Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar -

Sayfa: [1] 2 3 ... 6
1
1984'ün şu baskısının kapağı çok güzel. (Maalesef Türkçe bir baskı değil.)

Spoiler: Göster


Gün ışığında yukarıda okunduğu gibi rahatça okunmuyor, daha da güzellik katıyor:

Spoiler: Göster


Tek kelimeyle efsane olmuş gerçekten, ağzımın suyu aktı resmen :)

2
Genel Kültür / Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« : 03 Ekim 2016, 08:56:04 »
Değerli arkadaşlar, bu tartışmada daha fazla vaktinizi çalmak istemiyorum. Bahsettiğiniz kaynakların çoğunu okudum ve mesajımda yer alan savı çürütecek hiç bir veriye rastlayamadım. Örneğin, özellikle daha önce de bana linklenmiş olan evrim ağacı sitesi 'değindiğim konuların' hiç biriyle ilgili bilimsel makalelere referans vermeyen baştan aşağı subjektif görüşlerle doluydu. Sadece şunu söyleyeceğim, insanın hayvan türü olarak sınıflandırılması bir "kabul"dür, "gerçek" değil. Bana atfettiğiniz yakıştırmalara üzüldüm, halbuki gerçekten bilimsel düşünce ve bilgi üretme konusunda tecrübesi olan insanlar bilimsel konularda "gerçek" gibi bir sözcüğü asla kullanmazlar, bunu da bilmenizi isterim. Bir şeyin yokluğu ile ilgili değil varlığı ile ilgili ispat gerekir, bunu da belirtmem gerek. Mesajımı daha dikkatli okumanızı ve ne demeye çalıştığımı anlamanızı umuyorum. Zaten bu tartışmanın konusu dışında kaldığı için gereğinden fazla uzattığımın da farkındayım. Bu sebeple aykırı görüşlerinizi arzu ederseniz lütfen bana özel mesaj olarak iletiniz. Ne olursa olsun, bildiklerim yanlış da olsa sizlerle paylaşmaktan ve kendi eksiklerimi düzeltmekten de memnuniyet duyarım.

3
Genel Kültür / Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« : 30 Eylül 2016, 12:34:15 »
Değerli arkadaşlar, konuyu rayından saptırmak niyetinde değilim, lütfen yanlış anlaşılmasın, ancak bir hatayı düzeltmek adına tekrar söz alıyorum. İnsanın hayvan olduğu bilimsel olarak ispatlanmış bir şey değildir. Bu konuda öyle yığınla delil falan da yoktur. Bu noktada ufak bir fark var, gözden kaçtığını düşünüyorum. İnsanın bir hayvan türünden evrimleşmiş olduğu ile ilgili bulgular vardır, ve genel kanaat bu yöndedir (bu bile %100 kesin değil yani ama genel geçer kabul görür o yüzden doğrudur diyebiliriz), ancak bir hayvan türünden evrimleşmiş olmak insanı hayvan yapmaz. Bu, tıpkı bir bakteriden evrimleştiği için bitkilere "bunlar bakteridir" demek gibi bir şey. Evet, bitkiler tek hücrelilerden evrimleşmiştir, en büyük ağaçlar bile tek hücreli bir alg gibi fotosentez yapar, doğru, ama bu o ağacı alg yapmaz. Ağaç bitkidir, alg de alg. Çünkü ikisi arasında türsel sınıflandırmaya esas alınacak belirgin farklar vardır. İnsanı hayvan türlerinin tamamından ayıran karakteristik bir özelliği vardır ki ona şuur ya da bilinç (conciousness) deniyor ve evrim teorisinin bir parçası olarak insanın hayvanlardan evrimleştiğini en sıkı şekilde savunan eserlerde dahi bu gerçeğin altı çizilmekte ve henüz insanın bu özelliği nasıl kazandığı tespit edilemediği açık bir dille ifade edilmektedir. Bu bakımdan insanın bir hayvan türü olduğunu iddia etmek, taksonomi bilimine göre hatalıdır çünkü türler arası sınıflandırma yapılırken temel esas benzerlikler değil farklılıkları baz almaktır. Ortada devasa bir fark dururken, ve bunun doğada insan ile hayvan arasında nasıl bir pergel gibi açıldığı bir vakıa iken, insanı hayvan olarak sınıflandırmak hatalıdır ve malesef arkasında bilimsel bir akıl değil ideolojik bir saplantı vardır. Gün gelir, insanın maymundan ya da sürüngenlerden ya da herhangi bir türden hiç ama hiç bir farkının olmadığı bilimsel olarak kanıtlanır ise (yani bizi farklı kılan özellik başka canlılarda da tespit edilebilirse) işte o zaman yaptığınız sınıflandırma doğru olur. O zamana kadar, insan insandır, hayvan da hayvan.

