Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Öykücü Filozof

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Ynt: Siyavuş Birdenbire Geberdi
« : 15 Haziran 2017, 23:18:46 »
Güzeldi gerçekten, elinize sağlık.

2
Kurgu İskelesi / Rıdvan'ın Romanı
« : 15 Haziran 2017, 19:45:21 »





BÖLÜM 1


Rıdvan ayakkabısına bulaşmış çamuru kaldırımda temizledi. Temizlediği çamurların yanı başına çöktü yorgunlukla. Cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. Her sigara yakışında içinde bir yerlerde sanki o ilk dumanı ciğerlerine doldurduğunda tüm ızdıraplarından kurtulacakmış gibi hissederdi. Fakat dumanı üflediği anda dert dünyasına daha derin bir dalış yapar, zihninde bir yerlerde çırpınır dururdu.
Rıdvan, ela gözleri ve arkaya doğru taradığı uzunca saçlarıyla yakışıklı sayılabilecek bir adamdı. Çıkık elmacık kemiklerinin arasında biçimli bir burnu vardı. Atletik bir vücuda sahipti.
Başarılı bir öğrencilik kariyeri vardı. Mezun olduktan sonra birçok şirketten teklif almıştı. Fakat o bir an önce askere gitmeye karar vermişti. Askere gittikten sonra hayatının bir daha eskisi gibi olmayacağından habersizdi.

Bugüne kadar birçok adam öldürmüş, birçok ölüm tehlikesi atlatmıştı. Ama yine de şu an içinde bulunduğu çıkmaz bugüne kadar ki hiç bir şeyle kıyaslanamazdı. Bir adamı öldürmek için emir almış, fakat adam son anda elinden kurtulmayı başarmıştı. Onu vurmuş fakat öldürememişti.

   Çalan telefon Rıdvan’ın tüm düşüncelerini bir toz bulutu gibi dağıttı. Cebinden çıkardığı telefonda özel numara ibaresini gördükten sonra bir küfür savurdu. Arayan “işvereni” olmalıydı.

“Alo”

“Sultangazi’deki depoya gel.”

Dıt dıt dıt…

Rıdvan sigarasından derin bir nefes çekti. Ellerini dizlerine koyup ağır ağır kalktı ve yola koyuldu.

BİR KAÇ SAAT SONRA
Bulutsuz bir geceydi. Dolunay tüm hatlarıyla görünüyordu. Rıdvan çevresine birkaç bakış attıktan sonra metruk bir binaya girdi. Karanlık merdivenlerde yürürken önünü görmekte zorlanıyordu. Birkaç adım sonra kapının girişinde bekleyen iki izbandut ona bu konuda yardımcı oldu.

“Hoş geldin Rıdvan” dedi adamlardan biri. “Kemal abi seni bekliyor.”

Rıdvan’ın yüzünde zoraki bir tebessüm belirdi. Kapının girişinde bir el onu durdurdu. Başka bir el belini yokladı.

“Üzerinde bir şey var mı?”

“İyi misiniz oğlum siz? Herhalde üzerimde bir şey var.”

Rıdvan adamların tavırlarından işlerin kızışacağını anlamıştı. Adamlardan biri elini Rıdvan’ın beline atarak tabancasını aldı. Diğer taraflarını üstünkörü aradıktan sonra geçmesini işaret etti.
Burası duvarları dökülmüş küçük bir depoydu. Kemal odanın ortasında bir sandalyede oturuyordu. Üzerinde bir eşortman takımı vardı. Rıdvan’ı görünce gülümseyerek ayağa kalktı. Gözlerinden kafasının yerinde olmadığı belli oluyordu. Muhtemelen biraz ot içmişti.

 “Rıdvancım hoş geldin.” dedi ellerini iki yana açarak.

“Hoş bulduk” dedi Rıdvan.

Kemal arkasından bir sandalye alıp karşısına koydu.

“Gel otur bakalım.”

Rıdvan arkasındaki adamlara bir bakış attıktan sonra Kemal’in gösterdiği yere oturdu. Bu adamları genelde Kemal’in yanında görmezdi. Bu yüzden ters bir şeylerin döneceğini hissediyordu. Kemal onu ilk defa özel numaradan arayarak amatörce davranmıştı. Herhalde olası bir soruşturmada numaranın açığa çıkmayacağını düşünüyor olmalıydı.

Rıdvan’a bir sigara uzattı. Sonra kendisi de bir tane yaktı. İçine çektiği dumanı üflerken “Gürbüz yaşıyor” dedi.

Rıdvan kafasını salladı. Gürbüz bugün öldürmesi gereken fakat yaralı bir halde kaçmayı başaran adamdı. Mafyanın en tepesinde oturan adamdı aynı zamanda. Kemal’in hesabı onu öldürüp aslan payını almaktı. Fakat işler umduğu gibi gitmemişti. Muhtemelen Gürbüz ilk olarak Kemal’in peşine düşerdi. Çünkü aralarındaki gerginlik ayan beyan ortadaydı. Bu işe cesaret edebilecek fazla adam yoktu. Hatta belki peşinde düşmüştü bile.

“Sana bu görevin önemini anlattım değil mi aslanım?” dedi Kemal. Kafası dumanlıydı.

“İşler umduğum gibi gitmedi” dedi Rıdvan. “Ama yarına kadar Gürbüz ölmüş olacak.”

Kemal bir kahkaha patlattı. Rıdvan arkasındaki adamların sırıtışını gözünde canlandırabiliyordu. Kemal sigarasından bir nefes daha çekti neşeyle. Sonra birden ciddileşti.

“Ulan sadece adamın vurulduğunu duyan bir kamyon adam bugün Antep’ten geldi. Herif cumhurbaşkanı gibi korunuyor. Üstüne bir de polis!”

“Merak etme hallederim” dedi Rıdvan sakin bir sesle. Kemal onun bu sakin tavrına şaşırırdı her zaman.

“Rıdvan…” dedi ve bir süre durdu. “Bu işi halledemedin oğlum. O yüzden farklı bir şekilde halledeceğiz.”

Rıdvan harekete geçmek için bir an kolluyordu. Ama öncesinde Kemal’in niyetinden emin olmalıydı.

“Nasıl?” dedi Rıdvan. Sigarasını yere atıp ayağını üstüne bastı. Kemal’in suratında buruk bir ifade vardı. İşte bu suskunluk harekete geçmesini haber veren bir alarmdı. Kemal bakışlarını Rıdvan’dan arkasındaki adamlardan birine çevirdiğinde Rıdvan harekete geçti. Omzuna inen tombul eli tutup adamı omzundan Kemal’in üstüne fırlattı. Diğer adam Rıdvan’a bir yumruk sallamış bir saniye sonra gözüne giren ince ve uzun bıçakla acıyla haykırarak yere çökmüştü. Kemal’in üstüne devrilen adam ayağa kalkıp silahına davrandığında artık her şey için çok geçti. Rıdvan adamın silahı tutan kolunu üç yerinden kırdı. Silahı aldıktan sonra bıçağını çenesinin altından sokup çevirdi. Adam küçük bir iniltiyle yere yığıldı. Kemal ayağa kalktığında her şey olup bitmişti. Önce kendisine doğrultulan namluya sonra da Rıdvan’a baktı. Suratındaki o kendinden emin ifade silinmişti. Gözü oyulmuş olan adamın bağırışları kesilmiş, bıçak muhtemelen beyninin derinliklerine uzanmayı başarmıştı.

   Rıdvan, Kemal’e doğru birkaç adım attı. Kemal geriye doğru birkaç adım attı. Masadaki silahını almak için bir hamle yapacak oldu.

“Hadi” dedi Rıdvan elindeki silahla masayı göstererek. “Durma.”

Rıdvan’a karşı bir şansı olmadığını biliyordu. Adam iğne gibi bir bıçakla iki tane izbandutu yere sermişti.

“Rıdvan bak oğlum bi delilik yapma.”

Kemal geriye doğru adım atarken sandalyeye takılıp düşecekti az daha. Yere düşmekte olan sandalyeyi tutup arkasına geçti. İki eliyle sandalyeyi tutuyordu. Korkusu yüzünden okunuyordu.

“Hem daha çok iş yapacağız seninle.”

Rıdvan gülümseyerek Kemal’e doğru ilerliyordu.

“Bak ne yapalım biliyor musun? Bu meseleyi unutalım. Hem zaten çok yoruldun. Ben sana biraz ikramiye vereyim sende git bi tatil yapıp kafa dağıt he? Şu bizim Antalya’daki otellerde, he ne dersin?”

Rıdvan Kemal’e doğru yürümeye devam ediyordu. Kemal geriye doğru birkaç adım daha attı. Rıdvan önündeki sandalyeyi tutup bir tarafa fırlattı.

   “Rı-rı-dvan yapma be oğlum, şu kadar hukukumuz var, kaldır şunu!” Kemal geri geri adımlarken sırtı duvara çarptı. Kaçacak bir yeri kalmamıştı. Rıdvan’ın suratında tebessüm vardı. Silahını Kemal’in sol diz kapağına doğrultup bir el ateş etti. Kemal acıyla haykırarak yere çöktü.
“Hassiktir Rıdvan hassiktir!”

Diğer diz kapağına nişan alıp bir el daha ateş etti.

“Aaaah”

Kemal iki elini iki diz kapaklarına bastırmış haykırıyordu. Acıdan gözünden yaşlar süzülmeye başladı.

“Rıdvan amına koyayım Rıdvan!”

“Pezevenk herif!”

