1
Kurgu İskelesi / Gökdiyar Günceleri
« : 22 Kasım 2015, 17:03:08 »
Merhabalar efendim! 7 yıldır geliştirmeye çalıştığım hikayemden selamlar getirdim sizlere. Bölümleri fırsat buldukça bu konudan okuyabilirsiniz ancak mümkünse Wattpad üzerinden okunur ve bana destek verilirse çok daha mutlu olacağımdır. Hikaye fazlası ile Animevari olduğundan herkesin hoşuna gitmeyebilir. Daha devamı da yakında gelecek. Kötü bulduğunuz her türlü özelliği suratıma suratıma fırlatırsanız ayrıca bir mutlu olacağım.
Bölüm #1 - Günaydın:
Bölüm #2 - Zia!:
Bölüm #3 - Bulutların Üstünde:
[spoiler]“Zha’nın anahtarı demek ile neyi kastetti acaba?”
Kafası bu soru ile dolmuştu Mio’nun. Mağara’ya yoğun bir sessizlik hakimdi ve tek ışık kaynağı mağaranın ağzından gelen güneş ışığı idi. Ve o ışık Zia’nın arkasında duruyordu. Sarkıtlardan damlayan bir damla su Mio’nun sessizliğine karıştı. Güneş’i Zia’nın pembe saçlı kafası engellediği için ona rahatça bakabiliyordu.
Hayır! Kesinlikle o kıza inanmamalıydı. Sonuçta Takeru’nun bu hale gelmesine neden olan o kızdı. Mio büyük bir nefret ile gözlerini kıstı ve “Sana inanmıyorum. Ne isen nesin ve bu gram umrumda değil. Buradan uzaklaşmazsan seni bizzat pataklayacağım.” dedi.
“Biraz heyecanlıyız sanırım. Sakin olun. Benim orada Viuri Amma’dan kaçmama yardımcı oldunuz. Size zarar vermek gibi bir niyetim yok.”
“Tekrar söylüyorum! Ne olduğu umrumda bile değil! Burayı terket! Kuro!” diye bağırdı Mio. Planında Kuro’yu göstererek Zia’yı korkutmak vardı ancak Kuro, Takeru’nun yanında sereserpe uzanmış, içi geçmiş bir şekilde uyuyordu.
Zia mağara ağzının kenarına sırtını yasladı. “Maalesef ki şu anda bunu yapamam. Eğer Jazin duyduğum gibi biri ise muhtemelen hâlâ dışarıda beni arıyordur.”
Mio çileden çıkmıştı “İyi o zaman! Üçümüz birlikte buradan gidiyoruz! Sen burada ne yaparsan yap!”
“Ah, sanırım bana yardımcı olduğun için seni de arayacaklar. Ve senin gibi sıska bir kız bu denli büyük ve beyaz bir ejderha ile bir erkeği zorda olsa taşımayı becerse bile bu durum muhtemelen senin için fırtınalı havada ıslak demir zırh giymeye benzeyecektir. Ama seni zorlamıyorum, istediğin gibi gitmekte özgürsün.”
Mio köşeye sıkışmıştı. Mağaradan ayrılma işini blöf olarak ortaya sürmüştü, ikisini tek başına ormanın içinde hem de o yorgunlukla taşımanın imkansız olduğunu biliyordu ancak bu kızı görmek bile sinirlerinin alt üst olmasına yetiyordu.
İçinde yenilginin buruk acısı ile Kuro ve Takeru’nun yattığı yerin yanına oturdu. Yanlarındaki şelalenin kayaları kırbaçlarken çıkardığı ses mağaranın içindeki gergin sessizliğin içine dağılıyordu.
Ve en sonunda gece olmuş, Gökkubbe siyah örtüsünü üstüne örtmüştü. Üç ay; Mavi Ay Eagnum, Beyaz Ay Maloire ve Kızıl Ay Dalkai, adaların arasından Mio’ya selam veriyordu.
Mağaranın ağzına tüneyen Zia çoktan kendini rüyaların kollarına bırakmıştı. Mio’nun uykusu kaçmış, nedensiz bir şekilde gözlerini loş ışık ile aydınlanmış mağarada gezdirirken bundan sonra ne yapmaları gerektiğini, peşlerine takılmış bu kızdan nasıl kurtulabileceğini düşünüyordu. Takeru ile Kuro hâlâ yerde uzanmış, bilinçleri kapalı bir şekilde uzanıyordu.
Mio usulca ayağa kalktı, mağaranın ağzına doğru yürüdü ve kendini dışarıdaki rüzgâra bıraktı. Önündeki ağaç yığınının üstünden, havadaki iki adanın arasından gelen Kızıl Ay Dalkai’ın parlak ışığı yüzüne vuruyordu. Maceraları başlamadan bitmiş miydi gerçekten?
Yardım mı çağırsaydı acaba? Ama bu saatte ormanın derinliklerine girmek alenen intihar demekti. Peki sonsuza kadar bu mağaraya sıkışmış bir halde mi hayatına devam edecekti? Demonai’ın geri kalanını görmeden, sadece Blizzhax’in ovalarını gördükten sonra mı ölecekti? Bunu kabul edemezdi. Peki ya yanlarındaki kız? Onun da peşlerini bırakmaya niyeti yoktu anlaşılan. Peki amacı neydi? Ne istiyordu? Neden orada kendilerine saldırmıştı?
Kafasında pembe renkli soru işaretleri dolanırken mağaraya geri girdi. Usulca esen serin rüzgârın ardından mağaranın nemli, ağır havası Mio’nun suratına adeta çarptı. Usulca yürüyüp Kuro’nun yanına uzandı. “Sert” diye düşündü Mio. Kafasının içindeki soru keşmekeşinin ardından net bir şekilde kurabildiği tek cümle buydu. “Neden? Niçin? Nasıl?” diye kendi kendine sorarken kendini derin ve huzurlu karanlığın içinde buldu.
Mio, kafasının içindeki uğultu ile aniden ayağa kalktı. Uyandığında çoktan Güneş Üç Ay’ı kışkışlamış ve Gökkubbe’nin en tepesine tırmanmaya başlamıştı. Güneş’ın verdiği ısı mağaranın her yerine yayılmış, içerideki nem ile dayanılmaz bir sıcaklık vermişti. O esnada aklına Zia geldi. Hızla ayağa kalktı ve etrafına göz attı. Gitmişti. En azından buradan öyle gözüküyordu. Mağaranın ağzında veya içinde herhangi bir yerde değildi. Daha sonra yerde uzanan Takeru ve Kuro’ya baktı. Hâlâ uyumaya devam ediyorlardı. Ya da en azından öyle olduğunu umuyordu. Jazin’in nefesinin bilmediği başka bir etkisi de olabilirdi.
Mio, Takeru ve Kuro’ya endişe ile bakarken arkasından tanıdık bir ses duydu: “Ah bakıyorum da uyanmışsın.” Konuşan Zia idi. Elinde dört tane büyük topa benzer şey tutuyordu. “Yakala” diyerek bir tanesini usulca Mio’ya fırlattı. Mio zorla da olsa Zia’nın fırlattığı topu yakaladı. Elinde tuttuğu şey uzun, kalın ve yuvarlak bir şeydi. Turuncuya çalan bir kırmızılığı vardı ve sıktığında topun yumuşak olduğunu fark etti. “Bu nedir?” diye sordu Zia’ya.
