gövdesiyle ellerinde kaybolan küçücük mızıkayı üflerken gördüğünde daima gülümserdi. Küçücük mızıka, belli bir süre sonra koca adamı nefes alamaz hale getirir, üflemekten yanaklarını kızartırdı.

Yeşil Joe, bir çırpıda kapıyı kapattı. Kapısını kilitlemezdi, şehrin bu kısmında pek hırsızlık olayı olmazdı. Hırsızlar hangi semtlerin daha çok para getireceğini ve Joe’nun evinden alabilecekleri en değerli şeyin şu an elinde tuttuğu yirmi dolarlık gitar olduğunu iyi bilirlerdi. Belki de ilahi adalet böyle sağlanırdı.

İki kafadar caddenin ortasından yürümeye başladılar. Ay ışığı, sağ taraflarında onları takip eden iki kişilik garip şekilli bir gölge oluşturuyordu. Caddenin iki tarafında bakımsız ve oldukça eski küçük kulübeler sıralanmıştı. Sağ taraflarında ay ışığına doğru yüzüne dönmüş, yetmiş yaşlarındaki “Ördek Tom” sallanan sandalyesinde sallanırken iki kafadarı görüp başıyla selam verdi. Elleriyle mızıka çalar gibi yaparak Mike’a baktı. Tom da mahallenin birçok yaşlı erkeği gibi maden işin emekli olmuş, müzmin öksürük hastalarından birisiydi, istemsizce öksürdü.

Koca Mike, koca sağ elini arka cebine soktu ve küçücük bir mızıka çıkardı. Elindeki viski şişesinin kapağını kapatıp cebine koydu. Tom’dan mesajı almıştı. Yürümeye devam ederken mızıkasını ağzına götürdü ve çalmaya başladı. Gecenin sessizliğinde her şeye isyan edercesine yüksek perdelerden bir şeyler çalmaya başladı. Kelimelerin anlatamadıklarını küçük mızıkadan çıkardığı notalarla öyle güzel anlatıyordu ki birçok evden radyoların sesi kısıldı. Ördek Tom gülümsüyordu.

İki arkadaş gecenin karanlığını yırtan mızıka sesiyle parka doğru giden caddeyi adımlarken radyoların sesi duyulmaz olmuştu…

6
Kurgu İskelesi / Ynt: Anlatılmayan Öyküler
« : 24 Ocak 2014, 20:02:56 »
Elinize sağlık. Genel olarak yazınızı beğendim. İlk hikayelerimi Orta Dünya içerisinde kurgulardım. O sebeple daha bir benimseyerek okudum. :)

Hikayenizde beni rahatsız eden tek şey, sıklıkla kullandığınız "mellon" kelimesinin dost, arkadaş anlamını yitirmesi oldu. Açıkçası kelime anlamını bilen birisi olarak okurken acaba mellon özel bir ittifağın üyelerine verilen bir isim mi diye sordum içimden. :)

7
Kurgu İskelesi / Ynt: Dorian Güncesi
« : 22 Ocak 2014, 18:47:07 »
II

Beyler ve bayanlar, merak etmeyin, zehirlememişler beni. O yaşlı bunak var ya, herif haklı çıktı. Meğersem ben ciddi ciddi prensmişim. Bu arada unutmadan söyleyeyim, yemeği bitirdikten sonra beni kendi odam olduklarını söyledikleri yeni bir odaya geçirdiler. Şifa odasına saray odası demiştim ya, onu unutun. Gerçek saray odası budur arkadaş. Koskoca bir karyola var, etrafında tül perdeler falan takılmış. Hayatımda gördüğüm en büyük kurdun postunu yere sermişler. Halı olarak kullanıyorlarmış, hemen sinirlendim, yerden kaldırdım, temizlettim, yatağın baş kısmının dayalı olduğu duvara astırdım. Siyah postu, sarı gözleriyle odaya girenleri korkuttuğunu söyleyebilirim. Milletin hoşuna gitmedi ama ben acayip sevdim.

