Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Elerki

Sayfa: 1 [2] 3
16
Kurgu İskelesi / Ölüm Kapısı - Yeni Nesil (?)
« : 16 Ocak 2010, 13:07:01 »
Margaret Weis & Tracy Hickaman ikilisinin eseri 'Ölüm Kapısı'nı okumayanlar için 'spoiler' içerir.


Spoiler: Göster
ÖLÜM KAPISI – YENİ NESİL

Tanrı Elihn uyanır ve bıraktığı Dalga'nın kendini düzeltirken Vorteks'i yok ettiğini görür. Yeni, parçalanmış dünyada savaş ve barış birbirini takip eden daimi bir süreç içerisindedir. Dört dünya arasında bağlantı sağlanmış; insanlar, elfler ve cüceler –menschler- Farkındalık Çağı'na girmişlerdir. Olaylar, Elihn'in Dalga'sından emin bakışları önünde yeniden örülmektedir. Rue'nün önderliğinin onaylanmasından sonra, olasılıklarla bezeli Labirent'te yepyeni bir döneme girilecektir.

Labirent tarihi, koparılış sonrası Labirent'e açılan ilk kapı halini alan Vorteks ile son kapının ardında kalan Nexus kentinin yok olmasıyla yeniden yazılmaya başlanmıştı adeta. Kapıların iki eski düşman ırk -Sartanlar ve Patrynler- ve onların korkularıyla, öfkeleriyle beslenen ejder-yılanların üzerine sonsuza dek kapanmasıyla Labirent bu yeni dönemin başlangıcını yaşamaktaydı.

Haplo, Coren -mensch ismiyle 'Alfred'- ve Vasu'nun, iki ırkın sürtüşmelerinden kurtulup hayatta kalmak için beraber çalıştıkları bir düzen oluşturma çabaları sonuç vermişti belli bir ölçüde. Dalga'nın, kendini zaman içinde düzelten o engin düzen gücünün, ilk kez farkına varan Alfred ve Haplo iki ırkın rün büyülerinin aslında birbiriyle mükemmel şekilde uyumlu olduğunu tecrübe etmişti. Bu, onların bundan sonra ne yapacakları konusunda yönlerini çizerlerken örnek gösterebilecekleri belki de en önemli şey olabilirdi. Nitekim öyle de oldu. Birçok Sartan ve Patryn, Dalga'nın tek, mutlak güç olduğuna inandı ve ona tapınmaya başladı.

İki ırkın içinden çok farklı şeylere tapınmaya başlayanlar da oldu. Hiçbir sorularına yanıt alamadıkları Tanrılar yarattılar ve kendilerini bu Tanrıların onları yarattığına inandırdılar. Bir zamanlar kendilerinin Tanrı olduğunu iddia eden iki ırkın böyle bir tutum içine girmesi büyük bir ironiydi.

Tüm değişim süreci içinde, belki de tek değişmeyen şey Ramu'nun, Sartan ve Patryn ırklarının hala düşman iki tanrı ırkı oluğunu düşünmesiydi. Bu düşünceye ortak olacak her iki ırktan da çok az mensup bulunmasına rağmen Ramu'nun kurduğu bu birlik sessizce ve sinsice güçlenerek bir tehdit oluşturmaya başlamıştı Labirent’te.

Ejder-yılanlar, öfkenin ve korkunun sonsuz varlığı gibi var olmaya devam ettiler fakat güçleri giderek azalıyordu. Bu durumda kendilerini besleyebilecek bir kaynağa, yani Ramu'nun topluluğuna katılmakta gecikmediler. Ramu onlardan hoşlanmıyordu ama bu derecede güçlü müttefiklerinin bulunması topluluğun son derece yararına olacaktı.


Elerki TAŞKIN



Not:

Arkadaşlar,

Ölüm Kapısı'nı bitirdikten sonra üç ay boyunca kitap okuyamamıştım. Okuyasım gelmiyordu hiçbir şeyi. Öyle etkilemişti ki beni...

Margaret Weis & Tracy Hickman ikilisinin 'bence' en başarılı eseridir 'Ölüm Kapısı.' Öyle ki, bir şekilde oralardaki yaşamın sürdüğünü düşünerek böyle bir taslak yazmıştım. Hiçbir zaman bu taslağı kullanmayı tam anlamıyla düşünmedim çünkü 'tadında kalmalı' derler ya... Bu seri de öyle bir şey bence. Benim gibi hissedenlerle paylaşmak istedim sadece. :)

17
Düşler Limanı / Ucube
« : 11 Ocak 2010, 23:28:06 »
UCUBE

Akşamdan duşunu almış olan çocuk, sabah bir yarım saat kadar fazla uyuyabilmişti bu sayede. Okul formasını giydi ve annesi kahvaltıya çağırmadan mutfağa gitti. Her şey yerli yerindeydi -kahvaltılıklar çıkarılmamıştı. Garip. Annesi evden erken çıksa bile kahvaltıyı hazırlamış olurdu hep. 

Bir yıl kadar önce babasının aylığının son kısmıyla alınan dijital saatine baktı ve kahvaltı etmeden evden çıkması gerektiğini anladı. İçinde bir hüzün, bir minnettarlık yaratmıştı saat ile ilgili bu hatıranın hissi. O, çok istediğini belli etmemeye çalışmıştı halbuki. ‘Keşke o kadar beğenmeseydim bu saati.’

Neyse ki çok uzun sürmedi o hatıranın kafasında yankılanması ve alelacele montunu giydi –dışarısı buz gibiydi ve akşam pencereden izlediği lapa lapa yağan karı düşününce yerler bembeyaz bir örtüyle kaplı olmalıydı. Botlarını da giyip çantası sırtında evden çıkacakken annesinin uykulu bir sesle ona seslenişini duydu. “Oğlum, bugün tatil!”

Bu uyarıyla birlikte, okulun tatil olduğunu öğrenen her çocuğun hissedeceği o sevinçle içeriye, yatmakta olan yarı uykulu annesinin yanına gitti ve sıcacık pembe yanağından öpüp kendi odasına çekildi. Tekrar pijamalarını giyerken dolabındaki aynaya takıldı gözleri. Vücudunun, yaşıtlarınınkilerle kıyasladığında çok kötü olmadığını düşünüyor, bunu aynaya her baktığında kendine tekrar ediyordu. O, sporla ilgileniyordu hem: Basketbol oynuyor, atletizm kulübünde yer alıyordu. Yüzü ise…

Kendi yüzüne bakmak hiçbir zaman hoşuna gitmemişti. Zira ‘aynaya bakma çağı’ geldiğinde, yüzünde irinlenmiş sivilceler, çıbanlar oluşmaya başlamış; başı eğik dolaşır, kışın bile –annesi kızdığı için onun haberi olmadan- şapka takıp gölgesinde yüzünü gizlemeye çalışır olmuştu. Fondöten kullanmak çok riskliydi birinin fark etme olasılığı düşünülünce… Hem o pembe madde kapatamıyordu pek bu engebeli yola dönmüş suratın kırmızı-sarı-beyaz trafiğini. O yoldan devamlı tırnakları geçiyordu…

Yatağına oturmuş, dalmıştı. Gözlerini sımsıkı kapayıp tekrar açtı ve silkindi bu halinden biraz.  Pencereden dışarı bakmak için kalkıp perdeyi araladığında, ona her zaman hoş gelen bir manzarayla karşılaştı. Hava, yağmakta olan kar tanelerinin beyaz benekler gibi süslediği açık bir griydi; yerler ise bembeyaz karla kaplanmıştı tıpkı kafasında canlandırdığı gibi. Böyle bir havada yapılabilecek güzel bir şey bulmayı düşündü. Bu, dışarı çıkıp kardan adam yapmak olabilirdi ama aklındaki diğer seçenek daha cazipti dışarı çıkıp kendini göstermekten rahatsız olan bünyesi için. Sıcak çay eşliğinde, yorganının altına girip kitap okumak… Bunun havayla ne ilgisi vardı ki? Vardı işte… Kitabın her bölümü bittiğinde camdan dışarı bakacaktı ve bundan aldığı hazla yudumlayacaktı çayından. Çayın buharının üşüyen burnunu ısıtması da ziyadesi…

******

Kol saatinin ‘bip’ sesi yeni bir saate girildiğini haber verdi. Çayını bitirdikten sonra kitabı yatar pozisyonda okumaya geçmiş, bu arada da suratını kazımayı ve yatmaktan şekilsizleşmiş saçlarıyla oynayarak onları yağlandırmayı ise es geçmemişti. Aslında bunlar, okurken ona zevk veren uğraşlardı. Yüzündeki her sivilceyi tırnakladığında sanki oradaki deri olması gerektiği seviyeye iniveriyordu. Onlardan kurtulduğunu düşünmek bile güzeldi fakat biliyordu ki çok daha vahim bir görüntüyle karşılaşacaktı aynayla bir sonraki buluşmasında. Annesi hep kızardı zaten ‘Oynama şu suratınla!’ diye.

Kaldığı sayfayı aklında tutup kitabı kapadı ve dinlendirmek için yumdu gözlerini. Gözlerine verdikleri o mayıştıran sıcaklık ile soğuktan koruyan birer kapüşon gibiydi gözkapakları. 

Önce birkaç harf gözlerinin önünde dans etti ve sonra odasının lambasının da katkısıyla kırmızıyla karışık siyah bir renk ele geçirdi kapalı gözlerinin damarlı görüşünü. Erken uyanmıştı ve uyku onu çağırıyordu yavaş yavaş, sakin sakin. Okumayı sürdürmek istiyordu ama biraz uyuduktan sonra da nasılsa devam edebilirdi, öyle değil mi?

******

Yağmur çiseliyordu. Yaşça ve kalıpça büyük iki çocuk bileklerinden sımsıkı tutmuş, onu boş okul bahçesinin en ücra kısmına sürüklüyordu zahmetsizce. Tekme atacak hali kalmamıştı boğuşmaktan. Okul binasının sol tarafında, ne oyun bahçesinin ne de herhangi bir pencerenin görüş alanına giren, iki ağacın da bu duruma katkıda bulunduğu bir yerdi bu.

İki çocuk onu yere ittiler ve kapaklanınca birkaç küfür savurdular. Bu küfürlerin ne anlama geldiğinin -birçok yaşıtına göre- çok az bilincindeydi. Kendisiyle birlikte ebeveynlerine de hitaben söylenen her kötü sözle birlikte karnına ve bacaklarına tekmeler yiyordu.

Aniden durdular. Bu kısa anda sadece biraz dinlenip inleyebildi ve tekmeler daha da yoğun bir şekilde geri döndü. Bu kez iki ya da üç kişi daha katılmıştı eğlencelerine. Eğleniyor olmalıydılar her tekmeyle senkronize gelen kahkahalara bakılırsa. Yalnız… Kahkahaların içinde kızlara ait olabilecek kıkırdamalar da vardı. ‘Hayır! Olamaz!’

Tekmeler birkaç saniye içinde azaldı ama ona dakikalarca dayak yemişmiş gibi geliyordu. Her nedense yüzüne ya da kafasına isabet eden tek bir tekme dahi yoktu. Yerde nefes nefese yatarken yine aynı güçlü eller bileklerine yapıştı ve ayağa kaldırdılar onu. Ağlayamıyordu, bağırmak istiyordu ama bağıramıyordu. Karşısında, ondan en fazla iki yaş büyük olabileceğini tahmin ettiği iki kız ve üç erkek çocuk hem acıyarak hem de çok güzel bir espriye gülüp eğlenmişlercesine takındıkları yüz ifadeleriyle bakmaktaydılar ona.  Bu kadar güçsüz hissetmemişti hiç. Kafasını olabildiğince öne eğdi o eğlenen bakışlar karşısında.

İki bileğini sıkı sıkı kavrayan iki çocuk kafasına şaplaklar atmaya başladı ve biri çenesini tutup başını zorla kaldırdı. “Böyle bir ucube gördünüz mü, he? Şu surata, şu saçlara bakın! Kravata da bak hele! O kadar dayak yedi, hâlâ sımsıkı! Seni doğuran utanmadı mı he…” şeklinde, küfürlerle süslenerek devam eden birkaç söz sarf eden çocuk başlamıştı yine gülmeye. Kızlardan birinin kullandığı ‘yazık’ kelimesi, kullandığı eğlenti dolu ses tonunda yitiyor, ‘ucube’ kelimesi ise tüm grubun dilinde içtenlikle dolaşıyordu. 

Yağmur sağanağa çevirirken onu birkaç kez daha tekmeleyerek bir süre kalkamayacağından emin olan grup hızla oradan uzaklaştı. Fakat yerde inleyerek yatan sanki o değildi de bir başkasıydı. Neden o olsundu ki? Neden oydu? ‘Neden?’

******   

Gözlerini açmasıyla yaşların yanağına süzülmesi bir oldu. Gözlerini tekrar kapadı fakat içten yağan yağmura karşı çaresizdi kapüşonlar. Tekrar gözlerini açtı ve pencerede hala yağmakta olan karı -her nasılsa- sakince izlemeye koyuldu. Gözlerinden akan akmış, kalanlar akamadan donmuştu bile. Vücudunda o günün ağrılarını hissediyordu fakat bu ağrılar o zaman dahi fiziksel değildi. İçi ağrıyordu –eğer tabiri buysa. Bu ağrı da donmaya başladı giderek, yavaşça…

Dijital saati ‘bip’ledi ve yine aklına bir ‘keşke’ getirdi. ‘Keşke saati beğendiğimi o kadar belli etmeseydim.’


                           Elerki TAŞKIN


18
ALTIN TREN – 524160

I.BÖLÜM

‘Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış’tan sonra, altın tren uçarak çıkagelecek ve rünlerle bezeli vagonlarını kendi ağırlığı değerince insanlarla doldurmaya başlayacak.’

Altın kaplama bir tren hemen kapısının önünde durmuştu. Dama Köyü’nden birkaç kilometre uzaktaki tarlaların yakınında bir evde ikamet eden Dummur Shashko, kapısını açıp o koca, bal rengi gözleriyle trene bakakalmıştı. Gözlerinin bal rengi olduğu düşünülürse, o an, göz bebekleri iki bal kâsesinde giderek batmakta olan küçük sinekler gibiydiler.

Trenin lokomotifinden inen kişi avazı çıktığı kadar bağırarak yapmıştı o kısa söylevi. Makinist olmalıydı. Evet. 

“İyi de, tren uçabilse bile neden uçuyor, bilader? Ya da, trenin altın vagonlarına dayalı bir değerlendirme yalnızca maddiyatla ilgili olmaz mı?” diye sordu Dummur. An itibariyle kimle konuştuğu çok önemli değildi onun için. Bu iki soruyu,  tombul ve kırmızı yanaklı; yüzüne bakılınca pek bağdaştırılamayacak incecik bir vücuda sahip makiniste sorduğunda aldığı yanıtlar, en az trenin kendisi kadar garipti.

“Biz uçacağız! Yalnızca uçmakla kalmayıp süzüleceğiz ve fırtına bulutlarının da üzerinde, güneşin, ayın, yıldızların; gecenin, gündüzün –hatta beş çayı vaktinin- yardımıyla yönümüzü tayin edeceğiz!” Adamın ağzı, koca bir armuttan alınmış dev bir ısırık; gözleri ise lapis kakmalı, iki iri beyaz yuvarlak gibiydi. Yalnız bu şişkin armut, yanaklar ve kafa kısmında biraz kıllıydı beyazlıca. Gece mavisi fötr şapkası olmasa da, aynı renk pantolonu ve gömleği bir ‘makinist’e uygun görünüyordu. Evet makinistti.

“Altının değeri onu takas edebileceğiniz şeylerle değil, parlaklığıyla, yapısıyla ölçülür, kardeşim,” dedi bilmişçe ve son derece ciddi bir tavırla. Cümlesinden hemen sonra –yine altından yapılma- lokomotifin çıkıntılı bir kısmını, altının değerini ölçer bir edayla ısırdı azı dişleriyle. “Bazı doğuluların tatlılarda baharat olarak bunu kullandığını düşünebiliyor musun? Bence tadı çok… metalik!”

Dummur’un şaşkın bakışlarına karşın en ufak eğlenti belirtisi göstermeden, bir anda görevini hatırlamış olmanın verdiği ‘paniğimsi’ durumla lokomotife hızla yerleşti makinist.

“Peki, ben binebilecek miyim buna?” diye sordu merakla, Dummur. Çalışmaya başlayan trenin garip gürültüsü üzerinden kendi sesini duyurmaya çalışmıştı. O sırada, yakınlarda otlamakta olan tek bir atı kafasıyla işaret eden makinist “Sahibine sormanız gerekir,” yanıtını verdi. Kafasını kaşıyan Dummur birkaç saniye sonra bir metal paranın yere düşme şıngırtısını duyduğunu sandı. ‘Bir dakika. Ne atı? Ne alakası var?!’

Altın trenin rünleri parladı ve o desensel örgülerinden, bir büyünün ışıklı tortusu dışarı fışkırdı. Tren havalanıp kısa sürede gözden kayboldu. Atın yerine şimdi de bir öküz çıkagelmişti ve hala, az önce onun baktığı, trenin gözden kaybolduğu yöne doğru bakmaktaydı. Kendini alamayıp o da tekrar o yöne daldı.


******
 
“Beni neden almadılar sence?” Yüzünde her ne gördüyse, bakışlarındaki boşluğu doldurmaya yetmediği barizdi; yanıt vermemesi de ziyadesi! Çileden çıkmak üzereydi Dummur. “Sana diyorum, boynuzlu!”

Israrla, ‘sadece bakmak’ eylemini sürdürüyordu. Kızıl-kahverengi, kadifemsi tüylerine yakından bakıldığında, her evin demirbaşı olmuş desenli halılardaki motiflerin benzerlerini görür gibi oldu. Sanki rakamlar da vardı hayvanın üzerinde. Rakamlardan söz açılmışken, ‘Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış’ kafasına yerleşmişti bir şekilde Dummur’un. “Sence neyi ifade ediyor bu rakam?” dedi, yine öküze hitaben. Koca gözlerinin altında küçük ağzı biraz büzülmüştü. 

Dummur, kısa sarı saçlarını dağıtabildiği kadar dağıttı sinirle. Sol gözü seğiriyordu. “Bir öküzle konuşmaya çalışıyorum!” diyerek kendini payladı ve adımlarını yere sertçe vurarak evine girip kapıyı sağlam bir hışımla kapattı.

******


“Lanet olası öküze nasıl adım attıracağım?” Dünya üzerindeki ineklerin, koyunların ve süt veren her çiftlik hayvanının tanrısı Odum’un oğlu Odumor çok sabırsız bir tanrıcıktı. “Baba! Yardım etsene! Hareket ettiremiyorum!” Eh, babasına karşı da çok saygılı olduğu söylenemezdi; aksine her türlü nazını geçirebiliyordu ona. Annesi –tüm yumurtlayan çiftlik hayvanlarının tanrıçası- Yumoni, sık sık Odum’un gevşek babalığından yakınır, benzer saygısız tutumları için oğlunu sık sık cezalandırırdı. Neyse ki, çok fazla kahverengi yumurta elde ettiklerini iddia eden birkaç çiftçinin şikâyetlerini dinlemek ve onlara –uygun bulursa- beyaz yumurtalar da bahşetmek üzere Ulu Çiftlik’ten ayrılmıştı bir süreliğine. 

“Geldim, babacığım. Canım oğlum! Hemen bakalım. İşte, şu butona basıp ‘mö’letebilirsin, şu da adım atmasını sağlar.” Ahırın girişine kurulan, rengârenk bir düzenek ile rün desenleri işlenmiş hayvanlara ulaşıp onları kontrol edebiliyorlardı.