“Şafakyemişi denir ona. Bir meyve. Bugünkü kahvaltımız o. Yalnız çabuk ye. Tadını sadece sabahları verir. Yoksa tad olarak samandan farksız.” der demez elindeki şafakgetireni afiyetle ısırdı.
Bu kıza güvenmeli miydi? Önceden yaptıklarına bakılırsa kesinlikle güvenmemeliydi ancak karnının gurultusu ona gereken cevabı vermişti. Daha hiç düşünmeden bir hamlede ısırdı elindeki meyveyi. Ağzında hafif dağılmıştı tadı. Tatlı ama bir o kadar da mayhoştu. Tadını çok beğendiğini belirten bir ses çıkardı.
Zia şaşkınlıkla arkasını döndü, “Ne yani Blizzhax’de yaşıyorsun ve hayatın boyunca ilk defa mı bir şafakgetiren yiyorsun? Hiç mi ormana girmedin bu zamana kadar?”
Mio bakışlarını kaçırmıştı, “Bizim gölümüz vardı ve yiyeceklerimizi hep oradan temin ederdik. Ayrıca Takeru ve benim ormana girmem yasaktı. Hem sen nasıl anladın bizim burada yaşadığımızı? Turist olmadığımız ne malum?”
“Lütfen. Bakışlarınız, beni görünce verdiğiniz tepki bile doğma büyüme buralı olduğunuzu belli ediyor. Hem böyle kuş uçmaz, kervan geçmez, kimsenin umursamadığı bir adaya kim gelmek ister ki? Bir tane limanınız var ki o bile küçücük, anca üç gemi alabiliyor ki limanda da sadece iki gemi terkedilmiş bir şekilde duruyor.”
“Nasıl bilinmiyoruz? Harlia’ya bağlı bir ada burası.” diye hayretle sordu Mio.
“Başkentin Blizzhax’i umursadığını mı zannediyorsun? Onüç muhtar toplantıları bile sadece formalite icabında yapılıyor ve kral sırf burası ile uğraşmamak için toplantıları beş yılda bir düzenleniyor. Gerçi neden hâlâ bağımsızlığınızı ilan etmediniz anlamış değilim. Kendi kendine yetebilen bir yer burası. Sadece verdiğiniz vergiler yüzünden bu ülkenin sınırları dahilinde olduğunuzu anlamıyorsunuz. Halbuki buraya gelecek en ufak saldırıda sizi yüzüstü bırakacaklar. Gerçekten Blizzhax yöresinin insanları genel olarak çok tuhaf…”
“Bilmem”, diyebildi Mio, “sen çok fazla şey biliyorsun sanırım.”
“Eh, bir leydi olarak yetişirsen illa ki bir şeyler öğreniyorsun. Dört yıldır Viuri Amma’dan kaçmamın ve Demonai’ın her yerinde saklanmaya çalışmamın da epey yararı oldu.”
“Neden kaçıyorsun ki onlardan? Neden seni öldürmek istiyorlar? Ne yaptın onlara?”
Zia derin bir iç çekip efkarlı gözler ile Mio’ya baktı,”Onlara hiç bir şey yapmadım. Ve inan bana, şu anda bu konuları konuşmayı cidden hiç mi hiç istemiyorum.”
Mio, Zia’nın bakışlarındaki duygusallığı anlayabiliyordu. Çok sert bir şey yaşamıştı. Yaşamaması gereken bir şey. Kötü bir şey. Bu yüzden bu konuyu fazla uzatmamaya karar verdi.
“Peki bu adaya nasıl geldin?”, diye sordu Mio.
“Çaldığım bir skybot ile.”
“Ah çok güzel! O zaman yanına yol arkadaşları ister misin?”
“İsterim. Bir arada kalmamız kendimizi savunmamız adına daha hayırlı olacaktır.”
Mio heyecanlanmıştı, “O zaman hemen skybotuna binebiliriz değil mi!”
“Hayır.”
“Neden?!”
“Çünkü artık bir skybotum yok. Viuri Amma piçleri benim buraya geldiğimi anlamasınlar diye gemimi adanın kenarından aşağıya attım. Sırf bu yüzden beş aydır bu kokuşmuş ve sıkıcı adada mahsur kaldım. Yine de nasıl olduysa buldular beni.“
Mio’nun hevesi çoktan kaçmıştı. “Tamam o zaman. Anlaşılan bir gemi almamız gerekecek.”
Zia uyarırcasına söylendi, “Yalnız haberin olsun beş parasızım. Dört yıldır nasıl hayatta kaldığımı sorma. Ben de anlamadım. En az iki yıldır elime bir jokka bile geçmemiştir.”
Mio’nun morali iyice bozulmuştu, “Merak etme, bizde de çok az para var. Bir şekilde para kazanırız ama değil mi?”
“Çantamda bir kaç antika eşya filan var. Onlardan biraz para elde edebileceğimizi düşüyorum da merak ettiğim bir konu var. Neden biz? Gece beni öldürecek gibi bakarken şimdi ne değişti?”
Zia ortaya güzel bir soru atmıştı. Bu kız onlara saldırmıştı. Mio’nun ona güvenmeyi bırakın, kızı oracıkta gırtlaklaması gerekiyordu ancak bir şey ona engel oluyordu. Belki de Viuri Ammadan neden kaçtığını sorduğunda cevap olarak aldığı bakış ya da doğduğundan beri ilk defa Takeru’dan başka kendi akranı olan biri ile hem de bir kız ile konuşması Mio’nun Zia’ya karşı bu kadar yumuşamasına neden oldu. Emin değildi.
Mio kocaman bir ağız ile gülümsedi, “Bu soruyu bana yöneltmen bile benim sana güvenmem için yeterince büyük bir sebep!” dedi. O esnada bir inilti duydu. Takeru uyanıyordu.
Mio hemen koşarak Takeru’nun yanına gitti. Gözleri açılıyordu. “Neredeyim ben?” diye sordu Takeru. Ama sorusu cevapsız kalmıştı. Mio’nun gözleri doluydu ve Zia hâlâ dışarıda idi. “Neredeyim ben?” diye tekrarladı soruyu yine. “Liluri Şelalesinin yanındaki mağaradayız. Merak etme güvendeyiz.” dedi dışarıdan Zia. Şelalenin sesinden Zia’nın Takeru’yu nasıl duyabildiği o an için Mio’nun aklına dahi gelmemişti.
Yarı baygın bir ses ile “Güvende olmamız iyi olmuş. O beyaz saçlı herif ile biraz daha dövüşebilecek gücümün olduğunu zannetmiyorum.” dedi Takeru. Zia Takeru’nun yanına gitti ve ona bir şafakgetiren uzattı: “Al, bir an önce ye. Yarım saat sonra samandan farkı kalmaz.” Takeru baygın bir ses teşekkür ettikten sonra meyveyi yiyerek ayağa kalktı ve dışarı çıktı. Mio’ya ne kadardır baygın olduğunu sordu. O da kendisinin yaklaşık bir gündür baygın bir şekilde yattığını söyledi. “Bir daha üzerime gelen gri herhangi bir şey görmek istemiyorum. O alçak bu sefer iyi kaçtı.” diye sinir ile söylendi Takeru, “O yumurta da mı uyuyor” dedi ejder halindeki Kuro’yu işaret ederek.