Bir de önceden müzikle falan çok ilgiliymişim. Öyle dediler, kruyil dedikleri bir çalgı var odanın bir kenarında, koyu kahverengi bir ağaçtan yapılmış. Aletin yanında bir kol var, bir elinle onu çeviriyorsun, o çevrilince dışarıdan havayı çekiyor alet, sonra deliklerden dışarı üflüyor, bu delikleri açıp kapatan tuşlar var, sağ elinle o tuşlara basıyorsun, farklı sesler çıkıyor. Ses çıkarmayı başardım ama kuru gürültüden ibaret. Ses çıkarmaktan başka bir şey yapamayan birisi olarak aletin üzerindeki besteleri görünce acayip şaşırdım. Hatta baya küfürler ettim kendime. Ulan ben neymişim be diyerekten.

Deri kanepeleri unutmayalım. Oralarda oturduğum söylenemez, yatak inanılmaz rahat, sürekli oradayım. Canım müzik dinlemek isteyince hemen müzisyenler geliyor, istediğim yemeği, tatlıyı, içeceği söylüyorum, hemen odama geliyor. Ayrıca belki merak ediyorsunuzdur, o iri göğüslü hatun birkaç sefer bana yemek getirdi, prens olunca iyi oluyor, anlarsınız, yatağı denedim, yani denedik. Detaylara girmeyeceğim, sadece şunu söyleyebilirim, bazen kaybolmak harika bir duygu, denemelisiniz.

Neyse, bu arada yaptığım bir başka şey de aynada kendimi incelemek oldu. Malum, insan hafızasını kaybedince nasıl bir şey olduğunu da hatırlamıyor. Orta boyluyum, omuzlarım geniş sayılır, ayrıca kollarım da oldukça gelişmiş, sanırım biraz talim yapmışım geçmişte. Kahverengi gözlerim var, hafif çekik gözler, düz kahve kaşlar, küçük bir burun, sürekli somurtuyormuş gibi duran bir ağız, ufak kulaklar, düz kahverengi saçlar falan filan.
 
Berberim saçlarımı kısa kestirdiğimi söyledi, bence eskiden biraz salakmışım. Şimdi kestirmiyorum, birazcık uzattım diyebilirim. Her gün manikür ve pedikür için odama geliyorlar, biliyorum çok saçma ama bunlar hep prens olmak için gereken şeyler. İyi gözükmeliymişim, iyi gözükmeden de gereken ihtiyaçlarımı karşılayabilirim gibime geliyor. Prens olmama rağmen bazı konularda özgür değilim.

Yakışıklı sayılmam, tıknaz bir görüntüm var. Bir prense benzemediğim çok açık. Üzerime giydiğim kaftanlar tam anlamıyla bok gibi duruyor. Her rengini denedik, tabii hizmetçiler giydirdiler, sırıtmayın, buralarda işler böyle yürüyormuş. Şifa evinde odanın içerisinde gördüğüm uzun kılıcı hatırladınız mı? O benimmiş. Nereye gidersem, kılıcımı taşımak zorundaymışım. Neden diye sorduğumda uzun uzun hikâyeler anlattılar. Açıkçası çok dinlemedim. Böyle şeyler beni daraltıyor.

Henüz babamı yüz yüze görmüş değilim, sürekli meşgul kendisi. Sanırım geçmişte aramızda bir takım şeyler olmuş, beni pek sevdiğini söylemem anlayacağınız. O kadar çok kişiyle toplantısı var ki, eğer dedikleri kadar toplantı yapılıyorsa babam ben uyandığımdan beri hiç uyumamış demektir. Bu arada şifa evinde uyandığımdan bu zamana iki hafta geçti. Babamın beni ne kadar sevdiğini siz düşünün artık.

İki hafta içerisinde kendimi oldukça toparladım, spor yapmaya bile başladım. Geçenlerde Baira geldi, geçmişte aldığım eğitimleri tekrar almam gerekiyormuş. Bu arada on sekiz yaşındayım. Bu ne demek biliyor musunuz? Yaklaşık on senelik bilgiyi kısa sürede yükleyecekler bana. Her derse farklı eğitmenler girecekmiş, bunları almazsam iyi bir yönetici olamazmışım falan filan. Tarih dersinde İmparatorluğun geçmişinde yaşanmış olayları, ailemi falan tanıyacakmışım, cebir dersin hesap yapacakmışım, askeri-taktikler dersinde savaş sanatını öğrenecekmişim…

Liste o kadar uzun ki, hizmetçilerden birisine tarih dersini sordum, anladığım kadarıyla zamanında burada yaşayan ölmüş dedelerimin kiminle yatıp, kaç çocuk yaptıklarını öğreneceğim. Ne işe yarayacağı hakkında hiçbir fikrim yok. Üstelik sorduğum hizmetçi tarih dersini çok sevdiğini falan söyledi, dedelerimden en ünlü olanları söyledi. Ne kadar garip, torunu olduğum kişileri tanımıyorum ama bir hizmetçi hepsini ezbere biliyor. Ne kadar çarpık bir düzen değil mi?

