Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Tom Riddle

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Ynt: Gün, daha yeni başlıyordu.
« : 24 Haziran 2014, 21:21:18 »
Okuyanlar için teşekkür ediyorum. 1 bölümlük bir şeydi. Aklımda yeni kurgular oluştu. Büyük bir ihtimalle devamı gelebilir. :)

2
Kurgu İskelesi / Ynt: İnek Bekçisi
« : 24 Haziran 2014, 21:18:15 »
Merhabalar,

Öncelikle başlık ilgi çekiciydi, bir hevesle içeri girdim. Tek solukta hikayeyi okudum. Bitirince durup bir düşündüm bu yorumu yazmadan önce. İyi ya da kötü. Karar veremedim. Ama bana hitap etmeyen bir hikaye olduğu kanısına vardım. Akıcılık iyi. Şöyle bir kötü yanın var, adam saatlarce düşünmesi gerekiyor, bu olay 2 cümle sürüyor. Biraz hikaye kısa kısa olmaya "özen" gösterilmiş gibi. O arada kalan detayları uzat bence. Uzat uzatabildiğin kadar ki hayal gücünün penceresinden bizde adamın yerine koyalım kendimizi. Mesela adam cevabı bulmak için ineklerin yanına gitsin, onlarla konuşsun vs vs. Senin hayal gücüne bağlı. Ama çok kısa olmuş detaylar. Çok kısa. (Gerçekten çok kısa)

3
Kurgu İskelesi / Kısa kısa denemeler - Büyücü
« : 22 Haziran 2014, 16:45:21 »
Göğsünü siper ettiği sorunlara rağmen, mükemmellik abidesi bedeni sonsuzluğa yürüyor; içinde bulunduğu hayatın canlılığına rağmen ruhuysa içten içe onu çürütüyor ve insanlardan uzaklaştırıyordu. Melankolik kişiliği, gidişatın değişmesine yardımcı olmuyor, dudakları neşeyle değil acıyla bükülüyordu. Yüzündeki soyutlanmışlığın kibrini artarak, fiziksel olmayan bir yorgunlukla saatlerdir koştuğunun ayrımına vardı. Alacakaranlık yaklaşırken; güneş, aşağılarda uzanan ovadan tamamen çekilmişti. Yalnız arkasındaki büyük ormandan ağaçların üstüne atılmış kırmızı bir çuha gibi rüzgârla hafif hafif kımıldıyordu. Biraz sonra ise, büsbütün ortadan kayboldu. İşte o anda her şey değişmeye başlamıştı. Şimdiye kadar yaşayan, kımıldayan, ses çıkaran ova artık ölüydü ve bembeyaz, ince bir sisle örtülmeye başlamıştı. Buna karşılık orman canlanıyordu. Sabahtan beri ancak mırıltıları duyulabilen ağaçlar konuşuyor, bağırıyor, sallanıyor ve ellerini birbirine uzatıyordu. Yalnız, ağaçlar değil; yerdeki otlar, kuru yapraklar, çalılar, ağaçların gövdesine sarılan sarmaşık soyundan bitkiler, hatta kahverengi mantarlarla koyu yeşil yosunlar bile canlanmıştı. Mavi gözlerinin alabildiği her alana bakan genç büyücü, ayaklarının altındaki nemli toprağın kokusunu burun deliklerine doldururken fazla zaman kaybetmemek için yoluna devam etmeyi seçti. Önünde uzanan büyük dağlar, şekilsiz bir yığından ibaretti. Uzaktan bakmak dahi onun sinirlerini bozuyordu. İnce ayrıntılara takılan gözleri, kuşkulu bir şekilde ilerlemeye devam etti. Beyaz gömleğinin altına giydiği siyah pantolonu ile uyum içerisinde olan siyah kravatını çekiştirdi ince parmaklarıyla. Saçları; her zamankisi gibi özenle havaya dikilmiş gibi duruyordu. Kafasında duran fötr şapka, burnuna kadar iniyordu. Bu yüzden ince parmaklarıyla hafiften şapkanın önünü yukarı doğru kaldırarak gözlerinin açılmasını sağladı. Ayakkabıları, taş zemine değdikçe çıkan ses boş sokağı dolduruyordu. Zekî çehresi hiç olmadığı kadar boştu. Kafasını aşağı eğmiş sıra sıra dizilmiş dükkânları geçerken durdu. Yeşil, yumuşak çimenlerin üzerine oturmuş gözlerinden birbiri ardı sıra yuvarlanan gözyaşları arasından ona bakan yaşlı kadını fark etti. Oturduğu yerdeki çimenlerin sarı, yeşil parıltısı karanlıkta gözleri kamaştırıyordu. Gerideki bahçe duvarını gözden saklayan mor leylaklardan etrafa hafif, serin bir koku yayılıyordu. Bu, kan kokusunu bile dizginleyecek düzeydeydi.