Mio, “Evet. Bizi getirdikten sonra bayağı yoruldu. O da baygın sanırım.” dedi ve Zia’ya döndü, “Jazin’in eğitmen tipi nefesler üzerinde etkili herhangi bir etkisi var mı? Kuro’yu etkiler mi?” diye sordu.
Zia ise gayet rahat bir şekilde arkasına yaslandı, “Endişelenmeye gerek yok. Ağzına yediği o darbe yüzünden çok sarsılmış olmalı. Jazin sadece tozları kontrol edebiliyor. Başka bir olayı yok. Gerçi bu bile yeterli bir olay ama konumuz bu değil.” O esnada Kuro’da inlemeye başladı. Kükremeye yakın bir inlemeydi bu. Daha sonra da ışıklar saçarak eski haline geri döndü.
Takeru ise Zia’ya hayret ile baktı, “Senin ne işin var burada?” diye bağırdı. Zia’ya -haklı olarak- sinirliydi. Mio araya karıştı, “Takeru, Zia bizim o adamlardan kaçmamıza yardımcı oldu. Ayrıca onunla beraber olduğumuz için Zia’nın peşindeki adamlar muhtemelen bizi de arayacaklar. Bir arada kalmamız hepimiz için daha iyi olacak. Güven bana.” dedi. Zia hiç bir şey demeden Takeru’ya baktı. Takeru ise yerden uyuyan Kuro’yu tuttu, “Peki madem öyle. Peşimizdeki adamlara ne oldu?” diye bir soru attı.
Zia, “Jazin ile Palar muhtemelen hala ormanın içinde bizi arıyordur. Palar’ın bizim zihin izlerimizi bulması an meselesi. O sana hava ‘tüküren’ eleman olan Uim’i ise alnından bıçaklayarak öldürdüm.”
Öldürmek… Takeru ürperdi, tüyleri diken diken oldu. “Uzun bir yolculuk olacak değil mi. Her şeye hazırlıklı olmalıyız. Ölmeye bile…” dedi. “Evet… Ama Zha’yı bulmadan geri dönmeyi düşünmüyorum. Ve bulsam bile, köye sensiz dönmeyi hiç düşünmüyorum.” dedi usulca Mio. Ve birbirlerine sarıldılar. Sımsıcak, aşırı dostane bir kucaklaşmaydı bu. “Sonuna kadar mı?” diye sordu Mio. “Evet, sonuna kadar.” diye cevapladı Takeru.
“Ah, ne kadar dokunaklı. Yalnız farkında mısınız. Zamanımız azalıyor. Buradan nasıl ayrılmayı düşünüyorsunuz?” diye sordu Zia.
“Carno Usta’nın limanına gideceğiz. Onda mutlaka bir skybot vardır.”
“O köhne yerde mi? Dostum, inan bana oranın bir liman olduğunu anlamam için bile bir saat detaylı olarak incelemem gerekti.”
“Senin bir Skybot’un mu var?”
“Lütfen bu hikayeyi bir daha anlattırma. Hava kararmadan yola çıkalım.”
Mio yerde sereserpe uzanan küçük Kuro’yu çantasının arkasına koydu. Takeru, Mio ve Zia tekrardan ağaçlar denizinin içine daldı. Zamanla yarışıyorlardı çünkü Jazingiller onları her an bulabilirdi. Üç saat boyunca tek kelime etmeden ormanın sonuna doğru hızlı bir şekilde yürüdüler. “Aramızı bayağı bir açmışızdır, bundan sonra Palar’ın bizi bulması çok zor olur” dedi Zia. O esnada çoktan Carno Usta’nın Skybot liman & tamir atölyesi’ne gelmişlerdi.
Atölye küçük, tek katlı, tahtadan yapılma, köhne bir binaydı. En az otuz yıllık vardı ve duvarlarını yer yer örümcek ağları kaplamıştı. Yan tarafında ise teller ile çevrilmiş liman vardı. Üstünde ise beyaz bir boya ile genişçe bir tahtanın üzerine adeta karalanmış bir yazı öbeği vardı: Carno’nun skybot iskele ve tamirhanesi.
Takeru uzun zamandır adanın kenarına gelmediği için manzarayı izlemeye koyuldu.
Manzara inanılmazdı. Alabildiğine bir mavilik ve ayaklarının hemen altına uzanmış, sonsuz uzunlukta beyaz bulut denizi üst üste yatmış, Takeru’nun onları izlemesine izin veriyordu. Yakınlarda görebildikleri tek ada olan Klizpahariza adası üzerindeki yapıları bir kadının mücevherlerini taşıdığı gibi gururla taşıyor, adeta göz kırparak yanına gelmesini işaret ediyordu. Uzaklardaki çıplak göz ile seçilebilen bir kaç ada ise sanki başkent’i doğrularcasına susmayı seçmişlerdi.
Demek maceranın tadı böyle bir şeydi…
Hemen gitmeli, hemen görmeliydi oraları…
“Sence buraya en son geleli kaç sene olmuştur?” diye merak etti Mio. Takeru ile buraya en son gelmelerinin ardından uzun bir zaman geçmişti.
“Yaklaşık sekiz yıl. O an’ı hâlâ unutamıyorum…” diye dert yandı Takeru, “Bakalım bizim ihtiyar beni görünce nasıl tepki verecek.”
Zia olanları anlamadan sadece Takeru ve Mio’nun ardından gidiyordu. Kuro ise hâlâ Mio’nun çantasında uyuyordu.
Uzun tahta kapının üzerine beceriksizce sürülen beyaz boyanın altından tahtanın siyah rengi gözüküyordu. Takeru’nun o an anımsadığı şey ensesinden akan soğuk terler ve yutkunması ile beraber çıraklığının son gününde yediği efsanevi dayaktı. Zaman geçtikçe Carno Usta’ya hak veriyordu ancak onun kendisini bu denli sert dövmesi yüzünden bir türlü affedemiyordu onu. Arkadan Mio seslendi, “Hadi! Neyi bekliyorsun?”
Ya Carno Usta, Takeru’nun geldiğini çoktan anladıysa? Ya elinde sopa ile onun kapıyı çalmasını bekliyorsa? Peki ya o çoktan öldüyse? Sonuçta sekiz yıl uzun bir süreydi. Çok ama çok uzun bir süre. En sonunda Takeru elini kapıya uzattı. Beyaz boyalı ahşap kapıya üç kere tok bir ses çıkartarak vurdu. Daha sonra ise geri çekildi. Evet, Takeru Carno Usta’dan hâlâ korkuyordu ancak bu korkunun yersiz olmadığını bilmesi onda herşeyi bırakıp kaçma isteği uyandırıyordu. Ancak Klizpahariza’ya gitmek istiyorsa Carno Usta onun tek umuduydu.
Bir süre beklediler. Bekledikleri süre bir dakika mıydı? Yoksa beş dakika mı? Acaba Carno Usta sopası ile Takeru’nun kapıyı açmasını mı bekliyordu. Yoksa fazla mı abartıyordu. Geçen sürenin ne kadar olduğunu anlayamıyordu. En sonunda dayanamadı, “İçeri giriyorum!” dedi ve kapıyı kendine doğru hafifçe çekmeye başladı.