4
Genel Kültür / Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« : 28 Eylül 2016, 11:37:14 »
Sevgili Celebhol, mesajındaki pek çok noktaya katılmadığımı ifade etmem gerek. "İnsanlık" diye bir üst çerçevenin, etik ya da felsefik temelde dahi var olduğuna inanmıyorum. Bunu iddia etmek, şuna benziyor; "Elementler var olduğu sürece element kavramı da var olacaktır ve elementlerin belirli bir karakteristiği vardır." sanki ikisinin de etrafında elektronlar dönüyor diye uranyum ile hidrojen aynı kefeye konulabilirmiş gibi. İnsanın bir hayvan türü olduğu fikrine de katılmıyorum. Bence insan insandır, hayvan da hayvan. İnsanı, var olduğu bilinen bütün hayvan türlerinden ayıran belli başlı özellikleri vardır, bu bakımdan hayvanlarla aynı kefeye konulamayacağımızı düşünüyorum. 44 milyar taşıma kapasitesi bilgisini -hafızam beni yanıltmıyorsa- REC Türkiye Ofisinden Rıfat Sayman'ın bir iki ay önce Çevre ve Şehircilik Bakanlığına yaptığı bir sunuşta dinledim, yanlış hatırlamıyorsam o da o bilgiyi BM'in yaptırdığı bir çalışmadan almıştı ama toplantıdan sonra sunuşu edinmediğim için şu anda sana malesef kaynak gösteremiyorum.

Sosyal adalet kavramının esas eksiklik olduğu noktasında hemfikir olduğumuza sevindim ve mevcut düzen içinde bunun çözülemeyeceği kanaatine de sonuna kadar katılıyorum. Düzenin kesinlikle değişmesi gerekiyor.

Dilini konuştuğun bu topluluğa aidiyet hissetmiyor olman ise beni üzdü. Tabii ki böyle bir aidiyet hissetme zorunluluğun yok ama topluluğumuzun "hiç var olmaması dilenecek" kadar kötü olduğu savına katılmıyorum. Türkler tarihte pek çok önemli işi başarmıştır ve bunlar hem bilimsel hem sosyal gelişime önemli katkılarda bulunmuştur. Vahşiler ehilleşebilir ve cahiller eğitilebilir, ancak bu aşağılık kopmleksiyle çözülebilecek bir mesele değildir, olsa olsa idealizm ve adanmışlık ile aşılabilir. Sana nacizane tavsiyem "vahşi ve cahil" olarak nitelediğin toplumdan kendini soyutlamak yerine onları biraz daha yakından tanımaya çalışman. Bunu tanımıyorsundur diye söylemiyorum, bilakis bazen içimizden en iyi tanıdığımızı sandıklarımızın bile bilmediğimiz bir yönünü keşfedebildiğimize göre bu zengin çok-kültürlü topluluğun seni -olumlu anlamda- şaşırtacak yönleri olabilir.

Cüretimi mazur görürsen tamamen iyi niyetli olarak bir tavsiyem daha olacak, kronik kötümserlikten kaçınmaya çalış. Hayatı, en başta ve en çok senin için, çekilmez hale getirebilir. Eskiden, ben de belki senin kadar kötümserdim, hayattan ve insanlardan hiç bir beklentim yoktu. Hele de zamanla, yıllar geçtikçe insanın daha da -hayatın gerçeklerinin farkına vardıkça- kötümserleştiği ve idealizmini kaybettiği söylenip durdu bana. Ama nedense ve her nasılsa, ben yıllar geçtikçe daha ümitvar ve idealist bir insan olup çıktım. Belki de bu benim şahsımla alakalı bir meseledir, o yüzden bu son paragrafta yazdığım her şeyi subjektif şahsi kanaatim olarak gör lütfen. Daha iyi bir düzenin ve daha iyi bir dünyanın var olabileceğine inanıyorum ve bu kuru bir inançtan ibaret de değil üstelik, bunun mümkün olabileceğini aklımla da hesap edebiliyorum. Bu yüzden ümidimi kaybetmeden yola devam edebiliyorum sanırım. Dünya'yı bir çırpıda değiştirmek için belki elimde sihirli değnek yok ama elimden geleni yapıyorum, yani sanat icra etmeye çalışıyorum -az ya da çok, kabiliyetli ya da kabiliyetsizce ama elimden geldiğince işte. Neil Gaiman'ın dediği gibi, işler kötüye gidiyorsa, sen iyi sanat yap. (Şurada güzel bir karikatür eşliğinde işlenmiş sözü var http://zenpencils.com/comic/50-neil-gaiman-make-good-art/ Beğenirsen sayfadaki diğer çalışmalara da göz atmanı öneririm, çok güzel şeyler var.).

