Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Methild

Sayfa: [1] 2
1
Tartışma Platformu / Ynt: Wattpad
« : 15 Şubat 2015, 17:45:30 »
Fantastik bölümleri karıştırırken şu öyküye denk geldim. Fena değil, orta seviye. Tahmin edileceği üzere az okunmuş ve hiç yorum almamış.
Okunabilir

2
Tartışma Platformu / Ynt: Wattpad
« : 03 Şubat 2015, 12:36:56 »
Gerçekten yukarıdaki arkadaşa katılıyorum. Özellikle birkaç hikaye yayınlamış biri olarak söyleyebilirim ki kaliteli bir ortam değil. Yazılan saçma sapan şeylere yorum yapılırken, emek harcanmış yazılara yorum gelmiyor. Daha çok böyle aşk konulu öyküler tutuluyor diye düşünüyorum. Kalitesi yerlerde gezen bir yer. Sizi geliştirecek, ileriye taşıyacak yorumlar da yapılmıyor yani.

Ama bazen güzel öyküler çıkabiliyor. Öykülerin çok yorum alması da genelde kapak resminden, dediğim gibi içinde aşk barındıran konuların olmasından ya da yazarın bir çevresi olmasından geliyor. Eğer sosyal ortamda çok arkadaşınız varsa binlerce yorum alırsınız hakikaten. Yeni biriyseniz yazdığınız öykü okunmuyor bile. Binlerce öykünün içinde fark edilmiyor. Yani hevesinizin kırılması olası bir yer.

Bir benzetme yapacaktım onu yapayım: Bildiğiniz MTV olarak düşünün. Sadece kitap hali.

3
Düşler Limanı / Ynt: Bilgisayar
« : 30 Ocak 2015, 19:33:54 »
Bu güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Aslında betimleme yapmakta çok zorlanıyorum. Bir türlü olmuyor. Hayal ediyorum, çiziyorum kafamda. Ama klavyeye veya kağıda dökülmüyor onlar. Bu hikaye için fazla betimleme yapmaya gerek olmadığını düşündüm. Zaten her şey biliniyordu. Bilgisayar yazdığımda hemen aklınızda bir şey canlanıyordu.

Daha farklı öykülerde betimlemenin önemli olduğunu biliyor. Bu konunun üzerine düşeceğim. Sanırım elimdeki betimlemesi bol olan birkaç kitabı yeniden okumakla başlayabilirim. Bu güzel yorumunuz için tekrardan teşekkür ederim.

4
Düşler Limanı / Ynt: Bilgisayar
« : 30 Ocak 2015, 17:32:38 »
İlk zamanlarda bilgisayar resim çizmekten, çizgi film seyretmekten daha zevkli ve güzel göründü gözüme. Diğer uğraşlarımı bıraktım. Zamanla uğraşlarımı ve yeteneklerimi kaybettiğimi anladım. Çocukken sadece bilgisayar oynadığım için mahkumu olduğumu düşünüyorum. Zaten apaçık ortada benim için.

Hikayenin dili, akıcılığı gibi konularda da yorum yaparsanız kendimi geliştirebilirim. Çünkü edebi anlamda yeterli olmadığımdan, kafamdakileri tam olarak öyküye yansıtamadım.

Edit: Öyküde düzenlemeler yapıldı.

5
Düşler Limanı / Ynt: Bilgisayar
« : 30 Ocak 2015, 14:55:20 »
Öncelikle öykümü sonuna kadar okuyanlara teşekkür ederim. Gerçek bir öyküydü. Hiçbir ayrıntıyı atlamadan yazmaya çalıştım. Bir diğer teşekkür etmek istediğim şey: bilgisayarım.
Bana bu öyküyü yazacak ilhamı verdiği için mahkumu haline geldiğim bilgisayarıma teşekkür ediyorum.

-Öykünün üstünden geçecek vakti bulamadım. Annem sıkıştırıyor :D Hatalarım varsa af ola.

Bir de o başlardaki örümcek olayı saçma gelebilir. Ama gerçekti. Babam gelene kadar oyalanmak için o oyunu hayal etmiştim.