Kapının gıcırtısı Takeru’ya adeta ölümün melodisi gibi geliyordu. Sanki dokunabileceği son şey tahta kapının koluydu. Kapıyı sonuna kadar açtı ve düşünmeden içeri girdi. Kapıyı karşılayan koridor sereserpe ayaklarının altında yatarken sağ ve sol tarafında normalden uzun ikişer kapı gördü. Sekiz yıldan beri kokusu bile değişmemişti buranın. Soldaki ilk kapı iskeleye çıkıyordu. Hemen yanındaki oda ise Carno Usta’nın atölyesi idi. Sağdaki kapılardan ilki usta’nın yatak odasına, diğeri ise ofisine çıkıyordu. Kapıyı tıklatarak ofisine girdi.
İçeride kimse yoktu. Hafif uğuldayan rüzgâr odanın içine sinmiş, pencerenin kenarındaki iki perdeyi ittiriyordu. Kapının hemen karşısında kahverengi bir masa ile arkasında duran koyu yeşil, süngeri çıkmış sandalye duruyordu. Bunlar bile hiç değişmemişti. Zia ve Mio, Takeru’nun arkasından geldi.
“Sanırım artık kendisi bu dünyada değil. Zaten ben çocukken de çok yaşlıydı ama yaşına göre de çok dinçti. Sanırım çoktan bulutların arasına karışmış, huzura ermiştir.”
Sesinde bir hayal kırıklığı vardı. Zamanın ne kadar çabuk geçtiğini ve güneşin elinin hepimizi bir gün çekeceğini hatırlamıştı tekrardan. Mio anlamıştı bunu. Gözlerinin dolduğunu, ne kadar kararsız ve boş bir şekilde baktığını kaptı. Gözler gerçekten insanın aynasıydı.
Zia hâlâ Takeru’nun duygusallığını anlamamış olacaktı ki fütursuzca sordu, “Şimdi ne yapacağız?” Ama Takeru bunu duymamıştı. Kendi kendine söylendi, “Zaman çok hızlı geçiyor. Zevkini çıkartmak gerek. Bu yüzden hayatımı Blizzhax’de sonlandırmayacağım.” O esnada bir takım ayak sesleri duyuldu. Ve kapının ardından hemen bir ses geldi, korku dolu ve bir o kadar sert ve yaşlı bir erkek sesiydi bu. “Kapım açık!? Kapım neden açık?!” Daha sonra da ayak sesleri hızlandı. En sonunda elinde sopa ile bir adam kapının kenarında belirdi.
Rüzgâr çoktan esmeyi bırakmıştı.
Kapının ardındaki yaşlı adamın üstünde kırmızı kareli bir oduncu gömleği vardı. Saçlarının çoğu gitmiş, alnı ve kafasının tepesi iyice açılmıştı. Geri kalan beyaz saçları ise zamanın enerjilerini almasına direnmiş ancak bütün renklerini bir şekilde dağınık bir halde kafasına tutunuyorlardı. “T-Takeru?” diye kekeledi. Takeru ise bütün kasları sanki boş vitese geçmiş gibi anlamsız bir şekilde yaşlı adama bakıyordu, “U-Usta!?”
Takeru’nun karşısındaki kişi Carno Usta’dan başka kimse değildi. Simsiyah gözleri büyük bir anlamsızlık ve şok olmuşlukla Takeru’yu taradı. Sekiz sene idi. Sekiz senedir görüşmemişlerdi. Uzun bir zamandı. Çok ama çok uzun bir zaman. Carno’nun Takeru’ya olan nefreti çoktan geçmişti. Üzerindeki şaşkınlık bulutunu hemencecik üstünden atıp Takeru’nun yanına doğru yürüdü.
Takeru belki uzun boylu sayılabilirdi ancak Carno Usta ondan da uzundu. Kapıların bu kadar büyük olmasının asıl sebebi Carno Usta’nın Blizzhax yöresindeki insanlara nazaran daha uzun olmasıydı. Usta bir elini Takeru’nun omzuna koydu. Tam o esnada Takeru’nun vücudunu bir sıcaklık kapladı. Korku değildi bu. Özlemdi. Takeru, o anda Carno Usta’yı ne kadar çok özlediğini farketmişti. Carno Usta çehresi için sevimli sayılabilecek bir bakış fırlattı: “Yorulmuşsunuzdur. Ben çay koyayım en iyisi.” Ve hemen ardından çay için ateş yakmaya dışarı çıktı.
Takeru içindeki bütün korkunun uçup gitmesi ile bedeni uyuşmuş bir şekilde arkasındaki koltuğa yığıldı. “Carno Usta bizi düşündüğümden de iyi karşıladı.” dedi hayretle. Mio ise kıkırdayarak “Yine sağlam bir dayak yersin diye korkmuştum ne diyeyim” diye endişelerini belirtti. O esnada Zia odayı inceliyordu. Masa’nın üstünde bir kağıt parçası gördü. Bir gazeteydi bu, “Harlia Postası” idi adı. Gazete’nin tarihine göz attı.
“12 Dgak 1673”
Bir hafta öncesinin gazetesiydi bu. Böyle bir adada bir hafta öncesinin gazetesini bile bulmak mucize sayılabilirdi aslında. Uzun zamandır Harlia’dan haber alamamış, bu herşeyden izole edilmiş adada mahsur kalmıştı. Manşete göz attı:
“MEERE’NİN KRİSTALİ NEREDE?
Yaklaşık iki ay önce yaşanan skandal hırsızlık olayının ardındaki sis perdesi hâlâ aralanamadı. Kristalin muhafaza edildiği mekanda bırakılan ipuçları bu hırsızlık girişiminin Szlakza ajanları tarafından olabileceğini işaret etse de Iltensuura Orgenerali ile Harlia Orgenerali’nin ortaklaşa yaptığı basın toplantısında kimsenin endişeye mahal vermemesi gerektiğini, olayın Szlakza kökenli olup olmadığının henüz kesinleşmediğini ifade etti. Kral Zveltar Hönsai ise hâlâ sessizliğini koruyor.”
O esnada birkaç şangırtı duyuldu. Zia gazeteyi masanın üstüne bıraktı ve kapıya yöneldi. Ofis odasının yanındaki odadan geliyordu. Zia sessizce oraya yürüdü. Görünüşe göre ustanın neşesi yerindeydi. Kapının karşısındaki duvara asılmış iki raflı kahverengi dolaptan dört adet porselen çay takımı çıkarttı. Arkasını döndüğünde ise Zia’yı gördü, neşe ile gülümseyip dışarı çıktı. Takeru’nun bu kadar korktuğu bir adamın bu kadar neşeli olması tuhaftı. Acaba bir işler mi karıştırıyordu. Sessizce ustayı dışarıdaki ateşin başında iken onu izlemeye koyuldu.
Usta ateşin üstüne hafifçe eğilmiş, çaydanlığın içine ateşin yanındaki yeşil renkli kavanozdan kurutulmuş otlar atıyordu. O sırada kapının yanında usulca gizlenmiş olan Zia’yı gördü. Merak etme onlara kötü bir şey yapmayacağım, dedi neşeyle.