Odum ile Yumoni, ‘Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış’ için farklı hayvanları düşünmüşlerdi. Odum bir öküzü tercih ederken eşi bir atı uygun görmüştü. Karısının hırçın tabiatını göz önünde bulunduran Odum, atın Altın Tren’in son durağına yollanmasına sesini çıkarmamıştı. Fakat Yumoni’nin yokluğundan faydalanıp hemen değiştirivermişti atı öküzle. Huyu kurusun, öküzleri çok seviyordu.

Tanrıcık Odumor, gördüğü tek evin kapısına doğru ilerletti öküzü. Çok sevinmişti bu yeni oyuncağına –ve muhtemel fırsatına tabi. Babasına dönüp konuşmaya başladı.“Eğer az önceki adamın Altın Tren’e kabul edilmesini sağlarsam bu benim için bir basamak olur. Annem, işinin bir günde anca biteceğini söyledi, onu duydum. Başarabilecek vaktim var. Bırak da ‘Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış Tanrısı’ olmak için ilk adımımı atayım. Biliyorsun, Yaşlı Jear emekli oldu. Benden başka tanrıcıklar da bunun peşinde, neden ben de olmayayım? Artık büyüdüm! Annemin haberi olmaz bundan. Hem ben senin biricik oğlunum, değil mi? İyi misin?”

Odum’un başı ağrıyordu. Ne zaman biri, karşısında uzun bir konuşma yapsa –hele bu kişi, henüz ergenlik döneminin devamlı değişen sesine sahip, bağırarak konuşan bir tanrıcıksa- başı ağrır ve boş verirdi. Odumor bunu bildiği için babasına bu işkenceyi yapardı çoğu zaman. Eliyle bir ‘olur’ işareti verip Ulu Çiftlik Lokali’ne, Alkollü İçkiler Tanrısı’yla tek atmaya gideceğini mırıldanan babasına teşekkür etme zahmetine girmeden düzeneğin başına geçti ve öküzün görüntüsünü çağırdı. Yüzündeki şeytani ve –annesinin takdir etmediği- çocuksu sırıtış görülmeye değerdi. “Ben de tanrı olacağım!” 



II.BÖLÜM

Elindeki bin elli altı sayfalık, bir çeşit parapsikoloji-gerilim kurgusunu da içinde barındıran felsefe romanını, Entelektüellik Tanrısı Hinchaluch’un yeni doğan çocuğunu kutlamak için yapılan festivalde almıştı. Kitabın en heyecanlı kısmında kapısının tıklatılmasıyla Dummur’un zıplayarak oturduğu kanepeden kalkması bir oldu. Kapı biraz fazla sert tıklatılmıştı sanki. Eline kitabını alıp bir lemuru andıran gözlerini kocaman açarak parmak uçlarında yürüyüp kapıya yaklaştı. Kapı kolunu tutarken altına edebilirdi korkudan!

******

“Biraz daha rezene? Haha! Çok komiksin!”

Dummur yatağına yatmış, şok içinde titriyordu hala. Bacakları uyuşmuştu; kol kasları ise, kitabı ve kapı kolunu artık nasıl tuttuysa, hala ağrımaktaydı. Bütün bunların yanında şu an kendisine bitki çayı sunan kişi –şey- iki ayağı üzerinde yürüyen bir öküzdü! Bir saat kadar önce kendisine bön bön bakmak dışında hiçbir şey yapmayan öküz hem de!

“Seni Altın Tren’e nasıl kabul ettireceğimi düşünüyorum. Çok korkaksın.” Öküzün sesi bir incelip bir kalınlaşıyordu. Ergen bir erkek çocuğunun sesinden farksızdı. “Aslında bu bir avantajdır. Babam hep korkakları sevdiğini söyler Makinist’in.” Kendi rezenesinden bir yudum alırken öküzün geniş burun deliklerinden akan sıvıyı görmesi Dummur’un öğürmesine yol açtı. Eğer kulaklarını oynatabiliyor olsa üst kısımları aşağı sarkardı hiç kuşkusuz. Rahatsızca doğrulmaya çalıştı ve biraz daha uygun bir oturur pozisyona geçti.

“Bilader, sen nesin acep?” Sesinin biraz kızgın çıkmasına özen göstermişti. Hem bu öküz kim oluyordu da kendi evinde ona bakıyordu? Dummur kendine bakabilirdi! Öküz buraya gelmese, muhtemelen böyle bir durum dahi söz konusu olmayacaktı zaten! “Tanıtmadın bile kendini!”

“Bırak şimdi bunları da… Kala kala on saatimiz kalmış. Neyse, telaşa gerek yok.” Toynağında aniden altın bir saat beliren öküz, saati Dummur’a gösterdi. Saatin kaç olduğunu görmesini istiyorduysa da, Dummur bu garip görüntünün ve yoktan var olan saatin verdiği şaşkınlıkla saatin kaç olduğu konusunda ilgisini odaklayabilecek durumda değildi. Tabiri caizse gözleri yuvalarından fırlayacak kadar büyümüştü. “Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış hakkında bir şey biliyor olabilir misin?” sorusu ağzından çıkıverdi.

Öküz, toynaklarından birini, sanki sakalı varmış da onu sıvazlıyormuşçasına çenesine götürdü. “Evet, çok şey biliyorum. Muskhem çok iyi bir öğretmendir.”

“Muskhem? Şu ilk Öğretmen Tanrı’dan mı bahsediyorsun?” Dummur öncesinde şoktaydıysa da şimdi bünyesi alışmış olacak ki biraz daha sakin çıkmıştı sesi. Konuşan bir öküz; desenli tüylü, iki ayağı üstünde durabilen, kendi evinde çay içmekte olan bir öküz, öğretmeninin bir tanrı olduğunu iddia ediyordu şimdi de. Çok garip, çok. Üst dudağının sol kısmının kabardığını hissetti. Uçuğu çıkmıştı.

“Tam üstüne bastın. Bu zırvaları bırakalım da iş konuşalım. Söyle bakalım, Ragnok’u duydun mu?” Dummur artık cevap veremiyordu. Suratında sivilceler çıkmaya başlamıştı. “Bunu evet olarak kabul ediyorum. Ragnok’un ne kadar kötücül bir ejderha olduğunu bilmeyen yoktur. Senden istediğim onu yok ederek dünyayı bir ‘Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış’ sonrasında daha, daha da mutlu, huzurlu hale getirmek. On saatten az süremiz kaldı, acele etsek iyi olur,” dedi öküz, biraz çocukça –hayır, buzağıca- sırıtarak.

Kendini uyuşukça koyuvermiş olan Dummur’u, alışık olmadığı bir soğukkanlılık pençeleri içine almıştı. Bu, ilerde kendine kızacağı –fazlasıyla kızacağı- bir karar vermesinden önce olurdu hep. Bile bile lades işte, ne yaparsınız. “Giderim ama soracağım soruları yanıtlayacaksın.”

“Yolda yanıtlasam? Bak, cidden geç kalıyoruz,” dedi ve yataktan tamamen kaldırdı Dummur’u öküz.

“Neden ben yapıyormuşum? İnsanları da öküzleri yediği gibi yiyor olmalı Ragnok. Bir avantajım yok bu konuda.” Dummur’un içindeki ayak direme genleri tekrar ortaya çıkmaya başlamıştı. Karnında kelebekler dolaşıyor, pırpır ediyorlardı sanki… Hayır, kelebeğe falan bakmayın. Bu aşk değildi tabi ki; saf tırsma hissiydi. 

               
******

Dummur ve Odumor’un kontrolündeki öküz yola koyulmuştu. Taşlık patikayı takip ederek Ragnok’un Dağı’nın en tepesine çıkıp onu yok etmeye odaklanmışlardı. Eh, en azından öküzün yüzündeki ifade odaklıydı;  Dummur’un bacakları titriyordu.

“T-ta-tabelalar var?” dedi Dummur. En çok korktuğu zamanlarda bile başka şeyleri merak edip şaşırmak özelliğine sahipti. Gerçekten de ‘Ragnok’un Yeri’ tabelaları her elli metrede bir denk gelecekleri şekilde dizilmişti. Mutlu mutlu sırıtırken ağzındaki sivri dişleri cömertçe ortaya çıkaran yeşil bir ejderha, arkasında kalan kendi ismini başparmağıyla göstermekteydi. “B-be-belki de d-düşündüğümüz kadar kötü değildir?”

“Saçmalamayı kes! Babam bu yaratığın çok kötü olduğunu söyledi. Kesinlikle öyle olmalı! Aldanma böyle her şeye.” Öküz sabırsızca burnundan soluyordu.

******


Dokuz saat sürmüştü, evet tam dokuz saat! Bir saatten az zamanları kalmıştı ve Ragnok’u bulamamışlardı hala! Öküzün gözleri artık sinirden kızarmıştı. Vücudundaki rünler, kararan havada sarı sarı parlıyor, önlerini görmelerine olanak sağlıyordu. “Bir saatten az zamanımız kaldı! Lanet olsun! Lanet olsun!” Sinirli sesi biraz titremişti ve her an ağlayabilecek bir çocuğa -buzağıya- benziyordu o an. Dummur ise bir nebze rahatlamıştı. Öküzün nasıl olur da hiç mola vermediğine şaşıyordu; daha çok da kendisinin nasıl mola için bir istekte bulunmadığına… Bu işin bir ‘bulamamayla’ sonlanması onun için mutluluk vericiydi tabi. Fakat, bu karanlıkta nasıl geri döneceklerdi? Çok yorgundu. Bacakları yanıyordu! Koşmasını, kaçmasını gerektirecek bir durumda, topuklarına güvenebilecek durumda değildi asla. Ya öküz onu bu karanlık dağda, bu kadar yüksekte yalnız bırakıp giderse?

Dummur patika üzerindeki çakıl taşlarına hiç dikkat etmemişti, bir anda kayıverdi ayağı. Biraz da saatlerdir yürümenin verdiği yorgunlukla dengesini tamamen kaybetti ve taklalar atarak patikadan aşağıya yuvarlanmaya başladı. Yüz metre sonra uçurumdan aşağıya düşecekti. “Lanet olsun sana salak adam!” diye böğürdü öküz.

Tam Dummur çığlık çığlığa düşecekti ki, yarasa benzeri dev kanatlı, pulları yeşil yeşil parlayan bir yaratığın –ejderin- pençelerinde çığlık atarken buldu kendini. Öküz duruma sövdükten sonra, bir anda eski, dört ayaklı, boş bakan hayvan oluvermişti. Odumor sinirlenip, dağın tepesinde bırakmıştı oyuncağını.   


III. BÖLÜM 

“Baba! Tüm planım altüst oldu! Lanet olsun!” Kıpkırmızı gözlerinde birkaç damla yaşla –tek elinde tuttuğu, yeni kesilmiş soğanı görmeyen babası için- olabildiğince masum görünüyordu Odumor.  Dudağını büzmüş, babasına elinden gelen en başarılı şekilde duygu sömürüsü yapıyordu.

“Canım oğlum, sen merak etme,” dedi, Ulu Çiftlik Lokali’nden henüz bir saat önce dönen Odum. “Lokalde, aynı masada Zaman Tanrısı Kumado da oturuyordu. Birkaç fıçı süt likörü içtikten sonra ondan bu kum saatini ödünç almayı başardım. Gerçi annene hediye edecektim, biliyorsun, Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış sonrasını bir kez daha izlemek isteyecektir. Şu an birkaç dakikası var, ona katılmazsam çok kızacaktır ve…” Elinde tuttuğu kum saatini zıplayıp kaptı Odumor.

‘Burada, bendeniz Saçma Hikâye Tanrısı Elo olarak bir müdahale yapma gereği duydum. Göbeği ve çok fazla süt ve hamur mamulü yiyip içmekten yağlanıp sarkan göğüsleri çıplak, kıçında ise bebek bezini andıran beyaz bir bez bulunan bir tanrı düşünün. Dilersem onu dünyanın en yakışıklı, en güzel giyinen tanrısı yapabilirim ama yapmıyorum. Neden? Odum’u en baştan beri bıyıklı, sakallı, uzun saçlı Zeus gibi düşünmüştüm ama bunu atladığımı fark ettiğim için kel ve köse bir karakter olmasına karar verdim. Benim ne suçum var. Tanrılar arası iletişim nerede he? Bana neye benzediğini kendisi gelip önceden söyleyebilirdi hem Odum'un! Lokale pek takılmam ben!’

‘Şöyle bir tablo düşünün ki Odum’un elinden kum saatini kapan oğlu da Odum’un bir çeşit minyatürü. Fark ise Odumor’un çok daha çocuksu ve kurnaz gözlerinden gelmekte. İşte o anda, bu gözlerin ne kadar korkunç olabileceğini düşünün. Eline oyuncağı geri verilen, yaramaz bir yumurcak! Aman Tanrı’m!’


“Bu çok iyi işte! Harika!” dedi Odumor heyecanla. Kum saatine mutlulukla bakarken elindeki soğanı babasına attı. “Şimdi bunun nasıl çalıştığına bakalım. Şöyle mi?” Kum saatini ters çevirdiğinde hiçbir şey olmadı ama kumlar akmaya başlamıştı bile.

“Aynen öyle, canım oğlum. Saatine bakarsan bir saat geriye alındığını görürsün.” Ağzı yırtılırcasına esnedi Odum. “Ben biraz kestireceğim bu durumda. Annen gelirse…”

“Tamam, tamam haber veririm,” diyerek geçiştirdi babasını Odumor. Öküzün görüntüsünü çağırmaya başlamıştı bile. “Tanrı olacağım, tanrı!” 

******

“Vay canına, evlat! Sıralı floş! Hiç fena değil! Sende acemi şansı var, he? Hahahaha!” Kahkahası gök gürültüsüne benziyordu Ragnok’un. Düşündüğü kadar korkunç olmaması Dummur’u yine çok şaşırtmıştı. Bütün ninelerin, dedelerin anlattığı hikâyelerdeki ‘Kötü Ragnok’ buydu demek he? “Bilader, hiç düşündüğüm gibi çıkmadın,” derken düğmeyi önüne koyan güzel genç kız, onun kardığı desteyi sağ tarafındaki oyuncuya aktardı. “Korkunç, kötü Ragnok diyorlar hep senin için.”

Ragnok, güzel bir espri yapılmış gibi yine kıkırdamaya –geğiren bir su aygırını andırıyordu sesi- başladı. “Palavra, evlat! Hepsi palavra!” Önündeki kupadan karınca salgısı likörünü yudumladı. “Burada güzel bir müessesem var, görmüyor musun? Üstelik yaş sınırına dikkat de ediyorum.”

“İnsanları falan yemiyorsun yani?” alacağı hoş olmayacak bir yanıt için, her ihtimale karşı sandalyesini biraz geriye itti Dummur. Eh, topuklamaya yetecek güce kavuşmuş gibiydi.

“Patron, bir konuğumuz var. Biraz… garip biri,” dedi siyah smokinli bir kumarhane görevlisi. Cümlesi biter bitmez masanın yanında, iki ayağı üzerinde duran bir öküz belirivermişti.

“Hey! Dostum! Bak, Ragnok hiç de düşündüğümüz gibi değilmiş. İnsanları yemiyor!” diye mutlulukla şakıdı birden Dummur. Tüm bu yabancılar içinde nispeten tanıdık birini –öküzü- görmek onu düşündüğünden daha çok mutlu etmişti. Bir dakika. Ya öküz yiyorsa bu Ragnok? “Onu yemezsin değil mi?”

“Ben vejeteryanım, evlat. Arkadaşının adı…” derken Ragnok’un sözünü kesti öküz. “Ben Odumor. Bu öküz benim bir aracım sadece,” diyerek üstünü gösterdi toynaklarıyla.

“Ah, görebiliyorum, Odumor.” Durumu eğlenceli bulduğu yeşil pullu suratından okunuyordu Ragnok’un. “Tanrıça Yumoni’nin oğlu… Tüm Yumurtlayan Vahşi Hayvanların Tanrıçası Zokuri’nin kardeşinin oğlu yani. Zokuri benim tanrıçam olur. Ne iyi değil mi?” diye ortaya gevezelik etti.

“Kim kimin oğlu? Neler oluyor yahu?” Kendisine ismini her kim verdiyse –burada, tavana bakıp ıslık çalan kişi Tanrı Elo’dan başkası değil- ne kadar isabetli bir seçim olduğunu kanıtlıyordu Dummur. “Hey, üzerindeki desenler parlıyor, ök...ah, Odumor!”

Gerçekten de kızıl-kahverengi tüyleri üzerindeki rünler altın rengi parıltılarını etrafa saçmaya başlamıştı. Birkaç rakam belirmeye başladı. Bütün kumarhane, oyunu bırakmış öküze ve dolayısıyla üzerindeki rakamlara bakıyordu şimdi.

“Beş yüz yirmi beş bin altı yüz… Bu ne ola ki?” diye sordu Ragnok. Dummur’un ise ağzı bir karış açılmış, alt dudağının sağ tarafında da bir uçuk daha çıkmıştı bu kez. Gözlerinin büyümekten patlamamış olması ise yalnızca şans eseri gibiydi.

“Biri bana ne gördüğünü söylesin! Lanet öküzün gözlerinden hiçbir şey göremiyorum!” diye inledi Odumor. Öküzün göbek kavisinin alt tarafında ortaya çıkan rakamlar sağ olsun –göbeğin de hatırı sayılır büyüklükte olduğu düşünülürse- görememesi doğaldı da. “Lanet olsun! Bir şeyler diyin! Daha birkaç dakikamız vardı! Bir saat daha geçmedi ki!”

“’Yaşlı Jear’dan sevgilerle…’ yazıyor hemen altında,” dedi Ragnok. “Bu, daha birkaç gün önce emekliye ayrıldığını bildiren Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış Tanrısı değil mi?” Yüzünde yine aynı eğlenti dolu sırıtış mevcuttu Ragnok’un. 

******

Altın Tren, dünyanın en mutlu, en korkak, en saf, en cesur ve en iyi insanlarını toplamış süzülürken, son vagondan fırlatılan havai fişeklerle de kutlamaları renklendirmekteydi.

“Yaşlı Jear, Yumoni, Zokuri... Size ne kadar teşekkür etsem azdır. Çok mutlu ettiniz beni.” Makinist’in armut suratından mutluluk gözyaşları süzülüyordu. Tam iki tanrıça ve bir tanrı, zamanında Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış adı verilen bir yılı geride bırakırken Saçma Hikâye Tanrısı Elo’nun isteği üzerine toplam beş yüz yirmi beş bin altı yüz dakikaya çıkarılan yeni yılı kutlamak için orada, onun Altın Tren’inde ona eşlik ediyorlardı.

“Bu kadar yeter, Dummur’u da almalıyız. Birkaç dakika kaldı,” dedi Yaşlı Jear. Her şey onun başının altından çıkmıştı. “Artık Beş Yüz Yirmi Beş Bin Altı Yüz Tanrısı’yım. Bir yılın tanrısı; üç yüz altmış dört değil, üç yüz altmış beş günün tanrısı!” Yaşlı sesindeki titreklik, canlı ve heyecanlı konuşmasına engel olmuyordu asla.

“Tüm diyar görebildi değil mi şakamızı?” Bu sefer konuşan Zokuri oldu. Ragnok, artık nineler ve dedelerin anlattığı korku hikâyelerinde yer almak istemediğini söylemiş ve tanrıçadan olumlu yanıt almıştı. Tanrıçanın tek şartı ise Ragnok’un kumarhanesini şakaya dâhil etmekti. “Büyü ekranını oluşturmak haftalarımızı aldı ama değdi doğrusu.”