6
Düşler Limanı / Bilgisayar
« : 30 Ocak 2015, 14:53:32 »
-Gerçek bir öyküdür.

Duvardaki kırmızı saatin akrebinin yirmiye geldiğini görünce kalbim hızla çarpmaya başladı. Elim ayağım titriyor, heyecandan yerimde duramıyordum. Babamın eve gelmesine dakikalar kalmıştı. Birazdan zil çalacak, babam elinde koca bir kutuyla girecekti kapıdan. Uzun zamandır bu anın gerçekleşmesini hayal ediyordum. Heyecandan dayanamayıp oturma odasındaki koltukların üzerinde zıplamaya başladım. Koltukların tellerini koparana kadar zıplıyor, tavandaki avizeye dokunmaya çalışıyordum. Aslında neden böyle bir şey yaptığımı bilmiyordum. Heyecan ve sevinç ikilisinin yaşattığı tuhaf bir enerji patlamasıydı. Her mutlu olduğumda böyle yapardım. Bu da onlardan biriydi. Zıplamak çok zevkli gelmişti. İyice keyiflenmiştim. Birden dayanamayıp çığlık atmaya başladım. Bir koltuktan diğerine atlıyor, kollarımı iki yana açıp, gökyüzünde uçan bir süper kahraman olarak hayal ediyordum kendimi.

Annemin “Koltuklarda zıplama eşek sıpası!” diyen öfkeli sesini umursamıyordum bile. Hayal dünyasına kapılmıştım. Gerçek gibiydi her şey. Koltuklar benim için uzun kulelerdi. Şimdi, o uzun kulelerin üzerinde zıplıyordum. Halılar kum tepelerine dönüşmüştü. Kuvvetli esen rüzgar kum tepelerini savuruyor, etrafına zor görünür kılıyordu. O kum yığınlarının içinden büyük bir örümcek, beklemediğim bir patlama eşliğinde fırladı. Savrulan kum taneleri yüzünden geç fark etmiştim. Tek amacı beni yakalamaktı. Elimde sihirli bir kılıç olduğunu hayal ettim hemen. Kılıcımı, bana doğru saldıran örümceğin gözlerinden birine sapladım. Hayvan kan dondurucu bir çığlık attı ve üzerinde dolaştığım kule şiddetle sarsıldı. Son anda biraz daha uzaktaki kuleye atladım. Örümcek, beni yakalayabilmek için ağlarını fırlatıyordu . Üzerime doğru gelen ağ demetlerini kılıcımla kestim. Öfkesi giderek artan hayvan, kuleye tırmanmaya başladı. Çok hızlıydı. Neredeyse yakalanıyordum ki bir başka kuleye atladım. Ayağım kayar gibi oldu, en sonunda dengemi buldum.

Bu iş uzamıştı. Örümceği hemen öldürecektim. Artık sıkılmıştım bu oyundan. Kılıcımı havaya kaldırıp zafer naraları eşliğinde örümceğin üzerine doğru atladım. Ama hata etmiştim. Örümcek kocaman ağzını açmış, benim düşmemi bekliyordu. Korkarak çığlık attım. Süper kahramanlığı falan boş verin. Örümceğin içi sonsuz bir karanlığı andıran ağzına düşmek üzereyken gözlerimi yumdum.
Benim gibi bir süper kahraman için kötü bir sondu. Örümceğin pis nefesini hissettiğimde her şeyin sonuydu. Bitmişti her şey. Beni gülümsetmesi için örümceğin midesinin konforlu bir yer olduğunu  ve birçok oyuncağın orada beni beklediğini söyledim kendime. Bu düşünce tebessüm etmeme neden olmuştu. Hızla düşerken yumuşak, narin bir şey tuttu beni.

Birden annemin kucağında açtım gözlerimi. Kaşlarını çatmıştı.

“Sana kaç defa koltukların üzerinde zıplama, düşersin dedim. Ama dinlemedin. Az kalsın düşüp bir tarafını yaralayacaktın. Büyüklerinin sözünü hiç dinlemiyorsun, Kağan.”

Öyle mi olmuştu gerçekten ? Koltuktan mı düşüyordum? Etrafıma baktım. Oturma odasındaydım. Kum tepeleri ve kuleler gitmişti. Annem beni yere indirdi.

