Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Laughing Madcap

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 52
31
Televizyon / Ynt: Battlestar Galactica
« : 03 Eylül 2015, 10:38:06 »
Spoiler: Göster
Dizi boyunca 12 tane cylon modeli görüyoruz. Son beşlinin birer numarası yok. Diğerleri ise 1, 2, 3, 4, 5, 6 ve 8 olarak sıralanıyor. Yani 7 numaralı model kayıp. Üretildikten kısa sonra iptal edildiği düşünülüyor. İsmi de büyük ihtimalle Daniel'dı. Bir zamanlar BSG forumlarında bayağı tartışılmıştı. Hakkında hiçbir bilgi yok. Onun üstüne bir yan ürün, kısa bir film falan beklemiştim ama gelmemişti.


Spoiler: Göster
Daniel'ın yaratıcı, hassas ve sanatçı yanı nedeniyle Ellen'ın (Final Five'dan) favorisi olması, Cavill (Number 1)'i sinirlendirdi. Cavill (Number 1), Daniel'ı (Number 7) kıskandığı için genetik kodunu bozarak tamamen ortadan kaldırdı ve diğerlerinin hafızalarından sildi. Number 7 muhabbeti ilk ortaya çıktığından beri hakkında bir çok teori ortaya atılmış olsa da (Starbuck'ın babası vs) yapımcı Ronald D. Moore tarafından bu teoriler kabul edilmedi. Number 7 mevzusunun tek olayı, muhtemelen, Habil ve Kabil'e göndermede bulunması.

Hakkında bir şeyler görebilmek için İlk Cylon Savaşı'nın bitişi ve insansı cylonların yaratılması üzerine bir yapım izlemek lazım. Ama bence böyle iyi, ne kadar kurcalarsan o kadar kötü hatırlanmaya başlıyor. Dizi, müfredata konulabilecek kalitedeyken yan ürünlerle bu güzelliği bozmaya gerek yok.

32
Kurgu İskelesi / Ynt: Evrenin Son Günü
« : 13 Ağustos 2015, 15:36:28 »
Hüzünlü bir mektup okur gibiydi, içeriği de pek güzeldi.

Evrenin en önemli varlıklarının hamam böcekleri ya da tardigradlar olduğunu ama bunu ifade edemedikleri için evrenin düşünebilen, fonksiyonel virüsleri olan bizlerin kendilerimizi çok mühim sanmamızı hayal edip gülümsediğim şu günlerde özellikle, daha bir hoşuma gitti.

Konsepti ve mevzuyu çok yanlış anlamış olma ihtimalimiz beni küçük bir çocuk gibi kıkırdatıyor. Kalemine sağlık.

Not: Yazının fiziksel özelliklerinde bir iki ufak hata, yazım yanlışı, anlatım bozukluğu vesair var elbette ama tekrar gözden geçirilip düzenlenebilecek şeyler bunlar. İçeriğe vurulmuşken "yepyeni yazacağına yepeyeni yazmışsın, ehe." demeyeyim şimdi. Ama yepeyeni yazmışsın, ehe.

33
Düşler Limanı / Ynt: Optimist Sekans
« : 13 Ağustos 2015, 15:24:00 »
Cümlelerin rüzgarında ahenkle dans edip süzülecek iken zaman zaman tökezlesem de, bu yazım tarzı hoşuma gidiyor. Başlarda bir kaç yerde ve son kısımda sıklıkla olan cümlelerin birden devrikleşmesi ya da yazım/imla hataları nedeniyle tökezledim ama yine de aktı gitti.

Sevgili Fiddler'ın binlerce kez söylediği ve benim de uymadığım şeyi yineleyeyim; yazdıktan sonra bir kaç kez daha üstünden geçmek gerek. Tekrar tekrar okurken o ahenki bozan yerler sırıtıyor.

Okurken aklıma Joey Goebel'in Anormaller'i geldi. Kalemine sağlık.

Bom.

Buna bayıldım.

34
Televizyon / Ynt: True Detective
« : 11 Ağustos 2015, 00:55:26 »
Finali izlediğimde, dizinin ikinci sezonun başında yazmayı düşündüğüm şeyleri yazmadığım için üşengeçliğimi tebrik ettim. Finale kadarki negatif düşüncelerimin pozitif yöne kayması, dizinin ikinci sezonunun başarılı olmadığını gösterebilir pekala. Ama sezonu bir bütün olarak ele almak gerekli.

Öncelikle şunu belirteyim, ben de ilk başta "Nerede ilk sezondaki hava?" diye sormuştum. Fakat ilk sezondan bağımsız bir olay örgüsü ve oyuncular olduğu düşünülürse, ilk sezondan farklı bir havanın karşımıza çıkması oldukça doğal. İlk sezonun yarattığı mistik ve karanlık hava yerine daha bir somut, gerçekçi ve soğuk havayı içimize çektik. Bu, ilk sezon kadar etkileyici değildi belki ama yapımcıları, bunca eleştiriye rağmen bu havadan taviz vermemeleri nedeniyle takdir ettim. Her bölümde sık sık gördüğümüz şehir görüntüleri olsun, 3'ü polis 1'i mafya olmak üzere 4 karakterin bu yozlaşmanın içindeki boğuşmalarını ellerinden geldikçe göstermeye çalışmaları olsun, açılış şarkısı olsun, bölüm içlerine serpilmiş Lera Lynn şarkıları olsun, istedikleri havayı yarattılar.