“Aaah”

“Yanına kâr kalır mı ulan!”

Kemal titreyen elini hızlıca cebine atıp telefonunu çıkardı. Telefonun tuşlarına basmaya çalışırken Rıdvan yanına eğildi. Elindeki silahı ağzına soktu. Kemal bir şeyler söylemeye çalışıyordu.
“Görüşürüz Kemal.”

Tok silah sesi son kez yankılandı odada. Rıdvan yerdeki kanlı bıçağı alıp adamlardan birinin ceketine üstünkörü sildikten sonra odadan çıkıp gitti.

BİR SAAT ÖNCE


Rıdvan bir ankesörlü telefonun önüne gelince durdu. Kısa bir arayıştan sonra cebinden bir kart çıkartıp tuşlara bastı. Eliyle önüne düşen saçlarını geriye attı.
“Alo” dedi tok bir sesle karşıdaki adam.
“Ayağımı incittim.”
Karşıdaki ses bekledi.
“Doktor ne diyor?”
“Yanına gidiyorum, işler değişebilir.”
Dıt dıt dıt.

Rıdvan ahizeyi sert bir şekilde telefona vurdu. Kartını çekip ahizeyi yerine koyduktan sonra hızlı adımlarla kalabalığın arasına karıştı.

3
Kurgu İskelesi / Bir Cinayet Romanı
« : 14 Haziran 2017, 21:09:00 »






Ali Kemal fırtınalı bir günün akşamında, sahilde yürüyor, denizin sakin dalgalarını seyrediyordu. Şiddetli rüzgar yerini hafif bir melteme bırakmıştı.

Sık aralıklarla ellerini ceplerinden çıkartıp yüzüne vuran uzun saçlarını geriye atıyordu. Son zamanlarda her akşam vakti bu sahile gelmeye başlamıştı. Boydan boya yürüyüp sahili bitiriyor, sonra tekrar geriye dönüp yürüyordu. Bazen böylece saatlerini geçiriyordu.

Sık sık ayağına bir taş bağlayıp kendisini denize attığını hayal ederdi. Her gün bir anlığına da olsa bu fikri akıl süzgecinden geçirir, sonra bunun mantıklı bir fikir olmadığına kanaat getirir, farklı ölüm yöntemleri düşünmeye başlardı.

Tek çocuktu Ali Kemal. Annesi ve babası yıllar önce ayrılmış, bir deniz astsubayı olan babası kısa bir zaman önce kanserden vefat etmişti. Otoriter bir adamdı, araları pek yoktu fakat yine de ölümü Ali Kemal'i oldukça etkilemişti. Aslında onu etkileyen babasının ölmesi mi yoksa ölmeden önce çektiği acılar mı bundan emin olamıyordu. Belki de hiç tanımadığı bir insanın acılarına uzun süre şahit olsa ve sonunda da onu sebepsiz yere kendi elleriyle toprağa verse yine aynı duyguları hissedecekti.

Bir yıl kadar önce üniversiteden mezun olmuş, daha önce arkadaşlarıyla yaşadığı evde şimdi tek başına kalıyordu. Yılda bir kaç kez Balıkesir'de oturan annesini ziyaret ediyor, onun gönlünü ettikten sonra İstanbul'daki yalnız yaşantısına geri dönüyordu. Üniversite zamanlarında da çok sosyal olmamasına rağmen şimdiyle kıyaslandığında arkadaşlarıyla hoş vakit geçirdiği ender zamanları hatırlıyor, küçük bir özlem duyuyordu. Bir yandan da biliyordu ki o günlerde, o günlerden çok daha öncesinde o yine hayattan zevk almayan, başka bir alternatifi olmadığı için yaşayan bir insandı. Lise, üniversite derken bir şekilde vaktini geçirmiş, şimdi ise kendisini hayatın sıkıcı kollarına atmıştı. Bir insanı sevmek, arkadaşlık etmek nasıl duygulardı; düşünmeden yaşamak, hayattan bir parça zevk almak?

Ali Kemal denize doğru bir kaç adım atıp üzeri diğerlerine kıyasla daha engebesiz olan bir kayanın üzerine çöktü. Onunla birlikte bir kaç grup kayalıklarda oturuyor, kimisi şarkı söyleyip gitar çalıyor, kimisi çekirdek çitliyordu. Görebildiği kadarıyla bu küçük sahil şeridinde yalnız olan sadece kendisiydi ve kasıtlı olarak diğer gruplardan uzak bir yere oturmuştu.

Rüzgar şiddetini bir parça arttırırken dalgalar kayalıklara hızlıca vurup geri çekildi. Ali Kemal siyah paltosunun yünlü yakalarını yukarıya kaldırdı. Cebinden bir kaç günlük, ezilmiş bir sigara paketi çıkarttı. Bu esnada az ilerisine genç bir adam oturdu, oturur oturmaz da bir sigara yaktı. Kendisi de uzun bir uğraştan sonra sigarasını yaktı. Karanlık denize doğru derin bir duman bulutunu ciğerlerine çekti. Sonra yan tarafında oturan adama döndü. Onun da kendisi gibi uzun fakat sarıya çalan saçları vardı. Kirli bir sakal suratının büyük bölümünü kaplamıştı. O da bir şeylerden dertli gibi etrafına bakmadan denizin dalgalarını seyrediyordu. İnsan sıkıntılı olduğu zamanlarda tekrar eden şeyleri izlemeyi sever.

Ali Kemal önüne dönerken sigarasından derin bir nefes daha çekti.

"Sık gelir misin buraya?"

Ali Kemal şaşkınlıkla yanında oturan adama döndü. Ona baktığını fark ederek bir muhabbet açma gereği duymuş olmalıydı.

"Yok, gelmem" dedi ve tekrar önüne dönerek sigarasına sarıldı.

"Ben gelirim" dedi adam. Sesinde muhabbeti devam ettirmek isteyen bir tını vardı.

"Deniz insanı sakinleştirir."

Ali Kemal cevap vermedi. Artık önüne döndüğünü düşünürken adam tekrar söze girdi;

"Buraya sık gelmem dedin ama ben seni daha önce de burada defalarca gördüm. Aklından bir şeyler geçiyor değil mi?"

"Ne gibi?" dedi Ali Kemal yüzünü dönmeden.

"İntihar etmek gibi."

Yüzündeki şaşkınlığı gizlemeye gerek duymadan adama dönerek devam etmesini bekledi.

"Biliyorum çünkü çoğu zaman benim de aklımdan aynı şeyler geçiyor."

"Çoğu insanın aklından aynı şey geçer" dedi Ali Kemal yapmacık bir tebessümle.

"Evet ama çoğu insan hayattan bunaldığı için ölümü düşler. Kredi borcunu ödeyemediği veya sevgilisinden ayrıldığı için. Ama bazı insanlar vardır ki onlar yaşama gayelerini kaybettiği için veya hiç bir zaman sahip olamadığı için ölümü seçerler. Benim için bu, diğerlerinden çok daha asil bir vazgeçiştir."

Ali Kemal yüzündeki şaşkınlık ifadesini bir kat daha arttırdı. Sanki karşısında konuşan kendisiydi. O da uzun süren düşünce fırtınalarından sonra intihar ile ilgili bu kanaate varmıştı. Fakat aynı zamanda onu gerçekleştirecek cesareti de hiç bir zaman kendinde bulamamıştı.

Adam kayalıklarda sürünerek Ali Kemal'in yanına geldi. Elini uzattı;

"Hakan"

Ali Kemal kendisine uzanan eli sıktığında ömrünün sonuna kadar sürecek bir dostluğun ilk adımını attığının farkında değildi.

"Ali Kemal. Sana bir şey soracağım, düşüncelerin ilgimi çekti. Ben de çoğu zaman aynı şeyleri düşünür dururum. Peki hiç ölmeyi denedin mi?"

Hakan kafasını iki yana salladı.

"Ama bunu sürekli düşünüyorsun öyle mi?"

"Evet düşünüyorum. Aslına bakarsan senin de söylediğin gibi çoğu insan bunu düşünür fakat pek azının gerçekleştirecek cesareti vardır."

Ali Kemal ezilmiş paketinden iki sigara çıkartıp birini gizemli dostuna uzattı.

"Belki de yaşamak daha fazla cesaret gerektiriyordur?"

"Belki de öyledir. Fakat hayattan vazgeçmekle insan sadece bulunduğu anı ve geçmişini terk etmiş olmaz. Aynı zamanda yaşamın karşısına çıkartabileceği şansları da elinin tersiyle itmiş olur. Şöyle düşün; intihar etmeye meyilli bir adam var, bir gün denk geliyor ve loto oynuyor. Sence bu adam lotonun sonucunu beklemeden intihar eder mi?"

"Sanırım etmez" dedi Ali Kemal. "Bu farklı bir bakış açısı ama doğru. Adam lotoyu beklerken sadece büyük bir paranın hayalini kurmuyor aynı zamanda bu bekleme süreciyle hayatına küçükte olsa bir anlam kazandırıyor."

"Aynen öyle" dedi Hakan.

Kısa süreli bir sessizlik oldu. Ali Kemal çok uzun süre sonra ilk defa biriyle böyle bir sohbet ettiğini anımsadı. Sonra, insanın hiç tanımadığı ve bir daha görüşmeyeceği ihtimali olan biriyle daha rahat konuştuğunu fark etti.

"Anladığım kadarıyla çalışmıyorsun" dedi Hakan.

"Çok mu belli oluyor?"

