Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Laughing Madcap

Sayfa: 1 2 [3] 4
31

Evet, yanlış duymadınız! Okuyacağınız bu yazı, kimileri dünya ve edebiyat tarihine damgasını vurmuş, kimileri ise adını bir çocuk kitabı olarak duyduğunuz kitapları içeren bir yasaklılar listesi. Bazıları direk yasaklanırken belli bir kesim ise çeşitli okul ve kütüphanelere sokulmayarak cezalandırılmıştır. Cesur Yeni Dünya’dan Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’e, pek çok kült eseri bulacaksınız bu sıralamada. Bu kara listede göreceğiniz kitapları ve yasaklanma nedenlerini hayretler içinde okuyacaksınız!

Projenin sahibi Hazal “Fırtınakıran” Çamur‘a, bu listeyi düzenleyip hazırladığı ve ayrıntıları ile bizlere sunduğu için teşekkürlerimizi sunuyoruz!

İşte o yasaklılar, nedenleri ve tarihlerini görmek için yapmanız gereken şey BURAYA tıklamak!

32
Gezginler Kamarası / Mental
« : 29 Mart 2011, 00:16:22 »
"Bahar geldi."

Sigarasını önündeki küllükte söndürüp ağzına bir tane fıstık attı. Mental Bar, yine oldukça boştu. Kalabalık bir grubun, barın ortasında işgal ettiği masa dışında pek kimse yoktu. İstanbul büyük şehirdi aslında ama buralara pek uğramıyordu insanlar. Bar sakinleri de bar sahipleri de bundan şikayetçi değildiler.

"Bahar geldi, hissettin sen de. Böyle gençlerde bir hareketlenmeler... Kıyafetlerde bir kısalmalar... Çiçekler... Böcekler..."

Birasından büyükçe bir yudum aldı ve önünde duran paketten sigara çıkarttı. Çok geçmeden bir küfür çıktı ağzından. Çakmağın gazı bitmiş olmalıydı.

"Ateş var mı gençler?" diye seslendi ortadaki masaya. Bir tanesi kibrit fırlattı ve ekledi "Sende kalsın."

"Eyvallah usta."  Sigarasını yakarken tekrar karşısındaki adama döndü.

"Görüyor musun gençleri. Kıpır kıpırlar. Bahar geldi be abi. İnsanlar yaşıyor. Ama benim demek istediğim bu değil."

Sigarasından derince bir nefes aldı ve devam etti.

"Bahar geldi. Kediler hissetti bunu bak, nasıl kovalıyorlar birbirlerini. Sen napıyosun? Oturmuşsun karşıma beni dinliyorsun. Bahar geldi bahar. "

Şişeyi kaldırıp karşısındakinin şişesine vurdu. Gülümsüyordu.

"Ama olsun ya. Biz iki yalnız adam, şurda başbaşa yalnızız işte. Bahar geldi de, bize mi geldi? Bize geldi tabi. Bak dışarıya, ne görüyorsun? Yemyeşil ağaçlar, rengarenk çiçekler değil mi?"

Sigarasından bir nefes daha aldı. Canı sıkılmış gibi, bira şişesinin etiketini soymaya başlamıştı.

"İşte o çiçekler yaktı beni. Polen alerjisi var bende, mahvettiler beni. Üremek için salladılar polenleri havaya, halime bak. Boğazım kaşınıyor, gözüm doluyor. Bahar geldi üstadım bahar! Bahar geldi de hoş gelmedi hiç. Ben ona ağlıyorum. Sen n'apıyorsun?"

Sigarasını söndürüp birasından bir yudum aldı. Boğazı delicesine kaşınıyordu ve tek yapabildiği, dilini hafifçe geriye kaydırıp boğazına sürtmekti. Pek işe yaramıyordu.

33
Düşler Limanı / Rüya (?)
« : 27 Mart 2011, 23:26:26 »
03:27

Adam su kaynatıcısının sesiyle yattığı yerden kalktı ve günlerdir yıkanmamış bardağın içinde hazır bekleyen kahveyle sıcak suyu buluşturdu. Ortaya çıkan kokuyu iyice içine çektikten sonra bir sigara yaktı ve pencereyi açtı. Sigara ve kahve keyfi bitince tekrar odaya döndü. Masanın üzerinde kağıtlardan oluşmuş bir yığın vardı.

Başı çok ağrıyordu, o yüzden bir kere daha ilacını içti ve uzandı adam. Çok geçmeden ilaç etkisini göstermeye başladı ve biraz olsun rahatladı. Ayağa kalkmış ve masanın başına geçmişti. En son üstüne bir şeyler karaladığı kağıt, buruşturulmuş kağıtlardan oluşan yığının yanında duruyordu. Adam yazdıklarına şöyle bir baktı.

Televizyon kulesinden bana bakan donuk suratlar
Canımı çok sıktılar.
Soylu bebekler, kuduzlar,
Çamurdaki dışlanmış yabancıların yerinde olmalılar.
Bu mutantlar,
Bahçeye gübre olmalılar.


Kağıt, arkadaşlarının kaderini paylaştı; buruşturularak kağıt yığınının arasına fırlatıldı. Adam başını sallayarak odasına geçti, aklına yatmaktan başka bir şey gelmemişti. Bir de şu baş ağrısı olmasa.

Adam ilacını bir kere daha kullandı ve uykuya daldı.

?

Uyandığında etraf aydınlanmıştı. Pencereden dışarı baktı ve hiç bir şey görmedi. Sokaklar tamamen karanlıktı, sokak lambaları bile sönmüştü. Tekrar içeri baktı, içerisi aydınlıktı. Adam kaşlarını çatarak ayağa kalktı, neler oluyordu?

Bir bilgisayar oyununda gibiydi, evde hiç bir ışık açık olmamasına rağmen ev aydınlıktı. Biraz da korkarak, yavaşça salona doğru ilerledi. Her şey yerli yerinde gibi duruyordu. Masaya ve üzerindeki buruşturulmuş kağıt yığınına yaklaştığında neredeyse çığlık atıyordu.

Kağıtlar ayaklanmıştı. Oluşturdukları yığını bozup, nizami bir sıraya girdiler. Komutanlarının önünde emir bekleyen birer asker gibi, öylece duruyorlardı. O sırada televizyonun açık olduğunu farketti adam. Yatmadan önce kapalı olduğuna yemin edebilirdi, hatta günlerdir televizyonu açmadığını biliyordu. Yine de açıktı işte. Haberleri okuyan bıyıklı bir adam, tek düze bir tonda konuşuyordu. Neden sonra kafasını kaldırdı ve sordu; "Berbat görünüyorsun."

Adam bir kere daha çığlık atmamak için kendini zor tuttu.

"B-bana mı dedin?"

Haber spikeri gülümsedi.

"Başka kim var ki?"

Adam yavaşça ekrana yaklaştı ve kafasını uzatıp televizyonun arkasına baktı. Bıyıklı haberciyi oraya gizlenmiş bekliyor gibiydi. Spiker ise hala ona konuşuyordu.

"Hazır mısın?"

Adam şaşkın şaşkın baktı. Neye diyemeden bir ses duydu. Metal bir şeyin yere sürtme sesiydi bu. Arkasını döndü ve odasına doğru giden koridorun karardığını gördü. Bir şey yaklaşıyordu ve etraf kararmaya başlamıştı.

Korkuyla pencereye yöneldi adam ve yardım çağırmak için pencereyi açmayı denedi. Pencere yerinden oynamadı, bu sırada ses oldukça yaklaşıyordu.

Adam yavaşça arkasını döndü. Masanın üstündeki kağıtlar hoplayıp zıplamaya başlamışlardı, heyecanlı gözüküyorlardı. Adam gülümsedi, bu bir rüyaydı. Evet, bu bir rüya olmalıydı.

Rahatlamış bir şekilde masanın yanındaki sandalyeye oturdu ve o sırada masanın üstünde yılan gibi kıvrılmakla meşgul olan düz bir kağıdı önüne çekti. Bir kalem, yattığı yerden kalkıp adamın eline koştu ve kendisini adamın onu bekleyen avcuna bıraktı.

Adam yazmaya başladı. Genelde rüya olduğunu anladığında rüyalarından uyanırdı ama bu sefer olmamıştı. O da böyle bir yöntem deniyordu şimdi; rüyasını yazarsa beyni belki algılardı.