1. sezonda nihilizm sosuna bulanmış bir karakterin, bir birey olarak kayıp iken yolunu bulmasına ve bu mistik boşluğu doldurmasına tanık olduk. Başlangıçta Cohle'a tamamen zıt bir karakterin de bu mistik düzende evrilerek, "kalın kafalılığı" bırakışına şahitlik ettik. Birinci sezona mistik sisin yavaşça dağılarak, bulutların arasından sızan ışığın suratımıza vurmasıyla veda ettik.

İkinci sezona ise betonların arasında, çöplerin içinde başladık. Karakterlerimiz ortamdaki pislikten ilerleyemez oldular ve tüm sezon boyunca bu çöplükte, yoğun hava kirliliğinden önlerini göremeyecek şekilde ilerlemeye çalışmalarını izledik.

Endüstriyel Noir denebilecek bir havada geçen ikinci sezonun çok büyük sıkıntıları vardı. Öncelikle oyunculuklara değinmek istiyorum. En beklemediğim kişi, Vince Vaughn'ın diziyi sırtlaması bir hayli şaşırttı beni. Diğerleri ise, meh.

Kurgu ise oldukça yavandı ve yer yer bir hayli karmaşıktı. Açıkcası sezonun başında katili tahmin etmiştim ama tabi detayları bilmediğim için cinayetin sebebini öğrenmek için sezonun son bölümlerine kadar beklemek zorunda kaldım. Sonra finali izleyince anladım ki, amaçları zaten olayın polisiye ağırlığını vermek değilmiş. Mevzu final bölümünün ilk beş dakikasında birden çözülünce, eaaaah demedim değil. Son dakikaları izleyince anladım ki, senaristin bize vermeye çalıştığı şey bu değil.

Spoilerlı kısma gelmeden genel bir yorum yapacak olursam evet, ilk sezondaki kadar başarılı değil. Ama kendi içinde, final bölümü durumu kurtarsa da, güzel bir yapım olmuş.
Veeeee spoilerlar;

Spoiler: Göster

-Görsellik açısından ne yazık ki ilk sezonun yanına yaklaşamayacak kadar kötüydü. Endüstriyel Noir havasını verebilecek kadar iyiydi ama ilk sezondaki tatmin hissi oluşmadı. İki sahne hariç.

Birincisi Frank Semyon'un "ölüm yürüyüşü" sırasındaki hayatının irdelenmesi, sezon boyunca yaşadıklarını özetleyen "yaralı adamın boşuna çabalaması ve bu sırada onun düşmesini bekleyen akbabalar" ve son olarak, tam da söz verdiği gibi "kırmızı gül"lü ve takım elbiseli bir şekilde karısına kavuşması.

İkinci sahne ise Velcoro'nun kamikazesi. Sezonun başlarında vurulduğunda gördüğü hayalde, babasının anlattığı şekilde, "devasa ağaçların arasında adamlardan kaçıyorsun, sonra karşılarına çıkıyorsun ve seni vuruyorlar" açıklamasına uygun bir şekilde ölmesi.

Bu iki sahnenin de finalde olması, sezon boyunca neden eleştirildiğini rahatça anlatıyor aslında.

-Kurgusal açıdan, anlatılmak istenenin basit bir siyasi çekişme, yolsuzluk ve cinayetler olmadığını, final bölümüyle anlatabildiler. Ya da ben biraz geç anlıyorum.

Sezon boyunca gördüğümüz kadın karakterler, değer verdikleri erkek karakterlerin mantık yönleri oldular. Belki doğru yolu göstermediler ama normali işaret ettiler. Velcoro'nun eski eşi de, Bezzerides de, Semyon'un eşi de, Woodrough'un müstakbel eşi de ve hatta set fotoğrafçısının kız kardeşi de hep erkeklerin bu gurur/para/onur/intikam/korku sebepli hareketlerine engel olmaya çalıştılar. Erkekler hep bu saydıklarım öğelere yenik düştüler ve kaybettiler.

Yani bu sezon bize kirli planlar, karanlıkta kalan cinayetler, siyasi çekişmeler falan göstermedi. Bu zaten hep vardı ve son sahnelerden anlaşılacağı üzere hep de olacak. Rust Cohle'un finalde söylediğinin aksine, aydınlık kazanmıyor. Karanlık sapasağlam yoluna devam ediyor. Bu yolculukta karakter yoğruluyor ve kötüler güçleriyle sınanırken iyiler de zayıflıkları nedeniyle sahneden çekiliyorlar.