En nihayetinde değişimi getirecek olanlar sürekli şikayet edenler değil değişimi teşvik edenlerdir. Çabalarımızın küçük çapta kalacak olmasından çekincen olmasın, Cicero'nun dediği gibi "Herşeyin başlangıcı küçüktür.".

5
Genel Kültür / Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« : 27 Eylül 2016, 10:07:36 »
Bence fazlaca genelleme yaparak bolca yanlışa düşülüyor. İnsanlar, "insanlık" denilerek tek bir çerçevede dile getirilemeyecek kadar farklı ve çeşitliler. Bu, "hayvanlar kan dökücüdür" demek gibi bir şey, bırakın kan dökmeyi, hayatı boyunca ottan başka bir şey tüketmeyen hayvanlar var. "Dünya" ya da "insanlık" diye genellediğiniz olgular çok büyük, derin ve karmaşık ilişkiler ağıyla birbirine bağlı. Bunların oluşturduğu denklemi böyle genellemelerle aşırı basite indirgeyerek çözmek mümkün değil. Her problem, kaynağı ve ilintili olduğu diğer değişkenler ile beraber ele alınıp değerlendirilmeli.

Bu bakımdan, önce problem tespiti yapılarak işe başlanmalı. "İnsanlık" kurtarılmaya muhtaç bir şey mi, önce ona bakmak gerekmez mi? Böyle bir ihtiyaç varsa dahi, bu, sizin ya da benim gücümüz ve kapasitemiz dahilinde yapılabilecek bir şey midir? Bunu da düşünmek gerek.

Mevcut sosyo-ekonomik modelin sürdürülemez olduğu ve sürekli sonsuza doğru artan borç tavanlarına ve ortalama değeri sürekli düşen karşılıksız banka notlarına (yaygın bilinen adıyla kağıt para) dayandığı hepimizin malumu. Bu şartlar altında, gezegenin toplam kaldırma kapasitesi yaklaşık 44 milyar nüfus olarak hesaplanmasına rağmen, 7 milyarlık nüfusun yarısından fazlası açlık sınırında yaşıyor, üstelik üretilen gıda miktarı yaklaşık 10-12 milyar kişiyi doyuracak seviyede olmasına rağmen. Yani bu açlık meselesi bir irrigasyon problemi değil. Üretilen kapitalin %90'ından fazlası ise toplam gezegen nüfusunun %1'den daha azının elinde toplanmış vaziyette. Yani yaklaşık 70 milyon kişi, 44 milyar insana yetecek kaynakları tüketip, bu arada gezegeni paylaştığı 4 milyar insanı aç bırakmayı başarıyor. Arada kalan diğer 2,5 milyar vatandaş da şu veya bu şekilde günü kurtarıyor ki onlar da biz oluyoruz herhalde. Karnı doyan, kafası gezegenin problemlerine basan ancak bir türlü çözüm üretecek "egemen" katmanına geçemeyen tabaka. Durumun kabaca bir özeti oldu diyebiliriz sanırım.

Bu verilere şöyle kısaca bakıldığında bile sorunumuzun adının "sosyal adalet" olduğu anlaşılıyor. Ancak bu bile fazlaca kaba bir genelleme olabilir. Çünkü sosyal adaletsizlikten söz etmek için (literatüre göre) görece homojen bir toplumu çerçeve almanız gerekir. Halbuki biz inatla gezegenin tamamı üzerine bir çerçeve çiziyoruz. Halbuki bahsi geçen bu 70 milyonluk zümre gezegenin her yerine dağılmış vaziyette değil, kabaca 4-5 ülkede yoğunlaşmış vaziyette (Geldiniz mi Dünya 5'ten büyüktür sözüne :) ). Demek ki sadece insanlar arasında değil, coğrafyalar arasında da bir dengesizlik söz konusu. Bu da bizi ülkeler arası siyasi dengeler karmaşasına sokuyor ki oradan çıkmak zaten mümkün değil.

Bütün bu sistematiğe bakıldığında, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra galiplerin kurduğu bir sosyal düzenin içinde yaşadığımızı anlamak mümkün. Tabii ki bu düzen adil değil, kendi taraflarına doğru 1/100.000 yontacak şekilde dengesiz. Biz, bu paylaşımın daha Birinci Dünya Savaşı safhasında kaybedeni olduğumuz için toplum olarak elbette ki geri bırakıldık ve hala geriyiz.