Yazmayı yeni bitirmişti ki koridordan gelen ses kesildi. Rüya bitmiş miydi? Masanın üzerindeki kağıt parçalarına baktı. Hepsi masanın bir ucuna geçmiş, sessizce bekliyorlardı. Kafasını kaldırıp televizyona baktığında, haber spikerinin kendisine el salladığını gördü. Bıyıklı adam sonunda dikkati kendisine çekebilmenin rahatlığıyla, önündeki kağıt parçasını kaldırdı ve okumaya başladı.

Ölümün garip bir zamanda, ne kadar soluk ve vahşi bir heyecanla geldiğini biliyor musun?
Yatağına aldığın fazla dostane birisinin habersiz, plansız gelmesi gibi.
Ölüm hepimizi birer meleğe dönüştürür.
Ve omuzlarımızda bir karganın pençeleri kadar yumuşak kanatlar çıkar.


Kafası iyice karışmış olan adam yavaşça ayağa kalktı ve arkasını döndü. Siyah takım elbiseli bir adam karşısındaydı. Takım elbiseli adamın gözleri yoktu, yine de bakışları sertti. Takım elbiseli adamın ağzı yoktu, yine de suratında memnuniyetsiz bir ifade vardı. Takım elbiseli adamın eli boştu ama sanki bir silah tutuyor gibiydi.

Takım elbiseli adam yaklaştı ve elini kaldırdı.

Oda birden aydınlanmaya başladı. Öyle ki, adamın tek görebildiği beyazdı. Sonra birden karardı her şey. Muhtemelen uyanmıştı.

Gözlerini açmayı denedi. Açamadı.

15:44

"Ev sahibi bulmuş. Kirayı geciktirdiği için eve gelmiş. Kapı açılmayınca da kendi anahtarıyla girmiş içeri. Sonra bunu görünce, hemen bizi aramış."

Bir kaç polis, ambulans görevlilerinin yanından geçerek yatak odasına girdi. Yatakta bir adam vardı, ağzı açıktı ve ağzının kenarında kurumuş bir iz vardı.

"Kusmuk." dedi polis kısaca.

"Ölüm sebebi?"

Görevlilerden birisi, elinde bir kağıt parçasıyla soruyu soran polise yaklaştı.

"Şimdilik aşırı doz gibi görülüyor. İntihardan şüpheleniyoruz."

Polis memuru tek kaşını kaldırdı ve raporu okuyan adamın uzattığı kağıt parçasına baktı. Hızlıca yazılmış bir yazıydı bu.

Artık para yok, süslü elbiseler yok.
Çenesine dizili sivri dişlerini gösterene kadar
Belki diğer taraf en iyisidir.



 

34
Müzik Haberleri / Deep Purple Geliyor!
« : 24 Mart 2011, 00:08:56 »

Müzik tarihinin gelmiş geçmiş en büyük gruplarından, modern rock ve heavy metal sound’unun yaratıcıları efsanevi grup Deep Purple 18 Mayıs'ta İstanbul'da.

“Shades of Deep Purple” isimli 1968 tarihli ilk kayıtlarından bu yana 100 milyonu aşmış olan albüm satışı ile Deep Purple, müzik dünyasında efsaneleşmiş ismini “Dünyanın en gürültülü grubu” olarak yer aldıkları Guinness Rekorlar Kitabı'na da taşımıştı.

40 yılı aşkın geçmişinde, rock müzik tarihinin en önemli virtüözlerini yetiştiren grup, kurucu üyelerinden olan Ritchie Blackmore’un yanı sıra, David Coverdale, Glenn Hughes, Joe Lynn Turner, Joe Satriani gibi isimleri kadrosunda ağırladı. Rock müzik tarihinin kilometre taşlarından; ‘Smoke on the Water’, ‘Child in Time’, ‘Hush’, ‘Perfect Strangers’, ‘Black Night’, ‘Highway Star’ gibi şarkıların yaratıcısı olan grup, günümüzde, ‘klasik kadrosu’ olarak sayılan Ian Gillan, Roger Glover ve Ian Paice’in yanında, son yılların en iyi gitar virtüözü olarak kabul edilen Steve Morse ve Don Airey ile yoluna son hızla devam ediyor.

"Efsanevi" Deep Purple 18 Mayıs’ta Küçükçiftlik Park’ta seyircisiyle buluşuyor. Biletler Biletix’te...

Kişisel yorum;

Öncelikle konserlerin böyle sene içinde olması hiç hoş değil. Jeopolitik konumum yüzünden dezavantajlı bir durumda olmamın dışında, bir de tarih olarak da çok ters. Ne yapalım, açacağız Fireball albümünü, evimizde dinleyeceğiz.

35
Sinema / Dragon Age Online Dizi Oluyor!
« : 23 Mart 2011, 17:00:34 »

Herkes pöpüler web serisi The Guild‘in yartıcısı olan ve bu evrendeki büyük bir Yunan Tanrıçası’nın ismini taşıyan Felicia Day‘i tanıyor. Kendisi aynı zamanda Joss Whedon’un Hit Slow‘u, Vampir Avcısı Buffy‘nin müzikali ve Dr. Horrible‘ın Sing-Along blogu gibi işlerle de tanınıyor.

Şimdilerde kendi sesini Fallout: New Vegas‘a verdikten sonra yavaş yavaş video oyunları dünyasına da adım atıyor.Aktrisin, 6 bölümden oluşan web serisi olarak yayınlanacak başarılı oyunlar olan Dragon Age: Origins ve Dragon Age II‘den uyarlanmış bir projede yer alacağı duyuruldu.

Canlı-aksiyon serisi Dragon Age- Redemption, Ferelden‘da geçiyor ve Felicia Day‘in canlandıracağı Tallis karakteri ise oyunda bulunan orijinal bir karakter. Oynayacağı karakter ile ilgili olarak Felicia Day şunları söylüyor:

Alıntı
“Tallis, başına buyruk, kirli dövüşen ve iğneleyici bir mizah anlayışına sahip. Fantazi dünyasındaki fantastik bir karaktere modern bir anlayış getirmeye uğraşacağım.”

Seri bu yılın sonunda çekilmeye karar verildi ve şu anda Los Angeles’daki çekimlerden sonra ön-hazırlık aşamasında. Redemption, Independence Day‘in yardımcı prodüktörü Pete Winther ve X-Files ve LOST‘da görev almış John Bartley tarafından çekiliyor.

36
Düşler Limanı / Soğuk
« : 11 Mart 2011, 20:10:30 »
Soğuk.

Trenden inerken aklına ilk gelen şey buydu, soğuk. Sibirya'da doğup büyümüş babasının sözleri aklına geldi. Soğuk, paltonu aralar, kalın kıyafetlerini geçer, etini deler ve kemiklerini ısırırdı. Ve sen onu bile hissedemezdin.

Çantası sırtında, kalabalıkla beraber ilerledi. Babası öleli çok olmuştu ve annesi o kötü günden sonra, ancak bir kaç hafta dayanabilmişti. Kardeşleri, dün düştüğü haberi alınan sayısız şehirlerden birisine savaşmaya gitmişti ve Nikolai biliyordu ki, kardeşleri de uğruna savaştıkları şehrin kaderlerini paylaşmıştı. Hayır, bunu bilmiyor hissediyordu. Demek ki soğuk henüz kalbine ulaşamamıştı.

Geride, şu indiği tren dışında bir şey bırakmadığını bildiği için olsa gerek, etrafındaki gençlere göre daha kendinden emin ilerliyordu.

"Nikolai... Korotkoff?"

Bıyıklı bir subay, elindeki listeye tekrar baktı ve boştaki eliyle sağ tarafı gösterdi. Nikolai rütbeliye selam verip adamın gösterdiği çadıra doğru ilerledi. Etraftaki çadırlara nazaran büyükçe bir çadırdı bu ve üzerinde beyaz bir bayrak asılıydı. Daha çadıra girmeden koku burnuna ulaştı. Tanıdık bir koku değildi ama oldukça rahatsız ediciydi. Nikolai, kokunun burun deliklerinden süzlüp midesine ulaştığını ve oraya demir bir kütle gibi oturduğunu hissetti.

Çadırı açıp içeriye girdiğinde, ölüm kokusu bir kere daha suratına çarptı.

"İki ayağının üstünde durduğuna göre, bize ihtiyacın yok. Şimdi kaybol!"