"Evet, kendimden biliyorum. Peki uğraştığın bir şeyler yok mu?"

"Var aslında, günün belli bir kısmını yazarak geçiriyorum."

"Ne gibi şeyler yazıyorsun?" Ses tonundan ilgili olduğu görünüyordu.

"Kısa öyküler, senaryolar, az biraz da şiir. Aslında aklıma ne gelirse onu yazıyorum."

"Ben de bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Daha çok romana yönelmeye çalıştım fakat beni epey yordu."

Ali Kemal o an kendisine yeni bir dost edindiğini anladı. Kendisi gibi düşünen, yazan bir insan... Onu karşısına Tanrı çıkarmış olmalıydı.

"Neyle ilgiliydi roman?"

"Bir çok şeyle ilgili aslında, biraz uzun hikaye."

Saat gittikçe ilerliyordu. Rüzgar şiddetini arttırmıştı. Ali Kemal ayağa kalktı.

"Roman için bende bir şeyler düşündüm. Fakat odaklanmakta sorun yaşıyorum. Belki birlikte bir şeyler yazabiliriz?"

"Çok memnun olurum" dedi Hakan ayağa kalkmadan.

Ali Kemal, Hakan'la sözleştikten sonra oradan ayrıldı. Uzun bir tramvay yolculuğundan sonra evine vardığında saat gece yarısını geçmişti. Yorgundu fakat aynı zamanda mutluydu. Üniversiteden beri hiç arkadaşı olmamıştı. Eski arkadaşlarını da pek arayıp sormuyordu. İnsanlarla çoğu zaman anlaşamazdı. Ama Hakan her açıdan kendisine benziyordu. Yanında onunla birlikte yazacak, zaman zaman danışacağı birisi olduktan sonra ömrünün sonuna kadar yazabilirdi.

İlerleyen günlerde sözleştikleri gibi Hakan'la buluştular. Bir mekana oturup kahve içerken Ali Kemal projelerini açıkladı.

"Bir kitap yazmak istiyorum, ama uzun minvalli projelerde biraz konsantrasyon sorunu yaşıyorum."

"Bende de aynı sıkıntılar var ve emin ol ki her yazar başlangıçta aynı sıkıntıları yaşamıştır. Nietzsche buna doğum sancısı der."

"Evet, Nietzsche okur musun?

"Pek severim."

"Bende öyle, belki kafa kafaya verirsek ortaya bir şeyler çıkartabiliriz."

Hakan memnun görünüyordu. "Neden olmasın?"

Günler birbirini kovalıyor, Ali Kemal ve Hakan kah daktilo başında, kah ellerinde kağıt kalemle sabahın erken saatlerine kadar yazıyorlardı. Ali Kemal çoğu zaman yazdıklarını beğenmiyor sık sık kağıtları buruşturup atıyor, yenilerini kaleme alıyordu. Yine de atmosferden mutluydu. Hakan'a yanına taşınmasını teklif etmiş, o da bunu memnuniyetle kabul etmişti. Artık istedikleri her an yazabilirlerdi.

Bir gün Hakan, Ali Kemal'e yeni bir roman teklifi sundu.

"Bir cinayet romanı yazalım."

Ali Kemal biraz düşündükten sonra cevap verdi.

"Olabilir, aklında bir şeyler var mı?"

"Aklımda bir şey yok, düşünmeden yazalım, kurgulamadan. Sanki seri katil bizmişiz gibi anlık kararlarla."

Ali Kemal garip bir şekilde kalp atışlarının hızlandığını hissetti; bu roman daha başlamadan onu heyecanlandırmış olmalıydı.

"Başlayalım o zaman."

O gece sabahın erken saatlerine kadar yazdılar. Ellerinde 60 sayfalık bir taslak oluşmuştu. İkisi de oldukça yorgun görünüyordu. Ali Kemal sigaranın ağzında bıraktığı acı tattan suratını buruşturup, sigarasını küllüğe bastı.

"Akşam devam ederiz" diyerek kalktı ve yatak odasına doğru yöneldi.

Hakan olduğu yerde oturmaya devam ediyordu. "Akşam görüşürüz."

Ali Kemal üzerindeki kıyafetleri çıkartıp yere fırlattı. Nasıl olsa yıkanmaları gerekiyordu. Tatlı bir yorgunluk hissediyordu. Başında hafif bir ağrı vardı. Nabzı sanki ağır bir iş yapmış gibi saniyede iki defa atıyordu. Ne olursa olsun bu romanı bitireceğini hissediyordu. Kısa süre sonra uykuya daldı.

Güneş tam tepeye vurduğunda Ali Kemal deliksiz uykusundan büyük bir gürültüyle uyandı. Yatağında sıçradıktan sonra sesi anlamaya çalıştı bir süre. Birisi metal bir aksamla kapıyı dövüyordu sanki. Başı çatlayacak gibi ağrıyor, artarak devam eden gürültü kafasının içinde yankılanıyordu.

 Kapıya yaklaşmak üzere yere adımını attığında bir çığlık atarak tekrar yatağa attı kendisini. Yatağının yanı başında parkenin üzerinde kanlı elbiseler ve bir bıçak duruyordu. Üstünü başını kontrol etti aceleyle. Kollarında ve parmak uçlarında kan lekeleri vardı. Kısa bir kontrolden sonra bunların kendi kanı olmadığını anladı; hiç bir yerinde kesik yoktu. Metal aksam son kez vurulduğunda kapı gürültüyle açıldı. İçeriye giren tam teçhizatlı özel harekat polisleri Ali Kemal'i yatağının üzerinden yere fırlatarak kelepçelediler. Ali Kemal korku içerisinde yalvarıyordu.

"Yemin ederim ben bir şey yapmadım! Yemin ederim! Yemin ederim!"

Evin her yanı arandıktan sonra polislerden ikisi koluna girip Ali Kemal'i sürüklemeye başladı. Bu esnada ellerinde delil torbalarıyla olay yeri inceleme ekibi kapıda göründü.

"Ben bir şey yapmadım yemin ederim!"

"Hakan! Hakan! Nerdesin Hakaaan!"

Ali Kemal koluna giren polislerden birine dönüp bir şey anlatmaya çalışırken diğeri kolunu bükerek onu eski pozisyonuna getiriyordu. Evden çıktıklarında karşı dairenin açık kapısına çaprazlama bantlanmış sarı renk olay yeri bantlarını gördü. Koridorda bölük pörçük kan izleri vardı.

Önde iki koluna girmiş polislerle ve arkalarındaki özel harekat ordusuyla birlikte hızlıca merdivenden inmeye başladılar. Kan izleri aşağıya doğru devam ediyordu.

3. kata geldiklerinde karşılıklı iki dairenin de  kapısı aynı şekilde çaprazlama bantlanmıştı. Kan izlerinin arkasından bir alt kata doğru hızlıca devam ettiler. Ali Kemal gördükleri karşısında dehşete düşmüştü. Bu bir kabus olmalıydı.

"Bakın yemin ederim ben bir şey yapmadım. Hakan'a sorun söyleyecektir, yalvarırım!"

2. kata geldiklerinde Ali Kemal kusmamak için kendisini zor tuttu. Koridorda bir kan banyosunun içinde yatan iki ceset vardı. Her yanı kesif bir kan kokusu kaplamıştı.  Yüzleri tanınmaz halde olmasına rağmen Ali Kemal yıllardır gördüğü komşularını teşhis etmekte zorlanmadı.

1.kata geldiklerinde Ali Kemal çığlık atarak çaresiz bir şekilde polislerden kurtulmak için debelendi.

Kendi dairesi dışında apartmandaki tüm dairelerin kapısı sarı bantlarla kapatılmıştı. Her tarafta kan izleri vardı. Ali Kemal'in beynine onlarca farklı düşünce hücum ediyordu. Bu katliamı kim yapmıştı? Hakan neredeydi?

Binadan çıktıklarında sarı bantların arkasındaki kalabalığı gördü. Sanki o gelince kalabalık birden sessizliğe bürünmüştü. Gözlerinden nefret okunuyordu. Ali Kemal daha fazla kalabalığa bakamadı, kafasını yere eğdi. Polisler adımlarını hızlandırdıklarında kalabalıktan yuhalamalar yükselmeye başladı. Onlara suçsuzluğunu anlatmak istedi çaresizce Ali Kemal. Yanındaki iki polisle birlikte ekip arabasına bindiler. Önlerinde bir, arkalarında iki araçla birlikte kalabalığı yararak uzaklaştılar. Polisler neden hiç konuşmuyor, diye düşündü. Arabayı kullanan polis memuru dikiz aynasından ona mı yoksa arkadaki araçlara mı bakıyor bilemiyordu. Nasıl olsa suçsuz olduğum ortaya çıkacak diye düşündü. Ama o elbiselerin, bıçağın yanı başında ne işi vardı? Kanlı elbiseleri ayırt edememişti ama bıçak sanki ona mutfaktaki ekmek bıçağını andırıyordu. Yoksa bu işi Hakan mı yapmıştı? Ama nasıl olmuş da bütün gece boyunca tek bir ses, çığlık onu uykusundan uyandırmamıştı? Tanrım bana yardım et, diye geçirdi içinden.


ÜÇ AY SONRA

Kara bulutlar duvarlarla ve dikenli tellerle çevrilmiş eski fakat görkemli bir binanın üstünde toplanırken beyaz önlüklü üç kişi, yatağa bağlanmış bir adamın etrafında toplanmış ellerindeki dosyalara bir şeyler yazıyordu.