-Dizide bazı anlar çok hızlı gelişiyor gibi görünmesinin sebebi, alt metinin çok iyi verilememiş olmasından kaynaklanıyor bence. Velcoro ve Bezzerides birlikteliği çok ani gelişmiş gibi görünse de, bu ikilinin hareketlerine, özellikle de aynı ekranı paylaştıkları sahnelerdeki hareketlerine, oturmalarına, kalkmalarına, konuşmalarına ve yaşadıklarına dikkat edin. Oturup ikinci sezonu tekrar izleyin demiyorum ama bazı sahneler var ki, oturuş şekilleri bile aynı. O yüzden Velcoro'nun aşık olması, liseli ergen gibi telefonda bunu söyleyememesi çok normal.

-Dizinin atmosferi düşünülünce, mutlu son beklenemezdi elbette ama özellikle Velcoro konusunda biraz "ölüsüne sıktılar". Tamam, klişe bir şekilde oğlunu görmeye gitti, takip edildi, sevdiği kadını kendince korudu ve yeniden göremedi. Babalık testini de gördük, haydi o da tamam. Ama gönderdiği mesajın ulaşamaması var ki, vay anam vay.


3. sezonda bakalım bizi ne tarz bir dizi bekliyor. Nic Pizzolatto, şaşırt bizi.

35
Sevgili mit, Superman'liğini bilirdik de Clark Kent'liğini bilmezdik. Ellerine sağlık.

Sad Puppies hareketi, tamamen kurallara uygun bir şekilde, kendi deyimleriyle "karşı tarafın yaptığını" yaparak ödüllere bir değişim getirmiş. Düşünceleri, tamamen kişisel düşüncelerden oluştuğu için de ortada bir sorun yok. Yani muhafazakar bir kesimin, sosyal mesaj kaygısıyla ya da okuyucu çekmek amacıyla bir bilimkurguya gereksiz şekilde yerleştirilmiş eşcinsellik olgusunu okumak istememesi gayet doğal. Hepsini geçtim, tamamen kurallara uygun bir şekilde hareket ederek ortalığı karıştırabiliyorsan, sistemin kendisine bir çeki düzen vermesi gerektiği açık.

Keşke kitaplar konuşulsa, kitaplar yarışsa. Yazarlar ya da siyasi görüşlerinin bu güzelim ortamı bozmasına izin verilmese.

Not: Dresden konusunda genel olarak hemfikiriz madem, şunu söyleyeyim. Ödülü kazanırsa ses çıkartmayalım, kazanamazsa da "Ya tamam çok güzel ama şimdi bir Hugo Ödülü de kolay kazanılmıyor zaten." deriz.

Bir de merak ediyorum rabid puppies ne yav? Sad puppies'den farkı ne?

Sad Puppies Larry'nin listesi, Rabid Puppies Vox'un listesi. Çünkü Larry üzgün, Vox da kuduz.

37
Sinema / Ynt: Deadpool (2016)
« : 04 Ağustos 2015, 15:23:21 »
Tost makinesiyle çekilmiş, Comic Con'dan sızdırılmış, itinayla silinmiş fragmandan sonra; resmi bir şekilde sunulan ve kaliteli görüntülere sahip fragmanı pek yakında izleyeceğiz gibi duruyor.

Ben demiyorum bunu, "Deadpool'un fragmanının fragmanı" söylüyor.

Yasal uyarı: Flood yapmak sağlığa zararlıdır.

38
Piri Reisi anladım da Nostradamus niye...

"Çünkü o bizim hak ettiğimiz ama şu anda ihtiyacımız olmayan bilimkurgu yazarı. Onun peşine düşeceğiz. Çünkü o bunu kaldırabilir. Çünkü o bizim bilimkurgu yazarımız değil. O sessiz bir tahminci, ileriye bakan bir gözlemci. Bir kahin."

Spoiler: Göster


Piri Reis ve Nostradamus'dan, Sercan Leylek'in yazdığı romandan bahsetmiyorsak, gerçekten de niye?

39
Çizgi Roman & Manga / Ynt: Batman Artık Türkçe!
« : 28 Temmuz 2015, 22:05:30 »
Joker'in çizgi roman dünyası için yeri ve önemini belirtmeye gerek yok. Batman'in en iyi hikayelerinde genelde başkahraman olarak kendisini görmemizin şaşırtıcı bir noktası da yok. Arkham Asylum (çizgi roman olan)'da ve özellikle Öldüren Şaka'da bu karakterin zihnine bir göz atma fırsatımız oldu ama her seferinde bizi daha çok şaşırtmaya/güldürmeye/korkutmaya devam ettirdi. Tüm hikayelerinde Batman'i zor durumlara soksa da bazı hikayelerde sınırları bir hayli zorladı. Mesela A Death in The Family...