Zia şaşırmıştı. Usta’nın yanına giderken “Peki neden bu kadar neşelisin?” diye sordu. Usta uzun yılların onda bıraktığı ve ondan aldığı her şey ile cevapladı; “Eskiyi görmek bazen insanı güvende hissettirir”
Zia
Bölüm #1 - Günaydın:
Spoiler: Göster
Bölüm #2 - Zia!:
Spoiler: Göster
Bölüm #3 - Bulutların Üstünde:
[spoiler]“Zha’nın anahtarı demek ile neyi kastetti acaba?”
Kafası bu soru ile dolmuştu Mio’nun. Mağara’ya yoğun bir sessizlik hakimdi ve tek ışık kaynağı mağaranın ağzından gelen güneş ışığı idi. Ve o ışık Zia’nın arkasında duruyordu. Sarkıtlardan damlayan bir damla su Mio’nun sessizliğine karıştı. Güneş’i Zia’nın pembe saçlı kafası engellediği için ona rahatça bakabiliyordu.
Hayır! Kesinlikle o kıza inanmamalıydı. Sonuçta Takeru’nun bu hale gelmesine neden olan o kızdı. Mio büyük bir nefret ile gözlerini kıstı ve “Sana inanmıyorum. Ne isen nesin ve bu gram umrumda değil. Buradan uzaklaşmazsan seni bizzat pataklayacağım.” dedi.
“Biraz heyecanlıyız sanırım. Sakin olun. Benim orada Viuri Amma’dan kaçmama yardımcı oldunuz. Size zarar vermek gibi bir niyetim yok.”
“Tekrar söylüyorum! Ne olduğu umrumda bile değil! Burayı terket! Kuro!” diye bağırdı Mio. Planında Kuro’yu göstererek Zia’yı korkutmak vardı ancak Kuro, Takeru’nun yanında sereserpe uzanmış, içi geçmiş bir şekilde uyuyordu.
Zia mağara ağzının kenarına sırtını yasladı. “Maalesef ki şu anda bunu yapamam. Eğer Jazin duyduğum gibi biri ise muhtemelen hâlâ dışarıda beni arıyordur.”
Mio çileden çıkmıştı “İyi o zaman! Üçümüz birlikte buradan gidiyoruz! Sen burada ne yaparsan yap!”
“Ah, sanırım bana yardımcı olduğun için seni de arayacaklar. Ve senin gibi sıska bir kız bu denli büyük ve beyaz bir ejderha ile bir erkeği zorda olsa taşımayı becerse bile bu durum muhtemelen senin için fırtınalı havada ıslak demir zırh giymeye benzeyecektir. Ama seni zorlamıyorum, istediğin gibi gitmekte özgürsün.”
Mio köşeye sıkışmıştı. Mağaradan ayrılma işini blöf olarak ortaya sürmüştü, ikisini tek başına ormanın içinde hem de o yorgunlukla taşımanın imkansız olduğunu biliyordu ancak bu kızı görmek bile sinirlerinin alt üst olmasına yetiyordu.
İçinde yenilginin buruk acısı ile Kuro ve Takeru’nun yattığı yerin yanına oturdu. Yanlarındaki şelalenin kayaları kırbaçlarken çıkardığı ses mağaranın içindeki gergin sessizliğin içine dağılıyordu.
Ve en sonunda gece olmuş, Gökkubbe siyah örtüsünü üstüne örtmüştü. Üç ay; Mavi Ay Eagnum, Beyaz Ay Maloire ve Kızıl Ay Dalkai, adaların arasından Mio’ya selam veriyordu.
Mağaranın ağzına tüneyen Zia çoktan kendini rüyaların kollarına bırakmıştı. Mio’nun uykusu kaçmış, nedensiz bir şekilde gözlerini loş ışık ile aydınlanmış mağarada gezdirirken bundan sonra ne yapmaları gerektiğini, peşlerine takılmış bu kızdan nasıl kurtulabileceğini düşünüyordu. Takeru ile Kuro hâlâ yerde uzanmış, bilinçleri kapalı bir şekilde uzanıyordu.
Mio usulca ayağa kalktı, mağaranın ağzına doğru yürüdü ve kendini dışarıdaki rüzgâra bıraktı. Önündeki ağaç yığınının üstünden, havadaki iki adanın arasından gelen Kızıl Ay Dalkai’ın parlak ışığı yüzüne vuruyordu. Maceraları başlamadan bitmiş miydi gerçekten?
Yardım mı çağırsaydı acaba? Ama bu saatte ormanın derinliklerine girmek alenen intihar demekti. Peki sonsuza kadar bu mağaraya sıkışmış bir halde mi hayatına devam edecekti? Demonai’ın geri kalanını görmeden, sadece Blizzhax’in ovalarını gördükten sonra mı ölecekti? Bunu kabul edemezdi. Peki ya yanlarındaki kız? Onun da peşlerini bırakmaya niyeti yoktu anlaşılan. Peki amacı neydi? Ne istiyordu? Neden orada kendilerine saldırmıştı?
Kafasında pembe renkli soru işaretleri dolanırken mağaraya geri girdi. Usulca esen serin rüzgârın ardından mağaranın nemli, ağır havası Mio’nun suratına adeta çarptı. Usulca yürüyüp Kuro’nun yanına uzandı. “Sert” diye düşündü Mio. Kafasının içindeki soru keşmekeşinin ardından net bir şekilde kurabildiği tek cümle buydu. “Neden? Niçin? Nasıl?” diye kendi kendine sorarken kendini derin ve huzurlu karanlığın içinde buldu.
Mio, kafasının içindeki uğultu ile aniden ayağa kalktı. Uyandığında çoktan Güneş Üç Ay’ı kışkışlamış ve Gökkubbe’nin en tepesine tırmanmaya başlamıştı. Güneş’ın verdiği ısı mağaranın her yerine yayılmış, içerideki nem ile dayanılmaz bir sıcaklık vermişti. O esnada aklına Zia geldi. Hızla ayağa kalktı ve etrafına göz attı. Gitmişti. En azından buradan öyle gözüküyordu. Mağaranın ağzında veya içinde herhangi bir yerde değildi. Daha sonra yerde uzanan Takeru ve Kuro’ya baktı. Hâlâ uyumaya devam ediyorlardı. Ya da en azından öyle olduğunu umuyordu. Jazin’in nefesinin bilmediği başka bir etkisi de olabilirdi.
Mio, Takeru ve Kuro’ya endişe ile bakarken arkasından tanıdık bir ses duydu: “Ah bakıyorum da uyanmışsın.” Konuşan Zia idi. Elinde dört tane büyük topa benzer şey tutuyordu. “Yakala” diyerek bir tanesini usulca Mio’ya fırlattı. Mio zorla da olsa Zia’nın fırlattığı topu yakaladı. Elinde tuttuğu şey uzun, kalın ve yuvarlak bir şeydi. Turuncuya çalan bir kırmızılığı vardı ve sıktığında topun yumuşak olduğunu fark etti. “Bu nedir?” diye sordu Zia’ya.
“Şafakyemişi denir ona. Bir meyve. Bugünkü kahvaltımız o. Yalnız çabuk ye. Tadını sadece sabahları verir. Yoksa tad olarak samandan farksız.” der demez elindeki şafakgetireni afiyetle ısırdı.