Hızını yavaşlatacak etkenlere takılıp kalmak istemiyordu artık. Tüm konsantrasyonunu Nadja’ya verdi. Yıllardır görmediği kadınını görecekti. Eski karısı. İçinde buruklaşan acı, yüz ifadesine de yansıyordu. Bedenine çarpan sert rüzgâra karşı direnmeden kendisini alıp, götürmesine izin veriyordu. Karanlıkta parlayan beyaz teni, ay gibi güneşten ışığı yansıtıyordu. Bütün bedeni sessizliğe gömülmüş olduğu için huzurluydu şu durumda. Çekici bir şekilde açılıp kapanan göz kapaklarının altındaki mor halkalar, her zamanki gibi aynı yerinde duruyordu. Özgür ruhu, mavi gözleriyle daha da açılıyordu. Ciğerlerine dolan oksijeni hissettiğinde, değersiz bir şeymişçesine tekrar dışarıya sürükledi. Çevresinde insanların olmaması beklenmedik bir şeydi. Genelde buraların işlek caddeler olduğunu sanırdı. Titreyen dudakları, kısılan gözleriyle beraber büzülmeye başladı. Karşısında duran dükkâna baktı. Mektupta tarif edilen yer burası olmalıydı. Birkaç saniye içerisinde kasılıp tekrar gevşeyen kasları, cesaretinin tekrar geldiğinin göstergesiydi. Hızlanan adımları, bedenini, gözüne kestirdiği dükkâna doğru sürüklüyordu. Dizginlemeye çalıştığı heyecanı, onu yiyip bitiriyordu. Bir insanın duyguları bir vampirin duygularından daha çabuk değişir sözünü hatırladıkça heyecanı azalıyordu. Nadja’nın duygularından eser kalmadığına emindi. Yine o otoriter ve sinsi yüz ifadesiyle oturacaktı karşısında. Ve tabi, bu da Jason’ı üzecekti, elinde olmadan. Boş beyinli olduğu için kendisinden nefret ediyordu. Hayallerindeki buluşma, şimdi gerçekleşiyordu ama onun tek yaptığı kendisini kötülemekti. Bu yüzden bu ifadeden bir an önce uzaklaşmak zorundaydı. Giydiği gömlek kadar beyaz vücudu her zamankisinden daha çekici bir hâldeydi şimdi. Elinde olmadan elde ettiği üstünlükten hiçbir zaman şikayet etmedi. Her zaman bunu kabullendi. Zihnindeki düşünceleri boşaltmak istercesine dükkânın kapısını araladı. Sonrasında ise, bedenini kapıdan içeriye soktu. Etrafına bakındığında bazı gözlerin üzerinde olduğunu fark etti. İçerideki kişi sayısı onu geçmezdi. Çekinmemeliydi. Dükkânın en sonunda bulunan karanlık masaya geçti. Sırtı, kapıya dönük bir şekilde oturdu ki; böylece, Nadja onun kim olduğunu yanına geldiğinde anlayacaktı. Uzaktan sadece aileden birisi olarak görecekti. Sandalyeye iyice yerleşerek derin bir nefes aldı. İçerisinin sıcaklığı bedenini kaplarken keskin gözleri, şapkanın altından kadının gelmesini bekliyordu.