Yalnız benim hatırlatmak istediğim bir husus var ki o da tarihi veri incelendiğinde benzer dönemlerden daha önce geçildiği görülebilir. Yani meşhur "tarihin tahtırevallisi"nde aşağı inmek kalıcı bir durum olmayabilir. Türk tarihi incelendiğinde benzer durumları muhtelif kereler yaşadığımız görülebilir. Her seferinde bir öncekinden daha iyi ve daha güçlü bir devletle geri döndüğümüz tecrübeyle sabittir. Haçlı ve Moğol işgali gibi herhangi bir topluluğu yok etmeye birinin dahi yeteceği iki felaketi aynı anda yaşayıp yıkımı atlatmış bir 1300'ler coğrafyasından Osmanlı gibi bir devleti, Osmanlı'nın yıkıntısından çok kısa bir sürede modern bir cumhuriyeti çıkarabildiğine göre bu topluluğun dinamiklerine de biraz güvenmek gerektiğine inanıyorum.

İşimiz kahinlik değil, geleceğin ne getireceğini bilemeyiz. Ama tarih ve kültür, sosyal düzen ve adalet gibi kavramlar yeniden yorumlanabilir, eksikleri varsa giderilebilir ve toplumlar iyiye ya da kötüye doğru değişebilir ve gelişebilir. Sosyal evrimleşme dediğimiz bu değil mi zaten? Hakim düzen şu anda bu diye her zaman böyle kalacak diye bir kaide yok. Gün gelir Amerikalılar kötü adam olur, Dünya'yı kurtardıkları hayali kurgular yerine Irak'ta ırzına geçtikleri 400.000 kadın ve çocuk ile ilgili filmler çevirilir, bakarsınız düzen değişir. Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli. Bize düşen, çokça çalışmaktır.

6
-Ayaküstü inceleme fırsatım varsa, sayfaları karıştırıp biraz okurum. Tarzı ve o bölümden öncesini ve sonrasını merak ettiriyorsa, ibre almaya doğru kıpırdanır biraz.

Ben de bunu yapan bir ben varım sanıyordum :D Kendi kendine rus ruleti gibi "kitap ruleti" oynamak gibi oluyor :D

7
Başlık "öykü veya roman" demiş ancak benim şahsi kanaatim bunların ikisinin planlanmasının birbirinden oldukça farklı olduğu yönünde. Roman daha uzun soluklu ve daha iyi bir planlama gerektiriyor, en azından zaman/mekan/karakter tutarlılığını sağlamak için düzenli ve azim dolu bir çaba gerekiyor. Öte yandan öykünün kendisi kelime sayısı olarak daha kısıtlı olduğu için az sözcükle çok şey anlatabilmek de ayrı bir taktik ve strateji gerektiren unsur. Türler farklı olduğu için planlama yöntemleri de birbirinden oldukça farklı, hatta kimilerine göre birbirine zıt olabilir. Yani öykü yazarken amaç eldeki kısıtlı alanı iyi kullanarak bir fikri aktarmak iken, romanda uzun uzadıya tasvirler ve olaylar işleyerek bir karakterin farklı bir yönünü derinlemesine incelemek isteyebilirsiniz.

Bu bakımdan, mit'e sonuna kadar katılıyorum, en azından yazma işinin başından itibaren kafanızda genel olarak ne anlatmak istediğinizi bilmeniz icab ediyor. Roman planlaması ile ilgili nacizane söyleyebileceğim bir küçük husus var ki o da fazlasıyla sabırlı olmayı gerektirdiği. İnsan bazen yazmaya heves ettiği şeyleri bir an önce kağıda (ya da ekrana) dökmek istiyor ancak sabırsızlık, iyi kurgulanmış bir romanın en büyük düşmanı.