Hemen girişteki yatakta acıyla kıvranan bir gencin üzerine eğilmiş, kanayan bir yaraya eliyle bastıran, 50'lerine merdiven dayamış bir adam aksi aksi söyleniyordu. Nikolai, ona öğretildiği üzere selam verdi ve kendisini tanıttı.

"Nikolai Korotkoff. Size yardım etmek için gönderildim efendim."

Adam yavaşça kafasını kaldırdı ve boş gözlerle Nikolai'ı süzdü.

"Sonunda birisini yolladılar. İşlemleri sonra yaparız, buraya gel."

Nikolai çantasını yere bıraktı ve hemen doktorun yanına geldi. Adamın başıyla gösterdiği bezi aldı ve yaranın üstüne bastırdı. Yerine bakan birisinin olmasının verdiği rahatlamayla doğrulan ve ellerini üzerini silen adam, kaslarını rahatlatmak için gerindi ve tekrar boş gözlerini Nikolai'a dikti.

"Ben Teğmen Dr. Vasili Reznov. Bilmen gerekenler; Bir. Akademiden mezun olmakla doktor olunmaz. Elini bağırsaklara sokmadan, o güzelce taranmış saçlarına bile kan bulaşmadan, yardım için sana bağıran ve ölmek üzere olan kardeşlerine yardım etmek için kıçına kadar terlemeden kendine doktor deme. İki. Ayakları üzerinde duran ve silah tutabilen herkes, bizim gözümüzde iyidir. Üç. Askerin gözündeki ışık kaybolmaya başladıysa, kurtarılamayacak gibiyse, ilaçlarını üzerinde harcama. Dört. Çadırın sağ tarafındaki dolapta bolca votka var. İhtiyacın olacak."

Vasili son bir defa daha karşısındaki gence baktı ve acıyla gülümsedi. Nikolai bu gülümsemenin ne anlama geldiğini, dört sene sonra Moskova da anlayacaktı.

"Soğuk..."

Bezin tamamen kıpkırmızı olduğunu gören Nikolai, kana bulanmış bezi yere attı ve bir başka bezi bastırdı. Yaralı acıyla bağırmaya devam ediyordu. Konuşabildiğinde ise tek bir kelime, kan damlayan ağzından dökülüyordu:

"Soğuk."

Nikolai yatağın yanıbaşında duran morfini gördü ve kafasını kaldırıp Vasili'ye bakındı. Adam başka bir yatağın başında, bağırsakları dışarıya çıkmış birisinin organları yerine koymakla meşguldü.

Genç doktor yavaşça uzandı ve yaralının başını tuttu. "Hepsi geçecek, birazdan hiç bir şey hissetmeyeceksin."

Yaralının söylediği son şey, soğuk oldu.

***

Kendisinden yaşça pek de büyük olmayan bir başka Rus askeri daha ellerinde can verdikten sonra Vasili tarafından dinlenmeye gönderilen Nikolai, büyük dolaptan bir şişe votka alıp çadırın dışına çıktı. Askerler koşuşturuyor, kimileri emirleri yerine getirmek için kelimenin tam anlamıyla ölüyor kimileri de sevdiklerine ulaşabilmek için mektup yazıyordu. Bazıları sigaralarını tüttürürken uzaklara dalıyor, bazıları hüngür hüngür ağlıyordu.

Nikolai şişeyi ağzına dayadı ve büyükçe bir yudum aldı.

On dakikalık mola sona erdiğinde tekrar çadıra giren Nikolai, ilk iş olarak kana bulanmış paltosunu çıkartıp dört saat önce bıraktığı yerde duran çantasının üzerine koydu.

Soğuk...

Artık soğuğu hissetmiyordu.

__________

Not: Bkz. Yıkım

37
Kurgu İskelesi / Yarasa Sinyali
« : 26 Şubat 2011, 21:34:40 »
"Çatıda, öylece dikiliyor."

İki katlı bir kimyasal fabrikası, bundan 40 yıl önce kurulduğundan beri böylesine bir kalabalığa şahitlik yapmamıştı. 15 metre ileriye kurulmuş barikatlar ve etrafındaki polisler dışında, polis halkasının dışındaki meraklı kalabalık ve binanın tepesinde turlayan helikopter; mahalleyi bir karnaval havasına sokmuştu.

Ya da Joker öyle olduğunu düşünüyordu.

" Çevre binalarda keskin nişancılar olduğunu görüyorum. Neden müdahale etmediniz?"

Polis memuru şapkasını çıkartıp başını kaşımaya başladı, sıkıntılı gözüküyordu.

" Söz konusu o olunca, bizi ne beklediğini bilemedik. Ayrıca, sizi istiyor. "

***

"Ha ha ha ha! Binaya bir bomba bağladığımı düşünüyorlar değil mi? Bu yüzden ateş etmediler?"

Batman, binanın çatısının kenarında dikiliyordu. Dolunay, tam arkasına denk gelmişti. Bu yüzden, şu anda Gotham gökyüzünde süzülen "yarasa sinyali"ni andırıyordu bu görüntü.

"Hayır. Benim ilgilenmemi beklemişler."

Batman'in suratı görülmüyordu ama sesi oldukça sert çıkmıştı.

"Tüh be. Çünkü gerçekten bomba koymuştum. Yazık oldu. Ee, naber Yarasacık?"

Batman bir şey söylemedi. Yıllardır bu soruya cevap vermediği düşünülürse, Joker buna pek şaşırmadı. Bu sırada hafifçe esen bir rüzgar Joker'in paltosunu ve Batman'in pelerinini dalgalandırdı. Dolunay altında düelloya tutuşan iki kovboya benziyorlardı.

"Arkham Hapisanesi'ndeki sorunu duydum. Neredeyse tüm suçluların kaçması... Baya yoğun olmalısın, baksana, randevumuza gelmiyordun neredeyse."

Batman kıpırdamıyordu, sadece dinliyordu.

"Böyle büyük bir kaçışın arkasında nasıl büyük bir zeka var acaba? Ha ha ha ha ha!"

Rüzgar şiddetini arttırınca, Joker paltosuna sarıldı. Bu sırada helikopter geri çekildi, muhtemelen Batman'in durumu kontrol altına almak için geldiği haberi telsizlerden geçmişti.

"Öğle paydosunda tüm deliler sırayla bahçedeki oyuğa eğilip bakıyorlar ve tekrar sıraya geçiyorlarmuş." diye anlatmaya başladı Joker, bir taraftan Batman'e yaklaşıyordu.

"Doktorlardan birisi bunu farketmiş ve merak etmiş. Başka bir öğle paydosunda, sıraya girmiş o da. 15 dakika sonra sıra ona gelince eğilmiş ve oyuğa bakmış. Hiç bir şey görememiş, zifiri karanlık."

Joker şimdi iyice yaklaşmıştı, Batman'in suratı tamamen seçilebiliyordu. Her zamanki gibi sert bakıyordu, dudağı kıvrılmıştı. Fakat bir farklılık vardı; suratı yara bere içindeydi, pelerini yırtılmıştı ve en korkuncu bakışları farklıydı. Joker'i ürperten bu muydu yoksa rüzgar mı emin değildi ama bu önemsiz ayrıntıyı aklının bir köşesine fırlattı ve hikayesine devam etti.

"Doktor ayağa kalkmış ve şaşırarak sıradaki deliye sormuş, oyukta ne görüyorsun diye. Ve deli de hahahaha bak buraya dikkat et, deli de demi-"

Sert bir yumruğun burnuna inmesiyle yere savrulan Joker, beklenenin aksine gülmedi. Şaşkın görünüyordu. Birbirlerinin azılı düşmanları olabilirlerdi ama şimdiye kadar hep aralarında bir saygının olduğunu düşünürdü. Joker'in sözünü kesmek, ne kadar da kabacaydı.

Joker bu düşüncelerini sonlandıramadı çünkü suratına yediği ikinci yumrukla bayılmıştı. Gördüğü son görüntü, Batman'in üstüne atlarken suratındaki ifadeydi.

Beş dakika sonra, çatıda neler olduğunu kestiremeyen polisler binanın çatısına çıktılar ve Batman'in, yerde baygın yatan Joker'i yumrukladığını gördüler. Üç adam, Batman'i zorlukla tuttu. Joker ambulansla bir hastaneye götürülürken, Batman ortadan kaybolmuştu. Az önce orada neler olduğunu anlamayan polislerin şaşkın bakışlarıyla beraber, gökyüzünde süzülen sinyal söndü.