Dükkânın girişinden yükselen gıcırtı, genç büyücünün güçlü kulaklarına ulaştığında, hafif esen rüzgârla beraber içeriye giren kadının kokusunu aldı. Bekledi. Kalp atışları öyle düzgün, öyle sıralıydı ki; bunu bir melodiden ayırt etmek oldukça zordu. Lambaları yanmayan, soğuk havanın hükmü altında olan dar sokaktan çıkmış masada oturan genç adama doğru yaklaşıyordu. Sonunda kadın, kendince yeterli olan bir mesafeye geldiğinde duraksadı ve özel bir çaba harcayarak yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya başladı. Sadece iki kelime etmişti. Yıllardır kafasının içerisinde yankılanan o sesi tekrar işitmenin verdiği hazla kımıldandı. Normalden çok daha yavaş bir şekilde ayağa kalktı. Sağ elini, mavi gözlerini gizleyen şapkaya götürdü. İnce parmakları, yine oldukça yavaş bir şekilde şapkayı kafasından kaldırarak yere doğrulttu. Nezaket olarak hafiften eğilerek, buz mavisi gözlerini kadının mavi gözlerine dikti. Göz renginin derinliklerinde kaybolurken, söylemek istedikleri, denizin ölü dalgaları gibi başından geçip kıyıya çarpıyordu. Hafif bir meltem misali gecenin sıcaklığını bastırmak için bütün soluğunu harcıyordu. Birisi konuşmalarını yasaklamış gibi konuşmuyorlardı. Birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Konuştukları zaman, sinirli büyü bozulacaktı. İç dünyalarının görkemleriyle boğuşurlarken, şimdilik suskunluklarının gürültüsü yetiyordu onlara. Birkaç dakika boyunca karşısındaki genç cadının şok geçirmesini izlemişti. Oldukça ürkütücü bir hâli vardı. Dükkânın içerisindeki gözler, iki genci süzerken, o an için umurlarında bile değildi. Yılların hasretini gideriyorlardı. Hasret gidermek için istedikleri yöntemleri kullanmıyorlardı. Sonunda sessizliği bozan taraf olarak “Beni özledin mi, Nadja?”

Normalde dudaklarının arasından çıkan sözcüklerde bir anlam yoktur ama şimdi oldukça ukâlâ bir tavırla söylemişti. Ses tonundaki ifadeyi nasıl yansıttığını merak ediyordu. Ya karşısındaki bundan etkilenmiş miydi? Diğer insanların sesleri, bir vızıltıya dönüşerek düşüncelerinde yer tutmamaya başladılar. Görüntüleri ise yavaş yavaş silinirken, Nadja’nın eşsiz güzelliğine tekrar tanıklık ediyordu. Narin teninin kokusu, rüzgârın getirdiği esintiyle daha da canlanıyordu. Buz mavisi gözleri, hâlâ karşısındaki genç cadıyı süzüyordu. Onun mavi gözleriyle uyum içerisinde duran çekici elbisesi, güzelliğini ortaya çıkartan bugün için bir başka etken olmuştu. Yavaşça yanaklarına yayılan dudakları, sinsi bir sırıtışa daha tanıklık ediyordu. Gözlerinin altındaki mor halkalar, buz mavisi gözlerini daha da ortaya çıkartıyordu. Bunu, genç cadının gözlerine her baktığında görebiliyordu. Heykel gibi genç cadının önünde durmak istemiyordu. Sol parmaklarını, havaya dikili saçlarının arkasına götürdü. Saçlarının arasında gezinen parmakları, havanın birazda olsa saç diplerine ulaşmasını sağladı. Gereksiz yere aldığı derin bir nefes ile genç cadının eşsiz kokusunu tekrar burun deliklerine doldurdu. Boğazını yakarak geçen koku, vampir içgüdülerini uyandırmaya yetmişti. Kendisini kontrol etme evresini çoktan atlatmışken neden aynı şeyi tekrar yaşayacakmış gibi duyuruyordu? Belki de hayatında en çok arzuladığı kadının karşısında dikildiği içindir. Yıllardır ona dokunamamıştı. Bir heves uğruna onu terk etmişti. Ve şimdi bunun pişmanlığını yaşıyordu içten içe. Ama bunu dışa vurmamak için elinden geleni yapacaktı. Belki, tek bir kelime bile etmeden koşmaya devam ederdi. Yorulmayacağı içinde bir sorun yoktu. Bütün bunları düşünürken, karşısındaki genç cadının neler hissettiğini hiç hesaba katmamıştı. Eğer onu istemezse, kesinlikle işleri kolaylaşacaktı ama hayatının en mutsuz anlarını yaşayacaktı. İsterse? İşte o zaman, hayatında en mutlu anılarını geçirme şansına erişecekti. Ve bu şansı kaçırmak istemiyordu.