“Siz iyi kalpli tanrı ve tanrıçalar… Odumor’u cezalandırmayın, lütfen.” İyi yürekli, görev bilir Makinist, Altın Tren’i Ragnok’un Yeri’nin hemen yanında durdururken bile, yaramazlık yapan tanrıcığı korumaya çalışıyordu.

Sözlerini güler yüzle dinleyen tanrı ve tanrıçalar ona cevap vermediler.

Ragnok, bir pençesinde Dummur’u, ötekisinde ise korkuyla gözleri büyümüş, mö’lemekte olan öküzü tutarak treninin yanına kondu. “Tanrıça Zokuri,” diyip kanatlarını açarak eğilebildiği kadar eğildi. “Odumor kaçtı fakat size Dummur’u takdim ederim. Kesinlikle şaşkının teki! Çok saf! Altın Tren’e uyacağından eminim.”

Dummur hala ne olduğunu anlayabilmiş değildi. Tanrılar, tanrıçalar, makinist, Ragnok, öküz, öküz olmayan öküz… Kafası allak bullaktı. Bir baykuşu kıskandıracak büyüklükteki gözleri artık suratının dörtte üçünü kaplıyordu sanki. Büyüdüler, büyüdüler…

“Kör oldum! Yardım edin! Kör oldum!” Dummur’un gözleri daha fazla büyüyemeyeceklerini anladıklarında iş işten geçmiş, patlamışlardı. Patlamanın sesi, halen patlamakta olan havai fişeklerinkinin gölgesinde kalmıştı tabi.

“Ah, onu Orkano’ya, tüm organların tanrısına götürmemiz gerekecek,” dedi Yumoni. “Orkano halleder bu işi.”

Altın Tren ve Ragnok’un Yeri’ndeki herkes mutlu kahkahalarla beş yüz yirmi dört bin yüz altmışıncı dakikanın son saniyelerini hep beraber saydılar ve yeni yıla girdiler. Ve tüm diyar da yılın bu son şakasını izleme fırsatına erişti. Hem de araya hiç reklam girmeden.

‘İşte bu, bir yılın üç yüz altmış beş gün olmasının hikâyesidir. İnsanoğlu için dakikaların çok önemli olduğunu bilen Yaşlı Jear da bu sebeple bir yılı dakikalarla ifade etmeyi uygun bulmuştur. Sağlıcakla kalınız. Saçma Hikâye Tanrısı Elo’dan sevgilerle.’



Elerki TAŞKIN







19
Kurgu İskelesi / P'ka Korvid
« : 29 Aralık 2009, 19:43:40 »
P’KA KORVID

Mayıs ayının ılık rüzgârları, engin, yemyeşil buğday denizini kuzeye doğru dalgalandırıyordu. Yeni oluşan buğday taneciklerine sımsıkı sarılmış başakların çokluğu, yazın gelecek güzel hasadın habercisiydi. Tarlaların arasında, kıblenin tarayamadığı, yüz metrekarelik çatlak topraklı bir alan vardı ki, iyi kalpli, yeşil saçlı bir devin kafasında çıkan, minik, kahverengi ve hastalıklı bir çıbandı adeta. Bu alanın üzerinde, gri kerpiçten yapılmış, ilk bakışta kasvetli görünen bir kulübe ile birkaç kurumuş –mevsimlerdir dirilemedikleri belli- ağacın gökyüzüne kucak açan kolları –eğer amaçları buysa- gerekli kasveti vermek yerine bir çeşit canlılık veriyordu bu ‘çıban’a. Kurnaz ve karakterli bir canlılık. 

Çevredeki çiftlik evleri sakinleri, onu, bu çıbanın sakinini ‘hiçbir şeyin ve aynı zamanda her şeyin sahibi’ olarak nitelendiriyordu. Kendisi ise, onunla tanışma ‘şans’ına erişenlere bıraktığı mektuplara ‘P’ka Korvid’ imzasını iliştirirdi. P’ka, sadece fazla ‘şanslı’ insanlar için bir efsane olmaktan uzaktı; onu daha önce görmemiş kişiler için sadece mektuplardan ibaretti bu isim. Onu görebilen kişilerin başlarına, bir daha onu görmeyeceklerini garantileyen bir şeylerin geleceğinin kesin olduğu söylenir. Bu da ‘şanslı’ olmak kavramını duruma göre değiştirmektedir tabi.   

“Önümüzdeki mevsimde de hırsızlıklar, haksızlıklar ve onların getirileriyle kendilerini sıvayanların yaza erişecek olan mutlu şiirlerini, şarkılarını duyar gibiyim daha şimdiden,” dedi P’ka, boy aynasındaki görüntüsüyle göz göze geldiği, omzuna tünemiş olan saksağana. Sol üst köşesi kırık olan ayna, P’ka’nın benzer repliklerinde, saksağanın görüntüsü ile kendisininkini onunla buluşturmaya alışıktı.

Alacalı kuyruğunu havaya dikmiş olan saksağan, aynadaki tüneğini süzdü.  Bir ölününkinden daha da açık ama daha canlı, beyaz yüzü ve ten rengine tamamen tezat, kuzguni; düz ve beline kadar uzun saçları vardı. Elmacık kemikleri çıkık olan yanaklarına, tıpkı bir saksağanınki gibi fıldır fıldır, kara gözlerinin gölgesi düşüyordu sanki. Sakalsız yüzü, bir kuşun gagasını andıran ince ve kemerli bir burna sahipti. Üzerinde ise, ince-uzun vücuduna tam oturan, göğsünde ‘v’ şeklinde beyaz bir kısma sahip siyah bir pardösü vardı.

Kulübe, dışarıdaki ılık havaya rağmen soğuktu. Hem P’ka’nın ağzından hem de saksağanın kara gagasından düzenli buharlar çıkarttıracak kadar hem de. 

“Hasadı görebiliyorum. Hayır. Sapsarı tarlalarda biçilen tahıllar değil, insana biçilen değer bu bahsettiğim.” Aynanın başından ayrılıp pencereye seğirtti ve dışarı baktı. Ilık rüzgâr, yerini durağan sıcak hava dalgalarına bırakmış; güneş, buğday tarlaların sarısını altın rengine çevirmişti. Omzundaki saksağan, alaca kuyruğunu bir aşağıya bir yukarıya sallarken ‘çak çak’ diye öttü ve siyah-beyaz kanatlarını açıp biraz böcek bulmak için uçtu.

“Böcekler… Nefret ediyorum sizden!” Pardösüsünü dalgalandırarak aynanın başına geri döndü. Kendini şöyle bir süzdükten sonra, dışarıdaki sıcağa rağmen hala soğuk olan kulübesinin kapısına yöneldi. Ahşap kapı kolaylıkla açıldı ve şimdi kendi arazisinin çatlak toprağına basıyordu işte. Sonsuz gibi görünen altın rengi manzaraya bakarken ‘çak çak’ diye öten saksağanın sesini duydu. Kuş, ‘iki kanat çırpış-kısa bir süzülüş’ şeklinde uçarak yaklaştı ve önüne kondu. Ağzında tuttuğu bir şey parlıyordu. P’ka kolunu uzattı ve kuş, koluna kondu bir hamlede. Ağzındaki şey, yaklaşık dört santim genişliğinde, altın bir bilezikti. Kızıla çalan rengi de ayarının yüksek olduğunu gösteriyordu.

“Böcekleri hallettin ve bir bilezik çaldın demek?” Gözleri parlıyordu P’ka’nın. Böceklerin bir kısmının temizlenmesinden aldığı hazla ağzında çarpık bir gülümseme belirivermişti. “Şunu bana ver de kutlamamızı en güzel şekilde yapalım,” dedi bileziği kastederek. Kuştan aldığı ‘çak çak’ şeklindeki yanıt sırasında zaten avucuna düşmüştü bilezik. P’ka’nın yüzünün ölü beyazı olmadığının kanıtlanabileceği en güzel anlardan biriydi bu. Elindeki bilezikle içeriye, aynaya doğru attığı her adım sırasında o yüzde bir heyecan, kara gözlerinde beyaz benekler oluşturan bir mutluluk giderek görünür oluyordu. Aynada tekrar kendisine bakıyordu, saksağan ise –alışkanlıktan olsa gerek- omzuna tünemişti tekrar.

“Bu nasıl?” diye sordu, işaret parmağıyla döndürmekte olduğu bileziği aynaya tutarak. Bir an sonra içerisi, sanki biri kulübeyi aleve vermişçesine ısınmıştı. Bu sıcaklıkla beraber, aynadaki görüntüde artık kendisi yoktu P’ka’nın. O an aynada görmekte olduğu şey yaşlı bir adamın, torunu olduğunun tahmin edilebileceği minnacık bir bebek ağlarken ona önündeki kaptan bir şeyler yedirmeye çalışması sahnesiydi. Görüntü dalgalandı ve yaşlı adam ile bebeğin bulunduğu odanın ne kadar ‘dayasız-döşesiz’ olduğunu ortaya çıkardı. Bunun yanı sıra, odanın penceresinden görülen lapa lapa yağan kar, odada hiçbir ateşin yanmadığı durumunun daha da çok çiziyordu altını.

P’ka, aynadaki görüntüyü kısa bir süreliğine terk edip kendi kulübesinin penceresine gitti. Yeşil ve sarıdan sonra şimdi de beyaz… Dışarısı bembeyaz bir kar örtüsüyle kaplıydı. Omzundaki saksağan da merakla dışarıya baktı kafasını hafifçe yan çevirerek. P’ka gökyüzüne baktı ve dört ya da beş saatin kaldığına kanaat getirdi.

Aynanın başına döndüğünde görüntü hala oradaydı. Daha fazla dayanamazdı. Şimdi tam zamanıydı. ‘Şimdi şanssızların sırası!’ Geriye iki adım attı ve elindeki bileziği olanca gücüyle aynaya fırlattı. Görüntü, bileziğin kızıl-altın rengiyle parladı ve bir an sonra olması gereken olmuştu. Yaşlı adamın yüzünde bir şaşkınlık, bebeğin ise mutlu kıkırdaması aynadaki kareyi tekrar canlandırdı. Bir şöminede yanan ateş ve… Ateşin yanındaki sandalyelerde insanlar… Hepsi de bebeğin kıkırdamalarına mutlu gülümsemeler ve hatta kahkahalarla eşlik ediyordu.

P’ka’nın sol gözünden tek bir damla yaş süzüldü yanağına -görüşünün bulanması da yenilerinin habercisiydi. O an gürüldeyen, neşeli bir bariton ses ona hitaben “Kıyafetlerini daha çok kırmızı ve beyaz seçmelisin. Bir de, sakal bırakmayı düşünmüş müydün hiç?” dedi.

Gözlerini sımsıkı kapayan P’ka iki kolunu yana açtı ve gözlerinden akan yaşların süzülmesine izin verirken kahkaha atmaya başladı. Ani hareketiyle panikleyen saksağan ise omzundan uçup aynanın üzerinde konacak bir yer bulmuş, P’ka’yı izliyordu yine o meraklı kara gözlerle. P’ka’nın vücudunu sarsan kahkahalarına, artık iyice duyulur olan aynadaki görüntünün ve nereden geldiği belirsiz o gür sesin mutlu kahkahaları da eklenmişti. Aynadaki yaşlı adamın duvarındaki saate göre yalnızca on saniye kalmıştı.

“Yepyeni, mutlu bir yıl!” diyordu gür ses. Aynadaki yaşlı adam ve diğerleri şiirler okuyup şarkılar söylüyordu. Bu, hırsızların ve haksızların, yaz vakti güneş, deniz ve kum üçlüsü eşliğindeki hallerine hiç benzemiyordu. Burada saf mutluluk vardı!

“Üç,” dedi mutlu seslerden oluşan koro, “Mutlu bir yıl!” diye bağırdı P’ka, “İki,” dedi bu sefer koro “Yeni, mutlu bir yıl,” diyerek isterik kahkahasından sıyrıldı bu sefer P’ka, “Bir,” dedi bütün dünya fakat bu sefer cevabı saksağan verdi, “Çak çak!”

Beyaz yüz ve canlı, kapkara gözler tekrar aynada kendini buldu. P’ka, kafasını biraz yukarı kaldırdığında saksağanı aynanın üzerinde tünediği yerden ona bakar buldu. “Bu seferki zevk bana ait olacak,” dedi soğuk bir sesle saksağana hitaben. “Bu sefer böcekleri yiyemeyeceğin için üzgünüm ama onları ezeceğim. Bizzat ben yapacağım, sıra bende.”   

 

                           Elerki TAŞKIN


20
Kurgu İskelesi / Salon
« : 26 Aralık 2009, 21:24:20 »
SALON

Yatağından kalktı ve bir içgüdüyle salona doğru yürümeye başladı. Çıplak ayakları, evin uzun ve soğuk koridorundan geçerken, başka zaman olsa üzerinde bu şekilde yürüdüğünde annesinin “Üşüteceksin!” diyeceği, beyaz benekli gri mermerin hissini bilincinin kapısına kadar taşıyabiliyordu ancak. Salonun kapısına vardığında durdu ve kapı eşiğine, artistik bir duruş takınarak yaslandı. İçerisi koyu renk ahşaptan mobilyalarla döşenmişti; yerler ise nispeten daha ‘sıcak’ olan, açık kahverengi parkelerle kaplıydı.

Biraz daha kafasını kaldırıp odaya daha geniş açıdan baktığında bir piyano gördü. Onunla işi olmadığını hatırladı ve o an kendi kendine çalmaya başlamış olan piyanonun yanındaki sehpaya dönünce bakakaldı. Sehpanın üzerinde, büyükten küçüğe sıralanmış, gümüş bir fil kervanı gülümsemekteydi ona. Gökyüzünden aşağıya zarifçe inmekte olan bembeyaz yıldızlar ve şöminesi yanan geniş bir salonda dans eden bir insan güruhu gibi birkaç imge kafasında flaşlar patlattı aniden. Ona ‘hoş geldin’ diyorlardı –bir şölendi bu. Piyano, yetmişlerden, tatlı bir caz ezgisiyle eşlik ediyordu güler yüzlü fillerin ve yürek ısıtan imgelerin ‘merhaba’sına. 

Eşikten içeri girdi ve sehpanın diğer yanında gördüğü siyah sandalyeye oturdu. Az önce, yaslanıp anlamsız bir poz takındığı eşik şimdi tam önündeydi, bir daha dışarı çıkmamasını tembihler gibiydi. Hemen eşiğin yanında ise camekân bir dolap vardı. Dolabı, dışarıdan asla anlaşılamayacak, durgun bir panik anı ile görmezden gelip kafasını hemen sağa çevirdi ve tekrar seyre daldı sehpadaki filleri… Düşünceler, yüzeyi buz tutmuş bir nehrin yavaşça ısınan havayla eriyip, üzerinde ufak buz adacıklarını sürükleyerek akmaya başlaması gibi sakince, soğuk buharlar tüttürerek gözlerinde hafif buğular bırakmaya başlamıştı. Piyano, adına yakışır biçimde, olabildiğince hafif bir ezgiyle devam ediyordu eşliğine.   

Zaman kaybolmuş, gözleri ise asla göremeyecekleri ‘zamanın’ ayak izlerini, olmayan bir şöminenin ısıtmayan ateşinin beslediği küçücük bir umutla, tekrar aramaya başlamıştı. O salonda, oturduğu yerden her istediğini aratıp buldurabilirdi gözlerine… Bundan emindi. Emin olmalıydı.

Gözleri, onu reddeden eşikle çok oyalanamadılar ve tekrar camekân dolaba bakar buldular kendilerini… Hayır, o değil, gözleri bakıyordu. O bakmayacaktı.

Piyanodan gelen ezgi hız kazanmıştı fakat bu ezginin içinde birkaç nota vardı ki… Bir şekilde ‘hüzün’ katmaya başlamışlardı salona. Yataktan kalkmasını sağlayan içgüdünün bir benzeri yine vücudunu ele geçirdi ve onu dolaba yöneltti. Daha yakından bakınca, dolabın içini süsleyen içki şişeleri ile başarı diye adlandırılan şeylerin andaçları ona soğuk bir ‘merhaba’ dedi. Onlar onun iyi gün dostuydu. Kötü hissettiğinde içki içtiğini hiç hatırlamıyordu; aynı durumda, o andaçlara bakıp mutlu etmeye çalışmamıştı da kendini. Onu hiç çağırmamışlardı yanlarına.

Dolabı açtı ve içindeki çekmecelerden birinin sapına gitti o an buz gibi, terli eli. Hiç titremiyordu. Piyanodan gelen ezgi şimdi biraz daha hızlıydı ama hala hafifti -uzaktan geliyordu sanki sesi.

Yavaşça çekti ve çekmecenin içindeki isteksiz bir naylonun hışırtısını işitti. Bir an sonra, işittiği naylon ambalajın sahibi olan karton kutu elindeydi.

Ambalajından çıkardığı kutunun kapağında ‘İkimize’ yazıyordu yaldızlı harflerle. Kapağını, fillerin mutlu kıkırdamaları ve piyanonun, şimdi biraz da neşe katılmış, tekrar yavaşlamış, hüzünlü ezgisi eşliğinde, yavaşça kaldırdı hiç düşünmeden.  Buz adacıkları artık soğuk buharlarını tüttürmeyi bırakmış, güneş ışıklarını pırıl pırıl yansıtarak akan nehirle bir olmuştu. Artık birkaç damla yaşa dönüşmüştü gözlerindeki buğu.

Gözlerini sildi ve kutuya baktı. Kutuda yalnızca iki yuvarlak adacık vardı şimdi. Erimiyorlardı. Pişirildikleri günkü gibi tütüyordu sıcak dumanları bu şeker renkli iki yuvarlağın. Üzerlerinde birer harf ve… Kutunun içinde…       

Sonsuz hatıraların sakladığı bir çift sıcacık kurabiye…


                              Elerki TAŞKIN



21
Kurgu İskelesi / Belirsiz'in Eğlencesi
« : 23 Aralık 2009, 02:42:30 »
BELİRSİZ’İN EĞLENCESİ
         
“Şu an aklınızın kapısını birkaç gıcırtılı santimle muzipçe açıp kaçan her gölge; gözünüzün önünden kayan, sizi, ayağınız altında bir anda hiçbir şey yokmuş ve diğer bir anda ise bir metre yukardan yürümeye devam ediyormuşsunuz gibi şaşkınlığa uğratıp o garip, salak ifadeli bakışlarınızı bana bahşetmenizi sağlayan her imge aslında burada olup da size ulaşamayanların –ulaşmayanların- size kendilerinin var olduklarını rahatsız edici –bence oldukça eğlenceli- gösterme biçimleridir. Paranoya yaratmak istemeleri değil tabi ki bunların tek sebebi. Onların görevi budur. Anlıyor musunuz?” Çarpık bir sırıtış denemesi yaptı belirsiz kişi. İyi ki konuştuğu kişi bu denemeye tanık olacak derecede dikkatli değildi. Karşısındakini ağlatacak derecede korkunç bir başarıydı belirsiz kişinin yakaladığı. İstediği de bu tür bir branşta başarılı olmaktı belki de.

“Neredeyim ben?” gibi çok ama çok basmakalıp bir cevabı, yine bu tür bir durumda verilen, bir o kadar aşina, biraz uykulu, biraz da ne dendiğini anlayacak durumda olmadığını ortaya koyan bir ses tonu ile verdi karşısındaki. Zavallı kafasını kaşıyordu. 