Bir parmağını bana doğru sallayıp azarlamaya başladı.

“Baban gelince söyleyeceğim, bakalım o zaman ne yapacaksın?”

Başımı öne eğip masum görünmeye çalıştım. Eğer babama söylerse hayallerim suya düşerdi. Babam, o çok istediğim şeyi vermezdi bana. Sahi, babamın bana getireceği şeyin adı neydi ya. Bil... bir şey, bir şey. Oyun oynayabileceğim şeydi. Neredeyse aylardır hayalini kuruyordum o şeyin. Bunun için  yalvarmak üzereydim ki, gözüm tavan arasına ilişti. Bir örümcek! Ağlarını örüyordu.

“Yakaladım seni!” diye bağırdım. Annem şaşkın şaşkın bana baktı. “Neyi yakaladın, oğlum?”

Benimle savaşan örümcek buydu. Emindim. Bir koşuda mutfaktaki süpürgeyi kaptım geldim. Annem ne yapacağımı anlamıştı.

“Oğlum, öldürme hayvanı. Günahtır. Bırak süpürgeyi! Bir kağıt getireyim de camdan dışarıya atalım.”

Annem öyle diyordu ama ben kararlıydım. Öldürecektim o örümceği. Süpürgemi dengesiz bir şekilde savurdum. Ama boyum yetişmedi. Etrafıma baktım. Annem gelmek üzereydi. O gelmeden, bir süper kahramanın yapması gerekeni yapmalı, düşmanımı alt etmeliydim. Hiç düşünmeden yemek masanın üzerine çıktım. Hala yetişemiyordum. Ayak parmaklarımın üzerinde durmaya çalışıp süpürgemi savurdum. Aniden parmaklarımın arasından kurtulan süpürge tam akşam yemeğimiz olan çorbanın üzerine düştü. Tabii yuvası bozulan örümcek de.

Annem sesleri duymuş olacak ki söylene söylene geliyordu. Tekrar saate baktım. Çok çok az kalmıştı. Babam, belki de site bahçesine girmişti. Ne yapmalıydım? Hızlı davranıp önce süpürgeyi aldım yerden. Sonra da tarhana havuzunda yüzen örümceği. Annem içeriye girince olduğum yerde zıpladım.

"Ne yapıyorsun sen bakayım?" diye şüpheci bakışlarla süzdü. Bir yalan uydurmak zorundaydım. Beni zeki bir çocukmuş gibi hissettiren şu sözleri söyledim;

"Çorbanın tuzuna bakmak istedim, anne. Bir şey yok yani."

Annemin kaşları birleşti. Yüzümü inceliyordu.

"Tuzu yerinde mi bari?" diye sordu. Başımı evet anlamında salladım. Ucuz yırtmıştım. Ama annemin bakışları "bunun hesabı verilecek" der gibiydi.

O sırada zil çaldı. Kalbim yine kanat çırpıyordu. Bu sefer çok daha şiddetliydi.  Müthiş bir heyecan dalgası kabarmıştı içimde. Babam gelmişti çünkü. Babam ve hediyesi!

Önce babam girdi içeriye. Ardından iki uzun boylu genç adam. Büyük ve ağır görünen bir kutuyu benim odama taşıdılar. Büyülenmiş gibi kutuya bakıyordum. Benim güzel hayalim, o kutunun içindeydi işte!
Annem bir bıçak getirdi. Adamlar, bıçak yardımıyla kutunun dışındaki naylonu kestiler. Kutunun bantları söküldü. Genç adamlardan bıyıklı olanı elini kutunun içine soktu ve koca bir ekranla beraber tekrar çıkardı. Koca bir ekran! Ardından ne işe yaradığını bilmediğim birkaç ara gereç daha. Sonra en önemli parça olan kasa çıkarıldı. Dilim tutulmuştu. Televizyonlarda, gazetelerde, komşuların oğlanlarında gördüğüm ve hep hayalini kurduğum büyük oyuncağım buydu işte. O zaman adını hatırladım: Bilgisayar.