Fark ettiyseniz annemden hiç bahsetmedim. İlk öğrendiğim şeylerden birisi bu oldu, özellikle babamın yanında annemden bahsetmemeliymişim. Annem, ben yedi yaşındayken sarayı terk edip gitmiş. Bu yüzden babam annemin hakkında konuşulmasını yasaklamış. Biraz bilgi almaya çalıştım, sadece Mesarr kabilelerinden birine mensup olduğunu öğrendim. İsmi de sanırım Nuna’ymış. Bu bilgileri alabilmek için kaç kişiye para verdiğimi bile hatırlamıyorum. Şu eğitim işlerini hallettikten sonra ilk işim annemin peşine düşüp ortaya çıkarmak olacak.
 
Odamı anlattım ama saraydan pek bahsetmedim size. Sarayın içerisinde uçsuz bucaksız koridorlar var. Genelde beyaz mermerden yapmışlar sarayı, sizin anlayacağınız bizimkiler buraları yaptırırken hiçbir masraftan kaçınmamışlar. Kaçış için tüneller bile varmış. Gerçi kimse gelip bana bunlardan bahsetmedi ama birkaç altın ile öğrenemeyeceğiniz şey yok. Hizmetçilerin çoğu bu sarayı babamdan daha iyi biliyor olmalı, muhafızlarla kırıştırırken ne kadar gizli saklı yer varsa öğrenmişler. Gerçi bu tüneller benim pek işime yaramayacak ama insan prens olunca ve sarayda yaşayınca altını harcayacak pek yer olmuyor.

Saray dışarıdan bakınca üç kademeli bir kuleye benziyor. En alt kademe çok geniş, atlar, develer, yük arabaları, ambarlar, muhafız yatakhaneleri, yemekhaneler, çamaşırhaneler falan var. İkinci kademede hizmetçiler ve yöneticiler yer alıyor. Üçüncü kademede ise sarayın hizmet edilen kesimi yani imparatorun ailesi, üst yöneticiler, komutanlar falan var. Üçüncü kademenin hemen üzerinde imparator için ayrılmış özel bir kademe var. Öyle elini kolunu sallayan bu kademeye çıkamıyor. Düşünün, prens olmama rağmen bana bile tonla soru sordu kapısındaki muhafızlar. Sorulara pek gelemiyorum, bilirsiniz işte, pek bana göre değil. Anlayacağınız sorulara cevap vermektense yukarı bile çıkmamayı tercih ettim.

Benim odamın bulunduğu kademenin oldukça büyük bir balkonu var. Aşağıya baktığınızda ikinci kademenin balkonunu ve geniş bahçeyi görüyorsunuz. Ağaçlar falan var. Gece, gündüz fark etmiyor, muhakkak baktığınız tarafta çimenlerin üzerinde yürüyen metal yığınlarını görüyorsunuz. O zırhların içinde olmayı düşünmek bile benim için ağırlık. Nasıl yürüyorlar merak ediyorum cidden.

Dediğim gibi günler prens olunca günler uyumak, yemek, içmek, para harcamak ve sıçmakla geçiyor. Halimden memnunum aslında, hem yakındır, şu Baira’nın bahsettiği dersler de başlamak üzere. Bana bir katkısı olur mu bilmem ama bir günü daha çabuk bitirmeme yardımcı olacağı kesin.