“Tamamen size ait; tatile çıktığınızda bir yazlık ya da kışlık olarak kullandığınız, dönemlik bulunduğunuz bir yerdesiniz farz edin ki. Bakın, sizin anlamanızı sağlamak için elimden geleni yapmak zorunda değilim, böyle bir zorunluluk getirilmedi bana ama suratınız beni çok eğlendiriyor. Bu arada, adımınıza dikkat edin lütfen.”  Uyarısı, karşısındakinin yere talihsizce kapaklanmasından hemen bir an sonra gelmişti. Karşısındaki bu durumdan pek etkilenmiş gözükmedi. Esneyerek ayağa kalktı ve etrafını anlamaya çalışmak için nafile uğraşısına dört gözle –tamam, baygın baygın bakan iki gözle- sarıldı. Belirsiz kişinin söylediklerinden midir bilinmez, bir an birkaç mırıltı duydu ve kendini bir yazlığın balkonunda buldu. Hilal, hafif bir meltemin estiği gecenin içinde pırıl pırıl parlıyor, dingin ışığıyla geceyi ve…  Evet, tek sorun ışıkla parlatılacak bir denizin olmamasıydı. Bir de kahve tabi.

“Bunu bir daha yapmanızı tavsiye etmiyorum,” dedi belirsiz kişi. Giderek belirsizliği –mümkünse- derinleşiyordu. “Bir sonrakinin sizi nereye getireceği bilinmez. Gerçi, siz bilebilirsiniz, ben bilemem.” Bu sefer isterik bir kahkaha attı belirsiz kişi. Eğer yeterince ‘belirgin’ olsaydı, karşısındaki onun bir Quasimodo ile Hyde karışımı taklidi yaparak ne kadar dehşet verici olabildiğini görürdü. Şanslı çocukmuş.

Bir mırıltı daha duyuldu. Sonrasında ufak, rahatlatıcı ‘şlak şlak’ sesleri bu mırıltının arkasına vokal oldu. “Pek fena sayılmaz, değil mi? Gelecek vaat ediyor mu sizce?” diye sordu belirsiz kişi. Koroya katılan bariton gurultular da duyulduğunda sesi biraz uzaktan gelmeye başlamıştı sanki.

                                                 ******

Bir sabah ritüelini daha gerçekleştirmek üzere karşısındaki onu terk ettiğinde, belirsiz kişi, oyuncak bebeğini kaybeden bir kız çocuğu gibi ağlamaya başladı. Evet. Gerçekten kontur-tenor olabilirdi. 

   
                                                                                                              Elerki TAŞKIN

22
Düşler Limanı / Oyun Yapmak
« : 20 Aralık 2009, 20:22:24 »
OYUN YAPMAK

Kırmızı çiçeklerle dolu dalları aşağı sarkan karabiber ağaçlarının bulunduğu bir kare… Asfalt denizinin ortasında yüzen ve birkaç santim dahi ilerleme şansı olmayan, kulaç atabilecek olsa bile o derece sert bir denizde ilerlemesi mümkün olmayan birkaç karabiber ağacı… Gövdeleri yarıya kadar beyaza boyanmış; gölgeleri park etmiş arabaları serinleten ağaçlar… Bu durağan kareyi –ağaçların çiçeklerini saymazsak- renklendiren bir şeyler var. Bisiklet sürerken ellerini bırakıp ağaçların dallarına atlayan, üstünde kimse olmayan bisikletlerinin en uzak nereye kadar gidebileceği hakkında hararetle konuşan cıvıl cıvıl çocuklar.

Hayır. Böyle değildi. Tutunmaya çalışan tek bir çocuk vardı. Bunu denerken de yere düşüyordu her seferinde.  Biraz sonra biri gelip onun tüm hayatını değiştirecekti. ‘Bu kısmı hatırlıyorum.’


     **********


“Sanırım yedi kez denedim,” dedi çocuk. Biraz üzgün, biraz pişman, biraz öfkeli ve bunların yanında fazlasıyla da masumca çıkmıştı sesi gözlerini yukarı kaldırmış bana bakarken. Dizleri ve dirsekleri yaralanmıştı. Kurşuni toz rengi ve sıyrılan derinin sarımsı beyazı, kırmızının yanı sıra eklenmişti yaralarının o tanıdık ve bir o kadar da uzak görüntüsüne. Kot şortu, yakası beyaz, sarı gömleğinin omuzları üzerinden iki lastik askı ile tutturulmuş ve düşmesi engellenmişti. İlk düşüşünde ağladıysa da sonraki düşüşlerinde artık ağlamaktan vazgeçmiş olmalıydı –ne tombul yanaklı yüzünde o tür bir ifade ne de iri gözlerinde yaş vardı.

“Bunu neden yapıyorsun?” diye sorduğumda cevabını biliyordum ama ondan, o incecik sesten duymak daha güzel, daha hoş olacaktı. Bir şey dedi çocuk, yanaklarını sıkmamak için kendimi zor tutuyordum -onun ağzından çıkan sözcüklerden sonra inanın çok zordu. Bir dakika. Ne demişti?

Neden oyun yaptın sorusunun cevabını herkes bilir; oyun yapmak oyun yapmak içindir. Mantıklı bir sebebi, bilinçli bir üreticiliği yoktur işte. Ben de birçok zaman yapmışımdır, yine yaparım. Evet, yaparım. Hiçbir amacı yoktur, eğlenmek, gülmek, aklına gelen bir şeyi yapıvermek ya da hissettiğin herhangi bir şey için tepkini neredeyse hiç düşünmeden gösterivermek dışında. Bu, bu küçük insancıkların –çocukların- hepsinde bulunan bir deliliktir. Çok sevimli bir delilik!

Yandan ayrılmış, Amerikan tıraşlı açık kumral saçları azıcık dağılmış olan çocuk hâlâ bana bakmaktaydı. Elimi uzattığımda, gözlerinden anlayabildiğim çok minik bir tereddütten sonra o da elini uzattı. El ele, yan yana o karabiber ağaçlarının yanından ayrılmak için yürümeye başladık. Yere düşen birkaç yaprak ve hafifçe kulağımıza fısıldayan rüzgârın dalından ettiği kırmızı çiçekler ayakkabılarımızın altında ezilirken çocuğun elini tutabilmek için eğilme gereksinimimi giderek kaybediyordum.   

Dalmışım. Gerçekten, ne demişti?                                                                                 


                                                                                                                                                   Elerki TAŞKIN

23
Şişedeki Mısralar / İçten Yansıyan Tanıdık Yabancılar
« : 18 Aralık 2009, 23:32:14 »
İÇTEN YANSIYAN TANIDIK YABANCILAR

Haplo’yum ben.
Var mı sakladıklarımı fark eden?
Bandajlarla sarılı olan vücudum mu,
Yoksa ruhum mu içten?

Lancelot’um ben.
Yetemiyor derinlerime bu beden.
Düşünüyorum da neden,
Kutsal ilan edilmişken…

Dagnarus’um ben.
İstemezsem olmayacak hiçbir şey
Toprağa eren.
Ölüm mü, ölüyü seven midir sevilen?

Nils Holgersson’um ben.
Bir kazın sırtında uçarken
Büyüdüm fark etmeden fakat
Küçüklüğümdür ısrarla kendisini özleten.

Gollum’um ben.
Zavallı bir ucube değilken
Adlandırıldım, yüklendirildim istemeden.
Neden ufacık bir adamdım, neden?

Ulduz’um ben,
Güzel kargaları seven;
Onları beslerken
Gözümü asla oymayacaklarını bilen.

Rand al’Thor’um ben.
Kapanmayan yaraları uyuşmuşken
Yapması gerekeni yapabilen,
En azından yapabileceğini umabilen.

Pukah’ım ben.
Saçma sapan nitelikleri
Çok terslikler celp eden ve
Yine de çalışıp ters teptiren.

Zifnab’ım ben.
Bilinmiyor neyin, kimin karışımıyım ama
Değiştiririm büyük tasarıyı minik minik,
‘Deyyus Eksi Makine’lerle, geldiğince elimden.

Rincewind’im ben.
Ölüme briç öğretebilen yoldaşlara şaşan
Ve kaçmaktan vazgeçmeye sürüklenirken
Nasıl da vicdanını hisseden!

Guy Montag’ım ben.
Ateşin içindeki semender,
Kendisinin yanmayacağını bilirken
Korkar bazı şeylerle alevi beslerken.

Heathcliff’im ben.
'Kötü'yüm birçok zaman.
Dışa vurabildiklerim ise hiç tutmuyor
Tutkularımın elinden.

 
         Elerki TAŞKIN

24
Düşler Limanı / Köy
« : 18 Aralık 2009, 03:31:25 »
KÖY

Hava, burayı her ziyaretinde sanki biraz daha erken kararıyordu. Bu süregelen durumun sebebi ise güneşin gün be gün daha erken batmasından kaynaklanamazdı. Zira Anadolu’da, saat öğlen ikide güneşin batmaya başlaması coğrafi bakımdan mümkün değildi. Nereden estiyse, her zaman bisikletiyle geldiği yolu yürüyerek kat etmişti bu kez. Hafifçe esen rüzgârla sallanan, köyün kenarları paslı tabelası, yol yorgunu Selim’e olanca sıcaklığı ve fazlasıyla kayda değer saygısıyla ‘hoş geldiniz’ diyordu.       

Selim’in gözlerinden Saksağan Köyü’ne bir bakış atalım. Burası için söylenebilecek en ‘aydınlık’ kelime ‘ürpertici’ olabilir. Öyle ki, sağınıza, solunuza; bir yüz metre önünüze baktığınızda göreceğiniz şey, hep aynı saman çatılı, gri tuğla duvarlı köy evlerinin doldurduğu, çatlamış topraklı bir manzara. Otuzdan fazla, yirmiden az olmayan; duvarlarında çıkıntılar, ufalanmalar görülebilecek evler. Camsız, karanlık pencereler, üzerinize dikilmiş, en az yirmi çift kapkara gözün bomboş bakışını hissettiriyor size. Bir köyde görmeyi bekleyebileceğiniz ahırlar, ağıllar, kümesler, hatta tarlalara hiç ihtiyacı olmamış gibiydi bu köyün. 

Yirmi metre ilerdeki ilk eve doğru adımlarını sıklaştırdı. Burada çok kalmayacaktı. Hava tamamen kararmamak için elinden geleni yapıyordu ama ondan da çok şey beklememekte fayda vardı tabi.

Diğer bütün evler gibi bu da karanlık gözleriyle dalgın dalgın ona bakmaktaydı. İtse kolaylıkla açılabilecek olan tahta kapısını tıklatmak üzere elini kaldırırken kapı aniden, sertçe açıldı. “Hoş geldiniz, Selim. Lütfen içeri buyurun. Ayakkabılarınızı çıkarmanıza gerek yok.” Ali’nin sesi her ne kadar fazla isterik gelse de, tamamen güvenilir biriydi. Önceki ziyaretlerinde de aynı konukseverliği göstermiş ve Selim’in kapıda, ayaküstü anlattığı her şeyi can kulağıyla dinlemişti. Sevdiği biriydi. Buradaki diğerleri de öyle, ama Ali’nin yeri farklıydı. O ilk evde oturuyordu. En yakın olanda.

İçeri girmek istemediğini, nitekim burada çok kalamayacağını söyleyen Selim iznini istedi ve hemen sağ taraftaki eve doğru yollandı fakat Ali’nin titreyen, isterik sesinin arkasından ona yönelttiği soru ile irkildi. “Bisikletinize bir tur binebilir miyim?”

Ali’nin daha önce hiçbir soru sormadığından emindi. Buradaki ‘kimsenin’ soru sormadığından emindi. Kaldı ki, bu sadece bir soru değil, aynı zamanda bir istekti de. Bir şey istediklerini de hatırlamıyordu daha önce. Neden şimdi? Nasıl cevap vereceğini bilemiyordu. En iyisi basit gerçeği söylemekti. “Bu sefer yayan geldim.” Ali’nin boş bakışları evininkileri taklit ediyordu. Cevabını yineledi Selim. “Bisikletle gelmedim bu sefer.”

Hıçkırıklar içinde ağlayan bir Ali’yi görmek aklının ucundan geçmezdi Selim’in. Koşarak evine giren Ali, açışının aksine, kapıyı neredeyse şefkatle kapadı ve ağlayışının sesi de evin içinde yitiverdi.

Hava birkaç saniye içerisinde kararmış olmalıydı, çünkü Ali’yi rahatlıkla görebiliyordu hemen az önce. Ama şimdi burnunun ucunu dahi göremez olmuştu. Birinin, zayıf ışık veren bir kandili bir anda söndürmesi gibi…

“Siz de böyleydiniz,” dedi Selim. “Siz de böyleydiniz.”


                           Elerki Taşkın          

25
Kurgu İskelesi / Gece
« : 16 Aralık 2009, 23:42:15 »
GECE

Masmavi gecenin içinde bir bölgeye hâkim olmuş gri pamuklar aralanırken, her yönden aynı yükseklikte duyulabilecek bir arpın dingin melodisi ilk daveti yapmış ve açık sarı ışınlar ufak su birikintilerinin üzerinde gizemli bir dansa başlamış. Bu tutkulu dans, birikintilerle buluşan tek-tük artçı küçük damlayı ufaktan büyüğe doğru, parlak, hipnoz edici halkalarla ritmine katmış. Gündüz ile ilgili hatıralar hiç olmamışçasına soğurulurken, dünya gecenin alaca renklerine tuval; arpın notalarının okşadığı bir diyar olmuş.

O gece, diyara bir peri ayak basmış ve büyüsünü yapmış. Sert, hırçın gündüzler yerine, kalbi kadar tatlı, sıcak ve aydınlık geceyi sonsuz kılmış.



'Biricik periciğime… Sonsuza dek…'



                                                                                                 Elerki Taşkın

26
Oyunlar / The Elder Scrolls IV - Oblivion
« : 16 Aralık 2009, 15:40:35 »
THE ELDER SCROLLS IV - OBLIVION

'Uyandığında, soğuk ve ıslak bir zeminde yatarken buldu kendini. Yavaşça ayağa kalktı ve bulunduğu yerin bir hücre olduğunu gördü. Geçmişi hakkında hiçbir şeyi hatırlayamıyordu. İsmini bile…

Ahşap bir masa ve taburenin dışında - bazı kuru kafaları, kemik parçaları ve yukardan sarkan paslı zincirler ile kelepçeleri saymazsak - boş olan hücresinin demir parmaklıklı kapısına doğru yürüdü. Karşıdaki hücrede bir drow volta atmaktaydı. Onu gördüğünde kırmızı gözlerini kısıp, alaycı bir ses tonuyla konuşmaya başladı.''Hey, emperyal! Ne oldu sizin şu engin yasalarınıza saygınız? Hah! Emperyal Hapisanesi'nde bir emperyal! Senden önce buradan çıkarsam karını bulacağım ve... Şuraya bak! Askerler geliyor. Senin için olmalı! He he he he.''

Kafasında, gerçek anlamda daha yeni yeni 'Neden?' ve 'Nasıl?'lar oluşmaya başlamıştı. Şaşkın bir durgunluk içinde beklemeye başladı. Askerler yaklaştı ve suratlarına baktığında hafif telaşlı bir ifadeleri olduğunu fark etti. Onu gördüklerinde, bu ifade yerini şaşkınlığa bıraktı.''Bu hücrenin boş olması gerekiyordu, Renault! Evet... Zamanımız yok! Geride dur ve tabureye otur mahkûm!''

Kapıyı açtıklarında şaşırma sırası ona gelmişti. Hücresinde şimdi dört asker ve asilleri bile kıskandıracak şekilde giyinmiş, yaşlıca bir adam duruyordu.'

                                                   ******

Oyunumuza başlarken Sims serisindeki herhangi bir insan yüzü tasarımı yaratma motorundan çok daha üstün bir tasarım bölümü, birçok ırkı kapsayarak kullanılmış.

Imperial ırkını seçip, karakterimi oluşturup oyuna başladığımda, yazımın başında hikâyeleştirdiğim olaylar gerçekleşiyor ve o asil adamın yüzüme bakmak istemesi ve rüyasında beni gördüğünü söylemesinin ardından birkaç soru-cevap ile onun Kral Septim olduğu anlaşılıyor.

Askerlerden birinin, hücre duvarları üzerindeki bir taşı ittirmesiyle gizli bir kapı açılıyor ve zindanların daha alt seviyelerine inen bir geçit çıkıyor karşımıza. Kralın da isteğiyle, yolumu kendim bulduğum ve askerlerle kralın yoluna çıkmadığım sürece aynı gizli kapıdan geçme fırsatı bahşediliyor. Devamını anlatmayayım da oynayacak olan arkadaşlar keyfini çıkarsınlar. ;)

Oyundaki en önemli şeylerden biri, her karakterin günlük işleri olması ve karşılaşacağınız her karakterin bağımsız, öylesine ortada dolaşmayan karakterler olduğunu görmeniz.Bir köylü,şehrin dışındaki bir tarlada çalışmaya giderken ona rastlarsanız yol üzerinde durup konuşabiliyorsunuz ya da siz olmasanız bile o tanıdığı birini görüp konuşabiliyor.Bunun haricinde bir diğer önemli şey ise grafiklerin son derece başarılı olması.Oyun oynarken bambaşka bir dünyanın güzelliklerini izlediğinizi hissedebiliyorsunuz.

Cyrodiil'in, yani başkentliğini 'Imperial City'nin yaptığı ülkemizin tarihi ile ilgili bilgi edinmek istiyorsanız çeşitli kütüphanelere gidip kitapları bulup okumanız mümkün oluyor.

Oyundaki her gelişmede, karakterlerle konuştukça ortaya çıkan ipuçlarıyla ve etrafta gezinen her karakterden alabileceğiniz bilgilere -kimisinden rüşvetle, kabadayılıkla almanız gerekebilen bilgileri kimilerinden sadece dedikoduyu sevmeleri sayesinde hemen söküp alabilirsiniz- konuşarak, evet gerçekten telaffuz edilen cümleleri duyarak -İngilizce dinlerken bir şeyler kaçıracağından korkan arkadaşlara söyleyeyim, İngilizce altyazı da geçmekte konuşmalar sırasında- ulaşmamız gerçekten güzel bir şey!

Ata binmek, harika görünen zırhlar ve silahlar, hem birinci hem de üçüncü kişi gözünden oyunu takip edebilme özelliği, maymuncukla kilitleri açmaya çalışırken ter dökmek, farklı boyutlara geçmek, muazzam bulmacanın küçük parçalarını bir araya getirmek ve muazzam bulmacanın parçalarıyla hiç alakası olmayan başka parçalarla uğraşmak...

Bilgisayarları kaldırabilen arkadaşların oynamasını şiddetle tavsiye edebileceğim, bence gelmiş geçmiş en iyi RPG oyunlarından biridir 'The Elder Scrolls IV - Oblivion.

Bilgisayar gereksinimleri ile ilgili bilgilere ve oyun hakkında daha çok bilgiye www.elderscrolls.com adresinden ulaşabilirsiniz.