Bu kıza güvenmeli miydi? Önceden yaptıklarına bakılırsa kesinlikle güvenmemeliydi ancak karnının gurultusu ona gereken cevabı vermişti. Daha hiç düşünmeden bir hamlede ısırdı elindeki meyveyi. Ağzında hafif dağılmıştı tadı. Tatlı ama bir o kadar da mayhoştu. Tadını çok beğendiğini belirten bir ses çıkardı.
Zia şaşkınlıkla arkasını döndü, “Ne yani Blizzhax’de yaşıyorsun ve hayatın boyunca ilk defa mı bir şafakgetiren yiyorsun? Hiç mi ormana girmedin bu zamana kadar?”
Mio bakışlarını kaçırmıştı, “Bizim gölümüz vardı ve yiyeceklerimizi hep oradan temin ederdik. Ayrıca Takeru ve benim ormana girmem yasaktı. Hem sen nasıl anladın bizim burada yaşadığımızı? Turist olmadığımız ne malum?”
“Lütfen. Bakışlarınız, beni görünce verdiğiniz tepki bile doğma büyüme buralı olduğunuzu belli ediyor. Hem böyle kuş uçmaz, kervan geçmez, kimsenin umursamadığı bir adaya kim gelmek ister ki? Bir tane limanınız var ki o bile küçücük, anca üç gemi alabiliyor ki limanda da sadece iki gemi terkedilmiş bir şekilde duruyor.”
“Nasıl bilinmiyoruz? Harlia’ya bağlı bir ada burası.” diye hayretle sordu Mio.
“Başkentin Blizzhax’i umursadığını mı zannediyorsun? Onüç muhtar toplantıları bile sadece formalite icabında yapılıyor ve kral sırf burası ile uğraşmamak için toplantıları beş yılda bir düzenleniyor. Gerçi neden hâlâ bağımsızlığınızı ilan etmediniz anlamış değilim. Kendi kendine yetebilen bir yer burası. Sadece verdiğiniz vergiler yüzünden bu ülkenin sınırları dahilinde olduğunuzu anlamıyorsunuz. Halbuki buraya gelecek en ufak saldırıda sizi yüzüstü bırakacaklar. Gerçekten Blizzhax yöresinin insanları genel olarak çok tuhaf…”
“Bilmem”, diyebildi Mio, “sen çok fazla şey biliyorsun sanırım.”
“Eh, bir leydi olarak yetişirsen illa ki bir şeyler öğreniyorsun. Dört yıldır Viuri Amma’dan kaçmamın ve Demonai’ın her yerinde saklanmaya çalışmamın da epey yararı oldu.”
“Neden kaçıyorsun ki onlardan? Neden seni öldürmek istiyorlar? Ne yaptın onlara?”
Zia derin bir iç çekip efkarlı gözler ile Mio’ya baktı,”Onlara hiç bir şey yapmadım. Ve inan bana, şu anda bu konuları konuşmayı cidden hiç mi hiç istemiyorum.”
Mio, Zia’nın bakışlarındaki duygusallığı anlayabiliyordu. Çok sert bir şey yaşamıştı. Yaşamaması gereken bir şey. Kötü bir şey. Bu yüzden bu konuyu fazla uzatmamaya karar verdi.
“Peki bu adaya nasıl geldin?”, diye sordu Mio.
“Çaldığım bir skybot ile.”
“Ah çok güzel! O zaman yanına yol arkadaşları ister misin?”
“İsterim. Bir arada kalmamız kendimizi savunmamız adına daha hayırlı olacaktır.”
Mio heyecanlanmıştı, “O zaman hemen skybotuna binebiliriz değil mi!”
“Hayır.”
“Neden?!”
“Çünkü artık bir skybotum yok. Viuri Amma piçleri benim buraya geldiğimi anlamasınlar diye gemimi adanın kenarından aşağıya attım. Sırf bu yüzden beş aydır bu kokuşmuş ve sıkıcı adada mahsur kaldım. Yine de nasıl olduysa buldular beni.“
Mio’nun hevesi çoktan kaçmıştı. “Tamam o zaman. Anlaşılan bir gemi almamız gerekecek.”
Zia uyarırcasına söylendi, “Yalnız haberin olsun beş parasızım. Dört yıldır nasıl hayatta kaldığımı sorma. Ben de anlamadım. En az iki yıldır elime bir jokka bile geçmemiştir.”
Mio’nun morali iyice bozulmuştu, “Merak etme, bizde de çok az para var. Bir şekilde para kazanırız ama değil mi?”
“Çantamda bir kaç antika eşya filan var. Onlardan biraz para elde edebileceğimizi düşüyorum da merak ettiğim bir konu var. Neden biz? Gece beni öldürecek gibi bakarken şimdi ne değişti?”
Zia ortaya güzel bir soru atmıştı. Bu kız onlara saldırmıştı. Mio’nun ona güvenmeyi bırakın, kızı oracıkta gırtlaklaması gerekiyordu ancak bir şey ona engel oluyordu. Belki de Viuri Ammadan neden kaçtığını sorduğunda cevap olarak aldığı bakış ya da doğduğundan beri ilk defa Takeru’dan başka kendi akranı olan biri ile hem de bir kız ile konuşması Mio’nun Zia’ya karşı bu kadar yumuşamasına neden oldu. Emin değildi.
Mio kocaman bir ağız ile gülümsedi, “Bu soruyu bana yöneltmen bile benim sana güvenmem için yeterince büyük bir sebep!” dedi. O esnada bir inilti duydu. Takeru uyanıyordu.
Mio hemen koşarak Takeru’nun yanına gitti. Gözleri açılıyordu. “Neredeyim ben?” diye sordu Takeru. Ama sorusu cevapsız kalmıştı. Mio’nun gözleri doluydu ve Zia hâlâ dışarıda idi. “Neredeyim ben?” diye tekrarladı soruyu yine. “Liluri Şelalesinin yanındaki mağaradayız. Merak etme güvendeyiz.” dedi dışarıdan Zia. Şelalenin sesinden Zia’nın Takeru’yu nasıl duyabildiği o an için Mio’nun aklına dahi gelmemişti.
Yarı baygın bir ses ile “Güvende olmamız iyi olmuş. O beyaz saçlı herif ile biraz daha dövüşebilecek gücümün olduğunu zannetmiyorum.” dedi Takeru. Zia Takeru’nun yanına gitti ve ona bir şafakgetiren uzattı: “Al, bir an önce ye. Yarım saat sonra samandan farkı kalmaz.” Takeru baygın bir ses teşekkür ettikten sonra meyveyi yiyerek ayağa kalktı ve dışarı çıktı. Mio’ya ne kadardır baygın olduğunu sordu. O da kendisinin yaklaşık bir gündür baygın bir şekilde yattığını söyledi. “Bir daha üzerime gelen gri herhangi bir şey görmek istemiyorum. O alçak bu sefer iyi kaçtı.” diye sinir ile söylendi Takeru, “O yumurta da mı uyuyor” dedi ejder halindeki Kuro’yu işaret ederek.