Batman: A Death in The Family, malumunuz olduğu üzere, ikinci Robin (Jason Todd)'in Joker tarafından hunharca katledilmesini işliyordu. Bu büyük olayın gerçekleşme şekli ve bunun Batman üzerindeki etkileri ile seride yeri ayrı bir çizgi romandı kendileri. Hepsinin ötesinde karakterin ölümünün okuyucuların oylarıyla belirlenmesi de bu çizgi romanı diğerlerine göre bir farklı yapıyor. Evet, her ne kadar Robin'i Joker, levyeyle döverek öldürmüş gibi görünse de aslında ölümüne sebep olan kişi saatlerce aynı numarayı çevirip ölmesi yönünde oy veren bir okuyucu. Bunu da geçtim, bu hikayeyle beraber Joker'in sınırlarını-sınırsızlığını görebiliyoruz. Bu eyleminin ardındaki mantığı/mantıksızlığı net ve acımasız bir şekilde gösteriyor bize; "Ben seninle dans etmek istiyorum, bu yancılara gerek yok!"

Şimdi ben bunları neden anlatıyorum. Anlatıyorum çünkü Batman: Ailenin Ölümü'nü elime aldığımda o muhteşem kapak dizaynının yanında hikayenin adı beni bir hayli korkuttu. Bir Joker hikayesi. Ailenin ölümü? Haydi bakalım diyerek okumaya başladım. Sonra bırakamadım. Sonra bitirdim. Sonra kapağı kapatıp, bir kenara kaldırdım. Okuyalı bir hayli olduğu düşünülürse, etkisinin uzun sürüyor olması bir gerçek.

Etkileyici çünkü sonunda, tam anlamıyla bir Joker hikayesi okuyoruz. Gangster olan, palyaço olan, anarşist olan, sosyopat olan, psikopat olan Joker hikayelerini çok sık okuduk/gördük/izledik ama bu, tam olarak karakteri anlatan bir hikaye olmuş.

İhsan Abi'ye katılıyor ve içerik hakkında bir şeyler söylemiyorum. Göndermeler ve metaforlarla dolu sahneler, itiraflar ve "kara" sevdaya tutulmuş bir adam... Okuyun efendim.

Not 1: Batman Arkham Knight'taki "A Death in The Family"den görüntülerin canlandırıldığı bölümü izleyince tekrar gaza geldim. Dayanamadım, biraz da ben öveyim istedim.

Not 2: Batman'in ve Joker'in işlenişi, Batman ve Joker ilişkisi ve bu ikilinin zihinlerindekilerin ötesinde bütün karakterlerin işlenişi de çok hoşuma gitti. Hani tek bir noktaya odaklı, basit bir Joker-Batman kapışmasının dışında tüm ailenin karakterlerini çok güzel yansıtan bir hikaye olması açısından Scott Snyder'ın ellerinden öpüyorum.

Not 3: Okuyanlar için gelsin;
Spoiler: Göster
Hahnium.

40
Çizgi & Anime / Ynt: Naruto
« : 26 Temmuz 2015, 14:28:51 »
Biraz geç bir paylaşım olsa da şuradan hangi bölümün filler, hangi bölümün canon ya da hangi bölümün çoğunlukla filler ya da çoğunlukla canon takip edilebilir. Aynı kaynaktan takip ettiğiniz başka animelere de bakabilirsiniz ama gerçekten böyle bir şeye ihtiyaç duyulabilecek yegane anime de Naruto Shippuden sanırım. Çıkan 423 bölümün 169'u, yani %40'ı (kiii buu daa kırk yapar! shinobi hareketinin kırkıncı yılı!?) filler. Peh peh peh.

Animeye dönecek olursak, 20 bölümlük bir filler arasından sonra haydi bakalım dedik yine olmadı. Bu sefer de son bölüme kadar bölüm içinde fillerlı hikayeli flashbackli bir şeyler yapmaya çalıştılar. Yani şöyle özetleyeyim, 30 bölümdür A kişisi ile onunla savaşanlar, bir arazide öylece duruyor. Neyse ki şu son bölümlerde gösterilen flashbackler kaliteliydi, içerikleri ve ana karakterleri iyiydi. Kakashi'nin gençliğine, Gai Sensei'nin çocukluğuna hatta Gai Sensei'nin babasına asla hayır diyemem.

Sonunda da mangada okuyup heyecanla beklediğim yere geldik. Bunu daha önce de dile getirmiştim, konu artık zıvanadan çıktı diye. Hani seviye, konu, hikaye çok galaktik boyutlara çıktı. Önünü alamadık! Buradan sonrası mangayı takip etmemiş ya da animede henüz buralara gelmemiş kişiler için spoiler;

Spoiler: Göster
"Rikudou Sennin, yani Sage of The Six Paths ile rüyalarda buluşalım!" sahnesi tahmin ettiğim gibi oldu. Bir taraftan bize işin aslını ve bundan sonraki süreci hafiften işlediler, bir taraftan da Naruto'nun karşısında böyle bir adam bile olsa tam bir öküz olduğunu yeniden gösterdiler. Manga'dan dolayı olacakları bilmesem baya heyecanlandıracak bir sahne tabi, orası gerçek. Ama bence Gai (Ya da ing. Guy) Sensei'den bahsetmek gerek. Zaten ortamlara girip, Madara'nın karşısına çıkıp, karizmatik karizmatik bakıp, Kakashi'ye dönerek "Bu kim?" demesiyle gönlümüzü fethetmişti. Sekizinci kapıyı da açarak, kamikaze misali Madara'ya atladı. Ve koskoca Madara, First Hokage dışında kimseyi sallamayan Madara bile First Hokage'den sonra ilk kez biriyle savaşırken zevk aldığını söyledi.