Keyifli oyunlar dilerim. :)





27
BİLİNEN'İN ŞAFAĞI


GİRİŞ

Asir’in rayene binmeden önce Stanche İskelesi’nde afiyetle yediği soslu kalamarın görüntüsü, şimdi ağzına gelmek için can atan midesini hissettikçe, hiç de hoş bir imge oluşturmuyordu aklında. Yılankavi makine daha Pelakh İstasyonu’nda duramadan atlamasıyla midesini boşaltması bir oldu istasyonun taş zeminine. Boğazındaki yanmayla ayağa kalktı ve etrafında utanmasını gerektirecek kimsenin olmadığını görünce rahatladı. Büyük Monath bereket versin ki rayenlere –bir çeşit, hiç anlamadığı ve merak da etmediği büyülü-mekanik bir aksamla çalışan bu araca, raylarından çıkıp Kelkh Çukuru’na düştüğü son kazadan sonra güvenen çok kişi kalmamıştı ve bu da boş makineler ile boş istasyonlar demekti. Sadece, Bölge Loncası’ndakilerin giydiği açık gri ve koyu mavi ağırlıklı, asla alımlı görünmeyen kıyafetiyle etrafı temizlemekle meşgul yaşlıca bir adam ona ters ters bakıyordu. Duruma lanet eden birkaç kelime mırıldanarak istasyonun yakınındaki, Aekt Meydanı’na giden dar sokaklara açılan daha da dar bir sokağa daldı.

Harelk Moirtir denen, şehrin bu bölgesinde, eskiden içlerinde onlarca insanın yaşadığı, tıpkı Kelkh’teki yüksek binalara benzer binalar kimilerine göre dev bir sarsıntıda, kimilerine göreyse Edvar Monath’ın Hükmü sırasında birer toplu mezara dönüşmüş ve zamanla da bu dar sokakları oluşturan gri renkli, tozlu tepecikler halini almıştı. Tabi, bunlar birer efsaneden ibaretti sadece -o günlerden arta kalan, ‘harf’ denen bir çeşit rün düzeniyle yazılmış birkaç kağıtta rastlanılan bazı hikayelerdi bunları anlatan.

Asir, yirmi beş senelik kısa hayatının yarısından fazlasını işte bu yazıları, kağıtları incelemekle geçirmişti. Monath Loncası’nda bulunduğu ve yarısını da çırak olarak geçirdiği yıllar da bu zaman zarfına eş değerdi. Monath Loncası, Bilinen’de küçük yaşta ebeveynlerini kaybeden çocukları toplayıp onları Başlangıç’ı araştırmak için eğitmekteydi ve bu hep bu şekilde süregelmişti. Asir de, Bilinen’in Kuzeybatısında bir kent olan Traken’de, bir Sınır Görevlisi’nin çocuğu olarak doğmuştu. Henüz üç yaşındayken bir depremde yıkılan, yine Kelkh’teki ayakta kalmayı başarmış çok eski ve yüksek binalar gibi bir binanın altında kalıp ölen anne-babasının aksine kurtarılabilmişti. Çocukların yeterli olduğuna kanaat getirilene kadar loncanın Çocuk Evi olarak da bilinen Velad Arthir’e alınmıştı. On iki yaşına geldiğinde loncaya terfi ettirilen Asir zamanla çıraklıktan asıl öğrencilik mertebesine, yani monath’ir’liğe terfi etmişti.

Monath Loncası’nın araştırma binası Aekt Meydanı’na bağlanan Aekt’ir Caddesi’nin üzerinde peş peşe gelen dükkanlardan biriydi. Harelk Moirtir’den hızla bu caddeye doğru yolunu bulan Asir, önünde bulut dalgalarını yaran bir şimşeği betimleyen dev bir küre heykeli bulunan binaya –Pelakh’ın Monath Lonca Evi’ne- gelene kadar durmadı. Kapıyı açıp içeri girdiğinde ahşap masasında uyuklamakta olan V. Raa’Monath ‘Usta Denitz’i gördü… Uyuklamakta mı! Her ne kadar yetmiş yaşını geçmiş birisiyse de Usta Denitz’i, -Monath Lonca’sı Usta’sını!- uyurken görmek pek mümkün gelmiyordu. Eh, pek tabi eğer o uyurken yatak odasına girmeye cüret eden biri varsa neden olmasındı ama şurası kesindi ki çalışma masasında uyurken yakalanması bir ilkti. Ustasını uyandırmadan terden kokmaya başlayan ince yünden gömleğini çıkarıp yenisini giymek için arka taraftaki monath’ir odalarına doğru ilerledi koridorda. İki diğer monath’irle paylaştığı odasının kapısını açtığında Ehran’ı da uyurken buldu.

“Ehran! Bu saatte nasıl uyursun! Hiç de bir monath’ire uygun değil! Ya Denetçi Svobod görse! Hele çarşafı yere attığını…” Paylayan bir fısıltıyla çıkan sözleri arkadaşını dürtmek için yaklaşmasıyla gördüğü, ilk bakışta çarşafta kırmızı desenler gibi görünen kan lekelerini fark ettiğinde boğazında bir yumruyla son buldu. Tam da daha önce hiç yaralanmamış birinin paniğiyle bayılmadığına şaşarak içeriye, Usta Denitz’e koştu.

Raa’Monath, daha o koridoru aşmadan diğer uçta kendisini gösterdi. Yanında Denetçi Svobod da vardı. “Monath’ir. Giriş Odası’na git ve iki temsilciye Raa’Monath ve ben size katılana kadar eşlik et.” Binaya hızla geldiğini belli eden hızlı soluklara rağmen Svobod’un çelik çınlamasını andıran sesi ve buz mavisi gözlerindeki soğuk dinginlik biraz olsun Asir’i yatıştırdı. Biraz. Asir’in sersemlemiş vücudu dengesini bulmuş gibiydi fakat az önce gördüğü manzara midesini buruyordu. Zaten boşalan midesi neyse ki dışarı yollayacak pek bir şey bulamıyordu. Ona ne dendiği o an için fark etmezdi, konuşacaktı. “Usta Denitz! İçerde…”

“İçerde neyle karşılaşacağımızı biliyoruz, Asir. Bir ‘monath’ir’ gibi davran ve Oda'ya git.” Usta’nın sesi de Svobod’dan daha farklı çıkmamıştı. Çıraklık ünvanının üstüne basarak söylemesi ise gerçek bir etki etmişti. Hemen sakinliğini takınmayı başaramasa da deneyecekti. Bir monath’ir ise başarırdı.

Giriş Odası’ndaki iki kişi, otuz yaşlarında, Sad’Monath armalı, kısa kollu beyaz ceketleri olan Çıraküstleri’ydiler. Yaşlarına rağmen kırlaşmaya başlamış saçları ve taştan yapılmış yüzlerinde birer kaş çatış ile daha da sert görünüyorlardı. Soldakinin sert ifadeli bir maskeyle, çok büyük bir üzüntüyü gizlediği barizdi –tek eli pantolonunun sol cebinin olduğu noktadaki kumaşı sıkıp bırakmaktaydı, gözleri ise sanki balık tutan birini izleyen, ama olayla ilgisi olmayan birinin gözleri gibi bakmaktaydı. Öteki Çıraküstü’nün yüzü ise hiçbir şeyi saklamıyordu, nefretle çarpılıp sonradan sertleşmiş bir yüz ve kızarmış gözler… Baktıkları yön, odaya girer girmez görünmeyen köşedeki koltuğu işaret ediyordu –odaya girdiğinde ona dikkat etmemişlerdi- sağa baktığında koltukta yatmakta olan, yüzünün yarısı –yanmaktan olsa gerek-  mum gibi eriyip biçimsizleşmiş, kendi yaşlarında bir adamdı. Midesi bir kez daha ağzına gelmek istedi fakat önceden kusmanın getirdiği boşluk sağ olsundu… Onun da bir monath’ir olduğunu tahmin etti. Hayır, öyleydi. Kendisinin yanlış yaptığı bir şey olduğunda takındığı tavrı sezebiliyordu onda. Aynı zamanda o işi yaparken hiçbir hatası olmadığı bir durumdu galiba. Yüzündeki ekşi ifadenin sadece acıdan kaynaklanmadığı, içinde bunların da olduğu kesindi. Ayrıca sol bacağını da çok belli olmadan oynatmaktaydı. Koltuğa yatması Asir’i rahatsız etmişti. Durumu ne olursa olsun -eğer bir monath’irse- üstlerinin bulunduğu bir odada en fazla oturmasına tahammül edilirdi. Eh, yine de şu anki durum bir fark yaratıyordu herhalde…

“Üstlerimin yüksek kabulüyle,” dedi resmi izni isteyerek –‘yüksek’ kelimesini kendisi eklemişti, öteki türlü çok yalın geliyordu kulağa- ve iki sallanan baş oturmasını onayladı. Üstü dosyalarla dolu, az önce Usta’sının uyumakta olduğunu düşündüğü ahşap masayı sağ tarafında bırakan, yanık yüzlü adamın yatmakta olduğu koltuğun simetriğindeki sandalyeye oturdu. Hemen sonra Denetçi ile Raa’Monath odanın kapısında belirdi. İki Sad’Monath ve kendisi hemen ayağa kalktı ve Usta’nın hafif bir baş sallamasıyla yeniden oturdu. Svobod kısık bir sesle izin isteyip dışarı çıktı. Telaşlı değil, planlıydı.

Kapının kapanmasından hemen sonra V. Raa’Monath Denitz kamburluğuna karşın sandalyesinde dik duruyormuş gibi görünmeyi başarıyordu. Usta ayaktayken ne kadar yaşlı ve kırılgan görünüyorsa, oturduğunda, kelleşmiş kafasına ve ceviz kabuğunu anımsatan buruşuk esmer yüzüne rağmen, en fazla seksen yaşında göstermekteydi.* Çok ufak da olsa anlaşılabilen bir üzüntü ile konuştu. Doğrusu, odasındaki durum gözlerinin önüne gelince Usta’dan daha fazlasını beklerdi Asir. Yüzüne bir daha baktığında dışa vurulmaması gereken korkunç bir acıyla karşılaştı. Bu kadar saklayabildiğine gerçekten şaşırmıştı Asir. “Olan oldu. Ehran’ın ruhunu alan Sis dağıldığında, Gün geldiğinde aydınlıkta tekrar buluşacağız. Büyük Monath bize yolu gösterecektir.” Elbette iki Sad’Monath’a hitaben konuşmaktaydı. Parmaklarıyla masasını takırdatması başka zaman olsa Usta’nın sinirli olduğunu, rahatsız edilmemesi gerektiğini anlatırdı. Şimdi ise buna hüzün ve endişe de eklenmiş gibiydi, yüzünden neredeyse hiçbir şey anlaşılmasa da.


                                           !!!!!!
*Bilinen’in öncesiyle ilgili elde edilen bazı kesin olmayan bilgiler insan ömrünün ortalama yetmiş beş yıl olduğunu göstermektedir. Bazı Monath’ir’ler** Büyük Monath’ın, kısa ömürlerinin insanları fazla hızlı ve çoğu zamansa plansız yaşamaya, geleceği düşünmemeye ittiğine kanaat getirmesiyle ortalama insan ömrünü uzattığı –mevcut araştırmalar şimdiki ortalama insan ömrünün yüz otuz beş yıl olduğunu göstermektedir- görüşünü savunmaktadır.
**Monath’ir kelimesi her ne kadar Monath Loncası’nda öğrenci/çırak mertebesine erişenlere verilen bir unvan olsa da, lonca bünyesindeki her birey için de kullanılmaktadır.
                                            !!!!!!


“Svobod beni ayılttıktan bir süre geçene kadar her şeyi hatırlayamadım ama şimdi bir şey çok net.” Usta’nın sesinde bir titreme mi vardı? Öyleyse bile suratındaki ifadesizlik durumu toparlamakta diye düşündü Asir. “Ekşibiber ile bayıltıldım sanırım ama hemen öncesinde duymamı istedikleri bir şeyi söylediler.” Lanet olası midesi tekrar bulanmaktaydı! Ehran’ı öldürenlere içinden lanet okumaya başlayan Asir’in gözlerinden yaşlar boşaldı, hıçkırıklarını tutmaya çalıştı. “Dedikleri şey, sözde kâfirce araştırmalarımıza daha fazla göz yummayacaklarıydı.” Usta yüzünü buruşturdu ve önce Asir’e, sonra yatmakta olan adama baktı. Adam geldiğinde acıyla gözlerini sımsıkı yummuştuysa da şimdi rahatça uyumaktaydı. Adamın yanmış yüzü Asir’in tüylerini diken diken etti. Kendini sıkmaktaydı ve suratının hıçkırıklarını tutmaktan kıpkırmızı olduğundan emindi. “Tüm monath’irleri ve belki de Velad Arthir’dekileri bir süreliğine yollamamız gerekecek. Olağanüstü oturum için Mec’Edvar’da toplanmalıyız en kısa zamanda.” Yollamak? Her şey yavaşladı, sesler azaldı. Ta ki Asir’in gözleri kararana ve o bilincini kaybedene kadar. 

 
                  *******

“Nuen’den beri bu kadar ilginç bir çırak ile karşılaşmamıştım,” dedi Sad’Monath Hadas Gunas. “Çocuğun gözlemcilik için çok büyük bir yeteneği var.”

Bir başka Sad’Monath olan Valin Xedasz düşünceliydi. Nuen, Sad’Monath’lığa terfi etmiş en sıra dışı kişiydi kuşkusuz. Alnındakiler… Rayene getirdikleri battaniyelerin üzerine yatırdıkları bu oğlanın o tür şeyleri yoktu. Aslında fiziksel hiçbir garipliği yoktu. Yalnızca, neredeyse kimsenin göremeyeceği çok ufak farklılıkları sezebilme özelliği vardı. Bir kişi, suratının kendini ele vermediğini düşünüyorsa; sesi en ufak endişeyi dışa vurmak yerine o endişeyi kamufle ediyor sanıyorsa Asir’in yanında tekrar düşünmeliydi. Bu düşünce bile çocuk tarafından anlaşılabilirdi.

“Çocuğun ölmemiş olması bir şans. Lonca evlerinin neredeyse tüm çıraklarının –şans eseri evlerde bulunmayanları saymazsak- öldürülmesi…” Valin çok üzgündü. Onca genç araştırmacı… “Bunu ödetmenin tek yolu Başlangıç’ı çözmek olacaktır.”

“Ben bu konuda hemfikir değilim,” dedi Hadas kaşlarını çatarak. “Artık daha uygun, daha sert bir tepki vermeliyiz. Uydurma bir dünyanın uydurma düzeni yüzünden fazlasıyla bu küçücük Bilinen’e hapsolduk!”

Sakinliği her zaman bir pamuk ipliğine bağlı olan Valin’in karşı çıkmaması Hadas’ı şaşırttı ve -saçma gibi de gelse- hayal kırıklığına uğrattı. Bu, lanet rayen yolculuğunu biraz olsun renklendirebilirdi.

“Sence takip edildik mi?” Sesinde cevabını bildiği bir soruyu sormanın verdiği meraksızlık vardı Hadas’ın. Valin cevap vermekte gecikince devam etti. “Edildiğimizden eminim, ama tüm loncalar –özellikle Gölge Lonca- olaylardan haberdarken ve gözleri üzerimizdeyken harekete geçmeleri onlar adına intihar olur.

“Takip edilmemiz oldukça doğal. Her zaman için doğal. Bizi takip etmedikleri günü hatırlamıyorum, bu tür korkunç bir olay olmasa da ederler. Yeşiller bu konuda çok başarılı. Sinsi hareket etmek, genel davranışlarla şüphe uyandırmak ve daha sonra, olası şüphenin doğruluğunun kanıtlanmasını sağlayacak somut hiçbir şey yapmamak. Gözler üzerlerindeyken asla değil,” diye hem fikir oldu Valin.

“Mec’Edvar’da alınacak kararlardan çok geç haberdar olmak –seni bilmem ama- beni pek memnun etmiyor. Monath’irlerin zorunlu sürgünü ne kadar sürecek dersin? Tek bir monath’ir’e iki Sad’Monath… Pek de akıllıca değil gibi.” derken Valin’in sözünü kesti Hadas.

“Sakin olmalısın. Raa’Monath, tedbir kararına saygılı olunmasını ve uyulmasını ister. Usta Denitz’in en iyisini yapmaya uğraş verdiğini düşünmeliyiz. Güven, Çıraküstü Valin Xedasz, güven.”

Rayen, eskiden bir tepe olduğu belli olan, rayların önünü kesen kaya yığınına yaklaşırken yavaşladı. Yığının diğer yanında yeniden başlayan rayların üzerinde bir başka rayen onları beklemekteydi. Harelkir Midt’en İstasyonu’na varmışlardı.     


            ******

Rüzgar omuzlarına gelen uzun saçlarını oldukça havalı bir şekilde dalgalandırmaktaydı. Harika… Sokaklarından geçtiği her sabah birçok penceredeki hemcinsinin yaptığı gibi bu yakışıklı genci izler buluyordu kendini. Yeşil gözleri ve kuzgun karası saçları olan Daemir Doanesthi henüz yirmi dört yaşında olmasına karşın bir ‘sthosen’ olmayı başarmıştı. Hatta bir simgesi bile vardı! Kızıl Meşe Yaprağı. Meanet şefkatle okşadı kendi yakasına taktığı, yakuttan yapılmış, aynı simgeyi taşıyan broşu. Oğlan kendinden on sekiz yaş küçük olabilirdi ama bu ona hayran olmasına bir engel değildi.

Denas’ta son birkaç senedir sthosenler modaydı. İcraatlarında başarılı ve güzel terziler, karizmatik ve becerikli – kimi zaman becerikli olmaları gerekmiyordu- berberler, yakışıklı ve zengin – ikinci sıfat mevcutsa ilki olmasa da olabiliyordu- tüccarlar, sevimli genç kızlar ya da hiçbir işi gücü olmayan ama bir kitleyi bir şekilde kendilerine ‘hayran’ bırakanlar… Bu kişiler sırf insanları çeken auraları sayesinde ceplerini fazlasıyla doldurmaktaydılar. Bir terzi yakasında kendi simgesi olan bir broşu varsa, normalde alacağı ücreti beşe katlayabiliyordu ve onun takipçileri asla ondan başkasına iş götürmüyordu. Bunu başaran kişiler –erkeklerse- genellikle otuz yaş ve üzerindeki kişilerdi fakat Daemir bambaşkaydı… Okl D’tales’te Element Büyüleri öğrencisi olan bu gence birçok genç kızın yanı sıra annesi yaşındaki kadınlar dahi takipçi olmuştu! Peh! Meanet onun annesi yaşında değildi, o kadar! Lanet çocuk Bilinen’in en çekici yaratımı olmalıydı!
Tek başına, Denas sokaklarının küçük evlerinden birinde yaşamakta olan Meanet’in düzgün hatlı yüzüne parıltı katan bal rengi gözleri, hayranlık uyandıran sıcak gülümsemesini tamamlar, her insanda hoş bir hatıra bırakırdı. Neredeyse hepsinde. Gülümsemesine, dudağını yana bükerek alaycı bir çarpık gülüşle –Meanet öyle düşünüyordu- karşılık veren Daemir belki de sırf bu tavırlarıyla birçok takipçi edinmişti. Etrafta tanıdığı hiçbir kız, hiçbir kadın onu dilinden düşürmüyor, iç geçirmeden edemiyordu. Bundan ne kadar hoşnutlardı! Meanet de onlardan biri olmasına rağmen bir gün bunun aksini yaptırmayı, Daemir’in ilk adımı atmasını sağlayacak bir fırsat bulmayı diliyordu. İstediğinde hep öyle olmuştu.