***

İki hafta sonra, Arkham Hapisanesi'nde, her zamanki gibi yatağa bağlanmış şekilde gözlerini açtı Joker. Başı çatlayacak gibi ağrıyordu ama dert değildi. Yardım için bağırmaya başladı fakat kimse gelmedi. En sonunda, nefessiz kalıp öksürüklere boğulduğunda bir hastabakıcı içeriye girdi.

"Sonunda uyanabilmişsin. Biz de öldün diye umutlanmıştık."

Joker öksürüklerini kontrol etmeye çalışıyordu, bir taraftan da bağlı olduğu yataktan kurtulmak için kollarını hareket ettiriyordu fakat oldukça sıkı bağlanmıştı. Hatta, fazla sıkı.

"Yardım!" diyebildi en sonunda, "Yardım edin!"

Hastabakıcı güldü. "Geçen sefer de böyle kaçmamış mıydın? Odana bile girmemem lazım aslında ama öyle kötü öksürünce ölüyorsun sandım. Ve bu anı hiç kaçırmak istemiyorum."

Joker ağzına gelen kanı tükürdü ve derin derin nefes aldı. Sonunda öksürükleri durmuştu.

"Bana değil! O'na!"

***

Bir ay boyunca, her gece "yarasa sinyali" Gotham semalarında yerini aldı. İnsanlar onları kollayan birisinin olduğunun bilinciyle rahatça uyudular. Hırsızlar ve katiller, işlerini yapmak üzere deliklerinden çıkarken bir kere daha düşündüler. Bir kaç polis, gökyüzündeki işarete bakıp gülümsedi ve nöbetlerinde alkol alıp sızdılar. Geçen ayki büyük hapisane kaçışı sonrası yaptıkları fazla mesainin acısını çıkartıyorlardı.

Neyse ki Batman vardı. Günden güne sokaklar temizlendi. Günden güne, hapishane tekrar doldu. Günden güne, insanlar diken üstünde yaşamayı bırakıp rahatlarına baktılar. Günden güne, insanlar sokaktaki suçlulara karşı protesto etmeyi bıraktılar ve kendilerine eleştirecek bir şey aradılar. Günden güne, gazete haberleri değişmeye başladı.

Batman şehri kurtardı, yine!

Maskeli kahraman polislerden hızlı davrandı! Gotham Üniversitesi artık güvende!

Adaletin koruyucusu mu yoksa Adaletin sahibi mi?

Kara Şovalye'nin Amacı Ne?

Bruce Wayne intihar etti! Ağır depresyonda olduğu bilinen milyarderin serveti nereye gidecek?


Gotham, muhtemelen en hareketli iki ayını yaşamıştı. İlk zamanlarda garipsense de, bir iki hafta içinde "yarasa sinyali" bir daha yanmamak üzere sönmüştü. Hem zaten, ne işe yarıyordu ki?

Gotham gökyüzünün bir kere daha, sadece kara bulutlarla döşeli olmasından bir hafta sonra Joker'in odasında kendini astığı haberi tüm gazetelerde ve televizyonlarda, günlerce konuşuldu.

Gotham artık güvendeydi.

38
Düşler Limanı / Göz
« : 13 Şubat 2011, 19:44:01 »
Küçük şehirlerin en güzel özelliği, 22:30'dan sonra sokaklarda kimsenin olmamasıydı. Bu yüzden, hemen hemen her gece, o civarlarda dışarı çıkar, hava kirliliğinin izin verdiği sürece dışarıda turlardı. Yaklaşık dört senedir, sadece bir kez polis tarafından durdurulmuştu, o da kimlik kontrolüydü. O saatlerde polisler bile şehri terk ediyor,sis bir battaniye gibi şehri örterek uykuya hazırlıyor ve yıldızlar, hava kirliliği yüzünden görünmeseler de şehre güzel bir ninni söylüyorlardı. 22:30'dan sonra, şehir uyuyordu.

Yine böyle bir gecede, elleri ceplerinde, amaçsızca şehir merkezine gidip evine geri dönüyordu ki önünde yürüyen bir adam dikkatini çekti. Adamın bu saatte dışarıda gezmesi bile, onun dikkatini çekerdi aslında ama sorun adamın bu vakitte yürümesi değil, yürüyüş şekliydi. İki üç adımda bir geriye bakıyor, eline telefonunu alıp konuşuyormuş gibi yapıyor, yine çaktırmadan arkasına bakıyordu.

Adam muhtemelen korkmuştu. Bu saatte arkasında hızlıca yürüyen birisinin olduğu düşünülürse aslında oldukça mantıklı davranıyordu. Fakat burası Gotham City değildi; o ucuz bir hırsız değildi ve gökyüzünde bir yarasa işareti yoktu.

Adam kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı, belki de gerçekten bir yarasa işareti arıyordu. Neden sonra, adımlarını hızlandırdı ve çok geçmeden koşmaya başladı. Evet, adam sadece korkmuyor; soyulacağını, öldürüleceğini ve tecavüze uğrayacağını da düşünüyor olmalıydı.

İşte tam o anda, arzu beynin kıvrımlarından kalbine aktı ve kalbini hızlandırdı. Kafasında davullar çalıyordu adeta ve aklında tek bir düşünce vardı; anahtarla bir adam öldürülebilir mi?

***

Eve girdiğinde saat 01:32'yi gösteriyordu. Hemen tuvalete gidip kustu. Yüzünü yıkayıp aynaya baktığında ilk defa o bilindik suratı görmedi. Hayır, maske düşmüştü ve kendisine bakıyordu. Az önce bir insanı öldürmeyi düşünmüştü, hayır istemişti. Eve gelene dek aklından bir anahtarın şah damarına saplanması, yere düşmüş bir adamın suratını tekmelemek gibi görüntüler geçmişti. Midesini bulandıran bu görüntüler değildi, maskesinin düşüşüydü.

Yıllardır bu canavarı içinde taşıyordu demek ki. Yıllardır, maskeden bakan gözler bu canavara aitti. Yüzünü tekrar yıkamak için elini lavaboya uzattığında elinin titrediğini farketti.

Korkmamıştı; sadece fazla heyecanlanmıştı.

***

Sıradan olmayan bir gecenin ardından sıradan bir güne uyandı. Evden çıkmadan önce aynada kendine baktığında, maskesini kusursuzca giydiğini gördü. Ama maskenin ardındaki gözler kendisini ele veriyordu.

O gün okul her zamanki gibiydi. Dersler her zamanki gibiydi. Öğle yemeği her zamanki gibiydi. Değişen tek şey bakışlardı; gözleri maskenin deliklerinde fırıl fırıl dönüyor, insanları izliyordu. Eskiden sadece merak ettiği için insanları izlerdi fakat şimdi bir amacı vardı; maskelerin ardını görmek. Kendisinin altından bir canavar çıkmıştı; şu anda oturduğu kantinde kim bilir daha neler vardı.

"Naber abi?" cümlesiyle gözler fırıl fırıl dönmeyi bırakıp sesin geldiği yere kilitlendi. Adının Halil ya da Hakan olduğunu düşündüğü, sınıftan birisi karşısına oturdu ve cebinden Camel paketini çıkartıp masaya bıraktı. Konuşma işini maskeye bırakan "canavar" karşısındakinin gözlerine odaklanıp onu çözmeye çalıştı. Ağız, sosyal yaşamı kusursuz bir biçimde taklit ediyor ve günlük konuşmaları ustaca sergiliyordu. Göz ise karşısındakinin bedenini parçalıyor, ısırıyor ve ruhuna ulaşmaya çalışıyordu.

Başardığında, bunu yaptığına pişman oldu. Çünkü gördüğü şey, koca bir boşluktu. Elini uzatıp "Adı Halil ya da Hakan"ın sigara paketine uzandı ve bir sigara alıp yaktı. Halil ya da Hakan, şaşırmış gibi gözüküyordu.

"Aa, sen sigaraya ne zaman başladın?"

Sigaradan derin bir nefes aldı.

"Az önce."

39
Oyunlar / HaxBall
« : 02 Şubat 2011, 22:59:28 »
Spoiler: Göster


Biraz geç kalındı bence;

http://haxball.appspot.com/

Oyun için açıklama yapmaya gerek var mı bilmiyorum ama özetle şudur; topun peşinde koşturuyorsunuz. Futbol, evet.

Haydi Rıhtım, sahaya!