Haftaya yeni bölüm çıkacak ve sonra, evet doğru tahmin ettiniz. Filler var.

41
Çizgi & Anime / Ynt: En Son İzlediğiniz Anime?
« : 26 Temmuz 2015, 13:55:44 »
Log Horizon.

Totalbiscuit'in podcastlerinden birinde adı geçmişti, özellikle Totalbiscuit hakkında öyle pek yorum yapmayınca güzel olma ihtimalini düşünerek girdim bu animeye. Pişman da değilim.

Özetle konusu MMORPG oyununa sıkışmış insanların mücadelesi ve evet, bunu ne zaman dile getirsem herkes Sword Art Online gibi yani diyor. SaO'yu izlemedim, bilmiyorum ama ona yapılan yorumlar ve karşılaştırmalara dayanarak aralarında bariz bir fark olduğunu söyleyebilirim. Log Horizon gerçekten kendini MMORPG'ye adamış, MMORPG kültürünü ve jargonunu işleyen ve kurgusu o kafada giden bir anime olmuş.

Spoiler olmasın diye pek kurguya girmiyorum ama "Skill Sistemi" ve NPC'lere bakış açısı/NPC'ler ile ilişkileri konusunda oldukça güzel bir işleyiş var.

Ha tabi öyle çok muhteşem, başından kalkamayacaksınız diyemem. Çerezlik niyetine izlenebilir, keza toplamda iki sezon ve sezon başına 25'er bölüm var.

42
Televizyon / Daredevil
« : 25 Temmuz 2015, 20:36:14 »

Matt Murdock, küçük yaşta bir trafik kazası geçirir. Bu kaza onun görme yetisini elinden alsa da diğer hisleri oldukça kuvvetlenir. Şimdi ise Hell's Kitchen'da gündüzleri avukat geceleri Daredevil olarak şehrinde adaleti sağlamaya çalışmaktadır.

Evet, bu hikayeyi hepimiz biliyoruz. Çizgi romanlardan olmasa bile Ben Affleck'in muhteşem (!) Daredevil'ını hangimiz unutabiliriz? Peki bu Daredevil'ın olayı ne, neden bu kadar sevildi?

Öncelikle dizi kurgusal anlamda karanlık. Çizgi romanlarındaki kadar olmasa da Matt Murdock'ın talihsizliği, acıların çocuğu durumunu bir nebze gösterebilmişler. Onun dışında Hell's Kitchen yozlaşmanın kol gezdiği bir şehir ve bunu da başarılı bir şekilde yansıtabilmişler. Uyuşturucu, mafya çatışması, insan trafiği, vahşice adam öldürme gibi şeylerden bahsediyorum. Bu ortamı, hemen hemen her bölümde görsel olarak da hoşumuza gidecek şekilde sunmaları ise pastanın kreması olmuş adeta. Kullanılan renkler, kamera yöntemleri gibi etkileyici durumların dışında, dövüş sahneleri de oldu bittiye getirilmeden, profesyonelce ele alınmış. Bir kahramnın 6 dakikalık kavga sonunda nefes nefese kalıp, yorgunluktan yere yığılması öyle çok sık rastlayacağınız bir şey değil sonuçta.

Bu karanlık ve şiddet dolu ortama bir iki hoşluk, üç beş Marvel yapıtlarına gönderme, dozunda komiklikler şakalar eklenince, gayet olmuş.

Bunu hep dile getiriyorum, Marvel ve ürünlerini sevmiyorum. Daredevil, Marvel familyasında hoşuma giden sayılı çizgi roman kurgularından birisiydi. Fakat işin ekran boyutunun bu kadar güzel olacağını hiç beklemiyordum. Flash, Gotham, Arrow, Supergirl gibi yapımlar bunun yanında ilkokul piyesi gibi kaldı.

Ve son olarak, elbette;
Spoiler: Göster

43
Tartışmaya yazılanları okudum ve tam bir düz adam, hatta öküz olduğumu fark ettim.

Nispeten küçük bir şehirde yaşıyor olmama rağmen aradığımı bulabildiğim ufak tefek bir kitapçım var. Yıllar önce, öyle D&R gibi büyük balıklar bu şehre uğramamışken tüm alışverişimi oradan yapıyordum. Gel zaman git zaman adamla sohbeti koyulaştırdım. İlgi alanlarımızın kesiştiği noktalar pek yoktu aslında ama yine de kitap muhabbeti yapılabiliyordu. Elinde olmayanları getirtiyordu ve tabi bu bir iki hafta sürüyordu. Bu şekilde seneler geçti falan da...