Mio, “Evet. Bizi getirdikten sonra bayağı yoruldu. O da baygın sanırım.” dedi ve Zia’ya döndü, “Jazin’in eğitmen tipi nefesler üzerinde etkili herhangi bir etkisi var mı? Kuro’yu etkiler mi?” diye sordu.
Zia ise gayet rahat bir şekilde arkasına yaslandı, “Endişelenmeye gerek yok. Ağzına yediği o darbe yüzünden çok sarsılmış olmalı. Jazin sadece tozları kontrol edebiliyor. Başka bir olayı yok. Gerçi bu bile yeterli bir olay ama konumuz bu değil.” O esnada Kuro’da inlemeye başladı. Kükremeye yakın bir inlemeydi bu. Daha sonra da ışıklar saçarak eski haline geri döndü.
Takeru ise Zia’ya hayret ile baktı, “Senin ne işin var burada?” diye bağırdı. Zia’ya -haklı olarak- sinirliydi. Mio araya karıştı, “Takeru, Zia bizim o adamlardan kaçmamıza yardımcı oldu. Ayrıca onunla beraber olduğumuz için Zia’nın peşindeki adamlar muhtemelen bizi de arayacaklar. Bir arada kalmamız hepimiz için daha iyi olacak. Güven bana.” dedi. Zia hiç bir şey demeden Takeru’ya baktı. Takeru ise yerden uyuyan Kuro’yu tuttu, “Peki madem öyle. Peşimizdeki adamlara ne oldu?” diye bir soru attı.
Zia, “Jazin ile Palar muhtemelen hala ormanın içinde bizi arıyordur. Palar’ın bizim zihin izlerimizi bulması an meselesi. O sana hava ‘tüküren’ eleman olan Uim’i ise alnından bıçaklayarak öldürdüm.”
Öldürmek… Takeru ürperdi, tüyleri diken diken oldu. “Uzun bir yolculuk olacak değil mi. Her şeye hazırlıklı olmalıyız. Ölmeye bile…” dedi. “Evet… Ama Zha’yı bulmadan geri dönmeyi düşünmüyorum. Ve bulsam bile, köye sensiz dönmeyi hiç düşünmüyorum.” dedi usulca Mio. Ve birbirlerine sarıldılar. Sımsıcak, aşırı dostane bir kucaklaşmaydı bu. “Sonuna kadar mı?” diye sordu Mio. “Evet, sonuna kadar.” diye cevapladı Takeru.
“Ah, ne kadar dokunaklı. Yalnız farkında mısınız. Zamanımız azalıyor. Buradan nasıl ayrılmayı düşünüyorsunuz?” diye sordu Zia.
“Carno Usta’nın limanına gideceğiz. Onda mutlaka bir skybot vardır.”
“O köhne yerde mi? Dostum, inan bana oranın bir liman olduğunu anlamam için bile bir saat detaylı olarak incelemem gerekti.”
“Senin bir Skybot’un mu var?”
“Lütfen bu hikayeyi bir daha anlattırma. Hava kararmadan yola çıkalım.”
Mio yerde sereserpe uzanan küçük Kuro’yu çantasının arkasına koydu. Takeru, Mio ve Zia tekrardan ağaçlar denizinin içine daldı. Zamanla yarışıyorlardı çünkü Jazingiller onları her an bulabilirdi. Üç saat boyunca tek kelime etmeden ormanın sonuna doğru hızlı bir şekilde yürüdüler. “Aramızı bayağı bir açmışızdır, bundan sonra Palar’ın bizi bulması çok zor olur” dedi Zia. O esnada çoktan Carno Usta’nın Skybot liman & tamir atölyesi’ne gelmişlerdi.
Atölye küçük, tek katlı, tahtadan yapılma, köhne bir binaydı. En az otuz yıllık vardı ve duvarlarını yer yer örümcek ağları kaplamıştı. Yan tarafında ise teller ile çevrilmiş liman vardı. Üstünde ise beyaz bir boya ile genişçe bir tahtanın üzerine adeta karalanmış bir yazı öbeği vardı: Carno’nun skybot iskele ve tamirhanesi.
Takeru uzun zamandır adanın kenarına gelmediği için manzarayı izlemeye koyuldu.
Manzara inanılmazdı. Alabildiğine bir mavilik ve ayaklarının hemen altına uzanmış, sonsuz uzunlukta beyaz bulut denizi üst üste yatmış, Takeru’nun onları izlemesine izin veriyordu. Yakınlarda görebildikleri tek ada olan Klizpahariza adası üzerindeki yapıları bir kadının mücevherlerini taşıdığı gibi gururla taşıyor, adeta göz kırparak yanına gelmesini işaret ediyordu. Uzaklardaki çıplak göz ile seçilebilen bir kaç ada ise sanki başkent’i doğrularcasına susmayı seçmişlerdi.
Demek maceranın tadı böyle bir şeydi…
Hemen gitmeli, hemen görmeliydi oraları…
“Sence buraya en son geleli kaç sene olmuştur?” diye merak etti Mio. Takeru ile buraya en son gelmelerinin ardından uzun bir zaman geçmişti.
“Yaklaşık sekiz yıl. O an’ı hâlâ unutamıyorum…” diye dert yandı Takeru, “Bakalım bizim ihtiyar beni görünce nasıl tepki verecek.”
Zia olanları anlamadan sadece Takeru ve Mio’nun ardından gidiyordu. Kuro ise hâlâ Mio’nun çantasında uyuyordu.
Uzun tahta kapının üzerine beceriksizce sürülen beyaz boyanın altından tahtanın siyah rengi gözüküyordu. Takeru’nun o an anımsadığı şey ensesinden akan soğuk terler ve yutkunması ile beraber çıraklığının son gününde yediği efsanevi dayaktı. Zaman geçtikçe Carno Usta’ya hak veriyordu ancak onun kendisini bu denli sert dövmesi yüzünden bir türlü affedemiyordu onu. Arkadan Mio seslendi, “Hadi! Neyi bekliyorsun?”
Ya Carno Usta, Takeru’nun geldiğini çoktan anladıysa? Ya elinde sopa ile onun kapıyı çalmasını bekliyorsa? Peki ya o çoktan öldüyse? Sonuçta sekiz yıl uzun bir süreydi. Çok ama çok uzun bir süre. En sonunda Takeru elini kapıya uzattı. Beyaz boyalı ahşap kapıya üç kere tok bir ses çıkartarak vurdu. Daha sonra ise geri çekildi. Evet, Takeru Carno Usta’dan hâlâ korkuyordu ancak bu korkunun yersiz olmadığını bilmesi onda herşeyi bırakıp kaçma isteği uyandırıyordu. Ancak Klizpahariza’ya gitmek istiyorsa Carno Usta onun tek umuduydu.
Bir süre beklediler. Bekledikleri süre bir dakika mıydı? Yoksa beş dakika mı? Acaba Carno Usta sopası ile Takeru’nun kapıyı açmasını mı bekliyordu. Yoksa fazla mı abartıyordu. Geçen sürenin ne kadar olduğunu anlayamıyordu. En sonunda dayanamadı, “İçeri giriyorum!” dedi ve kapıyı kendine doğru hafifçe çekmeye başladı.