"Paranoid şizofreni" dedi genç bir ses.

"Ne zamandan beri bu durumda?" diye sordu bir başkası.

"Üç aydır takip ediyoruz."

"Nasıl bir tedavi uyguluyorsunuz?" diye sordu bir başka beyaz önlüklü kadın.

"Başından beri klozapin tedavisi uyguluyoruz, ancak Agranülositoz başlangıcı tespit ettiğimiz için tedaviyi kestik."

"Bir süre takip edelim."

Diğerleri başlarıyla onaylarken son notlarını alıp yataktan uzaklaştılar.

Yatağa bağlı olan hastanın seyrek sakalları biçimsizce uzamış, kısacık kesilmiş saçlarında beyazlar baş göstermeye başlamıştı. Hasta, hareketsiz bir şekilde tavanı seyrederken dudağının kenarından akan su, yanağından aşağıya sızarak yastığını ıslatıyordu.

Hasta bir kaç saat sonra ilaçların etkisinin geçmesiyle uykudan uyanmış gibi göz kapaklarını bir kaç kez kırpıştırdı. Sanki birisi açma düğmesine basarak onu harekete geçirmişti. Şaşkın bakışlarla etrafı inceledikten sonra yatakta doğrulmaya çalıştı. Aralıklarla iki tanesi göğsünden ve karnından, bir tanesi bacaklarından geçirilmiş olan kayışları o zaman fark etti. Bu kayışlar öylesine sıkılmıştı ki değil ayağa kalkmak, hareket etmekte bile güçlük çekiyordu. Öylece bir süre debelendikten sonra pes etti. Demir korkuluklu pencereye baktı. Ufukta batan güneşin zayıf bir parçası içeriye düşüyordu.

Sakin bir şekilde dışarıyı seyrederken birden bir şey görmüş gibi yan tarafındaki boş yatağa çevirdi kafasını:

"Hakan!" dedi sevinçle. "Hadi beni çöz de gidelim."


http://oykucufilozof.blogspot.com.tr/

4
Kurgu İskelesi / Hitler'in Dönüşü
« : 14 Haziran 2017, 21:08:24 »



   Müttefik askerleri dört bir taraftan Berlin'e giriyor, Amerikan uçakları şehri bombalamaya aralıksız devam ediyordu. Bir taraftan Sovyet tankları ara sokaklardaki cılız Alman direnişini ezerek ilerleyişini sürdürüyordu. Tüm bunlar olurken 3. Reich'ın mimarı bir yeraltı sığınağı olan Führerbunker'de kendisine sadık adamlarıyla birlikteydi.

Goebbels arkasında iki subayın taşıdığı uzun bir çuvalla birlikte karargaha girdi.  Subaylar boş koridor boyunca bir süre ellerindeki çuvalın ağırlığından yalpalayarak yürüdükten sonra Goebbels'in arkasından bir odaya girdiler. Goebbels koltuğu işaret etti kayıtsız bir tavırla. Subaylar ağır çuvalı koltuğa devirdiler. Goebbels saatini kontrol etti.

"Tam 15:42'de."

İki subay başlarını sallayarak Goebbels'i onayladı. Goebbels odadan çıkarken subaylardan biri içeride çuvalın yanında diğeri odanın önünde nöbet tutmaya başladı.

Hitler çatal ve bıçağını tabağının üzerine bıraktı. Seyrelmiş saçlarını her zamanki gibi sağ tarafa doğru taramıştı. Alman halkına yıllarca ilham veren mavi gözleri solmuştu.

Onun bu hareketini gören Eva Braun ağzına götürdüğü şarap kadehini yerine koydu.

"Eva" dedi hırıltılı bir sesle Hitler. "Son bir görev için gitmem gerekiyor."

"Führerim, izin verin ben de sizinle birlikte geleyim!"

Hitler ellerini masanın üzerinde kavuşturarak bakışlarını yere çevirdi.

"Bu benim tek başıma yapmam gereken bir şey Eva, senden bunu anlamanı bekliyorum."

"Ama Führerim! Siz olmadan ben ne yaparım?"

Hitler bez peçeteyle dudaklarını sildikten sonra ayağa kalktı.

"Hayallerimiz!" dedi. "Hepsi bir yalandan ibaretmiş!"

Eva Braun ellerini çenesinde buluşturdu. "Führerim, yalvarırım böyle konuşmayın!"

Hitler başını sallayarak "Öyle" dedi, "Öyle." Eva Braun'un yanına gelerek onu omuzlarından yakaladı.

"Eva beni dinle" dedikten sonra ufak bir öksürük krizine kapıldı. Derin bir nefes aldıktan sonra konuşmasına devam etti: "Ne olursa olsun işgalcilerin eline geçmemen gerekiyor."

Eva Braun ellerini yavaşça yukarıya götürerek Hitler'in omuzlarına dokunan ellerini sardı. Gözünden bir kaç damla yaş boşandı.

"Beni anlıyorsun değil mi Eva?"

Eva Braun kafasını sallarken gözünden akan yaşları silmeye çalıştı. Führer'in onu bu şekilde görmesini istemiyordu.

"Keşke bunlar hiç yaşanmasaydı" dedi Hitler. "Ama ne çare!"

Eğilerek Eva Braun'un ıslak yanağına bir öpücük kondurdu. "Goebbels sana yardımcı olacak."

Dönüp kapıya doğru yürüdü. "Führerim!" diye bağırdı Eva Braun arkasından hıçkırıklara boğularak. "Bizi bırakmayın!"

Hitler titremekte olan sol elini beline attı, arkasını dönüp çıktı. Karargahta tam bir ölüm sessizliği hakimdi. Hitler'in geçtiği hollerde oturanlar onu görünce büyük bir saygıyla ayağa kalkarak selam duruyorlardı:

"Heil Hitler!"

Herkes gizliden ya da açıktan Almanya ve Hitler için dualar ediyordu. Birçoğu duadan fazlasına ihtiyaçları olduğunun bilincindeydi. Fakat Reich'ın en fanatik savunucusu Joseph Goebbels çevresindeki partilileri teskin etmekten vazgeçmiyordu. Birinin gözünde değil bir yaş, bir parça umutsuzluk fark ederse onu herkesin içinde azarlıyor ve meşhur söylevlerine başlıyordu.

"Soruyorum sizlere! Führerimiz yenilmezliğini Varşova'da, Prag'da, Paris'te ve İskandinavya'da ispat etmedi mi!"

Herkes başıyla Goebbels'i onaylarken kimse Sovyetleri işgal planı olan Barbarossa'nın başarısızlığından bahsetme cesaretini bulamıyordu. Üstelik müttefik kuvvetler Berlin'i kuşatmışken bundan bahsetmek abes kaçabilirdi. Yine de Goebbels bu hisleri fark ediyor ve görünmez sorulara bir bir cevaplarını sıralıyordu.

"Göreceksiniz ki Führer yeniden dirilerek Almanya'nın evlatlarından oluşan yenilmez Wehrmacht'ın başında nice zaferlere imza atacak! Rusları ve Amerikalıları geldikleri cehenneme geri göndermekle kalmayacak, onların kokuşmuş, beynelmilel yahudi iktidarlarını tarihe gömecek!"

Kimi parti yöneticileri Goebbels'in söylevleriyle, kendisini Almanya'nın o eski, şaşalı günlerinde bularak avunuyor, kimisi de Goebbels'in iyice aklını kaçırdığını düşünüyordu. Ama en başından beri Hitler'in en büyük fanatiği olan, Nazilerin unutulmaz propaganda bakanı bir an bile umutsuzluğa kapılmıyordu. Onun hakkında herkes, her şeyi söyleyebilir, fakat Führer'e ve Almanya'ya olan bağlılığından kimse şüphe dahi duyamazdı.

Hitler arkasında yaveriyle birlikte sığınağın dar koridorlarından geçerek makam odasına geldi. Burada kapının önünde bir subay dikiliyordu. Hitler'i görünce hazır ola geçip sağ elini ona doğru kaldırdı.

"Heil Hitler!"

Yarım bir selamla karşılık alan subay, demir kapıyı ardına kadar açtı.

Kapı ardından kapandıktan sonra Hitler odanın içinde volta atmaya başladı. Dirseklerini deri koltuğuna yasladı, masanın üzerindeki Alman kartalına baktı. Sonra arkasındaki büyük Avrupa haritasına döndü. Bu haritada bir kaç gün öncesine dair Wehrmacht'ın konuşlandığı noktalar ve müttefik taarruzları işaretlenmişti. Hitler müttefiklerin Alman kuvvetlerini bir bir çembere alarak yok ettiğini öğrenince adeta sinir krizi geçirmiş herkesi odasından kovmuştu. Ona göre Almanya bu hale düştüyse bunu kendisi hak etmişti!

Demir kapı vurulunca düşüncelerinden sıyrıldı. Yavaş hareketlerle koltuğuna oturdu. Gelen Goebbels'di. Onun biricik propaganda bakanı. Goebbels koltuğunun altına bir takım elbise sıkıştırmış, diğer elinde ise bir fötr şapka tutuyordu.

"Heil Mein Führer!"

"Heil" dedi zayıf bir ses. "Ne durumdayız?"

"Herkes toplantı salonunda Führerim, harekete geçmek için sizi bekliyoruz."

"Peki ya..." diyerek işaret parmağıyla yukarıyı gösterdi. İşgalcilerin durumunu soruyordu. Bir kaç saattir top sesleri duyulmaya başlanmıştı. Uçakların her seferinde bıraktığı bombalar yerin metrelerce altındaki karargahı titretiyor, zaman zaman küçük elektrik kesintilerine yol açıyordu.