Ben hiç o kitapçıya gidip kitapları okşamadım. Bazen içeri girip, dolaşıp, adamla sohbet edip, adamın zamanını çalıp, hiç bir şey almadan çıkıp gittiğim oldu. Oturup çay içtiğim, hesabı o adama itelediğim de oldu. D&R için çalışan bir gizli ajan edasıyla, adama ufak ufak zarar vermişim resmen. Zarar ziyan bir herifmişim. Ama şu ana kadar bunu hiç düşünmemiştim. İnternetten kitap alabiliyor olmamızın adama verdiği zarar aklımın ucundan geçmemişti. Yakın bir zamanda adamın yanına uğrayıp bunu ona, bizzat bu sıkıntıları yaşayan kişiye sormayı düşünüyorum. Gidince bir çayını da içerim artık.

Mevzu romantizmin ötesinde maddiyat ise, ucuzluk ise tabi ki fırsatı yakaladığın yerde voleyi vuracaksın. Ama kendi adıma ben hiç kitaba verilen paraya acımadım. Para kazanmaya başlamadan önce, "baba parası" yerken de ailem hiç bir zaman kitap konusunu dert etmediler. Yanlış anlaşılmasın, çocukluğum ağabeyimin kırıp bıraktığı oyuncaklarla oynayarak ve eskilerini giyerek geçti. Öyle durumumuz yerinde falan değildi ama nedense kitap konusunda kimse ses etmedi. Tabii bu bahsettiğim şey tamamen kişisel bir durum, maddi açıdan sıkıntıları olanların ya da yapılan harcamalarda ince hesapları olanların fırsat peşinde koşması tamamen kabul edilebilir bir şey. Hele hele ülkemizde, günümüz ekonomisinde, dolar ve euro biraz daha yükselirse barajı geçip meclise girebilecek haldeyken, gayet normal.

Kitapçıların da para kazanması gerektiği, ekmek parası peşinde oldukları, onun ötesinde yazarların hemen hemen hiç bir şey kazanmaması konusunda da ne yazık ki öyle bir durum var. Günümüz dünyasında bu durum sadece kitap için geçerli değil. Elinizdeki akıllı telefonların kaymağını, o telefonlar için emek harcayanlar değil pazarlayanlar yemekte. Büyük bir fast food zincirinin aylık cirosu ile çalışanlarına dağıtılan maaş karşılaştığında, ortaya komik şeyler çıkıyor. Edebi bir değeri olan kitap konusunda bu durumun can yakması normal. Çünkü bir kitabın bireye katkıları bu bahsettiğim somut öğelerden çok ötede. Ortada edebi bir değer, kişinin karakterine ve ruhuna bir katkı olunca tabi ki yazarın en çok kazanmasını istememiz gayet normal. Romantik ve ütopik bir bakış açısıyla devam edecek olursak, bu durumda yazarın da para kaygısı gütmeden eserlerini yazması gerekir. Ama dediğim gibi, yaşadığımız dünya ile içinde yaşamak istediğimiz dünya arasında galaksiler boyutunda fark var.

Söz konusu niyet kitap okumaksa, o kitabın edindiği yöntem tamamen bireyin hal ve hareketine göre değişiyor. Kimi internete güvenmez, kimi fiyatlara yönelik hareket eder, kimi kitap kokusu müptelasıdır, kimi  çay içmeyi çok sever vesair. Önceliğiniz maddiyat ise, aradığınız her kitabı bulamasanız da kütüphaneler güzel bir yöntem. Ya da arkadaşlarınızla, gerek gerçek hayattan gerek bu forum üzerinden, alışveriş de uygulanabilir. Ama söz konusu niyet kitap okumaksa, bu yöntemlerin bir artısı/eksisi ya da doğrusu yanlışı yoktur. Ne demişler kitap için zamanında, "Al, nereden olursa olsun yine al!".

44
Gezginler Kamarası / Ynt: Yemek Sanatı
« : 25 Temmuz 2015, 01:13:48 »
"Sevgili seyirciler, bir Yemek Sanatı programına daha hoş geldiniz. Bugün basit bir menüyle karşınızdayız; Pilav-Köfte! Evet biliyorum, bir Fetuccini Alfredo değil ama Allah aşkına, onu kim bulmuş da yesin?"

20'li yaşlarını henüz ortalamamış adam kendi kendine kıkırdadı. Yemek yaparken, bir televizyon programı sunuyormuş gibi yapmayı seviyordu. Yemek yapmayı zaten seviyordu, bu şekilde işini daha eğlenceli hale getiriyordu. Temizlik yaparken şarkı söylemek gibi, tuvalette uzun uzun hayaller kurmak gibi bir şeydi bu.

"Malzemeler! Köfte için bir miktar kıyma, soğan, sarımsak, maydanoz ve galeta unu. Galeta ununuz yoksa bayat ekmek kırıntılarıyla da yapabilirsiniz ki ben öyle yapacağım. Pilav için de, pirinç. Evet, çok şaşırdınız, biliyorum."

Dolaplardan derin bir kap çıkarttı ve kıymayı içine koydu. Soğanları, bir diş sarımsağı ve yıkamış olduğu biraz maydanozu ince ince doğrayan adam, göz kararı ekmek kırıntılarından da koydu. Bu karışımı karıştırmaya başladı, bu sırada kendi kendine konuşmaya devam etti.