Dipnot: Eh, biraz kaba saba gözüküyor evet. Göz yorucu. Bunun farkındayım. Ama fazla bölemedim. Sanırım anlatacaklarımı tam anlatamadım. Tek bölümlük one-shot derlemeler.. Okuduğunuz için teşekkür ediyorum.

4
Kurgu İskelesi / Gün, daha yeni başlıyordu
« : 22 Haziran 2014, 15:11:08 »
Şöminenin önündeki koltukta otururken, bir yandan da dalga dalga yayılan, odunların üstünde tutkuyla dans eden kızıl alevlere bakıyordum. Bazen bu alevler; usul usul ilerleyen bir kıvılcım, bazen de şaha kalkmış kara bir at oluyordu. Şöminenin dibinde bulunan odunlar ise kendilerini çoktan bu alev güruhuna bırakmışlardı; teslim olmuş bir ulusun acınılası hâlini andırıyordu bu… Odunların kıvrımlarına dolan alev dilleri, açgözlü bir pırıltıyla ilerliyordu, nitekim alevler bitmek bilmez bir açlıkla lanetlenmişlerdi. Onlar, yakıp yutmak için yaratılmışlardı. Odunlardan geriye kalan simsiyah külleri de aynı açlıkla yutacaklarını bildiğimden, gözlerimi bu kısır döngüden ayırıp ellerimin arasında sıkı sıkı tuttuğum çerçeveli resime yönelttim.

Cilalı ahşap çerçevenin üstünü sıkı sıkı kavramış olan ellerim, tıpkı bir şakayık gibi açılarak resmi görmeme olanak sağladı. Ağlamamak için büyük bir gayret sarfederek, bakışlarımı resme yönlendirdim. Siyah saçlı bir adamın, hırsa boğulmuş yüzünü gördüm ilk önce. Adam, hoş görünümlü ve dudaklarında cakalı bir gülümseme olan bir kadının elini tutuyordu. Kadının hemen yanındaysa ben vardım, kahredici derecede mutlu görünen suret bana aitti. Bir zamanların mutlu Nemesis’i bu fotoğraf karesine işlenmişti, evet, somutlukla lanetlenmişti. Mazide kalmıştı bu mutluluk, bir daha tadamayacaktım. Yüzyıllık şarap şişesinin dibinde kalan son damlalara özlemle bakan bir alkolik gibi hüzünle baktım resme, bir daha bulamayacağım mutluluğu andım bir kere daha. Şuan da içime yayılan üzüntüyü defetmek için her şeyimi verebilirdim. Annemle babam da beni defetmek için her şeylerini vermeye hazır görünüyorlardı eskiden…

Ellerim tekrar birleşip resmin üstünde kapanırken, yağacak bir sağanağın habercisi gibi ilk gözyaşı damlaları döküldü gözlerimden. Ve ben daha ne olduğunu anlayamadan gerisi geldi; hüzünlü, intikam isteyen, sevgiye aç ve özgür. İlk defa gözyaşlarımı özgür bırakmıştım, çünkü onları dizginleyemeyeceğimi biliyordum. Belki de böylesi daha iyiydi… Gözyaşlarımı üzüntümün somut hâli olarak düşünmekten hastalıklı bir zevk alıyordum; belki de onları sadece çoğu kişiye göre daha fazla olan duygusal hormonlarımın eseri olarak değerlendirmeliydim. Flu bir görüşe kavuşan gözlerim kapanırken, çarpık bir gülümsemenin yüzüme yayılmasına engel olamadım. Anılar gelip beni teker teker yaralarken, buna engel de olamazdım zaten…

“Sissy!”