40
Televizyon / The Walking Dead
« : 18 Ocak 2011, 20:45:38 »

The Shawshank Redemption'ın yazarından, bir korku dizisi...

Çizgi romanlardan ekranlara taşıma geleneğinin son ürünü The Walking Dead, özellikle Altın Küre adaylığıyla beraber adını duyurdu. Cnbc-e bangır bangır reklamlarını gösterince, gümbür gümbür bir dizi bekliyordum fakat 6 bölümlük tek sezon bir dizi olduğunu duyunca şaşırdım. Dizi bitmiş değil, çekilmeye devam edecek fakat 6 bölümlük bir sezon, bana garip geldi.

Şimdilik 2 bölüm izledim. Fazla klişe olaylar, sahneler ve karakterler taşısa da hakkında olumlu yorumlar da çok. Bu klasik zombi teması, hele hele neredeyse 28 Gün Sonra'nın kopyası bir dizi olması, biraz can sıksa da önümüzdeki bölümlere bakacağız.

Dizinin ana karakteri bir polis memuru. Fazla klişe bir şekilde, hastanede gözünü zombiler tarafından istila edilmiş bir dünyaya açıyor. Dünya üzerinde yaşayan tek insan o değil tabi ki, farklı farklı, gerek topluluk olarak gerek bireysel, kurtulanlar ve çabalayanlar var. Şimdilik karakterin yegane amacı, karısı ve oğlunu bulmak.

Ha unutmadan ekleyeyim, çizgi romanı daha iyi diyorlar.


41
Düşler Limanı / Takma Kafana
« : 13 Ocak 2011, 01:05:10 »
Gençlik Ruhu Gibi Kokuyor

Durak

Monotonluğun habercisi bir alarm, acı acı haykırmaya başladığında beni rüyalarımdan kopartıp yatağıma fırtlattı. Bu basit ama ısrarlı sesle beraber gözlerimi araladım ve ilk gördüğüm şey, tek bir renkten ibaret, beyaz bir tavandı. Yavaşça yatağımda doğrulup alarmı susturdum. Herhangi bir gün, yine başlamıştı.

Öğrenciliğin verdiği kötü bir alışkanlıkla, kahvaltı yapmadan evden çıktım. Kapıyı iki kere kilitlemiş olmama rağmen, evden uzaklaşırken kapıyı kilitlemeyi unuttuğumu düşmeye başladım. Bu durum "Schrödinger'in Kedisi"ne benziyordu; geri dönüp de kapıyı açmaya çalışmadıkça, kapıyı kilitleyip kilitlemediğimden emin olmayacaktım. Oldukça rahatsız olsam da, geri dönmedim.

Otobüs durağı, üniversiteli gençlerle tıklım tıklım doluydu. Bu yeterli değildi, karşıdan bir grup daha durağa geliyordu. Çantaları sırtında kalabalık bir grup, silahlarını almış ve arkadaşlarını toplamış gibi, güle oynaya otobüs durağına yaklaşırken düşüncelerim kapıdan bu gruba kaydı. Kızlı erkekli, karışık bir gruptu bu. Birbirlerine davranışlarından ve olması gerekenden fazla kişiyi barındırmasından dolayı bu grubun üniversitede birinci sınıf olduğunu tahmin ettim. Bu gruptan kaç kişi, seneye aynı şekilde beraber hareket edecekti, bu ayrı bir bilinmezlikti. Ben kendi kabilemden 6. ayda ayrılmıştım ve şimdi, 4 sene sonunda kabile tarih olmuştu.

Bir erkeğin, bir kızın çantasına vurup yere düşürmesiyle grup hareketlendi ve kahkaha sesleri, sabahın ilk ışıklarıyla beraber suratıma vurdu. Erkek, bir oyun oynuyordu. Muhtemelen kaybedeceği bir oyundu. Ama kaybetmek bile zevkliydi ya da öyle davranmak.

Kız çok sıkılmıştı ama kendini sağlama almıştı. Erkeğe söyleniyordu ama yanından ayrılmıyordu, ne de olsa birinci sınıftı. Sürüden ayrılanı kurt kapar düşüncesi, beyinlerine kazınmıştı. Neden bilmiyorum, birden çirkin bir kelime geldi aklıma.

Selam. Selam. Selam. Yeni gelen grup, duraktaki orduyla kaynaşırken, otobüs geldi. Araca istiflenen öğrenciler, soluyacak hava, kıpırdanacak alan olmamasına rağmen şikayet etmeden A noktasından B noktasına ulaştı. İşte geldik, eğlence zamanı.

~

Ders

Psikoloji dersi yerine alırken, diğer gruplar tarafından yetersiz görülüp geride bırakılmış bir kaç savaş gazisi yanıma oturdu. Slayt gösterisi başlıyordu, daha net bir görüntü için ışıklar kapatıldı. Karanlık, insanlık tarihi için hep korkulan birşey olsa da ışıklar gittiğinde herşey daha az tehlikeli gibi geldi bana.

Sıkıcı bir yarım saatin sonunda, bu sefer kolumu sarsan birisi beni sınıfa geri fırlatmıştı. Rorschach Mürekkep Testi hakkında bir gönüllü(!) seçmişti dersi anlatan, tüm sınıfın bakışlarına ve kolumu inatla sarsan kişiye bakılırsa, o kişi bendim.

"Bir kaç resim göstereceğim ve bana ne gördüğünü söyleyeceksin."

Ayağa kalkıp ekrana baktım ve karşıma bir takım mürekkep lekeleri çıktı.

"Bir katır. Bir... Albino? Bir Sinek."

Duraksadım. Şimdi karşımda duran görüntü, büyük göğüslerini avuçlamış ve poz vermiş bir kadındı. Rahatsız edici bir sessizlikten sonra, cevapladım.

"Libidom,evet."

Sınıfta bir kahkaha koptu ve ben her zamanki gibi yapmacık bir gülümsemeyle karşılık verdim. Yaptığım en iyi şeyde berbattım, yine de bu lütuf için minnettarım. Gülüşmeler eşliğinde yerime otururken, az önce yaşananları onaylayan, belki de oldukça eğlenen bir kaç kişi bunu fiziksel olarak göstermek istediler ve sırtıma vurdular. Bu bizim küçük grubumuzdu, hep öyleydi ve sonuna kadar, öyle kalacaktı.

~

Yemek

Kahvaltı yapmamanın en kötü tarafı, öğle arasında gözünün kararmasıydı. Açtım, oldukça açtım ama ne yiyeceğimi bilmiyordum. Bir çorba alıp masaya oturdum ve önümdeki kaseyi izlemeye başladım. Mercimek çorbasının tadını unutmuştum, nasıldı acaba? Kaşığı doldurup ağzıma götürdüm. Ah evet, bu sanırım hoşuma gidiyordu. Kaşığı masaya bıraktığımda, bir şey hissetmediğimi farkettim. Kendimi zorladım, bulmak oldukça zordu. Kaşığı tekrar kaseye doldurdum; aman boşver, takma kafana.

Selam. Selam. Selam. Küçük grubumdan üç kişi masadaki boşlukları doldurdular ve ben mercimek çorbasını sevmediğime karar verdim.

Ev

Yorucu bir günün ardından eve ulaştım ve anahtarı kapının kilidine soktum. Evet, kapıyı her zamanki gibi iki kere kilitlemiştim. İçeri girip eşyalarımı girişe bıraktıktan sonra üzerimi değiştirdim. Bu sırada ışığı açmamıştım. Işıklar yokken, herşey daha az tehlikeliydi, evet.

Kendimi televizyonun karşısına, koltuğa bıraktım. İşte geldik, eğlendir bizi! Ülkenin acınası durumu, dünyanın kan ağlıyor olması gibi haberlerden sonra dört işlem yapan bir papağan haberi çıktığında kendimi salak ve hastalıklı hissettim. Kumandayı elime aldım ve kanalları gezmeye başladım; bir katır, bir albino, bir sinek ve benim libidom.

Suratımı buruşturup bugünü inkâr ettim. Evet, bir inkâr. Bir inkâr. Bir inkâr.

____________________________________________________________________

Not;

İtalik yazılan yerler için bkz.

42
Oyunlar / Back To The Future The Game
« : 16 Aralık 2010, 01:38:28 »
Oyun hakkında tanıtım yapamayacak, bilgi araştıramayacak kadar heyecanlıyım şu anda;

Trailer

Not: Adventure tarzında olacakmış.