Öykü yazarken durakladığınızdan, sonra geri geldiğinizde yazım dilinizin değiştiğinden söz etmişsiniz. Bu bazen benim de başıma gelen bir şey, hatta o derece rahatsız edici olabiliyor ki bazen o noktada yarım bırakıp hiç tamamlamadığım denemelerim ya da öykülerim var. Ben bunu "ilham perisinin uçup gitmesi"ne benzetirdim. Can sıkıcı olabiliyor. Bunu aşmanın en sağlam yolu bir oturuşta bir "merhale"yi tamamlamak, yani anlatmaya çalıştığınız fikirlerden birini tamamlayan unsurların hepsini kağıda dökmeden yazmayı bırakmamak. Ama elde olmayan sebeplerle yazıya ara vermeniz gerekirse, o zaman dilinizi tekrar "ısıtmak" ve elinizi alıştırmak adına bir müddet benzer düzlemde fikirleri karalayarak hamlığı atabilir ve böylece yeniden "bileylediğiniz" dilinizle öyküyü tamamlama yoluna gidebilirsiniz. Unutmayın, kağıda aktardıklarınız sadece fikirlerdir, dolayısıyla hepsi kafanızın içinde bir yerlerde olsa olsa rafa kaldırılmış vaziyette olabilir, yani tamamen yok olmazlar. Onlara tekrar erişecek hafıza tekniğini geliştirmek biraz da sizin elinizde.

8
Ne kadar güzel bir konu başlığı! Ben de yeni şeyler öğrenmeye aç birisi olarak hevesle dalayım.

"Kurallar" derken kastedilen esas meselenin "tutarlılık" olduğu kanaati oluştu bende. Çünkü her kurgu belirli bir kurallar bütününe tabi olmak zorunda değildir ancak hepsi kendi sistematiği içinde tutarlı olmak zorundadır. 1. maddeyi bu çerçevede okudum, umarım doğru anlamışımdır.

Herkül gibi üçüncü (hatta beşinci) sınıf bir televizyon komedisi ne kadar iyi bir örnek olur bilmem, ama verilen örnek üzerinden konuyu biraz irdelersek, belli başlı kalıpların yer aldığını görürüz ki bunlar üzerinde konuşmakta fayda olabilir. Örneğin şu başa vurup bayıltma mefhumu; gerek görsel gerek edebi kurgudan aşina olduğumuz bir olgu olsa da gerçek hayatta insanlar kafalarına darbe alınca bayılmazlar, en azından kurgunun bize anlattığı şekilde gerçekleşmez bu olay. Filmlerde ve dizilerde sık karşılaşılan bu sahne ile ilgili yapılan bilimsel araştırmalar çarpıcı sonuçlar ortaya koymuş: Bir insanın başına arkadan aldığı bir darbe sonucunda bilincini kaybetmesi için darbenin en azından beyin kanamasına yol açmış olması gerekiyormuş. Kanın beyin üzerine uyguladığı basınç şuurun kapanmasında esas etkenmiş. Yani o tabanca/kılıç kabzasıyla enseye darbe yiyip yere yığılan karakterlerin sağlam bir beyin cerrahına görünmeden sağ kurtulması olası değil gibi görünüyor.

Öte yandan, bu mefhumu olduğu gibi "işler" kabul ettiğimizi var sayalım, bence bu noktada dizi kendince haklı bir tutarlılık gösteriyor. Her ne kadar komik gibi görünse de, evet bence dağ gibi bir devle boğuşan bir adamı ensesine yediği bir darbe yere yıkabilmelidir. Gerçek hayat (veya belirli bir kurallar sistematiğine dayanmayan kurgu) bir frp oyun düzeneği değildir. İnsanların belirlenmiş "Health Point" ya da "Stamina" değerleri yoktur. Dağ gibi adam dediğiniz adamı, ayak bileğine batan dikenden kaptığı tetanoz ya da "basit bir sıyrık" dediği yaradan yayılan enfeksiyon öldürebilir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Mesela, Roma'ya bile korku salmış Epirli Pirhus'u öldüren, yaşlı bir kadının başına attığı taş, ya da Truva'yı fetheden Aşil'i öldüren, ayak tendonuna yediği tek bir ok olmuştur.

Hasılı, kurguda hiç bir karakter, statik değerlere ("stat"lara) sahip olmak zorunda değildir. Karakterler değişebilir ve gelişebilir, Aragorn'un yaşadığı aslında tam olarak budur. İsimsiz bir çapulcudan Kral çıkışının öyküsüdür onunkisi. "Gardaş ben warrior doğmuşam, kılıç keser loota bakarım, başka da bir şey bilmirem" sabitliğinde olmak zorunda da değildir. Makul ölçüler içinde kaldığı sürece; bir karakterin değişik olaylar karşısında değişik tepkiler vermesi ve değişik sonuçlar alması işin eğlencesini azaltmaz, bilakis arttırır.

Üstelik, birinci madde için verilen örneklerle ikinci maddede verilen tavsiyenin bir nevi çelişmesi olasıdır. Biz hem karakterimizin tutarlı olmasını istiyoruz, hem de başına geleceklere zar atarak karar veriyoruz. Bir önceki durumda 6 atıp demir kapıyı kıran adam, bir sonraki zarı 1 gelince karınca ısırığından ölürse ne olacak? Burada tutarlılık çizgisini tutturmak biraz güçleşiyor gibi geliyor bana.