Perdenin açılış sesi kulağımda yankılanıyor, gözlerimi açıyorum. Yireli’nin sarı saçları güneş ışıklarıyla altın gibi görünüyor. Biraz erken değil mi? Başka bir hizmetçi olsa kızardım ama Yireli farklı. Yuvarlak yüzünü kaplayan kıvırcık sarı saçları, hokka gibi bir burnu, tatlı tatlı bakan renkli gözleri var. Rengini henüz çözemedim. Yeşil de olabilir, mavi de. Bu kadar tatlı bir insana kimse kızamaz sanırım. Yanaklarını ısırmamak için kendimi zor tutuyorum. “Yireli, beni bu saatte uyandırmana sebep olacak ne yaptım acaba?” Göz göze geldik, istemsizce güldüm, bu kız bende daima böyle bir etki bırakıyor. “İmparatorumuzun emri prensim. Dersten iki saat önce uyandırılacakmışsınız.” Sahte bir reverans yaparken kıvırcık saçları yüzünü kapattı. Yine sırıttım, neden bilmiyorum, içimden gelenleri söylemeye başladım. “Yahu, diyelim yarım saat kahvaltı ettim, yarım saat de duş aldım. Kalan vakitte ne yapacağım ben?” Yireli başını kaldırıp gözlerimin içine bakarken dudaklarını büzerek “Prens olan sizsiniz, canınız ne isterse, onu yaparsınız efendim.”

Gerçekten uyanmıştım, bir çırpıda yataktan fırladım, Yireli gülümsüyordu. Çenesini tutup yukarı doğru kaldırdım, dudaklarına bir öpücük kondurdum. “Öyleyse, benim ne istediğim belli.” dedim. Sonra Yireli’nin yüzünü öpmeye devam ederek, yatağa doğru geri geri yürümeye başladık. Prens olmak böyle bir şey işte. Kapının açılış sesi kulaklarımda çınlıyor, “GÜM!”

8
Sinema / Ynt: En Son İzlediğiniz Film?
« : 22 Ocak 2014, 17:13:56 »
Açlık Oyunları - Ateşi Yakalamak.

Kişisel yorumum Katniss'i canlandıran Jennifer Lawrence serinin ilk filminde çok daha doğal oynamıştı. Bu filmde ilk filmi izlediğim kadar etkilenmedim.

9
Kurgu İskelesi / Ynt: Dorian Güncesi
« : 22 Ocak 2014, 16:26:25 »
Teşekkürler :) İşin doğrusu bu oldukça uzun soluklu bir kurgu benim için, yarım bıraktığım kurgu sayısı çok olunca belki burada paylaşırsam yazmak için benim için de bir motivasyon olur ümidine girdim.

Anlatım açısından çok deneme yaptım, karakterin iç dünyasını tam manası yansıtmak için O'nun gözünden, aklından nasıl geçiyorsa yazmaya çalıştım. Zenaid biraz serseri, biraz aptal, biraz deli cesaretli, biraz çapkın, biraz şımarık bir karakter. Bu özelliklerini yüksekten bakarak yazmaktansa böyle betimlemek daha samimi geliyor bana. Elbette ki sıkıntılı kısımlar olacaktır, daha önce böyle bir anlatım kullanmamıştım ama bir taraftan söylediğin gibi epik orta çağ tarzında, şairin dilinden çıkmış gibi kullanılan bir "Ben" dilinden de sıkılıyorum bazen. Kısacası renk olsun dedim. :)

Türk ve serseri anlatıcı lafını çok beğendim bu arada. Zenaid'i istediğim gibi yansıtabilmişim demek ki. :)

Tekrardan teşekkür ederim yorumun için :) 2. Bölümü gözden geçirip birazdan yayınlarım. :)

10
Kurgu İskelesi / Dorian Güncesi
« : 22 Ocak 2014, 15:12:46 »
Dorian Güncesi


I

Kafamın içinde savaş talimi varmışçasına bir ağrı var. Bilincim açık, uyandığımı fark edebiliyorum ama neden ve nasıl burada olduğuma dair hiçbir fikrim yok. Gözlerimi henüz açmadım, istesem açabilirim ama önce nerede olduğumu çözmem gerekiyor. Etrafı dinlemeliyim ve kim olduğumu bulmam gerek. Yahu ne oldu bana böyle? Midem de bulanmaya başladı. Ölüyor muyum, diriliyor muyum bilmiyorum. Ama oldukça saçma bir haldeyim ve sanırım işemem gerekiyor. Kim dövdü beni? Kim bu hale getirdi? Gözlerimi açsam mı? Ya hiç bulunmak istemediğim bir yerde uyanırsam? Ne yapsam ki?

Toparlanmam gerek, eğer kaçmam gereken bir yerlerdeysem de bu halde kaçmamın imkânı yok. Bir an önce durumumu bilmeliyim. Biraz derin nefes almalıyım, evet, işte böyle. Sakinleşiyorum. Gözleri açmak yok. Etrafı dinle, dikkatini ver, bak, birisi konuşuyor. Yaşlı birisinin sesi olmalı, çok kirli ve anlaşılmaz bir telaffuzu var. Of, işte yine başladı ağrılarım. Eğer bu durumdan kurtulabilirsem, başımı koparacağım. Bir daha başıma böyle işler gelmesin.
 