43
Düşler Limanı / Bilinçaltından Notlar
« : 04 Aralık 2010, 00:44:41 »
Merhaba, hoşgeldiniz.

Baştan söyleyeyim; kurgusu çok karmaşık, akılda soru işaretleri bırakan ve son cümleyle her şeyi açıklayan, insanı şaşırtan bir öykü değil bu. Hatta şöyle yapalım, direk söyleyeyim size bu öykünün en can alıcı noktasını. Ben şizofrenim.

Bu "durum" - durum diyorum dikkatinizi çekerim, hastalık demiyorum - ne zaman başladı, emin değilim. Küçük yaşta yaşadığım klasik bir Anne-Baba ayrılığı vakasıyla mı başladı yoksa lisedeki ergenlik bulanımlarıyla mı, bilmiyorum. Ama yaklaşık 4 sene önce, arkadaş ortamında "arkadaşın ev arkadaşının arkadaşı" gibisinden bir sıfata sahip şahsın, benim konuşmalarımdan yola çıkarak "Bence bir doktora görünmelisin." önerisiyle başlıyor hikayem.

O senenin başında eve çıkmıştım. Ev arkadaşım, başka bir kampüste, Gıda Mühendisliği okuyan asosyal birisiydi. Ev aramak için şehre geldiğimde otogarda tanışmış ve çabuk kaynaşıp aynı eve çıkmıştım. Bana düşünce şekli olarak çok benziyordu, zevklerimizin ortaklığı beni cezbetmişti adeta. Pek düşünmeden verdim bu kararı ve bugüne dek hiç pişman olmadım bundan.

Normalde pek sosyal olduğum söylenemez, o yüzden o gün yaptığım şey, bir arkadaş davetini kabul etmek uzun zamandır yaptığım en çılgınca şeydi. Yoğun ısrarlarıma rağmen ev arkadaşım gelmek istemedi, ben de sıkılacağımdan adım gibi emin olduğum ortama girdim. İnsanlar kaynaşıyor, birbirlerini yağlıyor, bariz bir şekilde birbirlerinden tiksiniyor fakat yine de birbirlerinin suratlarına gülüyordu. Benim surat asmam tiyatrolarını bozmuş olacak ki, konu bana geldi. Benim neler yaptığım, günlerin nasıl geçtiği gibi masum sorulardan sonra ortamdakilerden birisinin Gıda Mühendisliği'nde okuyor olmasıyla birden gerginlik oluştu. Ev arkadaşımın Gıda Mühendisliği'nde okumadığını iddia eden bu şahıs, son sınıf olduğunu, bir çok klüpte aktif görev yaptığını ve o kişinin bırakın Gıda Mühendisliği'ni hiç bir fakülte olmadığından adı gibi emin olduğunu söyledi. Ev arkadaşımla beraber çekilmiş bir fotoğrafı göstermem de bardağı taşıran son damla oldu.

"Bence bir doktora görün abi." gibi ciddi bir laf, dalga geçercesine kıvrılmış bir ağızdan yavşakça bir ses tonuyla çıkmış olsa da bu öneriye uydum. Neden bilmiyorum, belki de meraklanmıştım.

Pek araştırmadan etmeden, bir psikiyatriste gittim. Kadın, 40'lı yaşlarında bir yırtıcıydı. Şahin gözleri beni süzdü, sivri dili beni sorguladı ve pençeleri cüzdanımı parçaladı. Kitabi kriterlere tamamen uyduğum ve "tipik" bir şizofreni hastası olduğumu söylediğinde, şaşırmıştım. Söz konusu tanı "2 kere 2, 4 eder" değildi fakat yine de kitabi bir takım kriterlerle problem çözülmüştü. Beyin bu kadar basit olmamalıydı. Fakat yine de bu konuyu "uzman"a açmadım.Kitap diyordu, kriter diyordu. Ben ne saçmalıyordum ki?

Ellerimde bir ilaç torbasıyla eve döndüm. Eve girene kadar aklım karışıktı ve neredeyse Şizofreniyi kabullenmemiştim. Bende böyle bir durum olduğundan emin olduğum an, ev arkadaşımla göz göze geldiğim andı. Biliyordu, hem de ben daha ağzımı açmadan.

"Napacaksın?" dedi çekingen bir tavırla elimdeki ilaçlara bakarak. "Bilmiyorum." dedim aynı çekingen bakışlarla karşılık vererek. İçimden en yakın arkadaşıma danışmak geliyordu fakat şöyle bir problem vardı, en yakın arkadaşım yoktu. O bunu anlamış olacak ki "Ne karar verirsen ver, bu kendi kararın olur. Benim dediğimi de yapsan, kendi düşündüğünü de, bu senin kararın." dedi ve bir daha bu konuda ağzını açmadı. Haklıydı. Doğrusu, haklıydım. O benim bilinçaltımdı, benim yarattığım birisiydi, bendim. Onun ilaçları kullanmamı istemediğini "biliyordum" ve ben de istemiyordum. Ya da ben ilaçları kullanmak istemiyordum, dolayısıyla o da bu kararıma saygı duyuyordu. İlaçları çöpe attım.

Filmlerde, kitaplarda şu noktadan sonra oldukça klasik görüntüler yaşanır. İntihar, cinayet, tamamen delirme, akıl hastanesine kapatılma... Bu noktada benim hikayem tüm bunlardan ayrılıyor. Ben, durumumu kabul etmekle kalmadım bu durumla yaşamayı da başardım. Bu yüzden, Şizofreni benim için bir hastalık değil. Yanımda dolaşan serbest bir bilinçaltı, sanılanın aksine bana çok yardımcı oluyordu ve bu 4 senede olmadığım kadar huzurlu oldum.

Okuldaki başarım "ayaklı bilinçaltım" sayesinde tavan yaptı. Sınavlarda başarılı olmam için derslere girmem yetiyordu. Ben konuları unutsam bile, bilinçaltım unutmuyordu. Bir konu hakkında emin olmasam bile bilinçaltım emindi. Birisi hakkındaki düşüncelerim karmaşık olabilirdi ama bilinçaltım netti. Ben mantıklı birisiydim, bilinçaltım ise kesin. Bu birleşim, 4 senedir hayatımı öylesine kolaylaştırdı ki.

Yanlış anlamayın lütfen, burada size bu durumu övmeyeceğim. Zorlandığım, sınıra geldiğimi hissettiğim anlar oldu. Kulağıma fısıldanan uç şeylerin bir an için çok doğru olduğunu sandığım zamanlar oldu. Yorulduğum, mutlak bir şüpheye düştüğüm oldu. Sonumun şu andaki halimin tersine oldukça kötü olacağını tahmin ediyorum. Muhtemelen adım bir gazetenin üçüncü sayfasında kendisine yer bulacak ve bu durumun tek suçlusu ben olacağım.

Fakat ne olursa olsun, pişman değilim ve pişman olmayacağım. Emin olmadığım binlerce şey var; o gün o ortamda "arkadaşlarım"dan kaçı gerçekten oradaydı, bana tanıyı koyan kadın gerçek miydi, her gün bindiğim otobüsün koltuklarının kaçı gerçekten dolu, aldığım kararlarda ev arkadaşımın yardımı mı var yoksa kontrolü çoktan ona mı bıraktım emin değilim. Birbirlerine yalanlar söyleyen, birbirlerini sırtlarından bıçaklayan insanlarla dolu, pisliklerin en tepede olduğu, haksızların haklarının hırsızların keselerinde olduğu, çoğu doğrunun yanlış olduğu, açlığın ve savaşın, kolaylıkla sonlandırılabilecek bir çok sorunun bilinerek ve istenerek sonlandırılmadığı bu garip dünyada; bir kişinin kendisini "bilmesi" neden bir hastalık olarak adlandırılıyor emin değilim.

Ama şundan eminim, ben gerçeğim. Ben varım. Ben burdayım. Biz burdayız.

Ya siz?

44
Kurgu İskelesi / Kaos Günlükleri
« : 09 Ekim 2010, 15:50:27 »
Bölüm 1: Bela Lugosi

Spoiler: Göster


Yarasalar terk etti kuleyi
Kurbanların kanı kapladı geceyi
Kırmızı çizgili kara kutuda
Defnettiler Bela Lugosi'yi


30 Kasım 2010 - Casino De Paris / Paris / Fransa

Paris, aşk ve romantizmin şehri.