Sevinç gözyaşlarım ince bir çizgi halinde süzülüyordu yanaklarımdan. Babama sarıldım. Ağlıyordum. Nedenini bilmiyordum. Sanırım mutluluk gözyaşlarıydı bunlar. Odamdaki gereksiz eşyaları büyük bir torbanın içine atmaya başladım. Oyuncak ayılarımı, askerlerimi, arabalarımı, silahlarımı, resim defterlerimi, oyuncak piyanomu... Her şeyi. Artık onlara ihtiyacım yoktu. Bilgisayar oyunları bana yeterdi.

Bilgisayarım daha önce satın aldığımız masanın üzerine kuruldu. Tam bilgisayarın başına geçiyordum ki annem uyardı.

"Önce yemeğimizi yiyelim, sonra doya doya oynarsın. Nasıl olsa artık bizim."

Artık benim, diye düşündüm. Sürekli komşularımıza gitmek zorunda değildim. Dayanamayıp yine sarıldım babama.

"İsteğin oldu bak," dedi babam. "Ne demiştin? Eğer istediğimi alırsanız hiç yaramazlık yapmayacağım; hatırlıyor musun?"

Başımı salladım. " Hatırlıyorum. Sözüm söz baba, " dedim içtenlikle. "Artık yaramazlık yapmayacağım."

Doyumsuz bir iştahın etkisiyle tüm önüme konulanları silip süpürdüm. Hem annemi hem de babamı şaşırtmıştım. Başımı okşayıp "Aferin," dediler. "İşte şimdi bilgisayarı gerçekten hak ettin."

Bunun ne anlama geldiğini biliyordum. Hemen odama koştum. Öyle hızlı koşmuştum ki odama geldiğimde kendimi ışınlanmış gibi hissetmiştim. Heyecanla ellerimi birbirine sürttüm. Komşumuzda sürekli bilgisayar oynadığım için nasıl açıldığını da öğrenmiştim. Önce prize bastım. Kırmızı bir ışık yandı. Onay verilmişti. Kasanın üstündeki bir tuşa dikkatlice dokundum. Ama bir şey olmadı. Önce korkuya kapıldım. Tekrar tekrar bastım. Yine olmuyordu. Elimle iyice bastırdım ve motor çalışmaya başladı. Bilgisayarım o derin uykusundan uyanıyordu. Ardından ekranı açtım. Ekran, yani bilgisayarın gözleri de açılmıştı. Yeni bir arkadaş edinmiş gibi hissetmiştim. Mavi bir sayfa, ardından rengarenk başka bir yüklenme sayfası açıldı. Farklı bir dünyaya yolculuk ediyordum. O kadar heyecanlıydım ki kalbim duracak gibi olmuştu. Derin bir iç çektikten sonra koltuğuma yaslanıp iyice yerime yerleştim.

Tuhaf bir sayfa açıldı. Farklıydı. Burası bilgisayarımın bana arkadaşlık teklif ettiğini düşündüğüm yerdi. İsmimi soruyordu. "Kağan," dedim bir şey olmadı. Ne yapmam gerekiyordu? Elim klavyenin üzerinde dolaştı. İsmimin harflerini bulmaya çalıştım. Annem okuma-yazma öğretmişti biraz. Harfleri tanıyordum. K-A-Ğ-A-N diye tuşladım. Bilgisayar "Hoş geldiniz" dedi bana. Gülümsedim. "Merhaba."

Açılan yeni sayfa daha geniş ve büyüleyiciydi. Bir sürü dosya vardı. Ama hangisinde oyun olduğunu bilmiyordum. Hepsini tek tek aramak zorunda kaldım. Sonunda oyun yazan dosyaya tıkladım. Bir sürü oyun, "Beni oyna, ne olur beni oyna," diye yalvarıyordu. Şaşırmıştım. Oyunların birçoğu benim hayal ettiğim gibi değildi. Çok daha güzeldi.

Hepsini saatlerce oynadım. Ta ki yatma vakti gelene kadar. O zamana kadar büyülenmiş gibiydim. Bir kere bile gözümü ayırmamıştım ekrandan. Annemin zoruyla bilgisayarın başından kalktığımda vücudum tutulmuş gibiydi. Gözlerim içine kum kaçmış gibi yanıyordu.

"Bu kadar yeter. Bilgisayar da biraz dinlensin. Sabah oynarsın," dedi annem. Haklıydı.