"Vaktimiz var Führerim!" dedi Goebbels elinin tersini yukarıya doğru sallayarak. Bu ona propaganda günlerinden kalan bir hatıraydı esasında. Ateşli konuşmalarının, İngilizlerden veya Ruslardan bahsettiği zamanlarında elini bu şekilde sallardı. Bu bir çeşit "Almanya'nın tüm düşmanları birer sinekten daha büyük değil!" mesajıydı.

Hitler avuçlarını ceviz ağacından yapılmış masaya basarak ayağa kalktı. Goebbels elindekileri önündeki koltuğa bırakarak onun giyinmesi için dışarıya çıktı. Kapının önünde bekleyen subayı toplantı salonuna gönderdi. Bir kaç dakika sonra karşısında, uzun zamandır görmediği haliyle fötr şapkalı, kahverengi takım elbiseli Führer duruyordu.

"Gidelim!" dedi Hitler. Boş koridorlardan yürüyerek Führerbunker'in çıkış merdivenlerini tırmandılar. Kapının önüne geldiklerinde Goebbels durup saatini kontrol etti. On saniye kadar bekledikten sonra kapıyı açıp dışarıya çıktı. Karargahın önünde şoförlü bir ambulans bekliyordu. Goebbels atılıp ambulansın arka kapısını açtı:

"Führerim!"

Hitler eliyle kapının koluna dayanarak kendisini dışarıya attı. Kafasını gökyüzüne kaldırıp parıldayan güneşi seyretti. Aylardır karargahından dışarıya adımını atmamıştı. Temiz havayı ciğerlerine doldurdu. Karşı ufuktan ona doğru seyreden kuşlara baktı. Bu sırada büyük bir gürültü koptu, yer deprem olmuş gibi sallandı. Yakınlarına bir top ateşi denk gelmişti.

"Führerim acele edin!" diye bağırdı Goebbels başına siper ettiği elini indirirken. Hitler hızlı adımlarla ambulansa yürüdü. O, ambulansa binerken Goebbels her zamanki Nazi selamını verdi:

"Sieg Heil!"

"Heil!" diye karşılık verdi Hitler. Goebbels'in gözleri dolmuştu. Selam verdiği kolunu indirmedi. Hitler ona bir süre baktıktan sonra ambulansa bindi. Goebbels dakikalar boyunca, giden ambulansın arkasından selamını sürdürdü. Bu sırada gözünden bir damla yaş aktı.

Ambulans, harabeye dönmüş Berlin'in ara sokaklarında hızla ilerliyordu. Hitler küçük camından dışarıyı seyrediyor, bir kaç ay öncesinin görkemli şehri Berlin'e sessiz bir ağıt yakıyordu. Caddelerde zaman zaman 15-17 yaşlarında eli silahlı Alman çocukları görünüyordu. Kumdan siperliklerin arkasında kah bir makinalı tüfeğin, kah bir tanksavarın başında düşmanın gelmesini bekliyorlardı.

Ambulans acı bir frenle dönerek ara sokaklardan birine saptı. Burada Hitler yıkıntılardan kendisine siper edinen sarışın bir çocuğu fark etti. Önündeki duvarı siper ederek sokağa doğrulttuğu Karabiner 98K marka tüfeğiyle o da diğer Almanlar gibi düşmanını bekliyordu. Fakat bu cesareti gösterirken hemen hepsi Führer'lerine güveniyorlardı. Oysa Hitler artık ruhen onların Führeri olmamakla birlikte biraz sonra bedenen de onları terk edecekti.

Ambulans bir süre daha yol gittikten sonra Berlin Opera Binası'nın önünde durdu. Şoförün sesi duyuldu.

"Führerim! Sizi bekliyorlar."

Hitler dışarıya bir göz attıktan sonra ambulanstan inerek opera binasına doğru yürümeye başladı. Merdivenleri tırmanırken arabanın için bir el silah sesi duyuldu. Hitler arkasına bakmadan yürümeye devam etti. Şoförün cansız bedeni yan koltuğa devrilmişti. Sol elinde sıkıca kavradığı Luger Parabellum'un namlusundan beyaz bir duman çıkıyordu.

Opera binasının kapısının ardında iki tane beyaz önlüklü adam Führer'i karşıladı; ona acele bir selam verdiler.

"Heil Hitler! Vaktimiz azalıyor Führerim, acele etmeliyiz."

Hitler bu defa selam verme gereksinimi duymadı. Adamları takip ederek opera salonunun arka tarafına kadar yürüdü. Buradan dar bir koridora girdiler. Bir süre yürüdükten sonra içinde onlarca odayı barındıran bir kulise gelmişlerdi. Önde yürüyen ikili 108 numaralı odaya daldı, Hitler'de hemen arkalarından. Burası orta büyüklükte bir odaydı. Kapının tam karşısında üzerinde makyaj malzemeleri olan masalı bir ayna, bir yanında uzun bir koltuk ve diğer yanında soyunmak için kabin. Aynanın tam üstünde de Adolf Hitler'in bir portresi duruyordu. Hitler portreye uzun uzun baktı. Bu sırada iki adam kabinin arkasında bir şeylerle uğraşıyorlardı. Hitler, portresine öylesine odaklanmıştı ki adamların kısık sesli tartışmalarını işitmiyordu bile.

"Bu Tanrının cezası kapı neden açılmıyor?" diye biri diğerini azarlıyor, öbürü de "Çıkarken kapıyı sen kapatmıştın" diyordu. "Heh! İşte açıldı."

"Führerim gelebilirsiniz."

"Führerim!"

Hitler sesleri duymuyor gibiydi. Bakışlarını portresinden indirip karşısındaki aynaya baktı. Ellerini yüzüne götürdü. Portrenin aksine çökmüş bir surat, soluk gözler, kırlaşmış seyrek saçlar... Hitler sanki bu suratı ilk defa görüyordu. Tekrar yukarıdaki portreye döndü. Heybetli Führer! dedi içinden. Kalabalık geçit törenlerinde SA'ları selamlayan, onları yüreklendiren Führer! Tekrar aynaya döndü. Şimdi elinde ne var!

"Führerim geç kalıyoruz!"

Hitler bir uykudan uyanmış gibi kendisine seslenen adamlara döndü. Bir kaç adım atıp kabinin arkasına geçti. Burada yerin altına doğru açılan bir tünel vardı. Dik demir merdivenlerden tutunarak adamların arkasından 30 metre kadar aşağıya indi. Yere ayak bastığında karşısında bir yeraltı laboratuvarı duruyordu. Laboratuvarın orta yerinde büyük yuvarlak demir dökümden bir makine vardı. Tavandan uzanan ipli lambalar loş bir aydınlık sağlıyordu.  Hitler burayı 1942 yılında operanın tadilata girdiği bir dönemde inşa ettirmişti fakat daha önce görme fırsatı olmamıştı.

"Führerim bilmelisiniz ki makineyi deneme fırsatımız olmadı ancak..."

Hitler, sözünü bitirmesine müsaade etmedi. "Başlayalım."

Bu iki beyaz önlüklü adam Nazi Almanya'sının en ünlü fizikçileriydi. Hitler, iktidarı boyunca bilim adamlarına büyük para kaynakları sağlamıştı. Bu iki fizikçi, Wehrmacht'ın Sovyetleri iki koldan istila ettiği günlerde ona bu projeden bahsetmişlerdi.

"Nasıl isterseniz Führerim. Hangi tarihe gitmeyi düşünüyorsunuz?"

"23 Ağustos 1894, öğleden önce."

Profesörler şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar. Bu tarih Hitler'in doğumundan 4 sene sonrasıydı.

"Peki nereye gideceksiniz?" diye sordu profesörlerden biri.

"Avusturya, Inn, Braunau" dedi Hitler tok bir sesle.

Profesörler yüzlerindeki şaşkınlığı silmeye fırsat bulamamıştı. Hitler her şeyin başladığı yere; doğduğu kasabaya gitmek istiyordu.

"Hazırsak başlayalım" dedi Hitler. Bu esnada sığınakta ardı sıra sarsıntılar yaşandı. Ruslar yaklaşmış olmalıydı.

"Nasıl isterseniz Führerim" dedi yaşlıca olan profesör ve makinenin altında yer alan konsolun başına geçti. Diğer profesör demir merdivenlerden tırmanarak makinenin kapısını açtı.

"Buyrun Führerim" dedi başını öne eğerek.

Hitler eğilerek küçük, yuvarlak demir yığınının içine girdi. Burada etrafından kayışlar sarkan bir koltuk vardı. Her taraf ışıldayan panellerle kaplanmıştı. Arkasından giren profesör onu koltuğa bağladıktan sonra bir süre olduğu yerde kaldı. Kafasını kaldırıp Hitler'e baktı. Bakışlarında hem gurur hem de umutsuzluk vardı.

"Führerim Almanya'nın kaderi dün olduğu gibi bugün de sizin elinizde! Siz gittikten sonra burası bizimle birlikte yok olacak."

Hitler yakın bir geçmişe giderek Almanya'yı yeniden ihtişamlı zamanlarına kavuşturacaktı. Führer dünyaya hükmedecek; Wehrmacht Avrupa'nın bir ucundan Sibirya'ya kadar hakim olacaktı!