Her yıl, bu mevsimlerde sayısız turist aşklarını tazelemek ya da duygularını sonuna dek yaşamak için bu şehre gelirler. Champs Elysees'de bir kahvaltı, Eiffel Kulesi manzaralı bir akşam yemeği ve şarap... Bunların hepsi ölümlülerin Paris denince akıllarına gelen şeyler, bir vampir için ise Paris; Toreadorların memleketi demektir.

Daniel için de bu farklı değildi. Paris'ten; aptal aşıklar ve duygusal Toreadorlardan nefret ederdi. Fiziksel olarak oldukça çekiciydiler aslında, şimdiye dek yaşadığı ilişkilerin en ateşlilerini Toreadorlarla yaşamıştı. Fakat ilk gecenin sonunda duyduğu, "Hayatımın sonuna kadar seninle olmak istiyorum" cümlesi sonsuza kadar yaşamayı düşünen Daniel için büyük bir saçmalıktı.

İşin ucunda intikam olmasaydı Daniel hiç bir şekilde Paris'e adımını bile atmazdı. Ama sonunda kadim dostu ve düşmanı Alexander Black'in izini bulmuştu. Yüzyıllar önce, Romanya'da yaşananlardan sonra her yerde onu aramış ve sonunda bulmuştu. İntikam soğuk yenen bir yemekti ve bu yemek artık buz gibiydi.

Casino De Paris, şehrin pek de merkezinde sayılmazdı. Hiç bir penceresinden Eiffel Kulesi gözükmüyordu ki bu Paris'teki bir mekanın kalitesini belirleyen bir şeydi. Pek popüler olmadığı, şehirden yeterince uzakta olduğu düşünülürse bu mekan vampirler için vazgeçilmez bir yerdi. Hemen hemen her gün mekan tıklım tıklım dolu olurdu ama bugün Casino De Paris'in önünde uzunca bir kuyruk vardı. Toreadorlardan oluşan bir müzik grubu, Nouvelle Vague'un konseri nedeniyle Fransa ve komşu ülkelerdeki vampirler buraya üşüşmüştüler. Uzaklardan sırf bu konser için gelenlerden birisi olarak Daniel, 67 model kırmızı Plymouth'unu mekanın otoparkına parketti ve arabanın bagajını karıştırmaya başladı.

Bagaj bir sirki andırıyordu. Hem çok renkli hem de fazla tehlikeli şeylerle doluydu. Bagajdaki yığının üzerine serilmiş olan siyah deri ceketi alıp giyen Daniel, bir kaç silahı kenara kaydırıp bağajın tabanına saçılmış ıvır zıvırları karıştırmaya başladı. Tılsımlar, bıçaklar, biblo ve küçük resimlerden oluşan yığının dibinde yırtık bir gömleğe sarılmış halde bulunan bir mühürü alıp cebine attı ve bagajı kapattı.

Daniel sıraya girmeyip de direk kapıya doğru ilerlediğinde sıradan bir çok itiraz yükseldi. Daniel hiç birisine dönüp bakmadı bile. Kapıya ulaştığında neredeyse bir kurtadam kadar iri olan güvenlik görevlisi tarafından durdurulduğunda bile ağzını açmadı. Cebinden mührü çıkartıp güvenlik görevlisine göstermesi yeterliydi, koca adam kenara çekilip onu içeriye buyur etti.

Müzik sesi dışarıdan oldukça boğuk geliyordu ama içeri girildiğinde ses gayet netleşti. Rüya gibi bir ses, "Bela Lugosi öldü." diyordu ve Daniel mührü tekrar cebine atarak koridorda ilerlemeye başladı. Kırmızı duvarlara dayanmış öpüşen çiftler, beslenen vampirler ve uyuşturucuyla uçmuş bağımlıların arasından sallana sallana yürüdü Daniel ve konser salonunun büyük kapısına gelene kadar durmadı. Büyük kapıya ulaştığında ise içeri girmedi, sola döndü ve kırmızı duvarı yoklamaya başladı. Küçük bir klik sesiyle beraber, duvarda bir bölme açıldı ve yine kıpkırmızı bir hol onu karşıladı. Kırmızı halıda muzaffer bir komutan edasıyla ilerleyen Daniel ona seslenildiğini duyunca durdu.

"Hey! Sen! Nereye gittiğini sanıyorsun, burası özel bir loca."

Daniel'ın önünde ve arkasında iki tane izbandut belirmişti. Elleri silahlarındaydı ve oldukça tehlikeli gözüküyorlardı.

***

Grubun performansı fantastikti. Öyle ki, sadece izleyiciler değil grup da uçmuş gibiydi. Bu yüzden olsa gerek sahnenin üst taraflarındaki bir özel locanın kapısının büyük bir sesle kırılması kimsenin umrunda değildi.

Alexander'ın yanında oturan üst düzey kişiler ayağa fırlasa da kapının kırılması Alexander'ı pek etkilememişti belli ki. Yavaşça arkasını döndü ve yerdeki iki cesete baktı. Sonra bakışlarını ayakta dikilen, az önce kapıyı kırmış olan, üstü başı kan lekesi olmuş adama kaydırdı ve kaşları çatıldı.

"Ben de tanıdık, eski bir koku duyduğumu düşünüyordum tam." dedi yavaşça ayağa kalkarak. Yanındakilere dönüp locadan ayrılmalarını rica etti ve tekrar Daniel'a döndü. " Romanya'da ölmüş olman gerekmez miydi? O binayı bizzat, kendi ellerimle yakmıştım."

"Şaşırdın mı?" dedi Daniel, kaşları çatık takım elbiseli adama yaklaşarak. "Öyle kolay kolay ölmeyeceğimi bilmen gerekti, dostum." Son kelimeyi öyle iğneleyici söylemişti ki, Alexander kelimenin kendisine battığını hissetmişti.

"Otursana, bu grup bir şahane."

Daniel sadece kahkaha atmakla yetindi. "Buraya müzik dinlemeye gelmediğimi biliyorsun Alexander."

"İntikam?" Alexander'ın sesi meraktan çok bir gerçeği dile getirir gibi çıktı.

"Bak, beni biraz olsun tanımışsın." Daniel biraz daha yaklaştı.

"Ah, evet. Seni çok iyi tanıyorum Daniel. Sen bizim ırkımızın yüz karasısın. Her şeye eğlence gözüyle bakan, kana susamış bir yaratıksın. Bir kurtadama bile daha çok saygı duyuyorum, lütfen alınma."

Daniel yine kahkaha attı. "Bir kaç kurtadamla karşılaşmıştım, öyle çok da abartılacak bir şeyleri yok."

Alexander küçük bir çocuğa acıyarak gülümseyen bir anaokulu öğretmeni gibi kafasını salladı. "Hiç değişmemişsin. İstanbul'daki kavgamızdan sonra da, Roma'daki talihsiz olaydan sonra da, Romanya'da ki işkenceden sonra da. Sonsuza kadar böyle çocuk kalacaksın ve ben sonsuza kadar senin adam olman için çabalayacağım sanırım."

"Sonsuza kadar değil." diyerek bağırdı Daniel ve Alexander'a doğru koşturup onu kucakladı. İkili locadan düştüler ve sahnenin tam ortasına çakıldılar.

***

Nouvelle Vague'un Paris konseri, grup tarihinin en sansasyonel konserleriydi. Konser bazı teknik nedenler yüzünden kısa sürmüş olsa da kalabalığı oldukça tatmin etmiş, seyircilerin akıllarına kazınmıştı. Konser bitip de kalabalık dağıldıktan saatler sonra mekanın otoparkında sadece tek bir araba kalmıştı; 1967 model kırmızı bir Plymouth.

Güneşin doğmasına saatler kala, otoparkta birisi belirdi. Adam üzerinden tren geçmişe benziyordu. Suratı tanınamaz haldeydi ve üstü başı arabası kadar kırmızıydı. Üzerinde o kadar çok kan vardı ki, sanki heryerinden kanıyor gibiydi.

Daniel söve söve arabasına yaklaştı. Bu kadar sinirlenmesinin sebebi yediği dayak değildi, bir kere daha Alexander'ın işini bitirememişti. Bir kere daha kavgaları bir sonuca bağlanamamıştı. Bir kere daha iki taraf da yaşıyordu. Daniel kendi kendisine bir dahaki sefere bu işi bitireceğine dair sözler verirken arabası büyük bir patlamayla havaya uçtu ve patlamanın etkisiyle Daniel savruldu.