"Fark ettiğiniz üzere hiç bir ölçü söylemedim. Ben bu yemeği iki kişilik yapıyorum, o yüzden malzemeleri ona göre hazırladım. Hem zaten mutfakta bir süre geçirince, tüm işleriniz göz kararı oluyor. Herhangi bir ölçüye gerek kalmıyor."

Bu kısmen yalandı. Kıyma önceden kalan kıymaydı, gramajını bilmiyordu. Hazırladığı köfte harcına koyduğu malzemeleri ise tamamen kafasına göre koymuştu. Köfte onun işi değildi ama akşam yemeğini hazırlamak onun işiydi. Karıştırdığı kıymaya biraz su eklemek için durakladığında, açık olan televizyonda yayınlanan haberleri dinledi. Plüton'a giden uzay aracıyla ilgili heyecanlı konuşmayı bir süre dinledikten sonra harcı yumruklamaya ve karıştırmaya devam etti.

"Bu işlemi, hazırladığınız harç kulak memesi kıvamı alana kadar devam ediyorsunuz. Kulak memesi kıvamı nedir bilmeyenler için size çok mühim bir püf noktası söyleyeyim. Yavaşça kulak memenizi elleyin. Evet, işte onun gibi."

Köfte kıvama gelmişti ama adamın kafası az önce dinlediği haberdeydi. Plüton hakkındaki bu olay bir iki gün önceden medyaya taşınmaya başladığında da aynı şey aklına gelmişti aslında, insanoğlu her zaman insanoğluydu. Koca evrende bizden başka birilerine rast gelmediğimiz için, evreni kendimize göre sınıflandırmamız, egomuzun boyutunu gözler önüne seriyordu. Plüton'u yıllar önce gezegen olmadığı için küçümsemiştik, şimdi de heyecanla ona doğru koşuyor ve bize kollarını açmasını bekliyorduk. Gerçekten, babaannesinin deyimiyle tam birer eşek sıpalarıydık. Bu olay, Plüton konusundaki iki yüzlülük, adama sınıfındaki insanları hatırlatıyordu. Şu birbirlerinin arkalarından konuşup, hiç bir şey olmamış gibi davranan, kendileriyle aynı şeyi düşünmüyor ya da aynı şeyden hoşlanmıyor diye onları "hırt" olarak nitelendiren insanlar... Adamın midesi bulanınca kendine geldi ve köftenin çoktan kulak memesi kıvamına gelmiş olduğunu fark etti.

Eliyle parçalar kopartıp bir tabağa köfteleri koyan adam, ellerini yıkadı ve dolaptan bir süzgeç çıkarttı.

"Az önce göz kararı hakkında bir şeyler söylemiştim ya hani. Söz konusu pilav ise o dediklerimi unutun. Pilavın göz kararı olmaz. Yazılı olmayan bir kanunu vardır pilavın, annelerden çocuklarına ve onların çocuklarına geçmiş olan, sabit bir formülü vardır. Bire bir buçuk. Bu kadar. Net."

Bir bardak pirinci süzgece döken adam, içinde taş var mı diye hızlıca kontrol ettikten sonra suyu açtı ve pirinçleri bir güzel yıkamaya başladı. Süzgeçten süzülen sular bulanık bir beyazdan daha açık ve berrak bir hale gelene kadar pirinçleri yıkamaya devam etti. Bu sırada, bu bulanık beyaz rengin tıpta kullanıldığı, koleralı hastaların dışkılarının pirinç yıkantı suyu renginde olduğu anekdotunu seyircileriyle paylaşacaktı ama bunu bir yemek programı için pek uygun bir bilgi olmadığını fark edip konuyu değiştirdi.

"Bir bardak pirinci güzel bir şekilde yıkadıktan sonra, önceden yağladığımız..."

Bu sırada tencereye biraz sıvı yağ döktü.

"...tencereye koyuyoruz ve güzelce kavuruyoruz."

Pirinçleri kavururken, pilav yaparken aklına takılan soru yine beyninin kıvrımlarından fırlayıp, kortekse bir güzel yerleşti. Bu pilavı yapmak kimin aklına gelmişti, nasıl yaptı? Bunu ilk yapan kişi kimdi? Adını bilmediğimiz birisi, her gün bir yerlerde muhakkak yenen bir yemeği icat etmişti. Belki sadece basit bir yemekti ama geçmiş zamanlarda birisi, tarihe adını pirinçle yazmıştı. Adı tarihin acımasız rüzgarıyla silindi belki fakat pirinç halen oradaydı. Kendisinin de bir şekilde bundan yıllar sonra hatırlanıp hatırlanmayacağını düşünen adamın bir an canı sıkıldı ve programına devam etti.

"İyice kavrulan bir bardak pirinçlerin üzerine bir buçuk bardak sıcak su ilave ediyoruz. Dediğim gibi, bire bir buçuk. Eğer tek kişilik yapacaksanız yarım bardağa 0.75 bardak oluyor ki bu duruma biz mutfakta bir bardaktan biraz az diyoruz."