Yatağıma uzandım. Yorulmuştum. Annem alnımdan öptü, iyi geceler diledi. Lambayı söndürünce koyu bir karanlığa gömüldü odam. Bilgisayarım o karanlıkta parlıyordu. Ya da bana öyle gelmişti. İnanamayınca tekrar baktım. Basbaya parlıyordu. Sebepsiz yere el salladım ona. "Yarın görüşürüz, iyi geceler."

Gözümü kapattım. Yaşadığım olayların hepsi bir film şeridi gibi önümden geçti. Bir an gözlerimi açıp bilgisayarın hala yerinde durduğuna emin olmak istedim. Oradaydı. Zaten, ben buradayken bir yere gidemezdi.

İçimde dindiremediğim bir sevinç ve heyecan vardı. Gözlerimi defalarca kapatmama rağmen yine açıyor, karanlıkta pırıldayan bilgisayarıma bakıyordum. Artık oyuncak arabalarla oynamayacaktım. Artık oyuncak askerler yoktu. Resim çizmeyecektim. Çizgi film seyretmek yoktu. Büyüyordum ben. Bilgisayar, büyümenin bir simgesiydi. Çocukluktan çıkmıştım. Vücudumda bir değişiklik hissediyordum hatta. Emindim. Büyüyordum.

Son...


7
Tartışma Platformu / Yetenek Doğuştan Mıdır?
« : 20 Aralık 2014, 13:58:57 »
Yetenek doğuştan mıdır, sonradan mı öğrenilir konusu çok tartışılır. Ancak benim merak ettiğim yazı yazma yeteneği doğuştan mı gelir, yoksa üzerine gidilerek geliştirilebilir mi?

8
Düşler Limanı / Ynt: Köpeğim Poo
« : 26 Kasım 2014, 08:02:43 »
Yorumunuz için teşekkür ediyorum, dediklerinizi dikkate alacağım. Yalnız şurayı anlamadım: Hani genel gidişata göre farklı bir son beklerdim dediniz ya, bunu biraz daha açarsanız sevinirim. Çünkü tam olarak anlamadım demek istediğinizi.

9
Düşler Limanı / Ynt: Köpeğim Poo
« : 25 Kasım 2014, 10:52:57 »
Not: Yorumlarınızı eksik etmeyin.

10
Düşler Limanı / Köpeğim Poo
« : 25 Kasım 2014, 10:51:14 »
Alıntı
Merhaba, adım Bedir.

Annemle birlikte yaşıyorum.

Genelde yalnızım. Pek fazla arkadaşım yok. Bana içine kapanık derler. Siz bunun ne anlama geldiğini biliyor musunuz?

Aslında pek bir önemi yok. Bunu anlayabilecek yaşta değilim.

Ben bir dost arıyorum.

Resim çizmeye bayılırım.

Sadece resim çizmeye... ve oyuncaklarımla oynamaya.

Eğer siz de isterseniz birlikte resim çizebiliriz.

Oyuncaklar?

Onlara dokunmasanız daha iyi.

Annem, bugün bize misafirlerin geleceğini söylediğinde ne yapacağımı şaşırdım. Bir yere saklanmalı ve misafirler gidene kadar orada kalmalıydım. Beni görmelerini istemiyordum. Aklıma odamdaki dolaba saklanmak gelmişti önce. Ama sonra, daha önceleri de orada saklandığımı hatırladım. Annem beni hemencecik bulurdu. Başka, daha güvenilir ve bulunması zor bir yere saklanmalıydım.

Birden oyuncaklarım aklıma geldi. Onları da saklamalıydım. O sinsi, yaramaz ve canavar misafir çocukları benim oyuncaklarımı saniyeler içinde paramparça ederdi. En son bir çocuğun oyuncak arabamı alıp duvarda parçalayışını hala unutmamıştım. Böylesi çocuklar çok sinsi olurlar. Kendi oyuncaklarından daha güzel bir oyuncağı gördü mü kıskanır, parça pinçik ederler. Olan benim o masum oyuncaklarıma olur.