Yaraları ve savrulma nedeniyle acıdan kıvranan adam sert bir sesle irkildi.

"Demek şu meşhur Daniel sensin. Bay Black senin hakkında her şeyi anlattı. Belli ki biraz abartmış."

Siyah takım elbiseli bir adam, silahını Daniel'ın kafasına doğru tutmuştu. Alexander her zaman yedek planı olan birisiydi ve belli ki bu adam "b planı"ydı. Alexander yine kendi işini başkasına yaptırıyordu ve bu sefer yarım kalmış işini bitirmesi için ghoulunu yollayarak büyük bir hata yapmıştı.

"Belli ki her şeyi anlatmamış." dedi Daniel, acıdan dolayı boğuk bir sesle. Ve birden ayağa fırladı. Böylesine ölümcül yaralanmış bir adamdan beklenmeyen bir çeviklikle takım elbiseli adamın üstüne çullandı ve elinden silahını kaptı. Şimdi yerde diz çöken ve kafasına silah dayanan kişi Alexander'ın ghouluydu.

"Adım gibi eminim ki, Alexander bu olaydan sonra hemen şehir değiştirecek. Ve bizim Alexander, hiç bir zaman doğaçlama yapmaz. Daha bu şehre gelmeden, bu şehirden sonra nereye gideceğini planlamıştır bile. Söyle, nereye gidecek?"

Ghoulun tüm dikkati alnına dayanmış silahtaydı.

"Bak, sırf Alexander'ın itisin diye seni öldürmeyeceğim. Eğer konuşmazsan, o zaman işler değişir."

Belki bu sözler, belki Daniel'ın böylesine yaralı halde bile böylesine güçlü olması, belki de Daniel'ın adam farkına varmadan adamın zihnine girmesi Alexander'ın ghoulunu etkiledi.

"Po..Port More."

Daniel bir an için şehrin nerde olduğunu düşündü. Sonra bakışlarını tekrar diz çökmüş adama çevirdi ve gülümsedi.

"Beni tanıyor musun?"

Adamın kaşları havaya kalktı, bu soru duymayı beklediği son şeydi belki de.

"Ee..evet. Sen, Daniel'sın?"

"Güzel." dedi Daniel ve silahı ateşledi. Beyni yerlere saçılmış adam yere yığılırken Daniel silahı yere attı.

"Bu arabamı havaya uçurduğun içindi."


______________________________________________________________

Not: Baal'ın "Gölge"sine yan bir hikaye olarak yazıldı.

Not2: Dinleyiniz; Nouvelle Vague - Bela Lugosi's Dead

Not3: Daniel karakteri için bkz: Daniel Drake

Not4: Ayrıca başlık için bkz: Bela Lugosi

Not5: Biraz daha not yazarsam, hikayeyi geçecek notlar.

45
Düşler Limanı / Mum
« : 08 Eylül 2010, 03:06:42 »
Gözlerimi açıyorum.

Sertçe bir yatakta uyanıyorum ve beni ahşap bir tavan karşılıyor. Yavaşça kalkıp etrafa bakıyorum; oda tamamen ahşap. Etrafta üzerinde gümüş bir şamdan bulunan yuvarlak, tahta bir masa ile karşılıklı konmuş iki tahta sandalye dışında hiçbir şey yok. Şamdanın üzerindeki mum hafif hafif dalgalanıyor. Ayağa kalktığımda fark ediyorum ki, ben de hafif hafif dalgalanıyorum onun gibi, dengemi korumakta zorlanıyorum. Etrafı daha iyi incelemek için şamdana uzandığımda dalgalanma sona eriyor ve mum birden sönüyor. Bundan vazgeçip kapıya doğru ilerliyorum. Dışarıdan bir ses geliyor, fakat ne olduğunu anlayamıyorum. Kapıyı yavaşça açıp, karşıma çıkan tahta merdivenleri tırmanıyorum.

Bir kapıyı daha araladığımda, güverteye çıkıyorum. Bir gemideyim ve az önce duyduğum sesler; rüzgar ve dalgaların senfonisinden başka bir şey değil. Gözlerimi kapatıp tuzlu suyun o ferahlatıcı kokusunu içime çekiyorum. Neden sonra irkiliyorum, ortada rüzgar ve dalgaların sesinden başka hiç ses yok. Koskoca gemide tek başıma değilimdir herhalde diye etrafıma bakınıyorum. Güvertede kimse yok. Güverteye çıkarken gördüğüm kadarıyla, yatakhane de bomboş. Hemen dümenin olduğu yere yöneliyorum ve bir nebze rahatlıyorum; yaşlıca bir adam, iki eliyle dümeni tutmuş, öylece dikiliyor.

Adama doğru sesleniyorum. Dönüp bakmıyor. Biraz yüksek sesle sesleniyorum bir kere de. Yine bir değişiklik yok. Adama bağırıyorum, avazım çıktığı kadar bağırıyorum hem de. İşte o zaman fark ediyorum ki sesim çıkmıyor. Korkuyla etrafa bakıp neler döndüğünü anlamaya çalışıyorum. Kara bulutlar, uçsuz bucaksız gri bir deniz, martısız gökyüzü ve her dalgada gıcırdayan, kocaman, bomboş bir gemi. Benim buradan kurtulmak istediğim gibi, kalbim de kendi "gemi"sinden kurtulmak istiyor ki göğüs kafesini hızla dövmeye başlıyor.

Ağzımı bir kez daha açıyorum. Hayır, ses çıkmıyor. Yavaşça dümenin başındaki adama yaklaşıyorum. Adam hiç kıpırdamıyor. Belki de yaşamıyor bile? Hayır, yaşıyor. Yaklaştığımda adamın derin derin soluduğunu fark ediyorum. Onun da beni fark etmesi için yavaşça omzuna dokunuyorum. Adam irkilmiyor, bunu bekliyormuş gibi yavaşça arkasını dönüyor.

Gördüğüm görüntüyle gözlerim yuvalarından fırlayacak gibi oluyor. İki eliyle dümeni sımsıkı tutmuş, dolu gözleri ve üzgün bir ifadeyle bana bakan adam, benim.

Korkarak geriye doğru sıçrıyorum, arkamı dönüp koşarak uzaklaşmak istiyorum. Arkamı döndüğümde birisi daha beni karşılıyor. Çocukluk halim, kafasında şaklaban şapkasıyla bana gülümsüyor ve el sallıyor.

Arkamda 70, önümde 7 yaşında bir "ben" olmasını vücudum kaldıramıyor. Kalbim sonunda başarıyor ve göğüs kafesini parçalıyor.

***

Gözlerimi açtım.

Yumuşak bir yatakta uyandım ve beni karşılayan ilk görüntü, gri bir tavan oldu. Yavaşça kalkıp etrafa bakındım; odamdaydım. Elimi terden sırılsıklam olmuş göğsüme koydum, kalbim güm güm atıyordu. Öylece bekledim biraz. Kendime geldiğimde ayağa kalktım ve mutfağa gittim. Buzdolabından soğuk su dolu bir şişe kapıp balkona çıktım. Sokak lambaları dışında, mahallede hiç ışık yoktu. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Hava bulutlu olmalıydı, yıldızlar gözükmüyordu. Sessiz mahalleyi geride bırakıp sessiz evime döndüm. Uykum kaçmıştı fakat üzerimde halen bir sersemlik vardı. Odama geri döndüğümde, yatağın yanı başındaki masanın üzerindeki telefonumun yanıp söndüğünü gördüm. Telefona uzandım ve ekrandaki hatırlatma yazısını gördüm. Bir an boş boş telefona baktım, durumu sonradan anladım. Abimin telefonuydu bu, benim telefonum tamir olana kadar onun telefonuyla idare edecektim. Abim telefonuna hatırlatma yazmış olmalıydı.

Alarmı kapatıp saate baktım, 6'ya geliyordu. Uyumasam daha iyiydi. Açılmak için holü geçip banyoya ulaştım ve lavaboda yüzümü yıkadım. Suratımı kuruladıktan sonra kafamı kaldırdım ve aynadaki görüntümle göz göze geldim.

Saçı dağınık, gözleri uykusuzluktan kanlanmış, ifadesiz bir suratla bana bakıyordu. Aynı şekilde karşılık verdim.

"Bugün doğum günün, kutlu olsun." dedim görüntüye.
Cevap gelmeyince korktum, o da beni duymuyor diye.

Sayfa: 1 2 [3] 4