Dur, dur. Bir başkası konuşmaya başladı, daha genç ve konuşması daha anlaşılır birisi. Konsantre ol, dinle, ne dediğini iyi anla. Evet, galiba anlayabiliyorum. “Çocuk yaşayacak demek. Efendi bu duruma oldukça sevinecek değil mi? Her neyse, bizi ilgilendirmez. Ne zaman uyanır demiştin?” Yine o ağrı, hay bacağı topal olası ağrı, biraz izin ver. Yaşlı adam yine bir şeyler mırıldanıyor, anlayamıyorum, biraz sesli konuşsan ölür müsün be ihtiyar? Diğeri cevap veriyor. “Anlıyorum, öyleyse yavaş yavaş uyandırın. Ürkütmeyin, çocuğun hafızasını yerine getirmek biraz zor olacak. Neyse ki efendinin bu işler için tonlarca eğitmeni var. Unutma, eğer çocuğa bir şey olursa sana yapılacakları tahmin bile edemezsin.”

Yine o baş ağrısı! Kim acaba bu çocuk? Sanırım efendinin çocuğu ya da akrabası falan. Yaşlı adam çocuğu iyi edemezse işkence mi edecekler acaba? İyi de benim bunlarla ne alakam var? Acaba şifacı mıyım? Yok, daha neler. Kendi ismini hatırlayamayan şifacı mı olur? Ulan dur, yoksa çocuğu bu hale ben mi getirdim? Şimdi boku yedim işte. Yaşlı adam, çocuğu iyi edemezse öldürülecekmiş. Kim bilir bana ne yaparlar? Neden her şeye burnumu sokuyorum ki? Dur bakayım, belki sağda solda kendimi koruyacak bir şeyler bulabilirim. Gözlerini sakın açma, sakin ve yavaş hareketlerle kolu oynat, örtünün kenarından aşağıya doğru sarkıt…

Oha! Kollarımı masaya bağlamışlar. Ne yapsam ki? Şu işten kurtulursam, kendime bu aptallıklarım yüzünden epey bir acı çektireceğim. Geri zekâlı herif, ne işin var efendinin çocuğuyla falan. Otursana kıçının üstüne.

Masaya bağlı olduğuma göre gözlerimi açmaktan başka çare yok. Belki etrafta kendimi kurtaracak bir şeyler görürüm. Yavaş yavaş sağ gözü arala bakalım. Gözlerim çapak içinde kalmış, kaç yıldır uyuyorum ben? Aralanmıyor lanet gözler, hadi biraz daha güçlü, biraz daha, biraz daha. Lan! Gözüm pat diye açıldı, umarım kimse görmemiştir. Kapan hemen kapan. Aceleden göz atamadım da etrafa. Şimdi aynı işlemi sol göze yapalım, hadi bakalım, yavaş yavaş arala gözleri. Başardım, karartıların arasında bir şeyler görebiliyorum. Kocaman bir pencere, beyaz perdeler, duvar… Yanlış tarafa bakıyorum galiba. Burada hiçbir şey yok. Yine sağ göze geçeyim, yavaşça arala, evet, görüyorum biraz, geniş bir oda burası. Cam şişelerin durduğu ahşap bir masa var. İçlerine türlü renklerde içecekler konulmuş. Büyük bir ahşap leğen, yanında kocaman bir askılık, havlular, uzun bir kılıç, kitaplar… Dur bir dakika, işte kaçış anahtarım, kılıç. Ulaşmam gereken yer orası, şu lanet yerden kurtulup bir şekilde o kılıcı ele geçirirsem, kaçar giderim buradan.