Kapının gıcırtısı Takeru’ya adeta ölümün melodisi gibi geliyordu. Sanki dokunabileceği son şey tahta kapının koluydu. Kapıyı sonuna kadar açtı ve düşünmeden içeri girdi. Kapıyı karşılayan koridor sereserpe ayaklarının altında yatarken sağ ve sol tarafında normalden uzun ikişer kapı gördü. Sekiz yıldan beri kokusu bile değişmemişti buranın. Soldaki ilk kapı iskeleye çıkıyordu. Hemen yanındaki oda ise Carno Usta’nın atölyesi idi. Sağdaki kapılardan ilki usta’nın yatak odasına, diğeri ise ofisine çıkıyordu. Kapıyı tıklatarak ofisine girdi.
İçeride kimse yoktu. Hafif uğuldayan rüzgâr odanın içine sinmiş, pencerenin kenarındaki iki perdeyi ittiriyordu. Kapının hemen karşısında kahverengi bir masa ile arkasında duran koyu yeşil, süngeri çıkmış sandalye duruyordu. Bunlar bile hiç değişmemişti. Zia ve Mio, Takeru’nun arkasından geldi.
“Sanırım artık kendisi bu dünyada değil. Zaten ben çocukken de çok yaşlıydı ama yaşına göre de çok dinçti. Sanırım çoktan bulutların arasına karışmış, huzura ermiştir.”
Sesinde bir hayal kırıklığı vardı. Zamanın ne kadar çabuk geçtiğini ve güneşin elinin hepimizi bir gün çekeceğini hatırlamıştı tekrardan. Mio anlamıştı bunu. Gözlerinin dolduğunu, ne kadar kararsız ve boş bir şekilde baktığını kaptı. Gözler gerçekten insanın aynasıydı.
Zia hâlâ Takeru’nun duygusallığını anlamamış olacaktı ki fütursuzca sordu, “Şimdi ne yapacağız?” Ama Takeru bunu duymamıştı. Kendi kendine söylendi, “Zaman çok hızlı geçiyor. Zevkini çıkartmak gerek. Bu yüzden hayatımı Blizzhax’de sonlandırmayacağım.” O esnada bir takım ayak sesleri duyuldu. Ve kapının ardından hemen bir ses geldi, korku dolu ve bir o kadar sert ve yaşlı bir erkek sesiydi bu. “Kapım açık!? Kapım neden açık?!” Daha sonra da ayak sesleri hızlandı. En sonunda elinde sopa ile bir adam kapının kenarında belirdi.
Rüzgâr çoktan esmeyi bırakmıştı.
Kapının ardındaki yaşlı adamın üstünde kırmızı kareli bir oduncu gömleği vardı. Saçlarının çoğu gitmiş, alnı ve kafasının tepesi iyice açılmıştı. Geri kalan beyaz saçları ise zamanın enerjilerini almasına direnmiş ancak bütün renklerini bir şekilde dağınık bir halde kafasına tutunuyorlardı. “T-Takeru?” diye kekeledi. Takeru ise bütün kasları sanki boş vitese geçmiş gibi anlamsız bir şekilde yaşlı adama bakıyordu, “U-Usta!?”
Takeru’nun karşısındaki kişi Carno Usta’dan başka kimse değildi. Simsiyah gözleri büyük bir anlamsızlık ve şok olmuşlukla Takeru’yu taradı. Sekiz sene idi. Sekiz senedir görüşmemişlerdi. Uzun bir zamandı. Çok ama çok uzun bir zaman. Carno’nun Takeru’ya olan nefreti çoktan geçmişti. Üzerindeki şaşkınlık bulutunu hemencecik üstünden atıp Takeru’nun yanına doğru yürüdü.
Takeru belki uzun boylu sayılabilirdi ancak Carno Usta ondan da uzundu. Kapıların bu kadar büyük olmasının asıl sebebi Carno Usta’nın Blizzhax yöresindeki insanlara nazaran daha uzun olmasıydı. Usta bir elini Takeru’nun omzuna koydu. Tam o esnada Takeru’nun vücudunu bir sıcaklık kapladı. Korku değildi bu. Özlemdi. Takeru, o anda Carno Usta’yı ne kadar çok özlediğini farketmişti. Carno Usta çehresi için sevimli sayılabilecek bir bakış fırlattı: “Yorulmuşsunuzdur. Ben çay koyayım en iyisi.” Ve hemen ardından çay için ateş yakmaya dışarı çıktı.
Takeru içindeki bütün korkunun uçup gitmesi ile bedeni uyuşmuş bir şekilde arkasındaki koltuğa yığıldı. “Carno Usta bizi düşündüğümden de iyi karşıladı.” dedi hayretle. Mio ise kıkırdayarak “Yine sağlam bir dayak yersin diye korkmuştum ne diyeyim” diye endişelerini belirtti. O esnada Zia odayı inceliyordu. Masa’nın üstünde bir kağıt parçası gördü. Bir gazeteydi bu, “Harlia Postası” idi adı. Gazete’nin tarihine göz attı.
“12 Dgak 1673”
Bir hafta öncesinin gazetesiydi bu. Böyle bir adada bir hafta öncesinin gazetesini bile bulmak mucize sayılabilirdi aslında. Uzun zamandır Harlia’dan haber alamamış, bu herşeyden izole edilmiş adada mahsur kalmıştı. Manşete göz attı:
“MEERE’NİN KRİSTALİ NEREDE?
Yaklaşık iki ay önce yaşanan skandal hırsızlık olayının ardındaki sis perdesi hâlâ aralanamadı. Kristalin muhafaza edildiği mekanda bırakılan ipuçları bu hırsızlık girişiminin Szlakza ajanları tarafından olabileceğini işaret etse de Iltensuura Orgenerali ile Harlia Orgenerali’nin ortaklaşa yaptığı basın toplantısında kimsenin endişeye mahal vermemesi gerektiğini, olayın Szlakza kökenli olup olmadığının henüz kesinleşmediğini ifade etti. Kral Zveltar Hönsai ise hâlâ sessizliğini koruyor.”
O esnada birkaç şangırtı duyuldu. Zia gazeteyi masanın üstüne bıraktı ve kapıya yöneldi. Ofis odasının yanındaki odadan geliyordu. Zia sessizce oraya yürüdü. Görünüşe göre ustanın neşesi yerindeydi. Kapının karşısındaki duvara asılmış iki raflı kahverengi dolaptan dört adet porselen çay takımı çıkarttı. Arkasını döndüğünde ise Zia’yı gördü, neşe ile gülümseyip dışarı çıktı. Takeru’nun bu kadar korktuğu bir adamın bu kadar neşeli olması tuhaftı. Acaba bir işler mi karıştırıyordu. Sessizce ustayı dışarıdaki ateşin başında iken onu izlemeye koyuldu.
Usta ateşin üstüne hafifçe eğilmiş, çaydanlığın içine ateşin yanındaki yeşil renkli kavanozdan kurutulmuş otlar atıyordu. O sırada kapının yanında usulca gizlenmiş olan Zia’yı gördü. Merak etme onlara kötü bir şey yapmayacağım, dedi neşeyle.
Zia şaşırmıştı. Usta’nın yanına giderken “Peki neden bu kadar neşelisin?” diye sordu. Usta uzun yılların onda bıraktığı ve ondan aldığı her şey ile cevapladı; “Eskiyi görmek bazen insanı güvende hissettirir”
Zia