Çocuk sokağın sonundan sağa dönüp görüş alanından çıktığında pencere kenarında oturduğu yerden kalktı ve boy aynasının karşısında kendini süzmeye başladı. Aynanın hemen yanındaki kil sehpanın üzerindeki tabloya baktı. Resimdeki kadın –annesi- kadar güzel değildi. Yaklaşık altı sene öncesinden beri annesinden haber alamamıştı -tıpkı ondan yaklaşık iki yıl öncesinden beri babasından da alamadığı gibi. O sene Denas Bölge Loncası’nın beşinci kişisi* durumundaki babası bir sabah lonca binasına gitmek için çıkmış ve bir daha kimse tarafından görülmemişti.


                               !!!!!!
*Bilinen’de bulunan tüm loncalardan farklı olarak bölge loncaları, yönetimde en üstteki kişiden en alttakine kadar söz hakkı sahibi üyelerden oluşur. Bölge loncalarındaki her üyenin bir numarası vardır ve o numara üyenin kıdemini, söz sırasını belirtir. Ortalama yüz elli kişinin üyeliğinin kabul gördüğü bu loncalarda Meanet’in babasının aldığı beşincilik, fazlasıyla takdir gören bir kıdemi belirtmektedir.
                               !!!!!!


Babasının kaybından sonra annesi, kaybolduğu geceye kadarki altı senesini –büyük büyük annesinden beri lanet bir gelenek olan terziliği bırakarak- Gölge Loncası’nda harcamıştı. Bir bayanın Gölge Loncası’na girmek istemesi çok nadir karşılaşılan bir durumdu, zira bayanların elinde herhangi bir silah görüldüğünde çok yadırganır ve Edvar Monath’ın öğretilerine göre kötü şans getirdiği söylenirdi –hiçbir zaman o öğretilerle işi olmamıştı ve doğruluğunu bilmiyordu. Annesinin onlarla nasıl bağlantıya geçtiği sorusunun cevabı ise asla tahmin edemediği bir şeydi!

 Gölge Loncası, Bilinen’de düzeni sağlamak amacıyla kurulmuştuysa da Meanet henüz onların bizzat işlediğini hiç görmemişti fakat genel olarak korkulan, saygı duyulan ve çok nadiren küçümsendiğine rastladığı bir loncaydı.

Altı sene… Babasının onunla çok ilgilenmiş olduğunu söylemesi çok güçtü ve onunla birlikte geçirdiği zamanlara eşdeğer anıların da hafızasında çok az yer tutması, baba özlemiyle gözlerinin dolmasına engel olabilirdi, ama ya annesinin kaybolması? Gölge Loncası ile bağlantıya geçememek ve annesiyle ilgili hiçbir soru soramamak bu altı sene boyunca yavaş yavaş yalnız kaldığına ve bu durumla yaşaması gerektiğine işaret eden, onu buna iten bir alışma süreci olmuştu. Yine de… Gözleri yaşlarla dolmuştu işte. Bu güne kadar neden bir şey denememişti? Neden sadece Bölge Loncası’nın onunla ilgilenmesi, onun geçimini karşılaması yeterli olmuştu? Artık uyanmalıydı. Korkacak neyi vardı ki!

Kapının tıklatıldığını duydu. Muhtemelen Bölge Loncası’ndan düşük kıdemli biri Meanet’in haftalığını vermeye gelmişti. Kapıyı açtı ve evinin sokağında daima esen rüzgarın kaldırdığı tozun oluşturduğu ufak çaptaki sis dışında hiçbir şey göremedi. Kapıyı kapayıp aynanın başına, oturduğu yere geri döndü.

“Öhhö öhhö! Öhhhhhhhhöö! Hiç nazik değilsin, sayın hanımefendi! Boğazım kurudu tozdan… öhhöö! Bir bardak su verir misin, sayın hanımefendi?”

Meanet şaşkındı ve korkmuştu. Aynadan baktığında, hemen arkasında çok şişman –fazlaca şişman- bir adam beliriverdi. Yoktan var olmuştu! Yaşadığı şokla bir çığlık attı ve hemen ardından bayıldı. Yere düşmesini engelleyen şey ise şişman –çok şişman- adamın onun kollarından yakalayan kalın parmaklı, küçük elleriydi. “Herkesin bayılması moda oldu he! Zaten her şeyi moda yapıyorsunuz siz, sayın hanımefendi ve saygıdeğer Bilinen ahalisi!”


 
I.BÖLÜM

Kelkh’in ve Bilinen’in en yüksek ve her an yıkılabilecekmiş hissi veren görüntüsüyle de pek yanına yaklaşılmayan kadim binası olan Binar’kdelen bile Bulut Kubbe’ye değemeyecek kadar alçak kalıyordu. Binanın tepesine çıkmaya cesaret eden kişiler, oradan rahatlıkla tüm Bilinen’i görebildiklerini iddia ederler. Gerçek ise onların abarttıkları kadar olmasa da –en azından- buna yakındır. Kelkh’in tümünün ve Denas’ın meşhur Stanche İskelesi’nin görülebildiği Binar’kdelen’den görülemeyecek kadar uzakta olan yerler de vardı Bilinen üzerinde. Bunlardan biri de Bilinen’in güneydoğu sınırının dibinde kurulmuş olan Nimeda idi. Diyardaki diğer şehirlerin Bölge Loncası yönetimlerinin aksine burası tek bir kişinin iradesi –Padiza- ile yönetilmekte ve diğer şehirlerden izole bir yaşam vaat etmekteydi. Tam da kaçak bir lonca üyesine göre.

Eski bir Sad’Monath olan –monath’irlikten terfisinin daha ikinci haftasında ortadan kaybolması onun bu unvanını elinden almıyordu- Nûen, hem fiziksel farklılıkları hem de ‘garip’ davranışlarının kendisine çok sorun çıkaracağını hissetmişti. Burada, herkesten uzak, bakışlarıyla, karşı tavırlarıyla kendisini rahatsız edeceğini düşünmediği canlılarla, hayvanlarla, yaşayabileceğini düşünmüş ve Nimed’Midt –Nimeda Tepesi- Ormanı’nda münzevi bir hayata başlamıştı.

Nimed’Midt Ormanı’nın bir başka özelliği ise sınır görevlilerine gerek duyulmayan Kubbe sınırının güneydoğu şeridini oluşturmakta olmasıydı. Nûen’e göre orada, o yoğun sisin içerisinde onu çağıran bir şey vardı.

İşte bu çağrıyı artık reddedemeyen Nûen, ormanın derinliklerinde, ağaçların giderek seyreldiği Kubbe sınırında buldu kendini. Ağaçlar bile sisten kaçarken neden o sisin içine girmek istiyordu ki? Nimeda’ya gelip ormanda yaşamaya başlayalı yalnızca iki sene olmuştu ama –yapacak başka bir şeyi de olmadığından- her yerini devamlı gezme ve burada yaşamayı öğrenme fırsatından bolca bulmuştu. Ormanın neredeyse her yerini biliyordu artık. Buna rağmen bu, sınıra üçüncü gelişiydi ve önceki iki ziyaretinde de aynı çekimi hissetmişti. Hayır. Bu sefer farklıydı. Oraya –her nereyeyse- gidecek ve neyi bulması gerekiyorsa bulacaktı.       

İlk adımını attı. Sis görünmez ellerle onu kavramaya başlamıştı bile. İki ve üç… Vücudunu ter basmıştı. Artık sisin içindeydi ve şimdiden geldiği yerin hangi yön olduğunu unutmuştu. Ilık ve yapışkan sis tüm vücudunu yutuyor; aldığı her nefes balıkların suda nasıl yaşadıklarını bir şekilde açıklıyordu sanki ona. Hava, Bilinen’in sınırlarını geçince iyice ağırlaşmıştı. Diyarı saran Bulut Kubbe’nin en sakıncalı yanlarından biri de bu olsa gerekti. Nefes almak zorlaşıyor, gözleri açık gri bir pus kaplıyor ve bunların eşliğinde tüm yön duygusu yitiriliyordu. ‘Bir şeyler bulabilmeliyim... Bir şeyler olmalı!’

O güne kadar sınırı aşıp, Kubbe’nin yeryüzü ile birleştiği kısmı araştırmaya çıkan hiç kimse geri dönememişti. Bu da elbet çeşitli efsanelere, sis hakkında, geceleri çocukları korkutmak için anlatılan birçok hikayenin oluşumuna yol açmıştı. Bunlara -sınır görevlilerinin de eklediği detaylar sağ olsun- ‘belli aralıklarla duyulabilen garip uğultular’ söylentileri de eklenince ‘sisteki hayaletler’ hikayeleri çok popüler olmuştu. İşte tam şu an duymakta olduğu şey de bu olsa gerekti Nûen’in. “Ah, seni unutmuşum, Szika,” dedi nemden sırılsıklam olmuş gömleğinin bol cebinden, nefes alabilmek için kafasını çıkarmış olan uçan sincaba hitaben.

Szika yavaşça omzuna tırmandı ve tıkırtıya benzer mırıltılarıyla Nûen’e yalnız olmadığını hatırlattı. Birkaç adım sonra dengesini kaybeden Nûen, çamur olduğunu tahmin ettiği vıcık vıcık bir şeyle kaplı olan yere kapaklandı. Tam o sırada, sisteki uğultuların kesildiğini fark etti. Tüyleri diken diken olmaya başladı ve onu bir iblismiş gibi gösteren, alnındaki iki ufak boynuzu –doğuştan gelen, Monath Loncası’nın Velad Arthir kısmına alındığında ailesinin bilinmemesinden ve kendisinin de bunu anlayamayacak, hatırlayamayacak yaşta olmasından dolayı kimsenin nedenini bilmediği bir fiziksel özellik- sızlamaya başladı.  Omzuna pençeleriyle sıkı sıkı tutunmuş Szika’nın mırıltıları tehditkar bir hal almıştı.

Nûen’in iki adım daha atmasıyla uğultu geri geldi. Bu seferki kulağının içine işliyor, beynini uyuşturarak onu büyülemeye çalışıyordu sanki. Yürümeye devam ettikçe uğultu çoğaldı ve koyu gri sisin içinde ışık saçan bir siluet belirmeye başladı. Çok zarif, narin çizgilere sahip, hayran kalınacak cinsten bir yaratıktı bu. Sisin içinde görebildiği tek şey oydu. Engin bir nem denizi içinde küçük bir ışıltı… Nûen’i kendine çekiyor, onu çağırıyor, onu istiyordu. Uğultu bir çeşit müziğe dönüşmüştü. O kadar harikaydı ki…

Bir anda uğultu kesildi ve o yaratık –her ne idiyse- yok oldu. Nûen, acıyan kulak memesini tuttu ve akan sıcak sıvıyı hissetti. Szika’nın ısırığı bir şekilde onun bilincini yerine getirmişti. Geride kalmıştı o hipnoz anı. Kendini hiç bu kadar…’uyuşuk’ hissetmemişti. Hayatında belki de ilk kez bu kadar heyecanlanmıştı, gözlerinin seğirmeye başlaması da bunun kanıtıydı –bu derecede fiziksel bir zayıflığı göstermezdi. ‘Eh, vücut direncime olan güvenim de burada azalmaya başlamalı. Dikkatli olup ne bulmam gerekiyorsa bulacağım.’

Yürümeye devam etti. Bir adım daha atmaya hali kalmayana kadar… Bir adım, bir adım daha… Artık attığı her adım onun iradesi dışındaydı. Son bir adım ve sonra…

Hafifçe esen rüzgarlara alışıktı. Özellikle eski görev yeri olan Denas’ta, neredeyse devamlı esen rüzgar belki de Bilinen’deki en hoş hissi uyandırıyordu. Ama burada korkunç bir şey vardı! Bu çok…’güçlü’ bir rüzgardı. Öyle ki eğer yere sağlam basmasa onu uçuracak cinsten! Şoku atlattıktan sonra ancak farkına vardığı şey aşağı bakmakta olan gözlerinin açık gri yerine açık kahverengi toprağı görüyor olmasıydı. Geri mi dönmüştü? Kıkırdayan bir ‘uğultu’ duyup sesin geldiği tarafa baktığında, bir an için sisin içindeki o zarif siluetin sahibini görebildi ve etrafına bir daha baktığında hemen birkaç yüz metre ilerde yeni bir sisin başladığını fark etti. Ürperdi ve boynuzları sızladı. Szika bile pençelerini tüm gücüyle gömleğine geçirmiş, omzunda sinmişti. Çaresiz, uzun süredir ağzından çıkmayan sözleri söyledi ve çıkan güçsüz, titrek sesi, içinde bulunduğu durumu kendisi için daha da güçleştirdi. “Büyük Monath’ın adıyla… Büyük Monath’ın adıyla…” 


            ******
DEVAM EDECEK…

28
Kurgu İskelesi / Ateş Toprakları
« : 15 Aralık 2009, 20:17:43 »
GİRİŞ

Solina kıyılarının her bölümünü mesken eden ve mevsimler değiştikçe kıtanın yaşamaya daha uygun kıyılarına açılan kaplumbağalar, Solina’daki gezginlerin ve çok görmüş-geçirmiş kişilerin simgesiydi. Yaşlı Juanis’in gezgin olduğunu söyleyebilecek kuzey ülkeleri insanları, dünyadaki herkes için gezgin sıfatını kullanabilir olmalıydı. Juanis devamlı okurdu. Solina kıtası insanının (Ateş Toprakları’nı Solina’dan ayrı tutmak lazım. Kuzeyliler güneylileri çoğu zaman yok saymayı tercih eder.) yerinde durmak bilmez, devamlı bir hareket içinde olma isteği, yeni manzaralara düşkünlüğü, okumasına engel bulacağı bahanelerden bazıları olabilirdi. Juanis için kulübesi, bir kaplumbağa için kabuğu neyse oydu. Barınağını, tıpkı bir kütüphane gibi tasarlayan, ona gözü gibi bakan ve neredeyse içinden hiç ayrılmayan Juanis, Ateş Toprakları’nın gelmiş geçmiş belki de en büyük gezginiydi.

Geçen yaz kuzeyden birçok maceracının ve tüccarın burayı ziyaretine elvermişti. Genç olmasına rağmen saçlarında ak teller belirmiş bir takasçının elden çıkarmak istediği bir sandık dolusu ıvır-zıvır -  kuzeyliler kitaplar için bu ismi tercih ederlerdi – Juanis’in kütüphanesi için yeni bir hazine olmuştu. Sandıktan çıkan kitapları konularına göre teker teker raflarına dizerken bir yandan da okumak için öncelik vereceklerini seçiyordu. El attığı onuncu kitaptı ve şu ana kadar iki kitap seçmişti. Biri, kuzeydeki antik tapınakların en eskilerinden biri olarak bilinen Merinde Tapınağı’nı konu alan, aynı isimde bir kitaptı, diğeri ise bugüne kadar benzerine fazla rastlamış olmadığı, Okyanus’un üzerindeki tek kıta olmadıklarına dair varsayımlar içeren Uzaklar ‘dı.

Yaklaşık otuz kitap daha raflardaki yerini bulduktan sonra, öncelikli kitaplar arasındaki en ince kitabı, bir solukta bitirmeyi düşünerek aldı eline. Uzaklar. Gün, kulübesini az da olsa ısıtan cılız aydınlığını yitirirken, eskimiş minderlerine karşın rahat olan koltuğuna oturarak üzerine yün battaniyesini çekip okumaya başladı. Gecenin ilerleyen saatlerinde, elinde Uzaklar‘la uyuyakalan Juanis birçok rüya gördü. Uyandığında hatırlayamayacak olsa da, bir yerlere not etmesi gerektiğini düşünecek kadar farklı olduklarını bilecekti.         
 
                                  ******

‘Ateş Toprakları’. Sıcakkanlı bir halkın doğasına tezat oluşturan bir coğrafyaya sahip olan bu bölge Solina kıtasının en güneyinde yer alan Turkuaz Takımadaları’nı ve Solinanın Tabanı’nı kapsıyordu. Kimilerine göre burası, dünyada insanların yaşamayı isteyebileceği son yerdi  – ki bu ‘kimileri’ , yaşayanlar olduğunu bilseler de varsaymayı günlük hayatlarında reddederdi.  Güneylileri vahşiler ya da çılgınlar gibi kelimelerle tasvir ederlerdi. Güney o kadar soğuktu ki… Kısa maceralar yaşamak istemedikçe ciğerlerine buz solumaktan kaçınırdı herkes.

Ateş Toprakları, tüm olumsuz şartlarına rağmen, -eğer mümkünse- buzu bile üşütecek soğuğu kendi kaynayan kanlarını ıslah etmek için kullananların tercih ettiği bir bölge olmuştu. Bu tercihi yapan kişiler Ateşçiler olarak bilinirdi. İsimlerini, yaşadıkları yerden almamış, aksine, isminin ateş gibi yakan buzul soğuğundan geldiği düşünülen bu bölgeye isim vermişlerdi. Zira onlardan önce orada yaşayan kimse olmamıştı. Dayanılmaz kış gecelerinde yaktıkları devasa ateşler, geceleyin bu bölgenin, Okyanus’un üstünde cayır cayır yanan, parlayan bir leke gibi görünmesine yol açmaktaydı.

Birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılayarak geçinen Ateşçiler çok farklı ve acil bir durum olmadığı sürece birbirlerinden ayrılmazlardı. Bölgede toplu yerleşim birimi olarak sadece beş tane köye rastlanılabilmesi de sayılarının ne kadar az ve birbirlerine bağlı olmaya muhtaç – ya da alışık - olduklarının en büyük kanıtıydı.

Beş Ateşçi köyünün en büyüğü, aynı zamanda en fazla insanın yaşamakta olduğu Usha’ydı. Okyanus’a paralel ve sıralı şekilde uzanan dağlar olan Şeritler’ın doğu kısmında kalan dağların güney yamaçlarında, Okyanus’un buzul kıtacıkları ile dolu, turkuaza çalan suyuna bakan alanda kurulmuş olan köyün her sokağında, bugün, gün vakti için bile azımsanamayacak sayıda insan vardı. Hepsi balık pazarında takaslarını gerçekleştirmek için avaz avaz bağırarak pazarlıklarını yapmaktaydı. 

Bir kasa dolusu balığı fazlasıyla zorlanarak taşıyan, deri ve kemikten ibaret bir genç, doğudakiler kadar iyi görünmediği ortada olan pazarın batı kolundaki tezgâhlara doğru yönelirken artık kasayı yere bırakmış, sürükleyerek ilerliyordu.

Sardja çocuğu gördüğünde ayağa kalktı. Tezgâhın sahibi, işler kesat olmasına rağmen sinirli görünmüyordu ve çocuğu dövecek olmasının tek nedeni, geç gelmenin de tüm yanlışlar gibi bir cezası olması gerektiğiydi. ‘Lanet çocuk. Sanki bunu yapmaktan zevk alıyormuşum gibi… Suratıma nasıl bakacağını bilmesem her şey daha kolay olurdu.’

Dan, kasayı son bir gayret hırıltısıyla tezgâhın yanına bıraktıktan hemen sonra,geç kaldığını bilen, hüzünlü kabullenme - af dileme ve yine de cezasına razı olma – bakışını Sardja’ya dikti. Tezgâhın yakınındaki herkes işlerinin başında, yarı umursamaz yan gözlerle onları izlemekteydi. Herhangi bir şey yapmamasının anlamı, işe yaramaz çırağına ceza vermekten aciz, duygusal bir balıkçı olarak – kahretsin ki öyleydi - itibarının zedelenmesiydi. Onu, son ağı toplaması için teknede bırakmış ve günün ilk ışıklarıyla tezgâhını olması gereken yere kurmuştu. Bu, bundan beş saat öncesi demekti ve mazeret bulması çok zor bir zaman dilimiydi. ‘Beceriksiz aptal!’ 