Baş ağrısı yine başladı. Tam zamanında başlıyor kör olası. Neyse, ayak sesleri duyuyorum, kapat gözleri kapat. Dinle bakalım. Baya gürültülü bu gelenler, ahşap zemine vuran ayak darbelerinden sonra sallanan metal aksamın sesi bu. Zırh gibi bir şey sanırım. Tabii ya, zırh! Gelenler beni öldürecek olan askerler olmalı. Ben de kılıcı alıp, kasap gibi milleti doğrayacaktım. Yahu sen kimsin? Adamlar seni tavada kavurma yaparlar. Öleceğim galiba. En azından kim olduğumu bilseydim bari. Nasıl dövdülerse artık geçmişe dair hiçbir şey kalmamış kuş beynimin içerisinde. Bu oyundan iyice sıkıldım. Öleceksem beni öldürenleri göreyim bari, en azından öbür tarafta yapılacak bir maceram olur. Aptalım ben aptal. Benim gibisinden adam olmaz arkadaş. En iyisi açayım gözlerimi.

Bu ne şenlik, gözlerimi açar açmaz, beynim sarsılmışa döndü. Odanın tavanın asılmış koca şamdan gözlerimi aldı. Lanet olsun. Hiçbir şeyi seçemiyorum. Aha, dur. Biraz kendime geldim sanki, alıştı gibi gözlerim. Vay anasını, nasıl bir odadayım ben ya? Burası bildiğin saray gibi bir şey lan! Kime bulaştım ben böyle? Anamdan emdiğim sütü burnumdan getirecekler şimdi. Şu ipek halılara, ahşap pencerelere, ince işlenmiş demir parmaklıklara, tül perdelere, zırhlı askerlere, yaşlı adama…

Dört tane asker var içeride. Niye zahmet ettiniz kardeşim, iki kişi de beni bir güzel öldürebilirdi zaten. Yaşlı amcanın gözlere bak, sanırım askerlere pek iş bırakmayacak. Yahu, yapmayın be, öldürmeyin beni desem, ne derler acaba? Kıçlarıyla gülerler büyük ihtimal. Neyse, olan olmuş. Battı balık yan gider. En azından kim olduğumu öğreneyim bari. Toparlan, toparlan, cesareti topla, şimdi söyle: “Neredeyim ben? Siz kimsiniz? Ben kimim? Öldürmeden önce bunları söyleyin, yoksa yemin ederim öbür tarafta yakanızı rahat bırakmam.”

Gülüyorlar işte, demiştim ben. Ulan bari öldürmeyin falan deseydim. Nasıl olsa yine güleceklerdi, en azından şansımı denemiş olurdum. Şu bunağa bak, kahkaha atıyor resmen. Öbür tarafta ilk bunun peşine düşeceğim, suratına iyice bakayım da hafızama yer edinsin. Kel bir kafa, bembeyaz bir bıyık, bıyığın kenarları da yukarı doğru kıvrılmış, kepçe kulaklar, kahverengi gözler, mavi bir cüppe, koyu renk bir ahşaptan yapılmış bir baston. Tamamdır, gerekenleri kafaya yazdım. Öbür tarafta boş oturmam bari.

“Neden gülüyorsunuz be? Delikanlı olun, bir hamlede bitirin şu işi. Hey, sen! İçi geçmiş kabak! Yemin ederim, senin peşine düşeceğim.” Şu sol kolumu yerinden çıkarabilsem, bir şansım olabilecek gibi. Ama şu hıyarların dikkatini başka yere vermek lazım: “Siz asker bozuntuları! Kendinize adam mı diyorsunuz be? Silahsız, kolları bağlı bir adamı öldürmek için dört kişi gelmişsiniz. İçinizde biraz adamlık varsa elime bir kılıç verirsiniz.”

Acınacak haldeyim, askerler de kahkaha atmaya başladı. Sinirlerim alt üst durumda resmen. En iyisi kendimi masadan aşağıya atmayı denemek sanırım. Haydi bakalım, bütün ağırlığını önce sağ tarafa doğru sarkıtmaya çalış, sonra sol tarafa, sağ ve tekrar sol...