Midemin sıkışmasına yol açan bu ses, öyle candan bir tonla sesleniyordu ki bana! İster istemez yapmacık yalana kanmak istedi kalbim, tüm duyularımın yönetimini ele geçirmişti o anda. Beynimin bana kurduğu bu tuzağa düşmüştüm, kendimi kaybettiğim zamanlar hep olduğu gibi göreceğim hayaller, bana “şizofren” teşhisinin konulması için yeterdi de artardı bile…

Karşımda, yedi yıl öncesindeki Oria Lynn duruyordu; annem. Kollarını bana doğru açmış, yüzüne davetkâr bir ifade yerleştirmişti, bana kötü davranan Oria Lynn nâmına bir şey görememiştim onda. Onun bu katıksız görünüşüne kanarak, bacaklarıma koşması için emir verdim. Yüzünü bana doğru uzatırken, o kadar yakın fakat o kadar ulaşılmaz görünüyordu ki! Yolun sonundaki günışığı gibiydi tıpkı, oysa ki bu ışık solgun ve sönmeye yüz tutmuştu, çünkü birazdan güneş batacak ve ışık kaybolacaktı. Şefkatli gözlerinin beni süzdüğünü görmeyi, “anne” kokusunu yakınımda hissetmeyi o kadar çok özlemiştim ki… Kollarını boynuma dolarken, onun bir hayal olduğu gerçeğini unuttum, çünkü bir hayal bu kadar gerçek olamazdı, kalbe bu kadar dokunmazdı. Onun gerçek olduğu yalanına kanarken, beynim itiraz edercesine haykırıyordu, ama dediğim gibi tüm yönetimi kalbim ele geçirmişti. Başımı kollarının arasından ayırıp yüzüne baktım, Persephone’un nar bahçesindeki narlar kadar kırmızı ve dolgun görünüşlü dudakları, nefes almak için aralanmıştı. Gözleri, aşina olduğum hazla parıldıyordu. Babamla evlenerek kendi arzusunu ihsas etmeyi başardığını anımsadım. Annem bu kadar ihtiras dolu oluşuna hiç hayıflanıyor muydu, hep merak ederdim.

Annemin kolları, gerçekliğini kaybedip tıpkı bir buhar gibi boynumun üstünden eriyip giderken, gözyaşlarım bir kez daha sicim gibi akmaya başlamışlardı. Annemin hayal olduğunun gerçeği, yüzüme sert bir dalga gibi çarpıyordu, okyanusun dövdüğü bir kaya gibiydim. Ruhumla girdiğim son rövanş karşılaşmalarından birini de kaybetmiştim, acımasız kader beni alt etmeyi başarmıştı. Yüzyüze gelmek zorunda kaldığım gerçekler arasında belki de bu bir hiçti, ama beni mahveden bir hiç. Sağ elimi yavaşça kaldırıp annemin kaybolduğu yere doğru yavaşça sallarken, içimden bir gün onu gerçekten görmeyi umuyordum. Ailem beni istememişti, onlara neden bu kadar merbuti oluşumsa hâlâ bir gizemdi. Hırsın ve emniyetbahş bir çocuğa sahip olmanın arzusu bizi paramparça etmişti. Mutluluğun vakur özgürlüğünü geri getirebileceğime inanmak istiyordum.

Alevler, odunları tamamiyle yok etmişlerdi, tıpkı annemle babamın nefretinin beni yok ettiği gibi. Ellerimde tuttuğum resmin gerçekliğini hissediyordum, Helios’un güneşinin ışınları pencerelerden kırılarak süzülüp perdelere çarpıyorlardı. Her şey normaldi. Gün, daha yeni başlıyordu.

Sayfa: [1]