Nihayetinde kurgu edebiyatı frp senaryosu yazmaktan (ve kafamızın içinde oynamaktan) ibaret değildir diye düşünüyorum. Karakterin başına gelebilecekleri bilmek yazdığımız eseri "danışıklı dövüş" haline getirmez kanaatindeyim. Masa başında olsa durum böyle olurdu, ancak edebi bir eserin amacı "oyun oynatmak" değil, olsa olsa bir "hikaye anlatmak"dır. Hikayenin kendi mekanizmaları vardır ve bu mekanizmaları çalıştırmak için gerekirse bir karakteri değil ikinci sayfada, daha ilk sayfadan bile öldürüp öğütür. Yeri gelirse de öldürüp öldürüp diriltir ki hiç sevmem bu öldürüp diriltme olaylarını ama her yazarın kendince bir tarzı var ve her tarzın bir beğeneni var en nihayetinde.

Oyunun eğlencesi "yolculuğun kendisi"dir, halbuki edebi eserin varmak istediği bir "yolun sonu" vardır.

Son olarak şunu da ekleyeyim ki üçüncü maddede zaman-mekan tutarlılığıyla ilgili ifade ettiğiniz her şeye sonuna kadar katılıyorum.

9
Tartışma Platformu / Ynt: Tuhaf Kitap İsimleri
« : 23 Eylül 2016, 16:16:57 »
Kızarmış Yeşil Domatesler'deki "kızarmış" ifadesinin renk değil pişirilme durumunu ifade ettiğini anlayana kadar 3 yıl falan geçirdim herhalde.

10
Tartışma Platformu / Ynt: Hikaye Eleştirileri
« : 19 Eylül 2016, 10:27:20 »
Aslında demiştim derken kast ettiğim şey şuydu;

3-4 kişinin ak dediğine kara derseniz ne olur? Orada etkili bir iletişim gerçekleşmez, itişim gerçekleşir. İtişiriz. İtiş-kakışı da benim kafam kaldırmıyor. Şimdi durduk yere ne diye kendi kendime kavga edecek insan icat edeyim, troll müyüm ben?

Lakin görüyorum ki bu "mahalle baskısı" lafına fena halde içerlemişsiniz. Öyle ki kinaye kullanarak kendinizce benim üslubumla dalga geçmeyi gerektirecek kadar mühim bir mesele haline gelmiş. Sarkazm çağımızın hastalığı diyorlar ve ben de insanlar arasında iletişim kurmayı güçleştirdiğine inanıyorum. Lafı eveleyip gevelemeye, sarkastik yorumlar yaparak zekanızı sergilemeye çabalamaya gerek olmadığını düşünüyorum. Ben doğru bildiğimi dosdoğru söylerim, üslubum budur.

Mahalle baskısı meselesine gelince, bir şeyin varlığını reddetmek onu yok etmiyor. Forumda yeniyim, sizin gibi eski bir üye ya da yönetici değilim. Kısıtlı üyelik sürem içinde, son zamanlarda takip ettiğim bir kaç tartışmadan edindiğim izlenim bu. Tutup tek tek linkleri, alıntıları ve örnekleriyle görüşümü ispat etmeye uğraşmayı yorucu ve gereksiz buluyorum. Tartışmaların hepsi orada duruyor, isteyen okuyabilir. Fakat buna rağmen, saldırgan bir üslupla yazılmış ve zaman zaman tartışılan fikre değil fikir sahibinin şahsına uzanan yorumları "saçmalayana verilen hak edilmiş cevap" olarak görüyorsanız orasını bilemem. "Saçmalamak" göreceli bir kavram, kime ve neye göre bir fikrin "saçma" olacağına objektif olarak karar verilmesinin zor olduğuna inanıyorum. Forum, en nihayetinde Antik Yunan'da icat edildiği özüyle, insanların bir araya gelip iletişime geçtikleri bir yer, birbirlerini sopayla kovaladıkları bir yer değil. Onun için "Arena" var.