Profesör makinenin kapısını kapatırken son bir kez Hitler'e baktı. Yüzünde görmeye alışık olmadığı bir ifade vardı. "Profesör, her şey hazır mı?" diye sordu konsolun başındaki meslektaşına.

"Birazdan hazır olacak."

Profesör, sayaçtan tarihi ve saati ayarladıktan sonra ayrıntılı bir harita yığınından tespit ettiği enlem ve boylamları girdi. Konsolun tepesindeki kolun korumasını açtıktan sonra büyük bir uğraşla aşağıya indirdi. Koşarak makinenin karşısına geçti. Diğer profesörde onun hizasına geldi.

Makineden bir kömür kazanı gibi sesler yükselmeye başladı.

"İşte başlıyor!" dedi ihtiyar profesör heyecanla.

İkisi birden makinenin karşısında selam durdular.

"Heil Hitler!"

Makine gürültüyle titremeye başladı. Bir dakikanın sonunda azalarak durdu. İki profesör atılarak kapıyı açtılar. İkisi birden derin bir nefes aldı. Führerleri gitmişti. Birazdan laboratuvarı opera binasıyla birlikte havaya uçuracaklardı. Fakat bunun hiç bir önemi yoktu çünkü Führer her şeyi düzeltecekti.

Goebbels toplantı salonunda toplanmış olan partililere sesleniyordu. Herkes birazdan teşrif edecek olan Führeri beklemekteydi.

"Führere olan imanımızı kimse sorgulama cüretinde bulunamayacaktır!" diye haykırarak konuşmasını bitirdi Goebbels. Ardından karargahın koridorlarında yankılanan iki el silah sesi kalabalığı Goebbels'i alkışlamaktan alıkoydu. Herkes şaşkın gözlerle birbirine bakıyordu. Goebbels başını eğdi. Bir kaç kişi ayaklandı. Arkasından herkes salonu boşalttı. Goebbels kalabalığı yararak sesin geldiği odaya doğru yürüdü. Kalabalık meraklı gözlerle onu takip ediyordu. Kapının önünde bekleyen genç subay onları görünce "Führerimiz ve değerli eşi ebediyete gittiler!" diye haykırdı.

Hitler bir gün önce Eva Braun'la evlenmiş ona "Tarihin seni metresim olarak anmasını istemiyorum" demişti.
Goebbels subaya çekilmesini işaret etti, kulağına yaklaşıp kimseyi içeri almamasını söyledi.
Odaya adımını attığında kan sızan kafası sol tarafa düşmüş olan Eva Braun'u ve yerdeki ceset çuvalını gördü. Biraz bekledikten sonra dışarıya çıkarak kontrolü kaybetmiş kalabalığa döndü. Herkes birbirine sarılarak ağlıyordu.

Goebbels büyük bir sakinlikle kolunu yukarıya doğru kaldırdı.

"Heil Hitler!"

Kalabalık ardından haykırarak tekrarladı: "Heil Hitler!"

"Heil Hitler!"

"Heil Hitler!"

Goebbels tekrar odaya girdi. Eva Braun'un da cesedini bir çuvala geçirdikten sonra kapının önünde bekleyen subayla birlikte Hitler'in yaverini ve iki subayı daha çağırdı. Çuvala geçirilmiş cesetleri alarak odadan çıktılar. Koridorda bekleşenlerden kimi, ellerde taşınan çuvalları gördükçe kendini duvarlara vuruyor, kimi gözlerinden yaşlar boşanır halde arkalarından selam duruyordu.

Goebbels beraberindekilerle cesetleri karargahın dışına çıkardıktan sonra yavere derin bir çukur kazması için emir verdi. Başka bir subaya da benzin getirmesini söyledi. Bu sırada Rus askerleri gittikçe karargaha yaklaşmıştı. Toplar karargahın uzak çevresini dövüyordu.

Derin bir çukur kazıldıktan sonra çuvallar özenle içine bırakıldı. Yaver benzin bidonunun tamamını çukura boşalttıktan sonra alelacele bir kibrit çakıp ateşe verdi. Çukurdan büyük bir alev topu yükseldi. Hep birlikte son kez yanmakta olan cesetlere doğru selam durdular.

Hitler gözünü açtığında doğduğu kasabanın hemen dışındaydı. Güneş yeni yeni yükselmeye başlamıştı. Hızlı adımlarla on dakikalık bir yürüyüşün ardından kasabaya vardı. Etrafı inceleyerek geniş sokakta yürümeye başladı. Garip duygular içerisindeydi, bu kasabanın her köşesinde bir anısı vardı.

İnsanlar yeni yeni sokağa çıkmaya başlamıştı. Her yanı taze ekmek kokusu sarmıştı. Fırıncı Müller dükkanının önüne çökmüş sigarasını tüttürüyor, sokakta yürümekte olan bu iyi giyimli yabancıyı süzüyordu. Hitler, Müller'in ona baktığını görünce bir anlık refleksle fırına doğru bir adım attı; neredeyse yanına gidip selam verecekti. Sonra bakışlarını ondan kaçırıp adımlarını hızlandırdı. Sokaktan döndüğünde karşısında küçük, ahşap kilise duruyordu.

Hitler, kiliseye doğru yürürken kapıdan çıkan papazı gördü. Siyah elbiseleri, uzun siyah sakalları ve iri burnuyla tıpkı hatıralarındaki gibiydi. Papaz ona şöyle bir baktıktan sonra merdivenlerden inip başka bir yöne doğru yürümeye başladı. Hitler, öylece kilisenin önünde durup papazı izledi bir süre. Gittikçe uzaklaşıyordu. Her şeyi değiştirmeye o kadar yakındı ki. Kendisini toparladı ve arkasından seslendi:

"Papaz Efendi! Hey Papaz Efendi!"

Papaz kendisine seslenen yabancıya döndü.

"Buyrun, kime bakmıştınız?" dedi ağır bir Avusturya aksanıyla. Hitler kulaklarına hem aşina hem de yabancı gelen bu aksanı ne kadar uzun zamandır duymadığını fark etti.

"Size baktım Papaz Efendi."

Papaz, ona doğru yürüdü. Yanına gelince "Nasıl yardımcı olabilirim?" dedi.

Hitler, şapkasını kafasından alıp göğüs hizasına getirdi. "Günah çıkartmak istiyorum papaz efendi."

Papaz bir süre Hitler'e baktı, önce bir şey soracak gibi oldu fakat sonra vazgeçti. Omzuna dokunup "Buyrun, geçelim" dedi sevecen bir tavırla.

Merdivenlerden çıkarken Hitler, Papaza döndü: "İşinizden alıkoymadım ya, bir yere gidiyordunuz sanki."

Kilisenin küçük kapısından kafalarını eğerek geçtiler. "Nehir kıyısında biraz işim vardı ama Tanrının işi beklemez" dedi papaz işaret parmağını kaldırarak. Burası oldukça küçük, eski bir kiliseydi.

"İşte, siz şöyle geçin" dedi Papaz günah çıkartma kabinini işaret ederek. Hitler kendisine gösterilen eski sandalyeye oturdu. Papaz da perdenin ardına geçip incilden ayetler okumaya başladı.

"Günahlarımızı itiraf edersek, güvenilir ve adil olan Tanrı günahlarımızı bağışlayıp bizi  her kötülükten arındıracaktır."

"Anlat bana oğlum, Tanrının yasakladığı bir şey mi yaptın?"

Hitler kafasını arkasındaki tahta döşemeye dayadı. "Çok büyük günahlar işledim."

"Bunlar nasıl günahlar?"

"Kendi insanlarımı zehirledim!"

"Devam et oğlum, Tanrı bağışlayıcıdır."

"Benim yüzümden milyonlarca insan öldü."

Perdenin arkasında bir sessizlik oluştu. Bir süre sonra peder tekrar söze girdi: "Devam et oğlum, anlat."

"Çok büyük acılara sebep oldum."

"Pişman mısın?"

"Fazlasıyla."

"Hatalarını düzeltmeye çalıştın mı?"

"Bunun için buradayım."

"Nasıl yani?" dedi papaz şaşkınlıkla.

"Hatalarımı düzeltmekle kalmayacağım, yaşanacak olan acıları da yok edeceğim."

Bu sırada uzaktan bağırışmalar duyuldu. Papaz bir şey söyleyecek gibi oldu, ama sesler düşüncelerini böldü. Kulak kesilip gittikçe yaklaşan sesleri dinledi. "Papaz Efendi! Papaz Efendi!"

Çocukların da içinde bulunduğu kalabalık bir grup kiliseye girdi. Herkes kan ter içinde kalmıştı. Papaz perdenin arkasından "Biraz bekleyin lütfen" diyerek kabinden çıktı. Onu gören Klara Hitler kucağında küçük oğlunun cesediyle dizlerinin üstüne çöktü.

"Aman Tanrım ne oldu böyle!"

Klara Hitler'in ağlamaktan gözleri kızarmıştı. "Papaz Efendi!" diye haykırdı. "Papaz Efendi! Oğlum Adolf nehirde boğuldu! Yüce Tanrım neden benden oğlumu aldın!"

Kabinden çıkan fötr şapkalı adam önce Klara Hitler'in güzel yüzüne sonra da kucağında duran  4 yaşındaki Adolf'un cansız bedenine baktı. Yuvarlak yüzlü tombul bir çocuktu. Bir süre onları merhametli bakışlarla seyrettikten sonra Klara Hitler'in çığlıkları arasında kalabalığı yararak kiliseden çıkıp gitti. Papaz Efendi acılı anneyi sakinleştirmeye çalışırken bu gizemli adamın arkasından baktı bir süre. Onu yoldan çevirmiş olmasaydı belki de nehir kenarında denk gelip küçük Adolf'u kurtaracaktı!