Hemen harekete geçmem gerektiğinin farkındaydım, zaman yaklaşıyordu çünkü. Önce arka balkondaki içi boş kutuları odama getirdim. Oyuncak arabalarımı ve boyama dergilerimi -onlar çok daha değerli- küçük olan kutunun içine tıkıştırdım. Kalemi, evimi ve ayıcıklarımı orta boy kutuya, oyuncak tabancalarımı ve futbol topumu da büyük olan kutuya koydum. Tek sorun bu kutuları nereye saklayacağım. Saksıyı çalıştırdım. Öyle bir yere koymalıydım ki o canavarların aklının ucuna bile gelmemeliydi. Buldum! Banyonun içi tabii ki de!

Kutuların hepsini banyodaki küvetin içine koydum. Ardından görünmesin diye kedicikli yorganımı üstlerine örttüm. Oyuncaklarım güvendeydi artık. O canavarlar asla bulamayacaktı onları. Ama ben? Ben de saklanmalıydım. O çocuklar oyuncakları bulamayınca bana saldırabilirdi. Bir an dondum kaldım. Ding dong, dang ding... Kapı zilimiz çalıyordu! Ne yapacaktım şimdi? Dolaba doğru koştururken hemen bulunacağım geldi aklıma. Banyoya saklansam, olmaz.

"Anne, oyala biraz!" diye bağırdım.

"Olur mu öyle şey oğlum, kapıda bekliyorlar."

"Ay, azıcık daha beklesinler," deyiverdim. Ama içimden, sesli olarak değil.

Annem kapıyı açtı. Merhabalaşmalar, hoş geldiniz demeler derken ben öyle kaskatı kesilmiş, heyecandan ne yapacağımı bilmeden kalakalmıştım odamda. Misafirler, misafir odasına girdiler, ama hiç çocuk sesi duymadım. Görmedim de. Çocuklarını getirmemişlerdi herhalde!

Tam odamdan çıktım, bir de ne göreyim! Korktuğum başıma gelmişti. Sarı saçlı, şeytan bakışlı bir çocuk; tam karşımda dikiliyor. Bir süre birbirimizi inceledik. İki elini yumruk gibi sıkmış, öfkeli gözlerle beni süzüyordu.

"Oyuncaklar nerede?" dedi birden. "Oyuncaklar nerede, çabuk söyle. Oyuncak istiyorum ben!"

 Bir adım geriledim. "Oyuncaklar mı?" dedim, bilmiyormuş numarası yapıyordum. Ama yemedi.

"Hissediyorum," dedi, sesinde mistik bir hava vardı. "Buralarda bir yerde, oyuncak araba kokusu alıyorum."

Güldüm.

"Yok ya, annem onları çöpe atmış."

Üzerime doğru gelmeye başladı. Giderek korkutucu bir hal alıyordu yüz ifadesi. Boyu benden büyük değildi. Ama hırçındı, kavga etmeye hazır. Bense hazırsız ve korkak.

"Birazdan başka çocuklar da gelecek. Hepsi benim emrimde çalışıyor. Oyuncakların yerini söyle, yoksa dövdürtürüm seni!"

Çocuğun dediklerine bir bakın: sanki mafya babası. Belki de öyledir. Şey... yani hayalinde demek istedim.

"Gerçekten, annem oyuncakları saklamış," dedim.

"Hani çöpe atmıştı?"

Şimdi faka basmıştım işte. Üzerime doğru gelmeye devam ediyordu. Ben de odama doğru gerilemeye tabii.

Sonunda o kadar çok gerilemiştim ki, dengemi kaybedip yatağın üzerine düşüverdim. Çocuk bir anda üzerime çullandı, karnımdan gıdıklamaya başladı. Ben de kurtulmak için suratını tekmeledim. En son darbem biraz sert olmuş olacak ki ağlamaya başladı. "Aneeeee, bana vurdu!"

 Hemen annesi, ardından da benim annem olay yerine intikal etti. Çocuğun annesi kaşlarını çatıp, suçlayıcı bir bakış attı bana. Sonra anneme döndü. "Selma, şu oğlana sahip çık. Bu kaçıncı?"

"Kusura bakma, normalde sakindir ama... senin oğlanı görünce kuduruyor."

"Ben mi, o mu?" dedim. Ama yine içimden. Genelde içimden söylerim böyle şeyleri.