Çocuğa yaklaşırken, balık lekeli yeşil yün pantolonu çocuğun getirdiği sandığa takıldı. Normalde bu tür bir şeye aldırıp adımını kesmezdi ama bu olay kısacık bir süre için bakışlarının sandığa kaymasını sağladı. Ne gördüğünden emin olmak için daha dikkatli bir ikinci bakış attı. Sandık, siyah pullu gecebalıklarıyla tıka basa doluydu. Evet. Bu, cezayı vermekten kurtulmak için güzel bir bahane olabilirdi. Çocuğun şansı beceri olarak gösterilebilirdi. Yalnız, sandıkta asıl gözüne takılan şey başkaydı. Hayatında hiç görmediği bir nesne… Metal gibi parlamaktaydı ama ne olduğunu anlayamayacağı, yuvarlak ya da tam köşeli olmayan bir şekli vardı. Onu bu kadar çok gözün önünde ortaya çıkarmanın istediği bir şey olduğunu sanmıyordu. Etraf normalde olduğundan çok daha kalabalıktı ve bu zaten az insanın arasında mesleklerini yaparak kendilerini geliştirmiş çöpparmakların daha cüretkâr olacaklarının habercisiydi. Kasadaki balıkları kontrol etmek bahanesiyle eğilip nesnenin kara pullar arasında kaybolmasını sağladı.

Sert görünmeye çalıştığında Sardja’nın mimikleri onu kızgın olmaktan çok –eğer kelime buysa- dalgın ve belki de komik gösterirdi. “ Yeterince iyi iş çıkarmışsın evlat. Sana bu seferlik ceza veremeyeceğim kadar iyi. Bundan sonra sana verdiğim işlerde elini daha çabuk tutmanı söylememe gerek olmadığını biliyorsun.” ‘Yeterince sert olamadım.’

Sardja dudağını büzdü. O nesne sandıktayken balıkları çocuğun tezgâha yerleştirmesine izin veremezdi. Dan’e başka bir görev vermesi gerekiyordu. Çocuğu tuz alması için köyün öteki ucundaki bir dükkâna göndermeye karar verdi. Çocuk gittiğinde bugün her işi kendisinin yapması gerektiğini sesinin hoşnutsuz çıkmasına özen göstererek, yüksek sesle mırıldandı. Balıkları dizerken eline gelen sert nesneyi hemen cebine atmak istemişti ama nesne ıslak elinden kayıverdi. Yere düşmeden yakalamaya çalıştı.

Yakalamayı başardığında nesneyi bir an, daha yakından görme fırsatını da yakalamış oldu. O küçücük anda nesnenin gümüş benzeri bir maddeden yapılmış, daha önce, Arijian’da gördüğü çok büyük bir gemideki topların küçük bir kopyasını andırdığını düşündü. Bir biblo gibiydi. O küçücük an… Başparmağı yanlışlıkla bir mekanizmayı harekete geçirdi. Martıların hepsinin havalanmasına ve herkesin başlarının o tarafa dönmesine yol açan bir ses duyuldu. Ağzında kan tadıyla yere düştü ve gökyüzünün siyaha çalmasını izledi.


I. BÖLÜM 

Koyu kahverengi saçlarını dağıtan rüzgâra yüzünü dönen Videlath Gemi’nin sancak tarafına doğru yürüdü. Ela gözleri tahta zeminde, iki gün önce kaybettiği bakır meteliği aradı. ‘Tahtakuruları çürütsün seni! Bu genişlikteki bir geminin her yerinde düşürmüş olabilirim. Hatta, belki de çoktan denizi boylamıştır!’   

Videlath’ın ikinci kaptanlığını yaptığı keşif gemisi – Gemi - yaklaşık üç aydır yeni kıtanın açıklarında beklemekteydi. Memluth’un uzgörü büyüsüyle kontrol ettiği kadarıyla Gemi’nin asla görüş alanlarına giremeyeceği kadar açılan birkaç balıkçı teknesi haricinde su üstünde onlardan başkası yoktu. Onların üç ay boyunca görülmemesinin sebebi yerlilerin suyla pek ilgili olmamalarıydı. En azından, uzaktaki bir gemiyi fark edecek kadar.

Devasa gemi her türlü ihtiyacı karşılayacak şekilde tasarlanmıştı. Erzak konusunda bir sıkıntı çekmiyorlardı. Yanlarında getirebilecekleri kadarını getirmişlerdi. Bunun yanında, bu sularda daha önce hiç görmedikleri siyah pullu, etine dolgun ve lezzetli balıklar ile at arabası büyüklüğünde kaplumbağalar yaşamaktaydı. Çevredeki yarı buzul adalarda da sulu ve tatlı bir meyve veren garip bir kaktüs türü yetişmekteydi. Su ihtiyaçlarını ise Memluth’un yaptığı bir büyüyle deniz suyunu arındırarak karşılıyorlardı.

Büyünün hükmünü bilime bıraktığı son on yılda her şey değişmişti. Memluth sarayda el üstünde tutulan, Ardiath Manas’ın en önemli büyücülerinden biriydi. Sarayda oldukça neşeli biri, askerleri arasında ise son derece suratsız bir moron olarak tanınmaktaydı. Videlath önyargıdan hoşlanmazdı ve onun aklındaki büyücü biçimine uymayan kısa bir sakalı olduğu haricinde Gemi’de bulundukları süre içerisinde başka bir izlenime sahip olamamıştı. Cüppeli, yaşlı bir büyücüydü işte. Tabi, yaptığı büyülerle oldukça işe yaradığını var saymazsa… Vverfeth ve Synath kıtalarında hiçbir büyücünün onun yetenekleriyle boy ölçüşemeyeceği söyleniyordu. Ta ki Manas Kılıçları’na komuta ettiği Delvyn Illuth Savaşı sonrası Yeni Çağ’a girilene kadar... Ardiath Manas’ın Delvyn Illuth’u topraklarına katmak için açtığı savaşın galibi baştan belliydi. Kılıç ve büyü kullanımındaki ustalıklarıyla bilinen Manas Kılıçları ve hatırı sayılır sayıdaki atlı kuvvetler, büyücülerini tutuklatmayı bir şekilde başarmış olan (Neden ve nasıl tutukladıklarını kimse anlamamıştı.) Illuthlulara ezici bir üstünlük sağlayacaktı.

Herkesin düşündüğünün aksine, cehennem zebanileri gibi ortaya çıkan korkunç makine-adamlara karşı verilen savaşta yirmi bine yakın kişiyi kaybetmişti Manas. Savaş sonrasındaki on yıl boyunca Illuthlular ‘makine-adam’larla ilgili her söyleneni yalanladılar. Onlar etten ve kemikten insanlarla topraklarını savunmayı ve savaş sırasında deliren Manas’lı bir büyücü tarafından dev bir ateş topuyla patlatılmadan savaş meydanından kaçmayı başarmışlardı. Deliren büyücü bir muamma olabilirdi, onun dev ateş topu ve ateş topunun tüm kanıtları silebilecek olması da. Ama on sene boyunca da bunun aksini ortaya çıkarabilecek bir şey kaydedilmemişti.

Savaş sonrasında tüm bilinen kıtalardaki büyücülerin yeteneklerinde bir körelme olmuştu. Basit şeyleri yapabiliyorlardı ama bir savaşta işe yarayabilecek hiçbir şey ellerinden gelmez olmuştu. O eski kudretleri yok olan büyücüler saraydaki ve sosyal alandaki mevkilerini yavaş yavaş, kendilerine bilim adamı ya da teknisyen diyenlere bırakmışlardı. 

 Savaş meydanından kaçıp komutayı ‘yaşayan ve savaşmak isteyen herhangi biri’ne bırakan Memluth’un elinden her şeyi alınmıştı. Zaten büyüsünü kaybetmeye başlayan büyücünün sürgün edilmesi beklenirken kralın yeni bir planında yer alması buyrulmuştu. Savaştan sekiz yıl sonrasına kadar insanoğlunun elinden çıkan bugüne kadarki en büyük gemi inşa edilmişti. Gücünü hızla yitirmekte olan Ardiath Manas, Kral Magdath’inne’nin istilacı ruhunu doyurması için kalan son gücünü bu devasa gemiye harcamıştı. Ele geçirilebilecek ve zenginlikleriyle güç katacak yeni kıtalar keşfedilecekti.

Videlath içini çekti. Mavi Güçler ’deki eğitimi boyunca tarih derslerinden ayrı bir keyif alırdı. Şimdi, o derslerde fazlasıyla ve aşağılanarak adı geçen Memluth’la aynı gemide yeni bir tarih dersi – hatta coğrafya dersi - konusu yaratacak keşfi yapmışlardı. Yolculuk boyunca ona en iyi arkadaşlığı yapan Sneja depo çukurundan güverteye ayakbastı. Beassar ırkı erkeklerinin çoğunlukla tercih ettiği şekilde siyah saçlarını yağlayarak arkaya doğru şekillendirmişti. Top sakalı, ırkının özelliği olan çok keskin yüz hatlarına biraz olsun yumuşaklık katıyordu.

 Elinde iki bardak brendiyle yanına yaklaşan beassara döndü. “ Keşfimiz Manas’a bildirileli üç ay geçti. Yeni kıtaya keşif ekibi yollamamız için izin almamızı gerektirmeyecek kadar çok adamımız var. Kaldı ki aylar süren bir yolculuk sonrası beklenen bir üç aydan bahsediyoruz! İsyan çıkmadığına dua etmeliyiz! Bence bize söylemedikleri bir şeyler var. Birkaç vahşi hayvan ve belki yerliler dışında karşılaşacağımız başka bir tehlike olmayaca…”

“Dostum, sakin olmalısın. Er ya da geç zamanı gelecek.” Üç ay… Sneja ile adeta rolleri değişmişlerdi. Şimdi onu sakinleştiren beassardı. “Zaten sabırlı biri olduğun söylenemez ama ırklarımız düşünüldüğünde benim daha sabırsız olmam gerekirdi. Bunu söyleyen sendin.” Gülümsedi ve scat oynayan birkaç kişinin sesinin geldiği yöne doğru baktı. Brendiden bir yudum aldı ve oynamak için sabırsızlandığını belli eden bir surat ifadesiyle Videlath’a döndü.  “Şundan bir-iki yudum al ve kendini iyi hissettiğinde zara gel.“ Sneja buz mavisi gözlerinden birini kırpıp scat oynayan mürettebatın bulunduğu masalara gitti.

Mavi Güç’te Videlath’ın öğrenmekte en çok zorluk çektiği şey sabırdı. Yolculuk boyunca kendisini tutmuştu. Aylarca birbiri üstüne gelen mavi şafaklardan sonra bir sabah karayı görmek tüm mürettebat gibi kendisini de rahatlatmıştı. Ama beklemek gerçekten ona göre değildi. Hiçbir şey yapamayacağını bilse de harekete geçmek istiyordu.

Düşünceleri içinde kaybolmuş, Gemi’de yürüyüşe çıkmıştı. Memluth’u gördü. Karamsar bir yüz ifadesiyle, etrafının hiç farkında değilmişçesine kendi kendine konuşuyordu. Videlath durdu ve kamaraların hemen girişinde bulunan iki devasa fıçının arkasına saklandı. Gözlerini iki fıçının arasından Memluth’a sabitledi. Mürettebat bu sabah da burada geçirdikleri her günün sabahındaki gibi uyuyordu. Sadece geçen geceden alkolün etkisine fazla girmemiş olanlar oyun oynamak için ya da geminin olağan ihtiyaçlarıyla ilgilenmek için ayaktaydı. Kamaraların giriş kısmındaysa kendisi ve Memluth dışında kimsenin olduğunu sanmıyordu.

Memluth’un sesi aniden yükselmeye başladı. Suratı çarpıldı ve haykırmaya başladı. Haykırdığı kelimelerin bir anlamı vardıysa da Videlath’ın anlayamadığı kesindi. Memluth isterik kahkahalarıyla pruvaya doğru koşmaya başladı. O da aynı hızla peşinden gitti.

Koşmaya başladığında yanında daha iri bir adam da ona katıldı. O an Memluth’un konuşmalarına sadece kendisinin tanıklık etmediğini anladı. Kaptan Maglith ondan daha yapılı ve hızlıydı. Ondan önce Memluth’a yetişti ama buna çoktan gerek kalmamış gibi görünüyordu. Uyanık mürettebattan en az on kişi Memluth’u yakalamak için önünde belirmişti bile.

Memluth’u çevrelediler ama yakalamak içim hemen harekete geçmediler. Ne kadar gücü azalmış olsa da o yine de bir büyücüydü ve her şeyden önce Manas Kılıçları’nın eski komutanıydı. Cüppesinin sağ cebinden üzerine oniks kakılmış altın bir yüzük çıkardı. Bakışları tamamen bilinçsiz bir hal almıştı. Yine anlayamadığı o kelimelerle bir şeyler söylemişti. Diğerlerine baktığında onların da hiçbir şey anlayamadığını yüzlerinden okudu. Memluth oniks taşa dokundu ve bir ya da iki kelime daha söyledi – söylediklerinin kelime bile olup olmadığını anlamak gerçekten güçtü.

Deniz suyu geminin hemen önünde kaynarcasına köpürmeye başladı. Kulakları sağır edebilecek bir tıkırtı çıktı ortaya. Ve hemen sonra… Köpüren suda dalgalar oluşturarak ve tıkırtıları katlayarak çıkan şey dev bir sekizkoldu. Metal uzuvları, iki tanesiyle Gemi’yi boydan boya sarabilecek kadar uzundu. Gözleri dev birer yakut gibi koyu kırmızıydı.

Sekizkol tıkırtılı metal kollarından birini gemiye doğru uzattı. Mürettebat korkuyla Gemi’nin kıç tarafına doğru koşmaya başladı. Videlath da korkudan seğiren vücudunu kaçmamaya ikna etmek konusunda kararsızdı. Kaptan Maglith de kıpırdamadan – kıpırdayamadan – olanları izlemekteydi. Metal kol hızla indi ve Memluth’u kaparken geminin pruvasıyla birkaç direği parçaladı.

Metal sekizkol hemen dalışa geçti ve tıkırtıları da görüntüsüyle beraber hızla soldu. Hemen sonra bin kişilik mürettebatın neredeyse hepsinin aşağıya, denize bakan kafaları metal sekizkolun tekrar gelmediğinden emin oluyor ve Kaptan ile Videlath’ı arıyordu. Sancak tarafında, su yüzeyindeki iki kafa şaşkın bir şekilde sekizkolun kaybolduğu yöne bakmaktaydı. İkisi de zarar görmeden bir şekilde kendilerini denize atmayı başarmışlardı.

                     ******

Dan günlerdir hıçkırıklar içinde ağlıyordu. Onu ayyaş babasından alıkoyan ve gerçek babasıymış gibi sevdiğini bildiği Sardja ölmüştü. Ölümün üzerinden dört gün geçmişti ve Dan evine hiç gitmemişti. Sardja’nın teknesine ölüm hakkında kendince yorumlar yaparak, konuşarak daha çok ağlıyordu. Ağlamaktan başka ne yapabilirdi? ‘Babamdı…’

Köy muhafızları ölüm sebebinin o garip gemi topuna benzer nesnenin olduğunu söylemişlerdi. Nesne önce Solina’nın Tabanı’na, oradan da Ateş Toprakları’nın bağlı olduğu Arijian’ın başkenti Benius Juar’a, üzerindeki ilk araştırmaların yapılması için götürülecekti. Arijian Brejn’i Jol Cualina, kendi topraklarında haberi olmaksızın hiçbir şeyin üzerinde araştırma yapılmasına göz yummazdı. O her ne kadar ilgilenmiyormuş gibi gözükse de Ateş Toprakları’nda da gözleri vardı. Onun gözleri her yerdeydi.

Ağlaması birden dinmeye başladı. Gün ortasıydı ve burada ağlayarak geçirdiği kaçıncı günün ortası olduğundan emin değildi. Ağlamaktan fırsat bulduğu vakitlerde susuzluğunu teknedeki fıçılardaki bayat sudan içerek gideriyordu. Ama içinde zaten pek bir şey bulmaya alışık olmayan midesinin artık tamamen büzüştüğünü haber veren gurultuları duymazdan gelmek zorlaşmaya başlamıştı. “Herkes Norjan Salgaslılar ve kuzeyliler için olumsuz şeyler söylüyor. Onlara benziyoruz… Yalnızım! Gidebileceğim hiçbir yer yok!”

Haykırışı, içinde kalan son enerjiyi de çürütmüştü. Bayılmanın ona çok iyi geleceğini düşünerek gözlerini kapatıp kafasını yukarı kaldırdı. Tatlı baş dönmesi midesindeki boşluğun ağzında yarattığı ekşi tadı yok ederken bilincinin kıyısındaydı. Bayılmak için seçtiği yerin teknenin korunaksız bir kenarı olduğunun farkında değildi. İpleri bırakılmış bir kukla gibi vücudu buz gibi suyu boyladı.

                  ******

Dan uyandı. Çıplak ve ıslak olduğunu fark ettiğinde tüyleri diken diken oldu. Tahta zeminde her tarafı ağrıyarak uyanmayı beklerken bunun yerine teknenin tek küçük kamarasındaki yatakta bulmuştu kendini. Kızarmış balık kokusu midesini kükretti. Ağzındaki ekşi tadı aldı ve tekrar bayılmak isteyip istemediğinden emin olamadı. Kafasını kaldırıp bakmayı denedi ama boynunun ağrısıyla kısa bir inilti koyuverdi. İniltiye yaşlı bir erkek sesi cevap verdi. “Evlat! Freddie görse yanına yaklaşmazdı çelimsizin senin gibi! Giyin üstünü de bir şeyler ye! Şov devam etmeli!”

II. BÖLÜM

Sekizkolun Memluth’u kapıp derinlere gömülmesinden hemen sonra toparlanan Gemi mürettebatı Videlath ve Kaptan’ı sudan çıkarmakta çok gecikmedi. Kaptan Maglith, sudan çıkarıldıktan hemen sonra tüm mürettebatı güverteye toplayıp bundan sonrası için planlarını açıklamaya başlamıştı. İçme suları muhtemelen beş gün içinde tükenecekti ve tuzlu suyu içilebilir kılacak bir büyücüleri yoktu artık. Ne yapılması gerektiği açıktı. Karaya çıkacaklardı. Aylarca süren yolculuk sonrasındaki denizdeki bekleyişi en ufak bir bahane bile bitirmeye yetecekti. Ve Maglith de gemideki herkesin olduğu gibi bunun için yeterli bahaneye sahipti.

Videlath sudan çıktıktan hemen sonra kendi kamarasına yollanmıştı. Kaptanın kontrolü gecikmeden ele alacağını biliyordu ve olası toplantıda alınan her karara da her mürettebat gibi o da uyacaktı. Şu an için, o ıslaklıkla ve kafasında sudayken başlayan bir çınlamayla gelen ağrıyla bir toplantı dinleyebilecek durumda hissetmiyordu kendini. Kaptanın da bu şekilde düşüneceğini ve müsaade edeceğini umdu.