"Tanrım!" dedi kendisinin duyabileceği bir sesle. "Bu nasıl bir kader!"


20 YIL SONRA

Viyana'nın en işlek caddesinde koşturan gazeteci çocuk elindeki gazeteyi sallayarak bağırıyordu:

"Yazıyoor yazıyooor, Adolf Hitler'in dönüşünü yazıyooor!"

Bu esnada caddedeki kafelerin birinde piposunu tüttüren bir adam çocuğu izliyordu. Yanındaki arkadaşına dönerek "Adolf Hitler de kim?" diye sordu.

Adam arkadaşına yadırgar bir bakış fırlattı. "Kim mi? Avusturya'nın en ünlü ressamını nasıl tanımazsın?"

http://oykucufilozof.blogspot.com.tr/



5
Kurgu İskelesi / Dünya İçin
« : 14 Haziran 2017, 21:06:12 »

 
2017

Ilık bir yaz akşamıydı. Denizin sakin dalgaları sahili usulca döverken Murat gürültülü evin terasında şarabını yudumluyordu. Amerika'da fizik eğitimini tamamlamış, ülkeye dönmüştü. Arkadaşları onun için bu akşam bir parti veriyordu. Ama o, gürültüye bir saatten fazla tahammül edememiş, içkisini alıp terasa çıkmıştı.

"Ne yapıyorsun burada? Bu akşam senin için buradalar biliyorsun değil mi?"

Sürgülü kapıyı arkasından kapatan Ayla ona doğru yürüdü. Mavi elbisesinin üstündeki sarı saçları ay ışığının altında parlıyordu. Murat kollarını açarak onu kucakladı.

"Bir sorun mu var?"

Gülümseyerek başını salladı Murat. "Hayır, hayır aksine çok mutluyum."

Ayla yanağına bir öpücük kondurdu. "Peki neden burada bir başına oturuyorsun?"

"Biraz denizi dinlemek istedim sadece."

Ayla elini Murat'ın uzun saçlarına daldırıp bir süre gezdirdi. Kulağına eğilip fısıldadı: "Profesörümüz bu akşam çok dalgın. İnsanlığı kurtarmak için planlar mı düşünüyor yoksa?" Yüzüne şehvetli bir tebessüm yerleştirdi.

Murat gülümseyerek kafasını kaldırdı, bilgiç bir ifade takınarak söze girdi: "Humano die peribunt..."
Ayla, Murat'ın sözünü keserek artık ezbere bildiği cümlenin devamını getirdi: "...causa est quia in mundo."

Murat'ın saçlarını bir el darbesiyle dağıttı. "Çılgın profesör seni."

2030

Yılbaşı gecesi dünyanın her tarafında çılgınlar gibi yeni yılın gelişini kutlayan insanlar bu yılın beraberinde getireceklerinden habersizdi. Bir ay sonra baş gösterecek olaylara karşı insan ırkı tamamen savunmasızdı.

Önce ışıklar sönmeye başladı. Yavaş yavaş bütün elektronik aletler birer hurda yığınına dönüştü. Dünya ile bağlantısı kesilen uydular birer birer uzayın sonsuz boşluğunda yitip gitti. Büyük şehirler birer suç dünyasına dönüştü. Devletler insanların güvenliğini sağlayamaz hale geldi. İnsanlar daha küçük şehirlere, kasaba ve köylere göçmeye başladı. Herkes olan biteni anlamaya çalışırken insanlık adeta ilk çağına dönüyordu.

21 Mayıs gecesi göğe bakanlar yıldızları göremedi. Uzayın derinliklerine doğru uzanan karanlığın içinden düşen dev makineler oldukları yeri adeta birer savaş alanına çevirmeye başladı. Güçlü silahlarla rastgele insanlara saldırıyor ve yapıları yok ediyorlardı. Alarma geçen ordu birliklerinin ilkel silahları bu canavarların karşısında bir değnek kadar faydasız kaldı. Robotlar programlı olarak şehirleri bir bir yok etti, insan popülasyonuna karşı amansız bir soykırıma girişti. Günler böylece geçerken devlet ve ordudan ümidini kesen insanlar ümitsizce yüksek dağlara kaçtı.

Murat silahını masaya bıraktı. Ayla'nın gözleri dolmuştu. Ağlamamak için büyük çaba sarf ettiği dudaklarının istemsiz titreşimlerinden görülüyordu.

Eskiden bir ilkokul sınıfı olan bu karanlık ve rutubetli odada yalnızca ikisi vardı. Çürük kapıya dayalı ağır demir dolap en büyük güvencelerini oluşturuyordu.
"Merak etme buraya gelmezler" dedi Murat umutsuz bir sesle . O ana kadar ağlamamayı başaran Ayla gözyaşlarına boğuldu. Murat yanı başına çöktü. "Şişt! Sessiz ol!"

Ayla bir eliyle ağzını kapattı. Murat başına bir öpücük kondurdu. "Merak etme ben seni korurum."

Bu esnada dışarıda patlamayı andıran büyük bir gürültü koptu. Murat koşar adım masanın üstündeki silahına davrandı. Ayla'yı arkasına alarak masayı siper etti.  Artık sesler daha yakından geliyordu. Bu o robotlardan bir tanesiydi. Murat'ın bundan hiç şüphesi yoktu. Mekanik ayaklar yere bastığı anda ortaya çıkan tok gürültü yüreğine korku salıyordu. Elinin tersiyle alnında biriken terleri sildi, derin bir nefes aldı ve titreyen elleriyle elindeki tabancayı sıkı sıkı kavradı.

Ağır metal aksamın sesi kapının önüne kadar geldi ve durdu. Ayla, Murat'ı kollarıyla öylesine sıktı ki Murat bir anlığına dengesini kaybetti.

Büyük bir gürültü koptu. Ahşap kapı demir dolapla birlikte oyuncak gibi fırlarken Murat ani bir refleksle Ayla'nın üstüne kapandı. Dolap üstlerinden geçip duvarda kocaman bir gedik açtı. Murat kendisini toparladı, dizinin üstüne çöküp karşısındaki toz bulutuna rastgele ateş etmeye başladı. Mermisi bittiğinde dağılan toz bulutlarının arasında bir anıt gibi dikilen dev robotu gördü. Üzerinde tek bir çizik bile yoktu.

Robot 3 metre boylarındaydı. Kalın gövdesinin üzerinde oval bir kafa yapısına sahipti. Göz yuvalarından mat mavi bir ışık yayılıyordu.

Robot, ağır hareketlerle Murat'a doğru yürümeye başladı. Murat, Ayla ile birlikte geriye doğru sürünürken bir yandan da boş tabancayı robota doğrultmayı sürdürdü. "Yaklaşma!"

Göğüs kafesi hızlı hızlı inip kalkan Ayla titrek bir sesle "Murat korkuyorum" diye inledi.

Kaçacak yer kalmayınca Murat dizlerinin üstünde doğruldu. Silahını tehditkar bir biçimde robota doğru savurdu. "Yaklaşma dedim!"

Robot bir adım daha attıktan sonra olduğu yerde durdu. Murat korkusunu belli etmemeye çalıştı. Belki de bir şekilde onu durdurmayı başarmıştı. Sessiz ortamı Ayla'nın hızlı hızlı nefes alıp verişi bozuyordu.

Robot öne doğru atik bir hamle yaptı. Murat ani bir refleksle tetiği çekti. Silahın namlusu geriye attığında artık elinde bir tehdit unsuru taşımıyordu. Robot kafasını Murat'ın suratına yaklaştırdı. Murat boş silahı bir tarafa fırlattı. Artık korku taşımıyordu. Ölüm anında gelen rahatlığın içindeydi.

Robotun sol göz yuvasından bir saniyeliğine fotoğraf makinesinin flaşı gibi parlayan güçlü sarı ışık Murat'ın tam sağ gözüne isabet etti. Fakat ilginç bir şekilde gözü kamaşmadı.

Robot geri çekildi, ağız kısmından çıkan mekanik ses Murat'ı dehşete düşürdü.
"Sizi götürmeye geldim efendim."

Murat önce duyduklarına inanamadı. Boş yere robotun tekrar etmesini bekledi. Ayla, Murat'ın arkasından sıyrılıp korkulu gözlerle robota baktı. O da duymuştu işte! Aklı ona oyun oynamıyordu.

"Na-nasıl yani?" dedi şaşkınlıkla.

"Sizi götürmeye geldim efendim." Tiz kelimeler belli aralıklarla dökülmüştü.

Bu bir kabus olmalıydı. Aylardır robotlardan kaçıp saklanıyordu. Şimdi ise karşısında dikilen bu canavar onu götürmeye geldiğini söylüyordu. Üstelik ona 'efendim' diye hitap ediyordu!

Murat doğruldu. "Beni mi? Peki ama neden?"

"Emirler böyle"

Demek ki bu robotlar ilginç bir şekilde birinden emir alıyordu. Murat, Ayla ile birlikte ayağa kalktı.

"Bu emri size kim verdi? Dünyada ne arıyorsunuz? Neden insanları yok ediyorsunuz?"

"Tüm bu emirleri siz verdiniz."

"Ben mi!" Murat ve Ayla şaşkınlıkla birbirine baktı. Bu kadarı fazlaydı.

"Vakit azalıyor, sizi güvenli bir yere götüreceğim."