Yok, bu işe yaramayacak. Beni bağladıkları şey yere çivilenmiş galiba. Öleceksem birkaç kelam etmeli. “En azından son isteğimi yerine getirin, kızarmış tavuk fena olmaz. Yanında koca bir bardak ayran isterim. Ayrıca kızarmış tavuğa acı sos kesin olsun ve belki biraz salatalık turşusu…” Biliyorum, biliyorum, bu yaptığım çok saçmaydı. Yalnız bizimkilerin üzerinde ters etki yaptı sanırım, gülmeyi kesti hepsi. Yaşlı adam önce bana baktı sonra askerlerden birisine başını çevirdi ve eliyle “Git” anlamında bir işaret yaptı. Ne oluyor yahu? Bak şimdi bana doğru döndü, kim bilir neler yumurtlayacak?  “Prens Zenaid’in başka bir isteği var mı? Kullarınız size hizmet etmekten onur duyar efendim.” Resmen dalga geçiyor bu herif. Yok, yok. Öbür tarafa bırakmadan bunağı hemen öldürmeliyim. Şu masayı yerinden bir çıkarabilsem, sağ, sol, sağ, sol. Oyna ulan oyna, ne biçim bir şeysin sen? “Ulan bunak! Yemin ederim öldüreceğim seni. O kel kafana kızgın yağ dökeceğim, göreceksin bak.”

Son sözlerimden sonra yaşlı adam bana doğru geliyor. Son hamleyi vuracak galiba. Neyse, en azından çok uzamadı. Öldür lan bunak, hemen öldürürsen seni affedeceğim. “Prensim, bir kaza geçirdiniz. Bu yüzden hafızanızı kaybettiniz. Lütfen izin verin, size yardımcı olalım. Az önce hizmetkârlarınızdan birisi isteklerinizi getirmek üzere mutfağa gitti. Kısa bir süre sonra istedikleriniz hazır olur. Biliyorum, sorularınız çok fazla ama merak etmeyin. Cevaplar için uzun bir süre var. Yine de kısa bir giriş yapayım, siz Pirahen İmparatoru Akritla’nın tek oğlu ve varisi, Ovest Cîtta valisi Zenaid Pirahi’siniz. Şu an Meisterwerk şehrinde, İmparatorluk sarayının şifa odalarından birisindesiniz. Ben babanızın yani imparatorumuzun danışmanlarından Baira’yım. Yanımdakiler sizin kişisel muhafızlarınız, Korin’li Temes, Pegua ve Tuka. Az önce istediklerinizi getirmek üzere mutfağa giden ise Sançiz. Umarım bazı sorularınız cevap bulmuştur. Lütfen kendinizi yormayın, dediğim gibi her şeyin zamanı gelecek.”

Bu adam şarabı fazla kaçırmış sanırım. Yok Pirahen prensiymişim, varismişim, falanmış, filanmış. Hele şu kişisel muhafız şeysi da ne öyle? Söylerken bile komik. Yaşlı adam iyice yaklaştı yanıma, bence sağlam bir tokat yiyeceğim.

Aha, adam kolumdaki bağları açıyor. Sakin ol, sakin ol. Diğer bağları da açmasını bekle, evet, son bir tane kaldı. Onu da aç. Şimdi kaçmanın vaktidir, şu koca leğene doğru koşup oradan kapıya kaçacağım. Tamamdır, plan hazır. Çok düşünürsem öldürür bunlar beni. Bir, iki… Aha, orta yaşlı bir kadın kapıdan içeri girdi, elinde koca bir tepsi var. O ne güzel kokudur öyle, tavuk, ayran, turşu! Ulan ciddi ciddi getirmişler. Kadın iyice yanıma yaklaşıyor, beyaz tenli, gözleri kahverengi, saçlarını arkadan topuz yapmış. Üzerinde gri renkli bir elbise var, derin bir göğüs dekoltesi gözlerimi esir alıyor, balık etli olduğu için her adımında tepsinin ve tavuğun üzerinden görünen bembeyaz göğüsleri kıpır kıpır hareket ediyorlar. İştahım açıldı, anlarsınız ya, bu harika manzaradan sonra kesinlikle uyandım.

Kadın tepsiyi önüme koyuyor, eğilirken manzara daha da güzelleşiyor ve tatlı tatlı gözlerimin için bakıyor. Az önce cehennemdeydim, şimdi cennete düştüm. Uyanıklığım da gitgide artıyor. Kadın giderken, dur gitme desem ne olur acaba? Kadın gidiyor, gidiyor, kalçaları dans ediyor, yürüyor, yürüyor. Bir şey diyemedim yine. Neyse, en azından şu tavuklara saldırayım, karnım bir kurt gibi acıkmış. Tam istediğim gibi üzerine acı sos dökmüşler, ayran çok güzel görünüyor, turşular da çok taze. Bir but koparıyorum, ısırıyorum, tavuğun yağı yanaklarımdan aşağı akıyor. Turşuyu ısırıyorum, sanki benim için yapılmış gibi. Bu kadar lezzetlisi olamaz. Sonra ayrandan bir yudum, ohh, işte bu iyi geldi. Nefes alıp vermeyi unutmadan tepsiye saldırıyorum, tavuk, turşu, ayran, ekmek, tavuk, turşu… Tepsinin dibindeki yağa ekmeği bandırırken aklıma geliveriyor: “Bunlar zehirliydi değil mi? Anlamalıydım, zehirlediniz beni.”