Yeteri kadar suyu koyduktan sonra tencerenin kapağını kapatan adam, pilavın olmasını beklemek için arkasındaki mutfak masasına doğru yönelmişti ki masanın etrafında dizili olan sandalyelerden birinin çoktan dolu olduğunu gördü ve istemsizce sıçradı.

"A-a? Abi! Geldiğini duymamışım."

Bir an ağabeyinin neden sırıttığını anlayamayan adam neden sonra tek kişilik televizyon programını hatırladı.

"Ee.. Sen ne zamandır buradasın?"

Ağabeyi yavaşça ayağa kalktı ve elini kardeşinin omzuna koydu.

"Programın başını kaçırdım be Selim, kusura bakma."

Amatör yemek programı sunucusu Selim utandı ve açıklamaya çalıştı.

"Ya abi işte, öyle kendi kendime yemek yapar-"

Ağabeyi Mustafa dolapları karıştırıp bir tava çıkarttı.

"Tamam be Selim, sıkıntı yok. Hepimiz biraz deliyiz, n'olcak? Hem sen niye giriştin ki bu işe, ben yapardım yemeği. Senin sınavın falan yok muydu?"

Selim fırlayıp ağabeyinin elinden tavayı aldı ve ocağın üstüne koydu.

"Tamam abi, yemekten sonra hallederim ben onu. Haydi sen git, üstünü başını değiştir. Bir elini yüzünü yıka, kendine gel. Yemeği ben hallediyorum, haydi."

Ağabeyi Mustafa biran itiraz edecek gibi durdu, sonra parmağını sallayarak cevap verdi.

"O zaman bulaşığa karışmıyorsun. Haydi ben duş alıp geleyim."

Selim, ağabeyinin mutfaktan çıkmasını bir süre izledi. Mustafa iki kardeşin büyük olanıydı ve babaları vefat ettiğinden beri ailenin babasıydı. İki yıl önce anneleri de vefat edince evin annesi olmak da ona düşmüştü. Bir taraftan çalışıyor, bir taraftan da evin giderleriyle uğraşıyordu. Selim, ağabeyini Atlas'a benzetiyordu ve bu konuda gıkını çıkartmamasından dolayı onu kıskanıyordu. İnsan bazen öyle saçma şeyleri dert ediyordu ki kendine, başkalarının nelerle uğraştığını fark edemiyordu bile.

Tavanın altını yakan Selim, tava ısınınca çok az sıvı yağ koydu ve köfteleri tavaya dizmeye başladı. Çok geçmeden köfteler olmuş, pilav suyunu çekmiş, masa hazırlanmış ve iki kardeş masaya oturmuşlardı.

"Haydi bakalım, afiyet olsun."

Mustafa pilavdan büyükçe bir kaşık aldı, sonrasında bir parça ekmek ve bir bütün köfteyi mideye yolladı. Bu sırada Selim bıçağıyla köftesini bölmüş ve aldığı parçayı ağzında çiğniyordu. Yemek borusu Mustafa'nın zorlamalarına dayanamayınca, adam bir bardak su ile tıkanıklığı çözdü ve tekrar nefes alabilmeye başlayınca kardeşine döndü.

"Sabah biri balkondan bağırıyordu sana, o neydi?"

Selim ağzındaki lokmayı yutup cevap verdi.

"Ha o şey ya... Bizim bu üst kattaki Firuze Teyze yok mu? O bağırıyordu. Bunun kedisini çalmışlar da gördün mü diyordu."

Mustafa şaşkın bir şekilde durdu ve tek kaşını kaldırıp sordu.

"E iyi de onun kedisi yoktu ki? Hem kim niye çalsın kedisini?"

Selim omuz silkti ve yemeğine devam etti. Mustafa ise kendi kendine gülüp konuşmaya devam etti.

"Arkadaş hiç mi akıllı denk gelmez bize?"

Bir an ortamda sadece çatal ve bıçak sesleri yankılandı. Sonra sessizliği Selim bozdu.

"Babamın dediği gibi abi. Deli deliyi dakikada bulurmuş."


45
Çizgi Roman & Manga / Ynt: Engelsiz Çizgiler
« : 22 Temmuz 2015, 15:49:04 »
Bu iş için temel olarak 3 kişi gerekiyor,

Bir direktör:
Projeyi yönlendirecek, dökümanların kontrolünü sağlayacak, projenin duyurulmasını sağlayacak (Cankutpotter)
Bir yazar:
Uygun betimlemeleri yazacak (Laughing Madcap)
Bir grafik tasarımcı:
Pdf'leri ve diğer malzemeleri tasarlayacak (Zaujas)

Ekip zaten hazırmış :)

Bence işi gereksiz şekilde uzatıyoruz, şunu yapıyoruz deyip başlamak lazım direktör Cankutpotter :)


Emrivaki ile rica etmek arasında oldukça ince bir çizgi olsa da, bunu rica olarak görüyorum ve neden olmasın? En kısa sürede yazılı metin elinizde olur.

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 52