Öte yandan, eski bir yönetici ve muhtemelen bu foruma çokça emek vermiş birisi olmak sizin forumla ilgili görüşünüzü daha objektif yapmaz, bilakis subjektif yapar. "Forumuma laf ettirmem" refleksini buna bağlıyorum ama belki de yanılıyorumdur. Yine de bu refleksi dahi kırmadan üzmeden göstermenin yolları olduğunu düşünüyorum, dalga geçilmeyi hak edecek bir şey yapmadığıma inanıyorum. O dalga geçtiğiniz üslubumla daha hiç kimsenin kalbini kırmış değilim, herkesin buluttan nem kaptığı şu günlerde belki de en büyük başarım bu olmuştur.

11
Tartışma Platformu / Ynt: Hikaye Eleştirileri
« : 19 Eylül 2016, 01:39:44 »
Demiştim.

12
Kurguda ırk yaratmak aslında sırf ırk yaratmış olmak için yapılması gereken bir eylem değildir. Bu yaklaşımın ardında yazarın kendisine farklı bir öykü anlatma metodu ve argümanları oluşturma çabası yatar. Fantastik ırk aslında bu dünyada bizimle beraber olan ama "farklı" addettiğimiz yahut ötekileştirdiğimizi işlemenin bir aracıdır. Örnek vermek gerekirse ABD'de zencilerin uğrayageldiği ayrımcılık hepimizin malumudur. Marvel çizgiromanlarında bunun "mutantlar ile insanlar arasındaki sürtüşmeler" teması altında işlendiğini görebilirsiniz. Burada toplumun ekseriyetinden farklılık arz eden azınlıkların uğradıkları muamele kurgulanmış ırk/tür üzerinden işlenmektedir. İşte fantastik alemlerde ırk yaratma çabasının ardında yatan önemli bir saik budur.

Bir diğeri de "tanınmayan/bilinmeyen"i bir nevi tanımlama çabası olabilir. Örneğin yunan mitolojisinin önde gelen fantastik canlılarından sentorların aslında; attan hiç inmediği için bir nevi atla birleşik gibi görünen/algılanan iskit savaşçılarından esinlenilerek kurgulandığı söylenir. Bilinmeyene duyulan merak, farklı olanı anlatırken bire bin katarak abartmak ve hayal gücünün sınırlarını zorlayan alemler/olaylar oluşturmak hikaye anlatımının özünde olan şeyler değil midir zaten? Ata yadigarı masal kültürü tamamen bunun üzerine oturmaktadır. Hem, sıradan insanın sıradan günlük sefaleti hepimizin malumuyken, kurgu tabii ki eğlendirmek için farklı olanı anlatma çabasına girecektir. Yüzüklerin Efendisi'nde anlatılan huysuz tiplemeler cüceler değil de iskoç madenciler olsaydı daha mı çok hoşumuza gidecek, daha mı çok ilgi çekecekti? Zannetmiyorum. Kurgusal kabiliyet biraz da basit ve sıradan olanı alıp onu ilgi çekici hale getirebilmekte yatıyor bence.

Haritaları ise oldukça faydalı buluyorum. Düz yolda bile kaybolabilen müzmin bir coğrafya özürlüsü olarak Hobbit'i ilk okuduğumda kim nereye gidiyor hiç bir şey anlamamış ve tamamen olayların akışında kendimi kaybolmuş gibi hissetmiştim. Ancak kafamın içinde bir yerlerde beynim sürekli neyin nerede olduğunu oturtmaya çalışıp durdu ve bu his beni kitabın sonuna kadar kemirmeye devam etti. İyi bir haritanın bazı şeyleri anlamaya çok yardımcı olacağını düşünüyorum. Örneğin Warcraft 3'ün senaryo modunu oynarken her iki bölüm arası yükleme ekranında çıkan harita ve üzerinde kat edilen mesafeyi gösteren ok işareti neyin nerede olduğunu ve kimin nereye neden gittiğini anlamamda büyük rol oynamıştı. Daha sonra o haritalar World of Warcraft için de temel teşkil etti ki bence bu da bir bakıma önemlidir. Hem bir başka konu başlığında da ifade ettiğim gibi, harita yazar için de faydalı olabiliyor, böylece bir şeyler kurgularken ne nerede duruyor şöyle gelen bir bakış yapıp mantık hatasına düşmekten de kurtulabiliyorsunuz. Daha uzak bir mesafeyi 2 haftada giden birilerinin bir başka noktada aynı yolculuğu 2 ayda yapması gibi saçmalıklara, zaman/mekan arasındaki bağlantıda oluşabilecek kopukluğa düşmeye engel teşkil edebiliyor.