11
Kurgu İskelesi / Ynt: Kıpkısa Kulübü
« : 28 Aralık 2013, 19:06:56 »
Işığın değeri karanlıkta anlaşılır.

12
Tartışma Platformu / Ynt: Hikayede Dil
« : 21 Aralık 2013, 19:55:36 »
Çok okumak, çok yazmak tavsiyelerine ben de katılıyorum. Bunun dışında bakış açısı dili oldukça etkilemeli bence.
 
Diyelim ki çok vahşi bir savaşçının gözünden yazıyorsun. Sokakta yürüyen masum vatandaşı bile öldürme ihtimali yüksek bu savaşçıyı anlatırken;

"...ve işte odaya girmiştim. Düşmanımı ararken çerçeveleri ceviz ağacından yapılmış, oldukça detaylı bir yağlı boya tablosu gözüme takıldı. Tablodaki kadının yeşil gözleri ve kıvırcık siyah saçları vardı. Dekoltesi ve mavi elbisesi oldukça dikkatimi çekmişti. Tablonun hemen sağ tarafında belli belirsiz şekilde fark ettiğim, geçmişte kim bilir hangi tabloyu taşıdığı belli olmayan bir çivi vardı. Bir adım daha attım ve bulunduğum odanın ahşap zemininden çıkan ses odayı doldurdu..."

gibi bir dil kullanmak bence mantıklı değil. Böylesine acımasız bir savaşçı detaylara takılmaz, bam diye içeri girer, düşmanını bulur, kılıcını çıkarıp ortalığı kan gölüne çevirir. Bu tarz bir hikayede karakterin gözünden anlatmak yerine Üçüncü kişi gözünden anlatmak daha mantıklı olabilir. Bu bakış açısı samimiyeti azaltsa da betimlemelerin dibine vurabilirsin, bu da okuyucunun atmosferi, karakteri daha iyi anlamasını sağlar.

Bir de eğitimci gözünden bakarsak, hikayenin hangi kitleye hitap edeceği konusu çok önemli. İlkokul seviyesinde yazılacak bir hikaye ile gençlere hitap edecek bir hikaye arasında ciddi farklılıklar bulunması gerekir.

Uzatmayayım, mümkün olduğunca yazmalı, sanırım hatalarla doğruyu bulmak en meşakkatli ve en kalıcı yol.

13
Çizgi / Ynt: Kara Kuru Çiziklerim
« : 17 Aralık 2013, 19:02:08 »
Ellerine sağlık. :) Özellikle son kompozisyonu oldukça beğendim. :)

14
Çizgi / Ynt: Refeco'nun Çizgilerinden
« : 12 Aralık 2013, 08:35:01 »
Eğer öyle bir şansınız varsa grafik tablet olayına hiç girmeyin derim. Eğer benim gibi klasik kara kalem çizimleriyle kendini geliştirmeye çalışmış biriyseniz grafik tablete geçtiğiniz anda tabiri caizse emeklemeye yeniden başlıyor gibi bir hisse kapılıyorsunuz.

Kişisel olarak ilk tecrübelerimde çizgilerimi kalemin kağıtla(burada grafik tablet oluyor tabii ki) buluştuğu yerde göremeyince afallamıştım. Sonradan ekrana bakarak çizmeye alışmaya çalıştım, hala alışmaya çalışıyorum. :D

15
Çizgi / Ynt: Refeco'nun Çizgilerinden
« : 11 Aralık 2013, 21:33:52 »
Teşekkür ederim, beğendiyseniz ne mutlu bana. :)

Tabletim UC-Logic Lapazz PF1209 A4.

Aslında çok başarılı bir model bu ama ben tam performans kullanamıyorum. Eğer tablet alma gibi bir planınız varsa öneririm, bunun haricinde A5 olarak yine Lapazz'ın TWH850 modelini kullandım. Başlangıç için harika bir model. :)

Sayfa: [1] 2