Kamara, rahat sayılabilecek bir yatak ve bir çekmece dışında boştu. Mumları yaktığında bakır bir meteliğin yerdeki bir anlık parlaması kaçmadı gözlerinden. Islaklığını ve baş ağrısını o an unuttu. O kadar süre aradıktan sonra onu orada bulmasının şaşkın mutluluğuyla meteliği aldı ve ufak bir deri parçasına sarıp küçük bir bohça yapmadan önce onun o bakır metelik olduğundan emin olmak için inceledi. Metelik uzaktan basit bir bakır metelikti, evet, ama yakından bakıldığında kaba bir estetiğe sahip köşeli şekillerden oluşan bir desenle işlendiği görülebiliyordu. Onu nerede bulduğunu hatırlamıyordu. Küçüklüğünden beri elinde olmadığını biliyordu ama uzun süredir elinde olduğu bir gerçekti. Bir bağ ile bağlıydı ona sanki. Ya da o öyle hissetmek istediği için öyleydi.

Üstünü değiştirdi ve yaptığı küçük bohçayı deri bir iple kolye haline getirip boynuna geçirdi. Islaklıktan kurtulmuştu ama başındaki çınlama ile ağrı geri dönmüştü. Yatağına uzandı ve zor da olsa uykuya teslim etti kendini.

                  ******

Ertesi gün, Kaptan Maglith mürettebata göre büyük bir fedakârlık göstererek, karaya çıkacak olan iki yüz elli kişilik ekibe kendisi yerine Videlath’ı katmıştı. Gemi’de kalıp durumu rapor etmenin bir yolunu bulacağını öne sürmüştü. Gemi ilk kez yeni kıtanın görüş alanına girerek demir atılıp sandalların indirilebileceği bir sığlığa doğru ilerliyordu. İki yüz kırk dokuz kişi hazırdı ama Videlath kamarasından henüz çıkmış ve bu durumu da yeni öğrenmişti.

Sneja Videlath’la birlikte gidecek iki yüz elli kişiye dâhil değildi. Kaptan çok önemli bir konuda yardımına ihtiyacı olacağını söylemişti ona – neden olduğunu biliyordu, evet. Videlath’ın neredeyse bir kara cüce (İnsanlar arasında yaygın ismi cindir.) tarafından çarpılmış gibi görünen yüzünü fark ettiği vakit arkadaşının yanında bitmekte gecikmedi.

“Dostum! Rüyanda alıkonmuş gibisin? Kamaranı kilitlememiş olmanı dilerdim. Yemeği kaçırdın! Geceleyin harikulade bir ziyafet çektik. Yediğimiz şeyi tahmin bile edemezsin. Balık! Düşünebiliyor musun? Balık yedik!” Muzipçe sırıtışı ile keskin yüz hatları birleşince hoş bir tezat oluşturuyorlardı. Sneja konuştuğu kişileri söyledikleriyle değil mimikleriyle yakalar ve suratlarında istediği değişimi sağlamayı başarırdı –genellikle. Videlath karşılık olarak bir homurtu çıkardı ve kendi gözlerini çıkaracakmışçasına ovuşturmaya başladı.

“Sözde ikinci kaptanımız sonunda teşrif edebilmiş. Ona bize katılması gerektiğini söylemedin mi küçük yağ kafa?” Cordaz Gareth ikilinin yanında belirivermişti. Kaptanın Sneja’dan devamlı göz hapsinde tutmasını istediği, sorun çıkarmaya meyilli biri... Siyah gözleri ve sol yanağındaki bir kesik izini belirginleştiren kirli sakalları adamın yüzüne sinsi bir hava katıyordu. Beassardan iki baş daha uzundu ama daha az yapılıydı. Bu adamdan hiç hoşlanmıyordu. Sneja, ırkını küçük gören bir şeyler söylese onun dilini keserdi. Neyse ki saçların yağlanmasının bir ırk özelliği değil de bir zevk meselesi olduğunu kendine hatırlattı ve kendine hâkim oldu. ‘Küçük’ kelimesine gelince… Eh, bir beassar için kısa olduğu su götürmezdi ve bu da tüm ırkına mal edilebilecek bir küçümseme değildi. ‘Lanet gemide hır çıkarmamak gerek!’

“Ona da kaptanınmış gibi hitap etmen senin iyiliğine olur, Cordaz. Karada emirlerine uyacağınız kişi o olacak ve aksi bir durumda sabırlı biri olmayacağını vurgulamamın gereksiz olduğunu benden iyi biliyorsun.” Videlath Gemi’de geçirilen zaman boyunca Cordaz’ın itaatsizliklerine alışmıştı. Ağzı da ceza vermeye… Cordaz’ın suratındaki çarpık gülümseme ise yine de bu konuda sorun yaşanacağının somut bir göstergesiydi.

Videlath konuşma sırasında ikisiyle de pek ilgili görünmemişti. Yüzünde acıyı kontrol altında tutmaya çalıştığını gizleyemeyen bir ifadeyle önce Sneja’ya sonra da Cordaz’a bakışlarını çevirdi. Ela gözler siyah gözleri yakaladı ve Cordaz’a toz olmasını söyledi. Cordaz bu sefer ürkmüş göründü ve hızlı adımlar atmadığını belli etmeye çalışarak –pek de başarılı olamayarak- uzaklaştı.

“Ben kıyıya çıkmaya hazırım.” Videlath’ın giydikleri ve belindeki kısa kılıcı da bunu destekliyordu. Tek sorunu yüzünden belli olan bir baş ağrısı gibi duruyordu. “Kaptanla suya düştüğümüzde kafama bir ağrı saplandı. Ve onu yutmaya çalışan bir de çınlama… O sekizkol. Mekanik bir sekizkol… Bana makine-adam söylentilerini hatırlatıyor. Kahrolası! Herkese bunu hatırlatıyor olmalı. Delvyn Illuthlular da yeni kıtanın peşindeymiş gibi görünüyor. Lanet olsun.” Alnını avucuyla sıkıştırıp ovalamaya başladı. Sneja buz mavisi gözlerini denizin sularıyla boyayarak onu dinliyordu. Umursamazca değil ama… dingin ve biraz düşünceli bir ifadeyle… Videlath kararlı bir şekilde, baş ağrısı ve keskin çınlamanın da verdiği bir hırçınlıkla konuşmaya devam etti. Düşüncelerini dinleyen birine açmalıydı. Herkesin düşüncelerinin benzeri olsa bile…

“Memluth olmadan geri dönmemiz neredeyse imkânsız. Gemi’de yaşamamız da… Kıyıya çıkmamız kaçınılmaz. İki yüz ellimizin değil, hepimizin… Eninde sonunda bu olacak. Kaptanın karaya çıkmadan vereceği son görevler ne olursa olsun Illuthlulara karşı tetikte olmamız gerekecek. Ya da o şey her kim tarafından yönetiliyorsa… Sence yerliler olabilir mi?”

Sneja sıkıntılı bir şekilde “bilmiyorum” diyebildi. Söz ağzından bir mırıltı gibi çıkmıştı. Dalgınca, ona bakmadan tek elini Videlath’ın omzuna koydu ve kıyıya çıkmak için toplanmakta olan mürettebata kaydı gözleri. Kaptan Maglith de güvertede belirince o yöne doğru yürümeye başladı. ‘Bilmiyorum.’

                  ******

Dan ayıldığında ıslak ve çıplak olmayı beklemiyordu.Yatakta olmayı da… Hiçbir şey bekleyebilecek durumda da değildi. Bayılırken tek düşündüğü şey ne kadar zavallı olduğuydu; uyandığında ne ile karşılaşacağı değil. Ama onun asıl beklemeyeceği şey bu durumdayken karşısında ona Sardja’nın teknesinde kızarmış balık ikram etmekte olan ve asla anlayamadığı zırvalar anlatan yaşlı bir adamdı.

“……….. Drırırım dım dım dım dım, drırırım dım dım dım dım! Hayatımı alacaksın ve ben de seninkini! Ah, evlat, kimse kimsenin hayatını almamalı. Demir bir bakire bile! Hiç kimse! Bunu boş ver de kilo almaya bak, evlat. Evet, kilo almalısın! Suya düştüğünde balıklar bile inanamadı senin gibi bir insan gördüklerine. Bir dakika! İnsan değilsin, değil mi? Vverfeth’in bir kısmın…”

“Adınız ne, beyefendi?” Dan, kibar olacağını düşündüğü bir dille farklı bir konu açması gerektiğini düşündü. Dakikalardır tek kelime anlamadan dinlemekten bıkmıştı ve başı ağrımaya başlamıştı. ‘En azından anlayabileceğim bir şeyler söyle be adam! Adın ne!’

“Hiuuum? Benim mi? Eh, elbette benim. Biraz daha balık?”

“Hayır, teşekkür ederim.” Cevabını yine kibar bir sesle vermişti ama artık yavaş yavaş, kibar olmaya karşı değil de zırvalara, geçiştirilmelere karşı sabrını kaybediyordu. Yine de karnını doyuran ve -anladığı kadarıyla- onu bayılıp düştüğünde sudan çıkaran kişi artık deli olduğuna kanaat getirdiği bu yaşlı adamdı. Yaldız işlemeli ve oldukça kaliteli görünen mavi cüppesi, kısa kesilip şekillendirilmiş beyaz sakalı ve uzun, dalgalı beyaz saçı adama zengin ve soylu biri havası veriyordu. Ne olursa olsun saygıda kusur etmemeliydi. Hava kararmıştı ve günlerdir ilk kez midesine bir şeylerin girmesinden sonra çöken rehavet onu uykuya davet ediyordu. Başının hafif ağrısı da iyileştirilmesi gerektiğini, yoksa bir süre sonra şiddetini arttıracağını fısıldamaktaydı. Yaşlı adam önündeki son balık parçalarını mideye indirirken mutluluk verici bir sessizlik oluşmuştu kamarada. Bu durumdan hemen faydalanmalıydı.

“Efendim, çok yorgun hissediyorum. Uyumak için iznini isteyebilir miyim? (Yoksa ‘izninizi’ miydi?) “Sana tüm iyilikleriniz için teşekkür ederim. Dilersen artık evinize gidebilirsiniz, zaten yeterince zaman harcadın benimle.”

Yaşlı adam eğlenir bir ifadeyle ona bakmaktaydı. Kısa süren çılgın bir kıkırdamadan sonra Dan’ in hiç aşina olmadığı kulak tırmalayıcı ve fazlasıyla garip bir dilde şarkı söylemeye başladı. “ Corggra grtric tchiz zamorg gurasz da szamorsz gratsz corggra gurtiszen! Szeferri corggra, szeferri corggra…”

Yaşlı adamın tıkırtımsı, cızırtımsı şarkısının eşliğinde tekne hareket etti. Dan bir an sonra bu seslerin anlamını çıkarmaya başladığını düşünmeye başladı. Her tıkırtı bir hece ve her cızırtı bir imge olarak yansıyordu zihnine. Heceler ve imgeler dönmeye ve onu boğmaya başladı. Köşeli, kaba ama yine de harika görünen desenler, tıkırtılar eşliğinde dönen yuvarlak, tırtıklı nesneler, metal çınlamaları, adamlar… İnsan olmayan adamlar… Farklı taşlardan yapılmış gözlerinde yaşam olan, metalden adamlar!  O kadar çok dönüyorlardı ki kelimeler ve imgeler anlaşılsalar da bir sonrakilerce siliniyordu ve hemen sonrakiler tarafından tekrar yutuluyordu.

Dan aynı gün içinde ikinci kez bayılacağından emindi artık. Boğuluyordu ve boğulmadan önce, tüm seslerin içerisinde, işleyen bir makine kadar tıkırtılı bir ses tarafından söylenen tek bir cümlenin ekosu zihninde kararmakta olan duvarlara çarptı ve defalarca kendini tekrarlayarak asılı kaldı. ‘Corggranullara kelimeleri söyleyin, ‘o’nu çalıştırsınlar.’


29
Şişedeki Mısralar / Harika
« : 15 Aralık 2009, 19:17:56 »
HARİKA

Gökyüzündeki şen surat yerin damarlarında akan kan ile
Islanır ve sıvanan teniyle yarattığı harikayı sergiler gülümseyerek.
O harika akar, yayılır. Engin bir düzlemle buluşmaktır kaderi.
Eriyip sona ereceği bilinen sonsuzluğu vurgulamak içindir.
Aslında tüm çabasının kaderle buluşmamaktır sebebi. Ya da
Ona yön vermek için ta kendisi olmaktır bir şekilde…   

Beklenmedik her şey ile zaten bilinenlerin karmaşası içerisinde
O harikayı gözlere tattırarak dikilmiş olagelmişin sancağı.
Ve olacak olanın…
İstenen gibi ya da olması gerektiği gibi onları boyayacaktır
Kendine ve birçok farklı var oluşuna belki de.
Yıpranacaktır kumaşı. Her yeni elde parçaları bir bir yamanarak
Yeni çehresiyle dalgalanmaya devam edecek bir harika…

Harikaya batırılmış iki yuvarlak… Kırmızı çerçevelerini hiçe sayarak
İleriyi umut ederken ağıt yakmaya zaman bulamayacaklar.
Ve yine, geç vakit takip ettikleri çizgileri bulup saklanacaklar
Aralarına ve vaat ettikleri farklı dünyalara.

Tüm düşünceler bir yana, hep o şeyi arıyorlar.
Kesinliğin fırtınasında çırpınan sancağı görseler de…
Varlığından emin, onu yok sayarak…
Bildikleri, aksine tutunamadıkları şeyden kuşku duyarak
Arıyorlar.

Açığa vurmak istemedikleri şeyle yoğunlaşıyor harika.
Ve eriyen sonsuzluğun içinde savrulan sancak
Sesiyle belirginleştiriyor olması gerekeni. Olacak olan ise
Asla istediğimiz şey olmayacak.


                           


Elerki TAŞKIN   

30
Kurgu İskelesi / Yazmalıyım...
« : 15 Aralık 2009, 15:15:49 »
YAZMALIYIM...

Yine o sokaktaydı. Sokağın bulunduğu yerin, üstü betonla doldurulmuş, eski, kötü kokulu bir dere olduğunu hatırlıyordu. Çevresine göz attığında, havanın, buranın her zaman bulutlu bir günün grisiyle kaplanmış ve hiçbir zaman sarının tonlarına rastlamamış olduğu hissini uyandırması haricinde her şeyin aynı -ya da en azından benzer- olduğunu gördü.  

Etrafına bakındı ve uyanıkken yazmayı düşündüğü rüyasına eklemek istediği siyah kediyi bulamadı. İsmini bile koymuştu.'Jaber'.Neden siyah bir kedi seçtiğinden emin değildi. Belki de yine buna benzer, kasvetli ve gizemli olduğunu düşündüğü bir havada karşısına çıkabilecek şeyin ancak siyah bir kedi olabileceğini düşünmüştü.''Kediden de ne dost olur ya.''

Sokağa bir merdivenle, diklemesine bağlanan başka bir sokağa doğru yürümeye başladı. Bu sokağın da tanıdık olduğunu biliyordu. Merdivenleri çıkıp durdu ve yeni manzarasına baktı. Burayı da birçok, benzer havaya sahip filmdeki karelerde gördüğü ya da görebileceğini düşündüğü 'zamanında yanmış ve tam kül olamamış ağaçlar' ve 'park halinde ya da acilen terk edilmiş, hala yanmakta olan arabalar' motifleriyle betimlemeyi düşünmüştü.''Eh, ağaçlar yanmamış olsa da en azından yaprakları dökülmüş ve yeterince kuru görünüyorlar. Bir dakika... Bu iyi bir şey mi ki?'' Uyanık haldeyken olabilecek düşünce yapısını anlayamayacak, düşünemeyecek kadar zihninin bulandığını hissettiği anda, arabaların da yanmasalar bile oldukça terk edilmiş göründüklerini fark etti. Kapıları açık değildi, düzgün park edilmişlerdi ama terk edilmişlerdi.

Bulunduğu sokağın sonuna kadar yürüdü ve ona bağlanan, ilk sokakla paralel başka bir sokak önünü kesti. Bir anda yanında birinin olduğunu hissetti ve bir an daha sonra elini tutuyordu. Yüzüne bakmadı. Kim olduğunu öğrenmeye çalışmadı. İlk sokakta kendini bulduğundan beri onunla el ele olduğunu hatırladı. Öyle olmadığından emin olduğu halde hatırlıyordu. Hatta ilk sokağın, hatırlayamadığı öncesinde bile onunlaydı.

Yanındakinin elini sımsıkı tuttu ve hiç düşünmeden sola yöneldi. Gökyüzü, grinin daha koyu bir tonuna boyanmıştı. Hiç ışık olmasa da rahatlıkla yolunu seçebiliyordu ve bundan hoşnut olması gerektiğinden pek emin değildi. Gözleri, sanki o koyu grinin karanlığını görebilsin diye, kasten görüyorlardı. Her ışıksız pencere, her gereksiz uzamış ve evlerin çatılarından aşağı -dekorasyon için- saçaklanmış bitki onu korkutuyordu. Adımlarını hızlandırdı ve ilk sağdan başka bir sokağa kıvrıldı. Yanındakini de daha tempolu yürümesi için uyarmak istedi ve bu uyarısını sanki daha önceleri defalarca yapmış olduğunu düşündü. İlk sokaktan da önce... Kısaca mırıldandıktan sonra o da hızlanmıştı.

Eve gittiğini hatırladı, fark etti. Aniden, zihnini bulandıran o sisin içinden bunu seçebilmişti. Apartmanın bulunduğu sokağı hızlı adımlarla yarılamışlardı yanındakiyle.''O nerde?''İsmini telaffuz etmişti ama söylediği her harf bir sonraki tarafından yutulmuştu. Yoksa o anda zifiriye çalan karanlık mıydı onun ismini yutan? Binalara baktı. Sokağa girdiğinden beri hiçbir ışığın olmaması haricinde her şeyi garip kılan başka bir şey var gibiydi. Kendini çok belli etmeyen, belki küçücük, belki de kocaman bir fark...

Apartmanın tam önünde durdu ve küçük, demirden bahçe kapısına baktı. Değişik bir şekilde yamuk ve açılamaz gözüküyordu. Dilerse, zaten kısacık olan bahçe duvarından kolaylıkla atlayabileceği düşüncesi umursamaz bir siliklikle geldi aklına. Yazmayı düşündüğü 'rüya'sında böyle bir sahneye yer vermesinin hoş olabileceğini düşündü.''Ne diyorum ben? Niye?''

Sustu. İçinden konuştuğu sesini de susturdu. Gereksizdi. Neye gerekecekti ve ne olmaktaydı? Sadece bu karanlıkta görebilme yetisinin çıktığı yere sövecek birkaç kelime edip bu yetenekten faydalandı. Her şey imkânsız açılarla yamuktu. Apartman sola ve aynı zamanda sağa yatık gibi duruyordu. Tüm apartmanlar ve sokaktaki her şey yeniden şekillendirilmeye çalışılmış ve olabilecek en başarısız şekilde başarılı olunmuştu sanki. Sokağa girdiğinden beri ona garip gelen şey bu olmalıydı.

Zaten sessiz olan sokak daha da dingin bir sessizliğe bulandı. Binalar,kuru ağaçlar ve etrafı betimlemeye yarayacak her şey çılgınca bir şiddetle,sanki biri, mürekkep dolu, dev bir akvaryumu sallıyormuşçasına sessizce sallanmaya başladı. Çok korktu. Nasılsa uyanacaktı ama yine de korkuyordu. Her şeyin -eğer öyle bir şey mümkünse- en son şiddette sallanmaya başladığını hissetti ve o zaman aklına onun ismi geldi. Haykırdı.''.....! Dikkat et!''

                  ***

'Unutmadan yazmam gerek...'        


                                                                       Elerki Taşkın

Sayfa: 1 [2] 3