13
Tartışma Platformu / Ynt: Fantastik Öykü Yazmaya Başlarken
« : 17 Eylül 2016, 21:11:28 »
Saydıklarının hepsini oluşturabilirsin, ancak hiçbiri elzem değil. Roman serisi için bile elzem sayılmaz bunlar. Zamanla, hikayede yeri geldikçe istediğin kadar bilgi vererek bu unsurları sonradan da tamamlayabilirsin, ya da hiç tamamlamazsın. Sana kalmış bir konu bu. Yeterince iyi kurgularsan hakkında hemen hemen hiç bilgi vermediğin bir ırk ya da coğrafya ile bile işi götürebilirsin. Ama genellikle bu yardımcı unsurları düzenlemek hikayenin anlaşılması için faydalı olur. İçlerinde belki en faydalısı haritadır, yazım aşamasında mantık hatasına düşmekten seni alıkoyabilir. Üstelik okuyucu için de güzergahı anlamak harita üzerinden daha kolay olur.

14
Tartışma Platformu / Ynt: Mary Sue Edebiyatı
« : 08 Eylül 2016, 15:31:54 »
Aslında biraz da takıldığım nokta şu, hepten Mary Sue edebiyatına girmese de ucundan yakalıyor konuyu: Kurguda şöyle bir durumla karşılaşıyoruz, sürekli kendi evreninde gerçekçi ve sistematiği içinde tutarlı kurgular oluşturmaya çalışıyoruz. Ancak bir baş karakterimiz var ve bir şekilde bu vatandaş her olaydan, her badireden sağ kurtulmayı başarıyor. Bazen bu durum bir kitabın sınırını aşıp kitaplar serisi şeklinde devam edip gidiyor. İnsan ister istemez kendisine soruyor; daha ne kadar badire atlatacak ve daha kaç tane olayı çözecek? Bir adam dünyayı kaç kere kurtarır?

Burada yakalanması gereken ince bir çizgi olduğu kanaatindeyim, aslında başlığı açmamdaki amaç bu çizginin sizce nerede durması gerektiğini tartışmaya açmak. Kahramanlık ile inandırıcılık/tutarlılık arasında ince bir çizgi var. Bir noktadan sonrası, artık ne kadar iyi anlatırılsa anlatılsın ya da ne kadar iyi dayanak sunulursa sunulsun, inandırıcı olmaktan uzak hale geliyor.

Bu çizginin yatay eksenden kopup giderek yükselen bir eğriye dönüştüğü ve imkansıza bağlandığı kurgular da var, örneklerini japon animelerinden vermek mümkün: Karakter sürekli güçlenmektedir, karşısına çıkan her kötüyü devirdiğinde bir öncekinden daha güçlü bir kötüyle karşılaşmak mecburiyetinde olduğu için her seferinde biraz daha güçlenir. Sonunda o hale gelir ki son bölümdeki kahramanı alıp ilk bölümdekiyle karşılaştırırsanız, ilk bölümdeki rakiplerini güç bela yenebilen bir halden onları sinek gibi ezebildiği bir hale geçtiğini görürsünüz. Aynı karakterin iki durumu arasındaki bu uçurum giderek tırmanır ama insanoğlunun bir sınırı vardır elbette. Dolayısıyla yükselen bu eğri sonsuza yani imkansıza bağlanır: Daha ne kadar güçlenebilecektir ki? Pek çok animenin bağlanıp kilitlendiği bir sorunsaldır.

Halbuki gerçek hayatta insan yaşadıkça kazandığı tek şey tecrübedir, çoğu zaman ise yaşadığı yıllar boyunca yaptığı hatalardan dolayı biriken bu tecrübeyi dahi verimli değerlendiremez. Bilakis geçen yıllar insandan hep bir şeyler götürür: 20'sinde fiziksel olarak her şeyi yapabileceğine inanan insan 25'inde yavaşladığını, 30'unda merdivenleri çıkamadığını, 35'inde gece uyuyamadığını, 40'ında eskisi kadar hızlı koşamadığını fark eder. Sevdiği insanları kaybeder. Zaman insanı acımasızca  öğütür.

Realite böyle iken, önüne çıkan orkları peynir dilimler gibi rahatça kesen, nereye gideceğini ve ne yapacağını her daim bilen, kendinden hep emin, hepsini geçtim kim olduğunu ve ne istediğini bilen kahramanlar için realite çizgisi nereden geçmektedir?

Ya da belki de eskiden böyle insanlar vardı da artık soyları tükendi, bilemiyorum doğrusu.

15
Ankara insanının inanılmaz derecede soğuk ve kaba oluşunu söylemeyi unuttunuz :D Dışarıdan bakanların Ankara'yı sevmemesinde en önemli etkenin insanı olduğunu düşünüyorum.

Sayfa: [1] 2 3 ... 6