Murat kafasını sallayarak geriye doğru bir adım attı. Bir yandan da kendisini Ayla'ya siper etmeyi sürdürüyordu.

"Bunlar doğru olamaz. Yalan söylüyorsun." diye bağırdı. "Ben bu kadar insanın ölüm emrini vermiş olamam!"

"Sizi güvenli bir yere götüreceğim" dedi mekanik ses.

"İyi de neden!"

"Hayatta kalmanız için."

Murat kendisini çıkmaz bir sokakta hissediyordu. Sorduğu bütün sorulardan yalnızca kısa ve net cevaplar alabiliyordu. Aynı zamanda hayatta olduğu için içten içe seviniyordu.

"Neden hayatta kalmam gerekiyor?"

"Gelecekteki benliğinizin zarar görmemesi için."

"Nasıl yani?"

"Bu zaman diliminde öldüğünüz takdirde gelecekteki benliğiniz de yok olur."

Murat göz kapaklarını ovuşturdu. Robota doğru bir adım attı. "Sanırım böylesi daha iyi olur!"

"Vakit daralıyor, sizi güvenli bir yere götüreceğim."

Murat bu hurda yığınına inanmak istemiyordu. "Yeter anladık! Bana mantıklı bir sebep söylemeden buradan hiç bir yere gitmeyeceğim!"

"Robotları siz gönderdiniz. İnsanlığı yok etmek için. Ben de sizin güvenliğinizi sağlamakla görevliyim."

Ayla ufak bir çığlık attı. Murat'ın gözleri gittikçe manasızlaştı. "Bana tek bir sebep söyle, bütün insanlığı yok etmek için tek bir sebep!"

Robot, Murat'a doğru bir adım attı, önünde dikildi. Ağzından şu latince kelimeler döküldü:

"Humano die peribunt, causa est quia in mundo."

Murat acı acı robota baktı. Cümle bittiğinde derin bir nefes aldı ve arkasından tekrar etti:

 "İnsanlık bir gün yok olacak, dünyanın iyiliği için!"

http://oykucufilozof.blogspot.com.tr/

6
Kurgu İskelesi / Son Şiir
« : 14 Haziran 2017, 21:04:54 »
Gece vakti kapının ötesinde beliren siyah giyimli adam ihtiyar pansiyon sahibinin keyfini kaçırdı. İnce metal çerçeveli gözlüğünü çıkarıp bu gizemli adamı süzmeye başladı. Adam yağmurun altınca öylece duruyordu. Kafasındaki fötr şapkanın ucundan sık aralıklarla aşağıya düşen yağmur damlalarının arasından yalnızca bir parça karanlık görünüyordu.

İhtiyar elindeki gazete parçasını usulca masanın üzerine bıraktı, ürkek bir ceylan gibi yavaş fakat temkinli hareketlerle ayağa kalktı. Gizemli yabancı onu fark etmiş olacaktı ki pansiyonun kapısından içeriye ilk adımını attı. Neredeyse simetrik adımlarla, dik bir şekilde resepsiyon masasına doğru yürüdü.

İhtiyar refleks olarak geriye doğru bir adım attı, sonra bu hareketinden utanarak tekrar eski pozisyonunu aldı.

"Bu-buyrun" diyebildi.

Gizemli adam bir parmak darbesiyle şapkasını yukarıya attı, böylece hafif çekik, kahverengi gözleri meydana çıktı. Usta bir heykeltraşın elinden çıkmış gibi görünen köşeli yüz hatlarının ortasındaki bir çift göz insanın içine korku salıyordu.

"Bir oda istiyorum" dedi tok bir sesle.

Odaların çoğu boştu. İhtiyar kafasını salladı, oyalanmak maksadıyla önündeki kayıt defterinin sayfalarını yavaş yavaş geçti, son sayfaya gelince durakladı. "Kimlik lazım olacak" diyebildi.

Adam paltosunun iç cebinden çıkardığı kimliği ihtiyara uzattı. İhtiyar bu dakikadan sonra hızlanarak kayıt işlemlerini halletti. Kaç gün kalacağını sormadan arkasındaki panoda asılı duran anahtarlardan birini alarak adama uzattı. "7 numaralı oda, ikinci kat, merdivenlerin hemen solunda."

Adam önce elindeki anahtarlara baktı, kafasını kaldırdığında yüzünde şeytani bir gülümseme vardı. "Kaç kişi kalıyor?" diye sordu. Sesinde korkutucu bir ton vardı.

İhtiyar anlamamış gibi adamın suratına baktı. "Nasıl yani?"

Gizemli adam kafasındaki şapkayı çıkardı, diğer eliyle alnına düşen perçemleri geriye atarken ihtiyar, adamın suratındaki gülümsemenin daha da yayıldığını fark etti..  "Kaç kişi kalıyor burada?"

"Şeyy" dedi İhtiyar, arkasındaki panoya baktıktan sonra cevap verdi: "6 kişi olması lazım."

"Başka?"

"6 kişi" dedi. "O kadar."

Adam ıslak şapkasını tekrar kafasına geçirdi. Hiç bir şey söylemeden öylece dönüp merdivenlere yürüdü. İhtiyar arkasından şaşkın gözlerle bakarken adam loş merdivenlerden kaybolup gitti.

Küçük, rutubetli odaya girince ilk iş  cebinden çıkardığı buruşuk kara kaplı defteri ve yarım kurşun kalemi masanın üzerine bıraktı. Hızlıca üzerindekilerden kurtulup sandalyeye oturdu. Ağır ve vakur hareketlerinden eser kalmamıştı. Defterin yazılı sayfalarını hızlıca geçti, son sayfaya gelince derin bir nefes aldı ve yazmaya koyuldu.


Saat gece yarısını henüz geçmişti. Gizemli adam ucuz pansiyondan içeriye ilk adımını attığında yüreğinde küçük bir titreme hissetti. Karşısında dikilen kambur ihtiyara acıyarak baktı fakat o bunu fark etmedi. Onu olacaklardan haberdar etmek isterdi.

Kaç, kaçabildiğin kadar uzaklara... Arkana hiç bakmadan. Bu gece burada neler olacağını hiç umursamadan kaç kurtul, kana boyanmış bu eski duvarlardan, merdivenin paslı korkuluklarına takılmış tüten taze bağırsaklardan kaç... Eğer ki yüreğinde bir damla yaşama sevinci kaldıysa, bir gün fazladan geçirmek istiyorsan bu kokuşmuş dünyada; ihtiyar dostum, kaç bu çığlıklardan, kaçabildiğin kadar uzaklara.

Ölüm yanı başında seyredecek seni ve dürtecek uykunun en tatlı anında. Kocaman açtığında ihtiyar gözlerini, fark edecek derinliklerinde yatan dehşetli korkuyu ve ellerin bir çırpınışla uzandığında ona doğru, artık her şey için çok geç olacak. Belki hemen o an öleceksin, belki de gözlerine giren küçük bıçak ulaşamayacak beyninin derinliklerine. Sen acıyla haykırarak kaçışırken sağa sola, sevinmelisin aslında gözlerinin kör olduğuna. Çünkü şair, bu gece en dehşetli dizelerini dökecek karanlığa.

 Eğer bir parça ümidin kaldıysa yarına dair, daha önce göremediğin yerleri görmek istiyorsan dünya gözüyle, eğer yeterince yaşamadığına inanıyorsan bu sahte düzende, kaç ihtiyar dostum, kaçabildiğin kadar uzaklara. Kemikli bir el kafatasını avuçlayıp kör ekmek bıçağını daldırdığı an boğazına, anlayacaksan eğer nefret ettiğin ucuz hayatın kıymetini, o halde kaç ihtiyar, kaçabildiğin kadar uzaklara.

Bu eski pansiyonu düşünme artık, yıllarını  verdiğin bu mikrop yuvasını ardında bırak. Eğer bir insanın yaşayabileceği en korkunç ölümü yaşamak istemiyorsan.

Anlaşıldı artık, sessizce gelmeyecek ölüm, senin çığlıklarından zevk alacak belli ki, kaç ihtiyar dostum kaç; kaçabildiğin kadar uzaklara... Çünkü şair, bu gece en dehşetli dizelerini dökecek karanlığa.

...


Güneş doğmuş, insanlar sokaklara çıkmaya başlamıştı. Baharın gelişini müjdeleyen kuş cıvıltıları her yanı sarmıştı. Her şeyiyle sıradan bir gün sayılırdı, eğer pansiyonun önünde toplanan gergin kalabalık olmasaydı.

Bir kaç polis kalabalığı uzaklaştırmaya çalışırken ihtiyar bir komiser genç bir polis memuru ile birlikte salonun köşesine çekildi. Genç memurun yüzü sapsarı kesilmişti.

"Komiserim, olay yeri ceset parçalarını toparlamaya çalışıyor."

"Kaç kişi?" diye sordu komiser acılı bir ses tonuyla.

"7 kişi olduğunu düşünüyorlar."

Suratını buruşturdu, kafasını yavaşça salladı.

"Bir de şu defteri bulmuşlar, 7 numaralı odada."

Komiser kendisine uzatılan delil torbasını aldı. Bir mendil yardımıyla kara kaplı defteri torbadan çıkardı. Defterin son sayfasını açtı, okumaya koyuldu. Son cümleye gelince dışından, kelimelerin üzerine basa basa okudu: "Çünkü şair bu gece en dehşetli dizelerini dökecek karanlığa."

http://oykucufilozof.blogspot.com.tr/

Sayfa: [1]