Beni gıdıklayan çocuk -adının Selim olduğunu öğrendim- annesinin kucağında odadan ayrılırken dilini göstererek benimle dalga geçti. Ona gününü gösterecektim. Eğer savaş istiyorsa ben hazırdım. "Bütün adamlarını topla gel istersen," dedim. Tahmin ettiğiniz üzere içimden.

Annem suçlayıcı bir bakışla beni süzdü. "Oğlum yine mi? Selim'le ne alıp veremediğiniz var?"

"Anne ya, oyuncaklarımı kırıyor," diye cevap verdim.

"Sen de verme oyuncaklarını," diyen annem, baş parmağıyla beni göstererek, "Eğer yine böyle bir şey olursa sana bir daha resim kalemi almam. Anladın mı?"

Başını salladım. İçimde nasıl bir öfke fırtınası esiyordu bilemezsiniz. İntikamım acı olacaktı. O sırada kapı zilinin sesi duyuldu. Yeni çocuklar, yeni "Selimler" geliyordu. Odamdan çıkıp az önce gelen misafirlere baktığımda iki çocuk daha görmüştüm. Sayıları giderek artıyordu ve ben tektim. Selim, hemen yeni gelen çocukların yanına koştu, eliyle beni göstererek bir şeyler anlattı. Çocuklar şeytani bir gülümsemeyle bana bakarak dil çıkardılar. Savaş çanları çalıyordu!

 

11
Tartışma Platformu / Ynt: Yayin evi konusunda
« : 03 Ağustos 2014, 08:34:46 »
Kitabın sadece özetini yolla. Tamamını yollama veya bir bölümünü. Sadece özeti. O zaman çalınması mümkün değil.

12
Tartışma Platformu / Ynt: Kitap Yazanlar
« : 03 Ağustos 2014, 08:33:25 »
Ben tam olarak Fantastik sayılmasa da, bir kitap yazıyorum.

13
Tartışma Platformu / Edebiyat Dergileri
« : 22 Mayıs 2014, 17:17:34 »
Hikayelerin olduğu, edebiyat hakkında yazıların olduğu çeşitli edebiyat dergileri var mı bildiğiniz?

Varsa bunları nereden bulabilirim?

14
Kurgu İskelesi / Ynt: Kenway Kardeşler
« : 21 Mayıs 2014, 16:25:30 »
Not: Aklıma yeni bir kurgu geldiği için eski hikayemi bıraktım ve bunu yazmaya karar verdim. Elimden geldiğince hatasız şekilde yazmaya çalışacağım. Okur ve yorum yaparsanız sevinirim. Yorum yapmayanlarda ankete katılabilirse iyi olur.

15
Kurgu İskelesi / Kenway Kardeşler
« : 21 Mayıs 2014, 16:24:24 »

Namlunun Ucundaki Ölü

Henry Kenway, verandasindaki sandalyesine oturdu ve uzaklarda at koşturan gençlere baktı. Güneş batarken, bir grup genç arkasına kızları bindirmiş, at koşturuyordu. Gençler gururla atlarını koştururken, kızlar gülüşüyor, çığlık atıyorlardı.

Henry Kenway, kendi arazisi içinde bu kadar gürültü yapılmasından hoşlanmazdı. Ağabeyi öldürüldüğünden beri, insanlardan uzak durmuştu. Evini kasabanın dışına taşımış ve kimsenin araziye girmemesi için uyarı tabelaları asmıştı. Sonuçta bu arazi ona aitti. Ancak o, ne kadar uyarıda bulunsa da-birini bacağından vurmasına rağmen- kasaba halkı arazisinde dolaşmaya devam ediyordu. Üstelik sırf Henry Kenway`ı sinir etmek için yapıyorlardı bunu. Nitekim başarıyorlardı da. Ancak bilmedikleri bir şey vardı. Henry, çabuk sinirlenen ve sinirlendiğinde kimsenin akıl edemeyeceği şeyleri yapabilecek karakterde biriydi. Eskiden uysal ve sakin yapısıyla biliniyordu. Ağabeyine göre daha terbiyeli ve sorunsuz biri olduğu için kasaba halkı tarafından da sevilirdi.. Ama sonra hayatı, zevkleri ve davranışları, kasaba halkının hoşuna gitmeyecek şekilde değişti.

Onu bu denli değiştiren ağabeyinin ölümüydü. Coby Kenway, Meksikalı bir serseri tarafından öldürüldüğünde Henry, uzun süre konuşmadı. Küçük evinden dışarıya adım atmaz oldu. Ama nasıl olduysa bir gece bara girdi ve içebildiği kadar bira içti. Cebinde kalan tüm parayı biraya harcadı. Akşamın ilerleyen saatlerine doğru sarhoş olmuş, ayakta zor duruyordu. Sonra nasıl olduysa, silahlar çekildi ve Henry, kasaba şerifi Nico`yu alnından vurdu. O gece ne olmuştu, neden silahlar çekilmişti, Henry hiç bir şey hatırlamıyordu.
O günden sonra kasaba halkının gözündeki değeri düştü ve herkes ona yabancı gözüyle bakmaya başladı. Kasabalılar, artık ona selam vermiyor, onunla kart oynamıyordu.

Henry, gitmesi gerektiğini biliyordu ve bir gece kasabadan ayrılmayı kararlaştırmıştı. Tesadüf eseri, onun kasabadan ayrıldığı gece, ağabeyini vuran Meksikalı kasabaya geldi. Henry, haberi alır almaz kasabaya geri döndü. Ancak Meksikalı, kasabalılar tarafından uyarıldı ve Henry gelmeden kasabadan ayrıldı.

Henry, ağabeyinin intikamını almak için Meksikalının peşine düştü. Yıllarca onu aradı. Sorduğu herkes onun nerede olduğunu bilmiyordu. Henry, bu arayış boyunca daha önce görmediği insanlarla tanıştı, farklı kasabalarda konakladı. Otuz dokuz yaşına geldiğinde bu takibe son verdi ve kasabaya, daha doğrusu kasabadan biraz uzaktaki küçük yaşantısına geri döndü.


Hava kararmıştı ve rüzgar soğuk esiyordu. Atlarını koşturan gençler Henry Kenway`ı verandasında oturmuş onlara bakarken görünce kasabaya döndüler.

Arazi derin bir sessizliğe-kurtların uluması dışında-büründü. Henry, tek başına kalmıştı yine. İçeriyi girip duvara dayatılmış şekilde duran tüfeğini aldı ve evinin karşısındaki kaktüslü tepeye doğru yürüdü. Tepeyi ve tepenin aşağısındaki çölü gezdi. Her gece tüfeğini alır, araziyi ve çevresini gezerdi. Bazı geceler kamp kuran soygunculara rastlardı. Böyle durumlarda kaktüslerin arasına saklanır, neler konuşulduğunu dinlerdi. Onların arasında değildi belki ama, kendisini yalnız hissetmezdi. O an, o grubun bir üyesiymiş gibi hissederdi.

Bu gece kamp kuran soyguncular yoktu. Gerçekten çok sessiz bir geceydi. "Sıkıcı gece," diye fısıldadı Henry.
Kaktüslü tepeden evine doğru indi. Tam verandanın alçak merdivenlerine ayak basarken bir ses duydu. Evinin arkasından geliyordu. Ayak uçlarında yürüyerek evinin arkasına geçti. Biri, evinin arkasında çömelmiş bir şeyler yapıyordu. "Kim var orada? Ayağa kalk ve tanıt kendini," diye bağırdı Henry.

Adam hemen ayağa kalktı ve hızlıca silahını çekti. Ancak Henry, daha hızlıydı. Karanlıkta zorda olsa-belki şanslıydı- adamı kolundan vurdu. Adam acıyla inledi. "Uzaklaş arazimden! Yoksa seni alnından vururum."

Adam kolunu tutarak karanlıkta kayboldu. Henry, adamın gittiğine emin olana kadar oradan ayrılmadı. Adamın uzaklaştığını görünce evine girdi ve tüfeğini duvara dayadı. Üstündekileri çıkardı, dolaptaki pijamalarını giydi. Vakit erkendi. Ama Henry, konuşacak biri olmadığı için yatmayı tercih ediyordu. Yorganını çekti ve yatağına uzandı.


Sayfa: [1] 2